2020 tüm melanetiyle bitsin diye beklerken yeni yılın ilk gününe Boğaziçi Üniversitesi’ne yeni rektörün atanmasıyla başladık. Mevcut rektör de seçimle değil, atamayla gelmiş olmasına rağmen, Melih Bulu’nun okul kadrosundan olmaması ve intihal ve biatla lekeli akademik kariyeri önce şaşkınlık, sonra öfke yarattı. Uzun süredir iktidarın tehditlerine maruz kalan Boğaziçi Üniversitesi’nin öğrencileri tepki vermekte gecikmedi: 4 Ocak Pazartesi günü üniversitede başlayıp ertesi gün yaşanan ev baskınlarının ardından çarşamba günü Kadıköy’e taşan protesto eylemleri okulda hâlâ sürüyor, kayyum-rektör akademik kadrodan kendisine bir yardımcı bile bulamıyor, odasından çıkamıyor. 30 Ocak’taki gözaltı ve tutuklamalarda görüldüğü gibi, iktidar odakları da sindirme ve eziyet politikasından vazgeçmiyor. Kara propaganda da eksik kalmıyor tabii. “Elitlerin okulunu yerli-milli yapıyoruz” diye başladı, Kültür-Sanat Kulübü’nün sergisindeki bir resmi “kutsala hakaret” diye damgalayıp “din kozu”yla devam ediyor. “Kutsal değerler” adına LGBTİ+ bireyleri ve örgütlenmelerini hedef göstermekten çekinmiyor, “gökkuşağı bayrağı”nı kriminalize ediyor, devlet kurumlarını nefret suçuna ve anayasal ihlâllere davet ediyor. Peki, protestocu öğrenciler ne diyor, ne istiyor? 6 Ocak’taki Kadıköy eyleminde yaptığımız video-haber vesilesiyle tanıştığımız öğrencilerle, o günlerden bugünlere yaşanan gelişmeleri konuştuk. Şeyma, Yaren, Rümeysa, Arif ve Metin’e kulak veriyoruz.
Sıcak gelişmeyle başlayalım: İçinde Şahmeran imgesinin yer aldığı bir kolaj üzerine 30 Ocak günü beş Boğaziçi öğrencisi gözaltına alındı, iki öğrenci için ev hapsi kararı verilirken iki arkadaşınız tutuklandı… Bu kolajın da yer aldığı sergi ne sergisiydi, kim düzenlemişti?
Rümeysa: Okulun güzel sanatlar kulübünden Boun Sergi diye bir grup açık çağrı yaparak “Türkiye’nin her yerinden sanat eserlerini bekliyoruz” dedi ve yüzlerce eser Güney Meydan’da sergilenmeye başlandı. Bu kolaj da bunlardan biri.
Şeyma: Yalnızca öğrencilerin kolektif insiyatifiyle yürütülen eylemlerimiz başından beri türlü manipülasyonlarla kriminalize edilmeye çalışıldı. Örneğin terörist gruplarca yönlendirildiği suçlaması bunlardan biriydi, şimdiyse sergide sunulan bu eser bahane edilerek, sergi bağımsız insiyatifle organize edilmiş ve çoğunlukla anonim eserlerden oluşsa da, stratejik bir şekilde doğrudan LGBTİ arkadaşlarımız hedef gösterildi ve bunun üzerinden yürütülen süreçle direnişimizi kırmak, mücadelemizi dağıtmak hedefleniyor. Her sanat eseri elbette tartışmaya açıktır ve bu eserden rahatsız olanların hassasiyetlerinin farkında olunmalıdır, ancak sanat eserlerinin yargılanması, hele ki hassasiyetler sebep gösterilerek kimsenin devlet şiddetine maruz bırakılması kesinlikle kabul edilemez. Arkadaşlarımızın yanındayız, hukuksuz gözaltıları, tutuklamaları asla kabul etmiyoruz ve bir an önce serbest bırakılmalarını talep ediyoruz.
(Soldan sağa) Rümeysa, Metin, Yaren, Arif, Şeyma
Olsa ne olur, ayrı tartışma, ama söz konusu kolajda Kabe görüntüsü yok. Bu işin rahatsızlık yaratmasının nedeni ne?
Rümeysa: Duvar halısı gibi bir Kabe resmi bu. Ama Kabe’nin olduğu yerde, yeşil bir bahçenin içinde Şahmeran var, resmin dört köşesinde de LGBTİ+’nın cinsel yönelimlerini temsil eden bayraklar asılı. Bu resimde bir İslamofobi olduğunu düşünmüyorum. Bu resmin sergide bulunmasını istememek ifade özgürlüğüne bir saldırıdır. Serginin de okulun LGBTİ+ kulübüyle hiçbir alâkası yok. Bu bir algı operasyonu. Ama iki arkadaşımızın tutuklanmasıyla sonuçlandı.
Biraz sizleri tanıyalım. Neden Boğaziçi’nde okumayı tercih ettiniz, Boğaziçi sizin için ne ifade ediyor?
Arif: 21 yaşındayım. İslamcı bir ailede büyüdüm. Aile fertlerim arasında Mazlum-Der’in kurucuları da var. Kuzenlerim ve teyzem Boğaziçi’nden mezun. Hatta teyzemin üniversitenin ilk başörtülü öğrencisi olduğu söylenir. Yurtdışına gitme imkânım vardı, ama buradaki politik havayı teneffüs etmek istediğim için vazgeçtim. Yani okulun eğitiminden ziyade, buradaki politik atmosferle bağ kurmak istedim. Dilbilimi ya da tarih okumakta kararlıydım, dilbilimini kazanamayınca tarihe girdim. 2019 girişliyim. Bir sene hazırlık okudum. Anlatılan o politik ortam okula girdiğimde pek yoktu. Bölüme geçtiğim sene kayyum-rektör olayı patlamış oldu.
