KIBRIS, KIBRISLILIK VE ÖTESİ –III: KİMLİK POLİTİKALARI VE BAĞIMLI KILMA STRATEJİSİ

Söyleşi: Ruken Demirer
25 Ocak 2021
SATIRBAŞLARI
Cumhuriyetçi Türk Partisi milletvekili Doğuş Derya ile söyleşimizin üçüncü bölümü: Kıbrıslı kimliği ve vatandaşlık politikası üzerinden sosyal mühendislik girişimleri, Kıbrıslı Türk-Türkiyeli gerilimi, stratejik bir tercih olarak Kıbrıs’ın Türkiye’ye ekonomik bağımlılığı…

Bundan 17 sene önce, Annan Planı zamanında, Kuzey Kıbrıs çözüme Güney’den daha istekli gibi görünüyordu. Güney’de yaşayanlar ile Kuzey’dekiler arasında Kıbrıs sorununun çözümüne dair arzu ve görüşler çok farklılık gösteriyor mu?

Doğuş Derya: Kuzeyde halka “sizce Kıbrıs’ın en büyük sorunu ne?” diye sorulduğunda, yüzde 90 oranında “Kıbrıs sorunu” diyor. Sağ-sol fark etmeksizin, Kıbrıs’ta yaşayanların yüzde 90’a yakını, Kıbrıs’ın en büyük sorununun Kıbrıs’ın statü sorununun çözümsüzlüğü olduğunu düşünüyor. Ben sosyoloğum, sahada birlikte olduğum, sürekli görüştüğüm insanların, yarın bir çözüm ihtimali somutlaşsa, hepsinin çözüm için mobilize olacağını, herkesin “evet” yönünde çalışacağını görüyorum. Tabii ki çözümün detayları önemli. İnsanlar gelecekleriyle ilgili bilgilendirildikçe kendilerini daha güvende hissederek davranabiliyorlar. Kuzey’de insanların çözüm istenci azalmış değil.
Güney’e gelince, Annan Planı’na “ohi” yani “hayır” diyenlerin daha sonra Kuzey’e geçip, gördükleri tablo karşısında, “biz niye hayır dedik” diye üzüldüklerini biliyorum. Çünkü aslında Annan Planı’na göre iade edilecek olan birçok Rum malının üzerine bundan sonra iade edilemeyecek kadar yatırım yapılmış, bunlar tazminat konusu mallar haline geldi. Bu açıdan da ciddi bir pişmanlık var. İkinci nokta, Güney’de adanın birleşmesinin bölgesel barışa hizmet edeceğini bilen bilinçli, aydın bir kesim var. O insanların çözüm yönünde inisiyatif alıp propaganda yaptığını biliyoruz. AKEL (Emekçi Halkın İlerici Partisi) eski AKEL değil. Yani Hristofyas dönemindeki AKEL biraz daha ulusal-solcu diyebileceğiniz refleksler gösteriyordu, şu anda daha Avrupalı, Kıbrıs sorununun çözümüyle ilgili daha çok inisiyatif alabilen, hatta bir Kıbrıslı Türk’ü Avrupa Parlamentosu’na (AP) aday gösteren bir AKEL var. Niyazi Kızılyürek 2019’da AKEL’den AP’ye seçildi. Dolayısıyla, bir çözüm momenti olursa adanın iki tarafından da “evet” çıkma olasılığı yüksek. Tabii bu sadece Kıbrıslıların ve adada yaşayanların belirlediği bir süreç değil. Maalesef, garantör ülkeler, başta Türkiye ve Yunanistan olmak üzere, Doğu Akdeniz’de şekillenen enerji denkleminde pozisyon aldıkları için Kıbrıs sorunu da bu pozisyon alışların rehinesi durumuna geldi. Ülkenin geleceği rehin alındı yani.

Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportuyla AB ülkelerine vizesiz gidebiliyoruz, çocuklarımız Avrupa’daki üniversitelerde AB vatandaşları olarak eğitim alabiliyor, iş insanlarımız dış bağlantı kurabiliyor. AB vatandaşı olduk, ama yönetiminde söz hakkına sahip olmadığımız bir yapının pasaportuyla.

Kuzey’deki toplumun tanınmamaktan kaynaklanan mağduriyet nedeniyle çözüme daha istekli olduğu söylenebilir mi?

Ben Kuzey’in Güney’den ya da Güney’in Kuzey’den daha az ya da fazla istekli olup olmadığı üzerinden bakmıyorum meseleye. İki tarafın farklı sosyolojik ve siyasi koşulları var. Bu koşullar konjonktürle beraber, süreç üzerinde etkili oluyor. Kuzey’in Güney’den temel farkı, Kuzey’de kurulan yapının, yani KKTC’nin tanınmış bir devlet olmaması. Kuzey’de yaşayanlar yıllardır uluslararası hukuk çerçevesinde kabul gören bir yapı için mücadele ediyor. İnsanca yaşayabilmek için dünyada bir toplumsal statü kazanmak istiyorlar. Güney’deki yapı, yani Kıbrıs Cumhuriyeti ise tanınmış, AB üyesi bir devlet ve bunun getirdiği avantajlar var. Kuzey birçok konuda sıkıntı yaşıyor, ticaret, üretim, kendi demokrasisini belirleyebilme gibi ciddi zorluklar bunlar. Pasaportunuz pasaport olarak kabul edilmiyor. Annan Planı öncesinde Türkiye dışındaki bir ülkeye yolculuk yapabilmek için Türkiye Cumhuriyeti pasaportu almak zorunda kalıyorduk. Annan Planı sonrasında Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu alma olanağı doğdu, çünkü Kıbrıs Cumhuriyeti 1960’ta Kıbrıslı Türklerin ve Rumların ortak devleti olarak kurulmuştu. AB ülkelerine vizesiz gidebiliyoruz, çocuklarımız Avrupa’daki üniversitelerde AB vatandaşları olarak eğitim alabiliyor, bu bağlamda okul maliyetleri düştü. İş insanlarımız mümkün olduğunca dış bağlantı kurmaya çalışıyor, bazı ülkelere fason da olsa ürün satabiliyoruz. AB vatandaşı olduk, ama yönetiminde söz hakkına sahip olmadığımız bir yapının pasaportuyla. Biz adanın birleşmesini ülkemizi birlikte yönetebilmek için de istiyoruz.

Annan Planı’na kuzey “evet”, güney “ohi” (hayır) demişti

Bir Kıbrıslı Türk olarak Güney’de siyasi oluşumlarda, karar mekanizmalarında yer almanız mümkün mü?

Dediğim gibi, Kıbrıs Cumhuriyeti Kıbrıslı Rumlar ile Kıbrıslı Türklerin ortak devleti olarak kuruldu. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iki resmi dilinden biri Türkçedir. 1974 sonrasında, coğrafi ayrılmadan da kaynaklı olarak, Kıbrıs Cumhuriyeti bir Rum devletine dönüştü. 45 seneden fazladır Kıbrıslılar iki ayrı bölgede yaşıyor. Daha önceleri şimdiki gibi geçişler de yoktu. Annan Planı sonrasında kapılar açılsa da buradan Güney’e yerleşen çok az oldu. Mali olarak da kolay değil. Türk Lirası kazanıyorsunuz, Avro harcanan bir yerde yaşamak kolay değil. Dolayısıyla, orası artık bir “Rum devleti” olduğu için orada fiilen siyaset yapma imkânı pek yok. Evet, dernekler ve sivil toplum örgütleri bazında ortak faaliyetler yürütülüyor, iki toplumlu örgütlenmeler var, ancak, Güney’deki mevzuata dahil olmanız için orada yaşıyor olmanız lâzım. 

Yani, yasal engel yok, ama koşullar zor, öyle mi?

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin resmi söylemi zaten Kıbrıslı Türklerin de devleti olduğu yönünde, ama pratikte işler öyle yürümüyor. Teoride Kıbrıs Cumhuriyeti’nin vatandaşı olan bir Kıbrıslı Türk isterse eğer Güney’de de seçimlere katılabilir, ama bunun hem fiilen bir karşılığı yok hem de bizlerin toplumsal olarak istediğimiz bu değil. Biz Kıbrıslı Türk toplumu olarak siyasi eşitliğimizin tanınmasını, bir azınlık toplumu değil, bir eşit-ortak olduğumuzun kabul edilmesini istediğimiz için müzakere masasındayız. Derdimiz kurucu ortaklarından biri olduğumuz federal bir devlet inşa etmek ve bu devleti birlikte yönetmek.

Bir Kıbrıslı Türk Güney’de de seçimlere katılabilir, ama bizim istediğimiz bu değil. Biz Kıbrıslı Türk toplumu olarak siyasi eşitliğimizin tanınmasını, bir azınlık toplumu değil, eşit-ortak olduğumuzun kabul edilmesini istiyoruz. Derdimiz kurucu ortağı olduğumuz federal bir devlet inşa etmek ve bu devleti birlikte yönetmek.

Bu çerçevede Türkiyeli göçmenler nerede duruyor? Annan Planı döneminde belli bir tarihten sonra gelen göçmenlerin Türkiye’ye geri gönderileceği öngörülüyordu. Son dönemde de göçmenlerin seçim sonuçlarını ciddi derecede etkilediği iddia ediliyor…