Yaren: Çevremdekiler Boğaziçi için “herkesin düşüncesini özgürce ifade edebildiği bir ortam” derdi. 2018 girişliyim, farklı politik görüşlere rağmen herkesin bir arada, barış içinde, birbirine saygı duyduğu bir ortam olduğunu düşündüğüm için Boğaziçi’ni tercih ettim ben de. Ütopik bir hayalle gelmiştim, ama zamanla o kadar basit olmadığını gördüm.
Arkadaşlarımızın evine kapıları, duvarları kırılarak girildi, kendilerine, ailelerine uzun namlulu silahlar doğrultuldu, hiçbir kötü muameleden kaçınmayarak, olabilecek en aşağılayıcı şekilde bir baskı ve korku ortamı oluşturarak gözaltına aldılar.
Rümeysa: 26 yaşındayım. Ailem yaşım küçük diye istemese de çocuk yaşta kapandım, Kur’an kursu hocasını çok havalı bulmuştum. Lise yıllarımdan beri güncel siyaseti takip ediyorum. O dönem Türkiye’de başörtüsü yasakları tartışılıyordu. Boğaziçi’nin özgür olduğunu duyunca rahat ederim diye düşündüm. Okula girdiğimde Türkiye’deki muhalif hava nasılsa okulda da o hava esiyordu. Genel olarak insanlar demoralize olmuş durumdaydı. Hepimiz çok apolitiktik. Ben çok uzun zaman aktivizmden uzaktım. Son dönemde her şey kendiliğinden gelişti, kayyum rektörün atandığı gün Kuzey Kampüs’e insanların gitmesi, Twitter’dan gelen destek bana cesaret ve umut verdi. Ütopik bir umuttan bahsetmiyorum, gerçekten direnişimizin bir etki yaratabileceğini düşünüyorum. Taleplerimiz haklı ve meşru, bu mücadelenin öğrenci olmayan, Türkiye’de muhalefet yapmaya çalışan bütün kesimlere ufacık da olsa bir umut ışığı olabileceğini düşünüyorum.
Şeyma: 2016 girişliyim. Küçük bir şehirden, Düzce’den geliyorum. Boğaziçi’nin imkânları beni çekiyordu tabii. Abim de burada okuduğundan, ondan kalan bir hafızadan ötürü bir motivasyonum da vardı. Boğaziçi Mektep adında, kendini muhalif ve Müslüman olarak tanımlayan öğrencilerin bir araya geldiği bir ekipleri vardı ve farklı siyasetlerle hareket ediyorlardı. Okula başladığımda Barış Akademisyenleri’ne yönelik saldırılar devam ediyordu. O süreçte okuldaki politik ortam giderek kısıtlanmaya başlamıştı. Hem bu sebeple hem başörtülü bir kadın olarak kendimi rahat hissedeceğim siyasi bir alan pek olmadı. Ama kayyum-rektöre karşı yürüttüğümüz bu eylemlerle ilk defa kendimi okulda bu kadar rahat hissettim.
Metin: Boğaziçi’ne 2013 girişliyim. Gezi’den sonraki dönemdi ve sosyal bilimler okumak istiyordum. Sosyal bilimleri Boğaziçi’nde okunabilecek tek bölüm olarak görüyordum. Okulu seçerken bazı önyargılarım vardı. Boğaziçi’nin ODTÜ’ye kıyasla çok farklı bir ortamı olduğunu sanıyordum. Okula başladığımda bu kodlamaların çok da doğru olmadığını anladım. Okul içinde farklı kompartımanlar var, apolitikler, politikler ve kariyer kaygıları olan öğrenciler bir arada, ama hiçbiri diğerinden daha fazla Boğaziçi’ni temsil etmiyor. Hatta çoğu zaman kesiştikleri yerler oluyor ve bağımsız bir şekilde söz ve eylem üretebiliyorlar. Okula başladığımda çözüm süreci devam ediyordu. Daha rahat bir ortam vardı. Öğrenciler basın açıklaması okuduğunda polis müdahalesiyle karşılaşmıyordu. En azından kapılarda turnikeler yoktu.
Bu durum çok hızlı bir şekilde değişti, önce kapılara turnikeler geldi. 2016’da, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra okulda bazı dengeler bozulmaya başladı. Örneğin, ilk kayyum atamasından önce okulun demokratik teamüllerine aykırı davranacağının sinyallerini veren, şu anda da Bimeks işçilerini hak ihlaline uğratan Vedat Akgiray rektörlük seçimlerinde aday oldu. Rektörlük seçimlerinde teamül şudur: Kurum içinden adaylar belirlenir ve bu adaylar arasında seçim yapılır. En çok oy alan üç aday, oy sıralaması gözetilerek cumhurbaşkanlığına sunulur. Fakat Boğaziçi’nde, en çok oy alan aday dışındaki diğer adaylar seçimden sonra rektör adaylığından istifa eder ve cumhurbaşkanlığına sadece en çok oy alan adayın ismi iletilir. Cumhurbaşkanı da bu tek adayı atamak zorunda kalır. Vedat Akgiray “az oy alsam bile seçimden çekilmeyeceğim” dedi. Türkiye’nin politik konjonktürüyle beraber bir şeylerin değişmeye başladığını görüyorduk. Aynı dönemde OHAL ve kanun hükmünde kararnamelerle bazı akademisyenler okuldan uzaklaştırılmaya başlandı. Bazı öğrencilerin bursları engellendi, okul kulüplerine baskılar yapılmaya başlandı. Farklı siyasetlerden öğrenciler bir araya geldiğinde ciddi gerilimlerin yaşandığını gördük. Bunun bir örneği 2018’deki Afrin eylemleridir. Eylemler sırasında polis bazı öğrencilerin görüntülerini çekip basına servis etti. Çoğu arkadaşımız o süreçte hedef haline geldi. Gözaltına alınıp çıplak aramaya maruz kaldılar. Yavaş yavaş okula olan güveni kaybetmeye başladık. Gelinen noktada bu demokratik teamülleri tamamen kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız.