Annan Planı döneminde Türkiye kökenlilerin problem oluşturduğu doğru bir argüman değil. Bunu problem olarak ifade eden kimse olmadı, planda da Türkiyelilerin geri gönderilmesi diye bir madde yoktu. Ancak, o dönemde Kuzey’deki milliyetçi cenah insanları korkutmak ve birleşme karşıtı tutum almalarını sağlamak için bu yalanları tedavüle sokup kamuoyu oluşturmaya çalıştı.
Bir kere, 1974’ten sonra adaya gelip de burada yaşam kuran insanlar artık benden farklı değil. Geleceğini bu ülkede gören, hayatını burada kuran insanların büyük bir kısmı “bir gün sizi gemilere doldurup gönderecekler, sizi bu ülkeden atacaklar” diye siyaset yapan milliyetçi cenahın manipülasyonuna maruz kaldı uzunca bir süre. Fakat Annan Planı’yla bu insanların hakları da garanti altına alındığı için, sanılanın aksine, Türkiye’den gelen birçok insan da “evet” oyu kullandı, çünkü onlar da bir gün AB vatandaşı olmak istiyor. Ortak devletin vatandaşı olmak, geleceğini daha çağdaş bir yerde görmek isteyen birçok insan var. Türkiye’den gelip buraya yerleşenler bu toplumun bir parçası. Ancak, vatandaşlık politikası üzerinden onları istismar eden ve gettolaşmış, kendi içine kapalı yaşamalarını isteyenler de var. Etnik köken üzerinden siyaset yapanların işine geliyor bu. Çok uzun süredir vatandaşlık politikası bir sosyal mühendislik aracı olarak kullanılıyor. Sadece 2016’da 12 bin 500 vatandaşlık verildi. Bunun 2 bin 500’ü istisnai vatandaşlık dediğimiz, Bakanlar Kurulu kararıyla verilen vatandaşlıklar. Bunlar seçmen yapısını değiştirmek ve toplumsal iradeyi yönlendirmek için kullanılan vatandaşlıklar.


Son seçimde sizce sonradan verilen bu vatandaşlıkların nasıl etkisi oldu?

Türkiye’de toplum siyaseten kutuplaştırılıyor. Bu kutuplaşma buraya da yansıtılmaya çalışılıyor. Benzer taktiklerle toplumu kamplara bölüp insanları manipüle etmeye çalışıyorlar. Kıbrıslı-Türkiyeli ayrımı yaratmaya çalışan siyasi partiler var. Bunun üzerinden birilerini “vatan haini”, “Rumcu”, “Türkiye düşmanı” olarak damgalayıp kendilerini de “vatansever” ve “Türkiye dostu” ilan eden bir siyaset örmeye çalışıyorlar. Son altı-yedi yılda vatandaş yapılanlar sosyal entegrasyon sürecine giremeden, gettolaştırılmak suretiyle oy havzası olarak kullanılmak isteniyor. Son seçimlerde solda duran adaylar “hainler” olarak lanse edilirken sağ aday da “Türkiye dostu” olarak sunuldu.   

Son cumhurbaşkanlığı seçiminde Türkiye büyükelçisinin köyleri dolaştığı, Türkiye tarafından kurulan özel seçim ekibinin sağ partiler için çalıştığı basına yansıdı…

Ersin Tatar seçimi kazandıktan bir gün sonra, Yeni Şafak gazetesinde adaya gelip çalışma yapan bir MHP milletvekilinin ne kadar başarılı olduğu haberi çıkmıştı. TC Cumhurbaşkanı yardımcısı Fuat Oktay’ın ekibi seçim dönemi boyunca Lord Palace otelinde kaldı ve Ersin Tatar’ın kampanyası için bilfiil çalıştıkları haberleri çıktı. Bunu fotoğraflayıp haber yapan gazeteciler ajan, vatan haini ilan edildi.

Vatandaşlık politikası sosyal mühendislik aracı olarak kullanılıyor. Sadece 2016’da 12 bin 500 vatandaşlık verildi. Bunun 2 bin 500’ü istisnai vatandaşlık dediğimiz, Bakanlar Kurulu kararıyla verilen vatandaşlıklar. Bunlar seçmen yapısını değiştirmek ve toplumsal iradeyi yönlendirmek için kullanılıyor.

Mustafa Akıncı ise Afrin açıklaması sebebiyle hedef haline getirildi. Afrika gazetesi de Afrin operasyonu ile Kıbrıs Harekâtını özdeşleştirerek “Kıbrıs’a Barış Harekâtı, Suriye’ye Zeytin Dalı Harekâtı… Türkiye’den Bir İşgal Harekâtı Daha” şeklinde manşet atmıştı. Kıbrıs sorununda işgal tartışmasına nasıl bakıyorsunuz? 

Ben “işgal” kelimesini hiçbir zaman ağzıma almadım, ilişkilere sosyal bilimlerin verdiği analitik bakışla bakılması gerektiğini düşünüyorum. Yani Türkiye’nin adanın kuzeyine yaptığı müdahaleleri, yürüttüğü ekonomik siyaseti kolonizasyon, post-kolonyalizm literatürü içinden okumak gerek. Bu bağlamda, Kıbrıs Türk solundaki bazı kesimlerin Türkiye ile cepheden kavga eden, Türkiye’deki iktidar ile Türkiye’nin bütününü yekpare bir varlık gibi gören yaklaşımını doğru bulmuyorum. Ben diyalog ve istişare yönünde adımlar atılması gerektiğini, bunun hem Türkiye’deki siyasal partilerle hem de orada hak politikası yapan örgütlerle, sendikalarla, odalarla birlikte yapılması gerektiğini, Kıbrıs’ı daha çok anlatmamız gerektiğini düşünüyorum. Maalesef Türkiye’deki aydın kesimin de Kıbrıs’a olan ilgisi az, adada ne olup bittiğine dair ilgisiz bir kamuoyu var. Kıbrıs belli konjonktürlerde gündeme gelip sonrasında merak edilmeyen bir sayfiye yeri gibi görülüyor. Türkiye’nin adaya yığdığı kumarhanelerden ibaret bir yer gibi algılanıyor. Öte yandan, bir yönetim ne kadar otoriter, totaliter olursa kendisi gibi düşünmeyenleri baskılama, damgalama, onların iç düşman gibi yansıtılmasını sağlama eğilimleri de artıyor. Bugün Türkiye’de “benim istediğim gibi konuşmuyorsan teröristsin” diyen bir dil gelişti. Bu dille diyalog kurmanın kolay olmadığı bir gerçek. Fakat bununla mücadelenin yolu da bu kutuplaşmayı besleyen karşı argümanlar üretmekten geçmiyor.

Kıbrıs’ta gerçek Kıbrıslılık ve Türkiyelilik kavramları ekseninde bir ayrışma olduğu da bir gerçeklik. Yüksek lisans tezinizde Anavatan ve Kıbrıslılık söylemleri üzerinden Kıbrıslı kimliğini ele almışsınız. Siz Kıbrıslı Türk-Türk kimliği ayrımına nasıl bakıyorsunuz?

Kimlik politikaları egemenin dilini bozduğu müddetçe ilerici, egemenin dilini bozmuyorsa gericidir. Kimlik sabit bir şey değildir, sürekli dönüşür. Türk milliyetçiliği de üzerinde çalıştığım bir alan. Milliyetçi söylemler özcü bir yerden kurgulanır. Milliyetçilikler ezelden-ebede var olan homojen toplumlar tahayyülüne dayanır. Milliyetçilik dili gerçek Yunan, hakiki Türk, öz Kıbrıslı gibi sabitlenmiş tasavvurlar yaratarak, insanları ilanihaye birbirinden ayıran ve aslında tüm bu kimliklerin inşa edilmiş olduğunu örten söylemlerdir. O yüzden, bence anti-milliyetçi olmak ya da yurtsever, barışsever insanlar olmak kendimizi kimlik politikalarına sıkıştırmamamız demektir. Bu sadece milli kimlikler için geçerli değil. Kadınlık denilen deneyimi, kimliği yok sayan ataerkil, baskıcı iktidara karşı kadın olarak kimliklenip öne çıkmak ve “bu ataerkidir, baskıcı ve totaliter bir şey yapıyor” demek önemlidir. Ama böyle bir ortam yoksa, “ben kadınım” diye ortada dolaşmanın manası yoktur. Sizi yok sayan, eşit görmeyen, kendine tabi kılmaya çalışan veya ortadan kaldırmaya niyet etmiş bir otoriteye karşı “Ben Kıbrıslıyım” diye söylüyorsanız manalıdır.

Türkiye’nin adanın kuzeyine yaptığı müdahaleleri, yürüttüğü ekonomik siyaseti kolonizasyon, post-kolonyalizm literatürü içinden okumak gerek. Kıbrıs Türk solundaki bazı kesimlerin Türkiye ile cepheden kavga eden, Türkiye’deki iktidar ile Türkiye’nin bütününü yekpare bir varlık gibi gören yaklaşımını doğru bulmuyorum.

Bir dönem Kıbrıslılık ve Kıbrıslı kimliği üzerinden siyaset yapma görece daha yaygındı. Sebebi de “sen yeterince Türk değilsin, o yüzden şöyle davranacaksın, böyle konuşacaksın” diyen baskıya karşı bunun bir direniş mecrası olmasıydı. Bugün Kıbrıslı, Türkiyeli ya da İngiliz, Rum, Yunan vb. üzerinden konuşmanın bir karşılığı olduğunu düşünmüyorum. Yaşam alanlarını nasıl ortaklaştırabiliriz, ekonomik işbirliklerini nasıl yapabiliriz, içinde yaşadığımız çevreyi nasıl koruyabiliriz? Bugün nefes alma ve sol olarak ortaklaşma alanları açmak gerekiyor. Hem Covid-19, hem küresel iklim krizi bize bunu hatırlatıyor: Amerikan, Türk, Yunan, İngiliz, Fransız olmak Covid-19 karşısında ne işe yarıyor? Çocuklarımız buğday bulamayacak, 50 yıl içerisinde dünyanın ısısı 4 derece daha arttığında, sular tuzlandığında, birçok hayvan türü yok olduğunda ne yapacağız?