Elitizmden bahsedeceksek liseleri de konuşmalıyız. Kartal İmam Hatip Lisesi’nin elitizmini görmek için mezun öğrencilerin hâl ve hareketlerine bakmanız yeterli. Bu okullar aracılığıyla AKP kendi elit tabanını yaratmak istiyor. AKP Boğaziçi’ne elitizme karşı olduğu için değil, kendi elitist vesayetini kurmak için saldırıyor.
Dört yıl önce okulda savaş suçlarıyla ilgili bir sergi açabiliyorduk, 2015-16’da Suruç ve Nusaybin’deki yıkımla ilgili bir fotoğraf sergisi açabilmiştik. Şimdi böyle bir şeyi aklımdan bile geçiremem. Korkunç olan da bu, bizim özgürlük hissini kaybetmemiz. Otosansür mekanizmalarını geliştirmek Boğaziçi’ndeki eğitim hayatımda en çok hicap duyduğum şeydir. Kendimizi yeniden üretebilecek özgürlük alanını kaybetmiş olduk.
2016’da Mehmet Özkan da bir kayyum-rektör olarak atanmıştı. Özkan döneminde üniversitede neler yaşanmıştı?
Metin: Barış imzacısı akademisyenler KHK’yle üniversitelerden atılırken Boğaziçi’ne birkaç istisna dışında pek dokunamamışlardı. Noémi Lévy, Abbas Vali, Murat Sevinç bu süreçte üniversiteden dolaylı yollarla uzaklaştırılmıştı. Bir tür pazarlık durumu oldu, “biz imzacıları atmıyoruz, dolayısıyla siz de susun ve Özkan’ı kabul edin” gibi bir durum. AKP kendi hedefleri doğrultusunda istikrarlı bir politika izledi. Mehmet Özkan’la kayyumların yolunu yaptı, ardından Melih Bulu’yu atadı.
Rümeysa: Mehmet Özkan kayyum olarak atandığında hocalarımız çok sessiz kaldı. Onların sessizliğine öfkelenmiştik. Öğrencilerin de yeteri kadar politize olamaması sonucunda Özkan’a karşı başlayan mücadele daha kolay sönümlenmişti. Bazı Barış imzacısı hocalarımızın bize destek vermemesini de anlamamıştık. Siyaset bilimi hocalarından Zeynep Kadirbeyoğlu geçenlerde verdiği bir söyleşide Özkan’ın rektör olarak göreve başladığında YÖK tarafından bahşedilen yetkilerin çoğunu kullanmayacağına dair hocalara taahhüt verdiğini anlatıyor. Bu yüzden bizim arzu ettiğimiz kadar mücadele etmemişler. Eğer Özkan hocalara taahhüt vermek yerine AKP’ye dönüp “siz böyle bir şey yapamazsınız” demiş olsaydı, bugün çok başka bir yerde olabilirdik. Bu yüzden kendisini affedecek durumda değiliz.
Mehmet Özkan’ın ilk icraatlarından biri LGBTİ+ kulüplerine yönelik çeşitli yasaklar getirmek olmuştu. O dönemde okul içinde kolektif bir dayanışma gösterilebilmiş miydi?
Rümeysa: LGBTİ arkadaşlarımızın terörize edildiği süreçte gerçekten inanılmaz şeyler oldu. Geçen sene okulda BÜLGBTİ Kulübü’nden gelen bir mail ortaya atıldı. Sonra da bu mail okulumuzdaki birileri tarafından “Boğaziçi Üniversitesi’nde İstiklal Marşı’na hakaret ediliyor” denerek basına servis edildi. Bence o mail’de İstiklal Marşı’na bir hakaret yoktu, zaten olsaydı da ben bunun ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Ama AKP uzun zamandır Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerini ve hocalarını marjinalleştirmek için özel bir uğraş içinde, BÜLGBTİ’ye yapılan saldırı da bu uğraşın neticesi. Gün sonunda, saptırmaların sonucu olarak kendilerini ikili cinsiyet sistemi içinde tanımlamayan arkadaşlarımız çok zarar gördü. Doğrudan hedef gösterildiler, “Boğaziçililer dinsizdir, imansızdır” dendi. Hatta şunu anlatayım, ben Çorumluyum, geçen sene memlekete gitmiştim. Sık sık uğramaya çalıştığım bir kitapçı var, oraya gittim, sahibiyle sohbet ederken Çorum ilahiyat fakültesindeki hocalardan biri geldi. Benim Boğaziçi’nde öğrenci olduğunu öğrenir öğrenmez şöyle dedi: “Boğaziçi, Tevfik Fikret’in yuvası”. Tevfik Fikret’in Anadolu’da bambaşka bir imajı vardır.
Ailem bir yıllık memur maaşını dershaneye verdiği için Boğaziçi’ni kazanabildim. Beş yaş küçük kardeşim dershanelerin kapatılmasıyla etüt merkezlerine mahkûm edildi. Etüt merkezleri bir değil, dört yıllık memur maaşıyla işleyen ticarethanelerdir. Nitelikli eğitime ulaşmanın giderek zorlaştığını kendi hayatlarımızdan görebiliyoruz.
Nedir o imaj?
Rümeysa: “Tevfik Fikret dinsizdir, dinsizliğin babasıdır” derler. “Han-ı Yağma”yı yazmıştır, ama bu onlar için hiçbir anlam taşımaz. Anadolu’da en çok şeytanlaştırılan ateist figürlerden biridir Tevfik Fikret. En nihayetinde ben de o hocaya “Nafi Baba Türbesi de bizim okulda” demek zorunda kaldım. Bu LGBTİ+ karşıtı siyasetin Çorum’da bile bir yansıması var. Bu diyaloğun bu şekilde gelişmesi tam da o dönem AKP’nin yaptığı siyasetin sonucuydu. Boğaziçili öğrenciler ibneydi, geydi, orospuydu ve “edebi” bu sıfatları açıkça saymaya yetmeyen bu hoca bunu Tevfik Fikret’in karakterinde yeniden üretmeye çalışıyordu. Bu imajı desteklemek için, Boğaziçililere dinsiz, imansız, sapık, Lut kavmi denmesi için çok uğraştılar. Ama bekledikleri kadar başarıya ulaşamadılar.
Boğaziçi’ne dışarıdan kayyum-rektör atanmasıyla birlikte okulun “elitliğine” dair bir tartışma da başladı, cumhurbaşkanı “yerli ve milli” olmadığı iddiasıyla okulu zaten uzun süredir hedef gösteriyordu. Sizce elitlikle kastedilen ne? Boğaziçi’ne atfedilen hangi değerler elitist?
Metin: Boğaziçi Üniversitesi Robert Kolej geleneğinden geliyor, Türkiye’nin ilk ve tek kamulaştırılmış üniversitesi; 1990’lara kadar Boğaziçi Üniversitesi’ne sadece üniversite sınavıyla değil, aynı zamanda yabancı dil sınavıyla girmek zorundaydınız. Amerikan, İngiliz ya da Fransız okullarından mezun olup o kültürle hemhal olan belli bir sosyo-ekonomik çevrenin çocukları için daha kolaydı okula girmek. 1990’ların başında, özellikle de dershanelerin yaygınlaşmasıyla beraber alt toplumsal tabakalardan insanların da sınıf atlamak için başvurabilecekleri toplumsal mobilizasyonu sağlayabilen bir kurum oldu. Boğaziçi’nin elit kimliği bu sürece geçişten önceki bir kimlikti, yavaş yavaş değişmeye başladı. Bununla beraber, Boğaziçi’ndeki çoğulculuk, kendi içindeki demokratik işleyiş, çok-kültürlülük aynı şekilde korundu. 2000’li yıllarda Türkiye’deki genel eğitim sisteminin kötüleşmesinden sonra, köklü bir geleneğe sahip neredeyse sadece iki okul, Boğaziçi ve ODTÜ kalmıştı. Bu yıllarda anaakım İslâmcı siyasetin dışındaki grupların ve solcuların bir araya gelip okulda etkili olduğu bir dönem yaşandı. Bu, iktidarın da ülkedeki siyasi kutupların da hoşuna gitmeyen bir süreç. Yedi yıldır Boğaziçi Üniversitesi öğrencisiyim. Okula girmeden önce tahmin bile edemeyeceğim karşılaşmalar, buluşmalar yaşadım. İslamcı kimliğiyle anılan birçok insanla siyaset yaptık. Türkiye’nin çoğu yerinde bunu göremeyeceğimizi biliyoruz. Buna okul içinden muhalefet olduğu zaman, özellikle başörtülü öğrencilere yönelik İslamofobik bir muhalefet geliştiğinde, Boğaziçi’nin iç dinamikleriyle bunun belli bir yere kadar dizginlenebilir olduğunu da gördük. Bu Boğaziçi Üniversitesi’nin yarattığı bir değer. Bu denge mekanizması okulun en önemli özelliklerinden biri. Bu mekanizma LGBTİ, başörtülü, muhalif öğrencilerin kendi aralarında kurabildiği, çok sağlıklı işleyen bir denge.
Eylemlerde çok farklı müzikler söyleniyor, her biri teker teker seçilip hedef haline getiriliyoruz. Alevi türküsü söyledik diye Alevi olduk, Ruhi Su söyledik diye terörist olduk. Müzikten kim korkar ki?
Rümeysa: Bir araya gelip konuştuğumuzda “acaba gerçekten bizim elitist bir yanımız var mı, dayanışmaya çalıştığımız diğer okullara kendi üniversitemizden daha mı farklı yaklaşıyoruz” diye düşünüyoruz. Boğaziçi kültürü diye bir şey var, ama biz özellikle bunu savunmuyoruz. Melih Bulu elbette ki bu kültüre zarar verecektir, ama bizim mevzumuz kayyum atamalarının tamamının antidemokratik ve üniversitelerin özerk yapısına aykırı olması.
Arif: AKP “Orada bizim vesayetimiz değil, onların vesayeti konuşuyor” diye düşünüyor, ulusalcı olmasa da elitist, Amerikancı bir vesayet vardı, muhafazakâr hocalar giremiyordu gibi… Bunda bir nebze gerçeklik var. AKP hükümeti bunu kullanarak hareket ediyor. Bizse başından beri diyoruz ki, bu fanusu biz içeriden kıracağız. Protesto hareketinin içinde Müslüman, LGBTİ+, Alevi kimlikleriyle ön planda olan birçok arkadaşımız var. Farklı motivasyon noktaları olabilir, ama herkesin bir talep etrafında birleştiğini, zaman zaman ayrı bile durulsa bir arada dayanışma gösterildiğini görüyoruz. Biz o fanusu içeriden kıracağız. Onların istediği gibi bir fanus seviciliğimiz ve yine onların istediği gibi bir fanus kırıcılığımız söz konusu değil. Hâlâ İbrahim Kalın çıkıp “Boğaziçi’ne istisna yapamayız” diyor, çünkü Boğaziçi’ne dair böyle bir önyargı olduğunu biliyor.
Polisin gözaltına aldığı öğrencilere “üniversite sınavında yüzde kaçlık dilime girdin” gibi sorular sorduğu doğru mu?
Şeyma: Polisin bu sorusu da hükümetin ürettiği elitizm söylemiyle alâkalı. Boğaziçi’nde sosyo-ekonomik olarak daha üst sınıflardan gelen öğrenciler olduğu gibi, alt sınıftan, taşradan gelenler de var. Öğrenciler arasında sınıfsal eşitsizlikler olduğunun farkındayız. Sadece burada değil, eğitimin her seviyesinde eşitsizlikler var. İktidarın politikaları da tam olarak bunu besliyor. Herkes için eşit koşullarda, erişilebilir eğitim istiyoruz.