Varosha (Maraş), Fotoğraf: Nedim Enginsoy

Kıbrıslıların Türkiyeliler için kullandığı gündelik dilde yaygınlaşmış karasakal, gaco, fica gibi aşağılayıcı kelimeler de var…

Türkiye adaya ilk geldiği zaman yaşanan olaylar var. Eskiden Türkiye’den gelen komutanlar genelde siyah sakallıydı. Arif Hasan Tahsin’in kitaplarında da vardır. Ada halkı konuşurken Rumca, İngilizce kelimeler kullanırdı haliyle. Rumca, İngilizce kelime kullandığı için insanları falakaya yatırırlarmış, “Türkçe konuşacaksın” diye. O dönem Türk bakkaldan, Türk manavdan alışveriş yapmak zorundaydın. Rum esnaftan alışveriş yaparsan cezalandırılıyordun. O dönemde halk, tepki olarak, bu baskıyı uygulayan kişilere karasakallar, karasakallılar demiş. Türkiye iktidarlarının buraya uyguladığı politikalardan dolayı iktidarlara yönelmiş tepkiler var tabi, ama halklar hep kardeş. “Yaşasın halkların kardeşliği” lafını çok severim, çünkü halklar gerçekten kardeştir, Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk halkları için de bu böyledir.
Toplumların “başka” toplumlarla ilgili başvurdukları ya da ürettikleri sıfatlar onların sosyolojik ve siyasi koşullarına dair bir şey söyler. Nerede bir tepki olarak çıkıyor, nerede bir direniş mecrası olarak kullanılıyor, nerede ötekileştirici, ırkçı bir dilin parçası olarak çıkıyor, niçin kullanılıyor diye bakmak, tarihsel bağlamı içinde yorumlamak gerek. Yıllarca, Türkiye’nin doğusu ile ilgili yapılan karikatürleştirmeler, orada yaşayanların lehçeleriyle dalga geçen yığınla reklam, dizi üretildi. Karadeniz bölgesi ve Karadenizlilerle ilgili anlatılan fıkraların aşağılayıcı tonunu hep gördük. Kıbrıs’ta yaşayanlar da bazen azınlıkta hissetmekten, bazen baskı görmekten, bazen de yaşanan olayların bir sonucu olarak zaman zaman böyle terminolojiler üretmiştir. Ama bunları sündürüp buradan bir düşmanlık edebiyatı çıkarmaya çalışmak çok zorlama olur. Güney’de de örneğin, İngiltere’de yaşayıp geri dönen Kıbrıslı Rumlara Çarliler derler mesela. Kuzey’de de İngiltere’de yaşayıp dönen Kıbrıslılara Londurez dendi uzun süre. Kıbrıslı Türklerin karasakal dediği gibi, Kıbrıslı Rumlar da Yunanistan’dan gelenlere kalamari der. Tarihsel bağlama bakmadan yorum yapmamak gerek. 

Kimlik politikaları egemenin dilini bozduğu müddetçe ilerici, egemenin dilini bozmuyorsa gericidir. Kimlik sabit bir şey değildir, sürekli dönüşür. Sizi yok sayan, eşit görmeyen, kendine tabi kılmaya çalışan veya ortadan kaldırmaya niyet etmiş bir otoriteye karşı “Ben Kıbrıslıyım” diye söylüyorsanız manalıdır.

Kıbrıslı Türk’ün Türkiye ile ilişkisi ile Kıbrıslı Rum’un Yunanistan’la ilişkisi arasında sahiplenilen kimlik bağlamında paralellikler var mı?

1960’a kadar, ada halkları kendilerini Müslüman ya da Hıristiyan diye tanımlıyordu, dinsel kimlik ön plandaydı. 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduğu zaman ne Kıbrıslı Türkler ne Kıbrıslı Rumlar bu devleti tam olarak sahiplenebildi, iki taraf da pek kendi devletleri gibi görmedi; “dışarıdan birileri geldi, bizim adımıza devlet kurdu” oldu. Kastedilen garantör devletler. Daha sonra, 1974’te bölünme olduğunda, Kıbrıslı Rumlar ile Yunanistan arasına bir gönül uzaklığı girdi. “Türkiye geldi, bir çıkarma yaptı, biz evlerimizden, yerimizden olduk, anavatan dediğiniz Yunanistan bizi kurtarmaya gelmedi” şeklinde bir sosyal psikoloji oluştu. Kıbrıslı Rumlar ellerinde Kıbrıs Cumhuriyeti kaldığı için o devlete vatandaşlık üzerinden inanılmaz bağlandılar. Kıbrıslılık aslında coğrafi alanı anlatan bir kavram. Güney’deki kimliklerin üzerinde tabiyet kısmında Kıbrıslı yazar, Türk ya da Yunan yazmaz. Kıbrıslı Rumların devlete sahip çıkması ve oradan bir Kıbrıslılık aidiyeti geliştirmesi de söz konusu oldu. Kıbrıslı Türkler açısındansa “Ada bölündü, birleşmesi gerekiyor, ama birileri sürekli bu adayı daha fazla Türkiye’ye benzetmek ve burayı bir vilayet haline getirmek üzerinden uğraşıyor” ve o bağlamda Türkiye’den bir kopuş oldu. Yani 1974’e kadar “anavatan Türkiye bir gün bizi kurtaracak” diye bakılırken, sonrasında “bizi olduğumuz gibi kabul etmeyen, sürekli kendine benzetmeye çalışarak bizi reddeden bir ülke” noktasına gelinebiliyor. Türkiye ile bu noktada bir miktar mesafelenme oldu.

Kıbrıslıların Türkiye’de “besleme” olarak nitelendirildiği dahi oldu. Kıbrıs’ın ekonomik olarak Türkiye’ye bağımlılığını nasıl değerlendiriyorsunuz?

KKTC’nin tanınmıyor olmasından kaynaklı ekonomik faaliyetleri yürütmekte ciddi zorluklar yaşıyoruz. Annan Planı sonrasında Yeşil Hat Tüzüğü dediğimiz bir uygulamayla küçük küçük açılımlar yaratıldı. Ama uluslararası hukukun getirdiği kısıtlamalar var. Tabii tek sıkıntı bu değil. Adaletli bir vergi sistemi yok, bu nedenle yeterince vergi toplanamıyor. Yatırım adı altında araziler peşkeş çekiliyor. Bu arazilere yapılan otel, okul, üniversite yatırımlarına teşvikler veriliyor. Ama teşvik sistemi de amacından çıktığı için ciddi bir kamusal kaynak israfı oluyor. Çok ciddi kârlar elde edip devlete tek kuruş vergi ödemeyen büyük iş insanları var. KKTC tanınmadığı için kara para aklama cenneti haline getirildi. Biz içeride bu sorunları çözecek iradeyi koyabilsek ya da bu iradenin konmasına izin verilse, yerel kaynaklarımızla Türkiye’ye olan bağımlılık ilişkimiz azaltılabilir. Türkiye’de “Kıbrıs’ı biz besliyoruz, Kıbrıs’a her gün karşılıksız para veriyoruz” gibi yaklaşanlar var, lakin durum tam olarak öyle değil. Hibe programları adı altında verilen bir miktar para var. O paralar cami yapmak için harcanıyor örneğin. Onun dışında, Kıbrıslı Türklere verilen her kuruş Kıbrıslı Türklerin hanesine borç olarak yazılıyor.

Güney’de, İngiltere’de yaşayıp geri dönen Kıbrıslı Rumlara Çarliler derler. Kuzey’de de İngiltere’de yaşayıp dönen Kıbrıslılara Londurez dendi uzun süre. Kıbrıslı Türklerin Türkiye’den gelenlere karasakal dediği gibi, Kıbrıslı Rumlar da Yunanistan’dan gelenlere kalamari der.

Kuzey’de ekonomi esas olarak sayıları gittikçe artan otellere, turizme mi dayanıyor?

Adanın kuzeyinde faaliyet gösteren Türk menşeli birçok otel arazileri çok cüzi bedellere kiraladı. Elektrik teşviği gibi teşvikler alarak sahilleri, denize erişimi ve aşırı kârlar elde ediyorlar. Kumar turizmi üzerinden adaya sürekli kumarcı getiriyorlar. Herkes Kıbrıs’ta kumarhane var diye Kıbrıslıları kumar masasından kalkmayan insanlar sanıyor, ama öyle değil. KKTC vatandaşlarının kumarhanelere girmesi yasak. Kapalı devre bir turizm anlayışıyla kumarcılar, turistler getiriliyor, otelde yiyip içiyor, dışarda bir kuruş bile alışveriş yapmıyorlar. Ülke ekonomisine bir katkıları yok yani. Ama, sanki Türkiye bize para gönderiyor, biz de burada ihya oluyormuşuz gibi bir algı yaratılıyor. Öyle değil. Biz kaynaklarımızı doğru yönetir, yerli üretimimizi geliştirebilecek bir sistemi teşvik eder ve doğru düzgün bir vergi sistemi kurarsak dışa bağımlılığımız azalır. Ama hem adanın kuzeyinde hem Türkiye’de bu bağımlılığın sürmesini isteyen ve bunu siyaseten kullanan bir kesim var. Birine ekonomik olarak ne kadar bağımlı olursanız, o size lafını o kadar kolay geçirebilir. Bu ekonomik bağımlılık ilişkisi bilinçli bir şekilde tesis edilmiş. 1974 sonrasında burada makarna, meyve suyu, ayakkabı fabrikaları bulunuyordu. Üretimden kopartılarak dışa bağımlı hale getirilmek, insanların memurlaştırılması bilinçli bir stratejiydi. Çok kolay çünkü bordrolu çalışana maaşıyla, işiyle, ekmeğiyle şantaj yapmak.