Metin: Boğaziçili öğrencileri elitlikle itham eden AKP eğitim sistemini özelleştirip sınıflar arasındaki uçurumu gittikçe büyüten sistemin en büyük taşıyıcısı. Üst sınıf çocuklarına daha iyi eğitim sunan, yoksulları kaderlerine terk eden bu elitist düzeni asıl AKP keskinleştirdi. Özel okulları teşvik edip kamusal eğitimin kalitesini düşürürken AKP’nin elitizm söylemini ortaya atması ciddi bir paradoks. Devletin özel eğitimi teşvik etmesiyle beraber fırsat eşitsizliğine dayalı sistem artık anaokulundan başlıyor. Aradaki makas giderek açılıyor. Bu fırsat eşitsizliğiyle çocuklar dört yaşında tanışıyor. Elitizm tartışmalarını Boğaziçi’nden başlatmak aradaki on yılı aşkın süreyi yok saymak demek. Ailem bir yıllık memur maaşını dershaneye verdiği için ben Boğaziçi’ni kazanabildim. Beş yaş küçük kardeşim dershanelerin kapatılmasıyla etüt merkezlerine mahkûm edildi. Etüt merkezleri bir değil, dört yıllık memur maaşıyla işleyen ticarethaneler. Ben bir memur maaşıyla üniversiteye girebilmişken, kardeşim dört memur maaşıyla girebildi. Nitelikli eğitime ulaşmanın giderek zorlaştığını kendi hayatlarımızdan görebiliyoruz.
Mehmet Özkan için “aslında rektörlük yapmak istemiyor, AKP zorluyor” deniyordu. Aynısı Melih Bulu için söyleniyor. Kişisel motivasyonu olmadığı sürece Melih Bulu’nun bunu sürdürmesinin imkânı yok. O, simgesel önemi olan Boğaziçi’nde kasti bir dönüşüm yaratmak, Boğaziçi’ni fethetmek için geldi.
Arif: Son yıllarda Boğaziçi’ne Kartal ve Beyoğlu imam hatip liselerinden girişler artıyor. Buralar pilot okullar, daha nitelikli eğitim veriliyor. Her sene aşağı yukarı kırk öğrenci gönderiyorlar Boğaziçi’ne. Eğer bir elitizmden bahsedeceksek liseleri de konuşmalıyız. Kartal İmam Hatip Lisesi’nin elitizmini görmek için mezun öğrencilerin hâl ve hareketlerine bakmanız yeterli. Bu okullar aracılığıyla AKP kendi elit tabanını yaratmak istiyor. AKP Boğaziçi’ne elitizme karşı olduğu için değil, kendi elitist vesayetini kurmak için saldırıyor. AKP Müslüman oluşu tekeline almaya çalışıyor. Seküler çevreler de bu tekelci zihniyetten rahatsız olmuyor. Biz bunu değiştirmek, dönüştürmek istiyoruz. Boğaziçi İslam Araştırmaları Kulübü’nün (BİSAK) görece politik bir tavrı olduğundan bahsediliyor. Kendileri de bundan, iktidar yanlısı görünmekten geri durmuyorlar. Yine de onlar dahi rektöre karşı bir bildiri yayınladılar. Dışarıdan, AKP çevrelerinden bu öğrencilere yönelik epey bir baskı geldi. Biz alanda BİSAK’lıları göremiyoruz. Alana gelseler de hesap vermeleri gereken birçok meselenin öznesi oldukları için Boğaziçili öğrencilerin birçoğu aralarında onları görmek istemiyor. Bu tavrın sebebinde seküler çevrelerin üstenciliği de var tabii.
İktidar ve yandaşları öğrencileri sindirmek ve halkın geri kalanını okuldaki öğrencilere düşman edip onları yalnızlaştırmak istiyor. BİSAK da ekmeğe bal sürüp vuracak yer bulduğu gibi vuruyor, iktidarın gözüne tekrar giriyor böylece. Başta kulakları çekilmişti bildirilerinden ötürü, şimdi bu tutuklamalara giden süreçte bunu telafi etmeye çalışıyorlar belli ki.
Boğaziçi eylemleriyle tekrar alevlenen başörtüsü, Müslümanlık, siyasal İslam tartışmalarının odağında kadınlar var. Twitter’da başörtülü öğrencilerin eylemlere katıldığına inanamayanların olduğu bile görüldü. Kadınların bu tartışmaların merkezinde olması size ne hissettiriyor?
Rümeysa: 15 Temmuz’dan bu yana, okulda en ufak bir muhalif ses çıkarsak İslamofobiye maruz kaldık. Ya Fettullahçıydık ya AKP’li, söz söylesek sosyal medya hesaplarımızdan taciz ediliyorduk. “Senin ne olduğunu ben anlayamadım, sen kimsin, nesin” deniyordu. Hâlâ başörtülü bir kadın olarak mücadelenin içinde bulunmanın birçok sorunu var. Ama bu toplumsal bir dönüşüm. Hükümetin ya da herhangi bir iktidarın gelip bu durumu değiştirebileceğine de inanmıyorum. Çok uzun süre AKP başörtülü kadınlar üzerinde şöyle bir baskı kurmaya çalıştı: “Eğer biz gidersek, siz okullara başörtülü giremeyeceksiniz.” Bunu da yasayı değiştirmeyerek yaptılar. Gerçekten de şu an AKP gitse, biz yine başörtülü olarak okula giremeyebiliriz. Bunu güvence altına alan bir yasa çıkarmadılar çünkü.
Şeyma: Başörtülü bir kadın olarak kamusal alanda politik özne olmanın ne kadar zor olduğunu bu süreçte tekrar fark ettim. Çoğu insan başörtülü birini politik özne olarak kabul etmiyor, bu Boğaziçi özelinde de böyle. Arif eylemlerde çok görünür biri ve o da Müslüman. Ama onun görünür bir temsiliyeti yok, bense başörtüsü taktığımdan yaralayıcı yorumlara maruz kalıyorum. Başörtülü biri muhalif söz ürettiğinde, politik bir çağrıda bulunduğunda şaşırmak, ekstra takdir etmek asıl çirkin olan. Bu süreçte okul içinde yaşadığım daha çok buydu. Sevdiğim bir hocam, daha önce verdiğim bir söyleşiyi sosyal medyada paylaşırken Boğaziçi yelpazesinde bir çeşit olarak beni gördüğüne eşinin çok şaşırdığını, kendisinin ise sevindiğini söylemişti. Bu tıpkı “Kürtler Türkiyemizin bir rengi” demek kadar rezil bir söylem, çünkü benim sözümle, eylemimle varolmamın önüne geçiliyor. Bu, atanmış bir kimlikle değerlendirilmek demek. Özneliğimin tanınmaması, varlık alanımın kısıtlanması rahatsız edici. Bu sebeple Boğaziçi kültürü diye övülen o sahte çoğulcu söyleme kesinlikle katılmıyorum. Ülkenin geri kalanına göre daha katılımcı, nispeten herkesin belli ölçüde kendini ifade edebileceği bir alan sağlasa da herkesin tam olarak eşit şekilde, güvenle var olabildiği bir yer değil asla. Boğaziçi de tıpkı diğer her yer gibi kendi içinde pek çok eşitsizliği barındıran bir yer.
Okulun kapısına kelepçe vurulması çok sembolik. Bir yandan da sığ bir fantezi. Rezalet bir hareket ve muazzam bir imaj. Kelepçeli okul kapısının fotoğrafının çekildiğini gördüklerinde hemen onu çıkartıp kapıyı plastik kelepçeyle kilitlediler.
Melih Bulu “inovasyon”, “sürdürülebilirlik” gibi işletme disiplini kavramlarıyla konuşan biri. Bu piyasacı rektörlük anlayışı Boğaziçi’ni nasıl etkiler?
Şeyma: Aslında biz girişimci, tüccar hocalara yabancı değiliz, halihazırda okulumuzda akademisyenlik yapan, aynı zamanda Bimeks’in sermayedarı ve yöneticisi olan, çalışanlarının emeklerinin karşılığını, maaş ve tazminatlarını yıllardır ödemeyen hırsız Vedat Akgiray’dan ötürü bu zihniyeti iyi tanıyoruz. Üniversitelerin rant kapısı olmasını, ticarileşmesini, özelleştirilmesini istemiyoruz. Salgın döneminde okula öğrencilerin bile girmesi kısıtlıyken kampüste para karşılığı düğünler yapıldı. Kampüsün bazı yeşil alanlarına inşaat yapma girişimleri oldu, tepki üzerine inşaatlar durduruldu. Bunların üniversitelerin piyasalaşması yolunda adımlar olduğunun farkındayız ve kim yaparsa yapsın bu durumu kabul etmiyoruz.
Metin: Mehmet Özkan için “aslında rektörlük yapmak istemiyor, AKP zorluyor” deniyordu. Şimdi aynısı Melih Bulu için söyleniyor. Bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Kişisel motivasyonu olmadığı sürece Melih Bulu’nun bunu sürdürmesinin imkânı yok. O, simgesel önemi olan Boğaziçi’nde kasti bir dönüşüm yaratmak, Boğaziçi’ni fethetmek için geldi. Bunun ciddi bir hamle olduğunun altını çizmek gerek, bu stratejik hamleyi sürdürmeye gönüllü olan isim de Melih Bulu’dur. Bu hamle yapılacaksa, Melih Bulu bunun için gönüllü adaydır.
Arif: AKP hesap vermeme üzerine kurulu bir yapıya sahip. Bu politikasını ancak ve ancak Melih Bulu gibi karakterler üzerinden sürdürebiliyor. AKP onu milletvekili olarak görmemiş, fakat “kardeşim, sen de bizdensin, milletvekili olma, ama başka alanlarda sana yer açabiliriz” diyor gibi. LDP’den siyasete girmek isteyip girememiş, ama AKP’de yükselebilmiş bir karakter Melih Bulu. AKP’yle tabandan irtibatlı ekiplerin kurduğu Haliç ve İstinye gibi üniversitelerde görev almış, AKP’nin siyasal eliti tarafından pohpohlanmış biri.
Hikâyenin başına dönelim ve biraz da öğrenci eylemliliğini konuşalım. 4 Ocak Pazartesi günkü buluşma nasıl düzenlendi?
Metin: 1 Ocak’ta haberi aldık. Mehmet Özkan’dan alışkın olduğumuz kayyum atama olayının ötesinde, akademik kimliği arka planda kalan, bürokrat-işadamı kimliğinde birinin Boğaziçi’ne operasyon için atandığını fark ettik. Bu hem bizde hem de hocalarımız arasında çok ciddi bir tepki uyandırdı. Pazartesi gününden önce sınırlarımızı ve gücümüzü bilmiyorduk. O ilk eyleme kaç kişi gelir, ne kadar katılım olur, hepimizde soru işaretleri vardı. Farklı bölümlerden, daha önce hiç eylem bile görmemiş insanların bir arada durması bize büyük bir özgüven verdi.
Arif: Sokağa çıkma yasağını fırsat olarak gördükleri için 1 Ocak’ta atama haberi geldi. Cuma günü, pazartesi buluşmak üzere bir eylem çağrısı yapıldı. Öğrenciler olarak o hafta sonunu basın metni tartışmalarıyla Zoom toplantılarında geçirdik. Hocalarla nasıl iletişim kuracağız tartışması çok zayıf kaldı. Pazartesi günü 200-300 kişi olacağımızı düşünüyordum. Çok daha kalabalık olduğumuzu şöyle fark ettim: Kuzey Kampüs’e doğru yürürken megafonla bir çağrı yaptım, “arka taraf duymuyor” dendi. Arkama bir baktım, sonu görünmeyen bir kalabalık var… Polis müdahale etmeden bütün öğrenciler hep beraber Kuzey Kampüs’e girmiştik. Kuzey Meydan’da bin kişiyle bir açık forum düzenledik. Hep beraber slogan attık, şarkı söyledik. Bir saat kadar Kuzey Meydan’daydık. Bir duyum gelince, herkes toparlanıp Güney Meydan’a yürümek istedi.