Toplumsal cinsiyet alanında da çalışmalar yürütüyorsunuz; Kuzey Kıbrıs’ta kadınların karar verme mekanizmalarındaki yeri nasıl?

Kıbrıslı Türkleri temsil eden meclislerde, yani 1960’tan 2018’e kadar geçen 58 yılda, görev alan toplam kadın sayısı 16’ydı. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Temsilciler Meclisi, sonra Kıbrıs Türk Federe Devleti meclisi, daha sonra KKTC meclisi. Bu 16 kadın arasından 13’ü seçimle göreve gelmiş, diğer 3’ü de atama yoluyla meclise gönderilmişti. Kıbrıslı Türk toplumu 58 yılda hepi topu 13 kadın çıkarabilmişti. Bunların hepsi 50 yaş ve üzeri kadınlardı. Çoluğunu çocuğunu büyütmüş, siyaset yapmaya vakit ayırabilecek kadınlar. Ayrıca, çoğu doktor kadınlardı. Doktor olmak erkek egemen ortamda avantajdı, kadınlar erkekler gibi kahvehane, meyhane gezemedikleri için seçmenle ilişki kurmaları zordu. Doktor kadınlarsa erkekler gibi kahvehanelere vesaire gitmelerine gerek kalmadan tanınıyor, aday olduklarında seçilebiliyordu. 2015’te ciddi bir mücadele vererek siyasi partiler yasasına aday listelerinde yüzde 30 cinsiyet kotası koyduk. O güne kadar meclisteki kadın vekil oranı yüzde 8’i geçemezken, o günden sonra yüzde 18’e çıktı. Kadınlar her geçen gün karar alma mekanizmalarında daha çok yer alıyor, sendikalarda, birliklerde çok sık kadın başkanlar görev yaptı. Hâlâ istenen seviyeye gelmedik, ama geçmiş yıllara göre ciddi ilerleme var.

1974 sonrasında burada makarna, meyve suyu, ayakkabı fabrikaları bulunuyordu. Adanın üretimden koparılarak Türkiye’ye ekonomik bağımlılığı, insanların memurlaştırılması bilinçli bir stratejiydi. Çok kolay çünkü bordrolu çalışana maaşıyla, işiyle, ekmeğiyle şantaj yapmak.

Sizin adaylık süreciniz nasıl gelişti?

Ben 2013’te, her şeyden önce bir feminist aktivist olduğum için, o güne kadar uğraşıp da yasalaşmasına dışarıdan etki edemediğim yasaları yapmak için aday oldum. Meclise girmeden önce yaptığım en önemli şey İstanbul Sözleşmesi’nin KKTC meclisinde kabul edilmesini sağlamaktı. 2011’de bir imza kampanyası düzenleyerek 4500’ün üzerinde imzayla KKTC Meclis Başkanı’na gittik ve yasa meclisten geçti. Ama, ceza yasasında, aile yasasında değişmesi gereken maddeler vardı. Boşanma, mal paylaşımı, velayet, kadınların soyadı hakkı ve nafaka konularında reformasyon yapılması gerekiyordu. Şiddeti önleyecek, kadınların ekonomik yaşama daha çok girmesini sağlayacak özel bir kurum yoktu. Kadın temsiliyetinin KKTC meclisinde 2013’e kadar yüzde 8’i geçmemesi ne demek? 50 kişiden maksimum 4 kadın vekil çıkıyordu. Cinsiyet kotasını getirmek gerekiyordu. 2013’te aday olup seçildikten sonra bu saydığım her şeyi tek tek yaptım. Birincisi, ceza yasasında çok ciddi bir reformasyon yaptık. Cinsel taciz, cinsel saldırı, tecavüz gibi suçlarla ilgili ve idam cezasının kaldırılması dahil, 44 maddelik bir paketti. Bu paketi 2014’ün ocak ayında geçirmeyi başardık. Akabinde, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Dairesi’nin teşkilat yasasını yazdım. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Dairesi hem şiddeti önleme mekanizmaları açısından hem kadınların ekonomik yaşama dahil olması açısından kadını güçlendirici, kadın dostu belediyecilik gibi politikaları formüle edecek bir alan. 2014’ün kasımında yasayı yaptık, ama bugün bile yürütme tarafından tam olarak hayata geçirilmedi.  Daha sonra adı Evlenme-Boşanma Yasası olarak da geçen Aile Yasası’nda kadınların kendi soyadını kullanabilmesi ve çocuğuna kendi soyadını verebilmesinden tutun da adil mal paylaşımı, velayet, nafaka, koruma emri, adli yardım düzenleme gibi hususların hepsinin 2015’te yasalaşmasını sağladık. O paketin hazırlanması da çok ciddi bir mücadele sonucu oldu. Çok da saldırıya uğradım bu arada, maruz kalmadığım hakaret kalmadı. Ama birçok kadın örgütünün sıkı dayanışmasıyla başardık.

2013’te milletvekili seçildiğinizde Meclis’te göreve başlarken milletvekili yeminini değiştirerek etmenizle[*] dikkat çekmiştiniz. Bahsettiğiniz saldırılardan bir kısmının nedeni de bu muydu?

Evet, öyle başladı. Meclis yeminini değiştirdiğim içindi ilk saldırı. Ben farkındalık yaratmak açısından yapmıştım onu. Kadınlara hep yapılan şeydir şeytanlaştırma, bel altı vurmaya çalışma… 2014’te, savaş suçlarından bahsettiğim bir kürsü konuşmamda tecavüzlerden söz ettiğim için linç edildim. Daha sonraki dönemdeyse federal çözüm yanlısı olduğum için, emekten yana, kadın haklarından yana politikalardan, barıştan bahsettiğim için hedef alındım. Milliyetçi, otoriter çevreler benden pek hoşlanmıyor.

2015’te ciddi bir mücadele vererek siyasi partiler yasasına aday listelerinde yüzde 30 cinsiyet kotası koyduk. O güne kadar meclisteki kadın vekil oranı yüzde 8’i geçemezken, o günden sonra yüzde 18’e çıktı. Kadınlar her geçen gün karar alma mekanizmalarında daha çok yer alıyor.

Meclis’teki farklı yemininiz, tam benzer olmasa da, insanın aklına 1991’de TBMM’deki yemin töreninde Leyla Zana’nın yeminin sonunda anadilinde, Kürtçe selamlamasını getiriyor…

Tabii, bunu söyleyenler oldu. Böyle bir benzetme yapıldı. Leyla Zana kürsüde kendi dilinden seslenerek anadilini, o ülkede Kürtlerin var olduğunu, ezildiklerini görünür kılmaya çalışıyordu. Önemliydi, cesur bir hareketti ve linç edilmişti. Ben de bambaşka koşullarda, ataerkiyi, militarizmi görünür kılmak istedim. Yani benzeşiyor. Sanırım İspanya’da PODEMOS yemini değiştirmişti, bütün milletvekilleri kürsüden başka bir yemin etmişlerdi. İspanya’da o insanlar linçe uğramadı.

Siyasi faaliyetlerinizde sizi esinlendiren ya da dayanışma içinde olduğunuz başka halklar ya da hareketler var mı?

Kendi sözünü söylemeye çalışan, direnen, baskıcı yönetimlere karşı duran, özgürlüğü için, kardeşlik için mücadele eden bütün halkları seviyorum. Çok çok uyanık olmamız gereken bir dönemdeyiz, çok baskı altındayız hepimiz. Emekçilerle zenginlerin arasındaki uçurumun git gide büyüdüğü bir dünya bu. Emekten yana tavır almamız gerekiyor. Kadın cinayetlerinin, çocuk istismarının arttığı bir dünya bu. Kadından, çocuktan yana tavır almak gerekiyor. Hayvanlara hayat hakkı tanımayan bir endüstrinin hüküm sürdüğü, küresel ısınmanın iklim krizine dönüştüğü bir dünyadayız. Kapitalizm kaynaklarımızı vahşice tüketiyor. Toprağımıza, suyumuza, yeşilimize, atmosfere sahip çıkmak gerekiyor. Bu bağlamda sadece halklar değil, her alanda mücadele veren bir kişi bile o kadar kıymetli ki. Ben yan yana gelmeye, dayanışma, ittifak yapmaya inanırım.

[*] Doğuş Derya’nın 2013’te milletvekili seçildiğinde Meclis’te ettiği yemin: “Kıbrıs ülkesinde yaşayan her bireyin, dili, dini, ırkı, doğum yeri, sınıfı, yaşı, fiziksel durumu, cinsiyeti veya cinsel yönelimi dolayısıyla ayrımcılığa maruz kalmaması için çalışacağıma, emeğin sömürülmediği adil ve eşit bir düzen yaratmak için uğraşacağıma, çatışma ve şiddet kültürünün yerine barış ve uzlaşı değerlerinin yerleşmesi için çaba göstereceğime, demokrasi, sosyal hukuk devleti ilkeleri ve insan hak ve özgürlüklerine bağlı kalacağıma, federal bir Kıbrıs kurma ülküsünden vazgeçmeyeceğime insanlık onurum üzerine ant içerim.”
KKTC’de milletvekillerinin göreve başlarken ettikleri yeminse şöyle: “Devletin varlığını ve bağımsızlığını, yurdun ve halkın bölünmez bütünlüğünü, halkın kayıtsız şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ve Atatürk ilkelerine bağlı kalacağıma; halkımın refah ve mutluluğu için çalışacağıma; her yurttaşın insan haklarından ve temel hak ve özgürlüklerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya bağlılıktan ayrılmayacağıma; namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”
 
Birinci bölüm: KKTC’nin rehineliğinde yeni perde
İkinci bölüm: Türkiye sallanınca KKTC alabora oluyor
 
 
^