Bir miktar empati yapabiliyoruz hocalarımızla. Ne yapacaklar, bilmiyorum, ama rektörle uzlaşmayacaklarının sinyalini alıyorum. Rektör yardımcılığı görevinin boş kalması ve kayyumun fiili olarak üniversiteyi yönetememesi çok önemli.
Neydi o duyum?
“Melih Bulu Güney’deymiş! Neden rektörlük binasına gitmiyoruz” dendi ve gruplar halinde herkes kapıya doğru yönelmeye başladı. Yürümeye başlamamızla beraber etraftaki polis birlikleri Güney kapıya doğru koşmaya başladı. Bizi kesinlikle içeri almayacaklarını söylediler. Kalabalık yerinden ayrılmadı. Talep çok belliydi, gidip Güney Kampüs’te, rektörlük binası önünde, Melih Bulu’yu karşılamak istedik. Sonra, “öğrenci kartı olanlar girebilir” dediler. Boğaziçililer girsin, gerisi dışarıda kalsın istediler. Bu işin bütün öğrenciler tarafından sahiplenilmesinden iktidarın çok rahatsız olduğunu anlıyoruz.
Hangi okullardan öğrenciler desteğe gelmişti o gün?
İstanbul Üniversitesi, Galatasaray, Mimar Sinan, ODTÜ, Marmara, Anadolu Üniversitesi, Gelişim, kapanan Şehir Üniversitesi’nden arkadaşlarımız vardı. Dicle Üniversitesi’nden de arkadaşlar gelmişti. O gün Boğaziçililerden içeri girenler oldu, ama aşağı doğru inmeyip kitleyi beklediler. Kapının diğer tarafından sloganlar atmaya, kapıyı zorlamaya başladılar. Yarısı içeride, diğer yarısı dışarıda bir grup olduk. Polis TOMA’yla gelip plastik mermi ve gaz kullandığında insanlar geri çekilmeye başladı, ama kitlenin de baskısıyla polisin geri çekilmesini sağladık. İçerideki arkadaşlarımız dışarı çıktı ve tekrar birleşerek bir basın açıklaması yaptık. Okulun kapısına kelepçe vurulması bundan hemen önce oldu.
Tarihsel bir görüntüydü…
Çok sembolik gerçekten de. Ama bir yandan da sığ bir fantezi. O kelepçeyi takan da polis değil, güvenlik görevlisi. Rezalet bir hareket ve muazzam bir imaj. Kelepçeli okul kapısının fotoğrafının çekildiğini gördüklerinde hemen onu çıkartıp kapıyı plastik kelepçeyle kilitlediler. Öğrenciler “biz bu kapıdan çıkmak istiyoruz, kendi kapımızdan çıkmaktan bizi alıkoyamazsınız” diyordu. Kapı itilerken polis de diğer taraftan itiyordu. Öğrenciler aralarında organize olup “geri çekilin” dedi, bir anda polis boşa düştü, kapı dışarı doğru attı, plastik kelepçe de kırıldı. Kapıları kenara çekti öğrenciler, polis ortada kaldı. (gülüyorlar) Polis şaşkına döndü. Sonra kapının önünde tekrar toplandık. Kapının kapanmasına müsaade etmedi öğrenciler, polis bu sefer koridor oluşturdu, öğrenciler dışarı çıkıp buluştular. Benim için o günün en değerli anlarından biri oydu, çünkü istedikleri o bölme hareketine izin vermedik. Bunun hıncıyla da ertesi sabah şafak operasyonuyla arkadaşlarımızın evleri basıldı.
Şeyma: Arkadaşlarımızın evine kapıları, duvarları kırılarak girildi, kendilerine, ailelerine uzun namlulu silahlar doğrultuldu, hiçbir kötü muameleden kaçınmayarak, olabilecek en aşağılayıcı şekilde baskı ve korku ortamı oluşturarak gözaltına aldılar.
Arif: Yakalama kararlarında “polise mukavemet” gerekçe gösteriliyor. Evlere yapılan bu uygulamaları terör davalarında görüyoruz. Bu özellikle yapılan bir hareket. İmajlarla siyaset yürütmeye çalışan bir hükümet var karşımızda. Kapıların koçbaşlarıyla kırıldığı görüntüler basına servis edildi. Devletin ne kadar güçlü olduğu, karşısında kimsenin duramayacağı imajı için insanları terörist gibi göstermeye çalıştılar. Halbuki yapılan suçlama “polise mukavemet”. Erdoğan “terörist” açıklaması yaptıktan sonra, bu saray sözcüleri tarafından bile gündeme getirilmedi. İbrahim Kalın dahi teröristlikten bahsetmedi. Erdoğan’ın açıklamalarına ve tüm olup bitene rağmen binlerce öğrenci yeniden bir araya geldi. O terörist yaftasını kıran bir öğrenci hareketi var.
Yakın zamanlarda “terörist halay” diye bir şey icat edilmiş, mahkeme kayıtlarına da girmişti. Boğaziçi eylemleriyle de bazı şarkı ve halaylar yeniden tartışıldı…
Rümeysa: Eylemlerde çok farklı müzikler söyleniyor, her biri teker teker seçilip hedef haline getiriliyoruz. Alevi türküsü söyledik diye Alevi olduk, Ruhi Su söyledik diye terörist olduk. İstanbul Üniversitesi’nde Karadeniz müziği yaptılar, gerçekten inanılmaz bir performanstı. Müzikten kim korkar ki?
Hocaların her gün rektörlük binasına sırtlarını dönerek gerçekleştirdiği eylemi nasıl buluyorsunuz?
Arif: Hocalarımız haftalardır aynı eylemi yapıyorlar, bir adım daha atıp atmayacaklarını bilmiyoruz. Ne öğrencilere bir adım geliyorlar ne de kayyuma bir adım gidiyorlar. Daha somut korkuları var. Ben üniversiteden kolay kolay atılmam, ama AKP istediği hocayı atabilir. “Her şeye rağmen, biz derslerimizde en azından bir şeyler anlatabiliyoruz, çocuklar bırakın orası da kalsın” diyorlar. Zaman zaman kızsam da korkularının bir gerçekliği var, ama onlarca akademisyen KHK’lar yüzünden inşaat işinde veya zeytinyağı satarak geçinmeye çalışıyor, bu da bir başka gerçek. Öte yandan, hocalarımızın çoğu net bir şekilde vazgeçmeyeceklerini dile getiriyor. Bunun fiiliyatta daha radikal bir konumlanışa varacağına inancımı koruyorum.
Metin: Özellikle havuz medyasında “hocalar öğrencileri kışkırtıyor” haberleri yapılıyor. Sanki bizim özneliğimiz yokmuş gibi. Bu haberlerden dolayı tehdit de alıyorlar. Bir miktar empati yapabiliyoruz hocalarımızla. Ne yapacaklar, bilmiyorum, ama rektörle uzlaşmayacaklarının sinyalini alıyorum. Rektör yardımcılığı görevinin boş kalmasını ve kayyumun fiili olarak üniversiteyi yönetememesini bu açıdan çok önemli buluyorum.
Salgın döneminde okula öğrencilerin bile girmesi kısıtlıyken kampüste para karşılığı düğünler yapıldı. Kampüsün bazı yeşil alanlarına inşaat yapma girişimleri oldu, tepki üzerine inşaatlar durduruldu. Bunların üniversitelerin piyasalaşması yolunda adımlar olduğunun farkındayız, kim yaparsa yapsın bu durumu kabul etmiyoruz.
Yurtdışındakiler de dahil, Boğaziçi mezunlarının eylemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Metin: O eylemler bize büyük bir güven hissi yaşatıyor. Mezunların yanımızda olduğunu, bu sürecin en az bizim kadar muhatapları olduklarını biliyoruz. Birçok ülkeden Boğaziçi mezunları düzenledikleri eylemlerle ortak irademizin sesini bütün dünyada yankılandırdı. Melih Bulu öğrencilerle konuşmasında dünyanın hiçbir yerinde rektör seçimleri düzenlenmediği gibi akıllara ziyan bir yalan söylemişti. Fakat biz dünyadan bihaber değiliz, rektör seçimlerinin demokratik kurumlara sahip ülkelerin köklü bir uygulaması olduğunu biliyoruz.
Melih Bulu öğrencilerin isyanı karşısında kampüste sizlerle görüşmek durumunda kaldı, “forumlar” yapıldı. Bu tartışmalarda neler konuşuldu?
Arif: Melih Bulu öğrencilerle konuşurken tavırlarıyla “ben size hesap vermeyeceğim, zaten yukarıya veriyorum” diyor. Bizi geçiştiriyor. Antidepresan kullandığını düşünüyorum, kolay kaldırılabilecek bir şey değil, üzerinde çok yoğun bir psikolojik baskı var. Öğrencilere camdan el salladığı gün ben de yuhaladım. Üzüldüm, ama yuhaladım. Yapacak bir şey yok.
Rümeysa: İbrahim Kalın Boğaziçi eylemleriyle ilgili açıklamasında cumhurbaşkanının yetkilerinin ve kararlarının sorgulanmasının mümkün ve doğru olmadığını söylemişti. Yaptığı açıklama tam olarak hesap vermeme kültürü ile ilgiliydi.
Şeyma: Öğrencilerden biri “hiç utanmanız yok mu?” diye sorduğunda Melih Bulu “tişörtün güzelmiş” deyip pişkin pişkin sırıtmayı tercih etti, öğrencileri ciddiye almadı, alaycı bir tavırla geçiştirerek sorularına asla cevap vermedi.
Kampüsteki eylemler sırasında sandık kurdunuz ve bir seçim yaptınız. Sonuç ne çıktı?
Arif: “Üniversitenizde demokratik seçim istiyor musunuz?” diye sorduk. Öğrenciler, hocalarımız ve okulun memurları oy kullandı. Bu seçimle herkesin kampüs bileşeni olduğunu da vurgulamak istedik. Okulun güvenliklerine de çağrı yapıldı, üniformalıyken bunu yapamayacaklarını söylediler. 997 “evet” oyu, beş geçersiz, bir tane de Melih Bulu’nun gizlice gelip attığını düşündüğümüz “seçim istemiyoruz” oyu çıktı. (gülüyor)
Kayyum atamasından sonra yaptığınız ilk eylemin yankısı 6 Ocak’taki Kadıköy eylemiyle duyuldu. Kayyuma karşı mücadeleyi daha geniş bir zemine yaymak için de önemli bir adımdı…
Rümeysa: Ben çözüm sürecinde politize oldum, o zamandan beri de aktivistim. Türkiye’nin nispeten demokratik olduğu günlerden bugünlere geldik, geçmişe baktığımda Türkiye’de o kadar demokratik başka bir dönem göremiyorum. Ben neredeyse hiç öğrenci siyaseti yapmadım, öğrenci muhalefetine nasıl bakıldığının farkındayım. Öğrenci direnişlerine pek güvenilmez, ama şu an bize güvenildiğini hissediyorum. Bir açıdan, öğrencilikten çıkmış ve genel siyasete doğru politize olmak zorunda kalmış insanlarız. Hal böyle olunca da muhalefetin diğer unsurlarıyla temasımız olabileceğini, beraber hareket edebileceğimizi, bizi desteklemekten korkmalarının önüne geçebileceğimizi düşündük.
Yaren: Ben o günlerde Ankara’daydım. Ankara’dan da sesimizi çıkartmanın farklı bir katkı vereceğini, belki daha çok dikkat çekeceğini umarak 6 Ocak’ta Ankara’da planlanan eyleme katılmayı hedefledim. Polis şiddetinin ve evlere baskınların görüntülerini izledikten sonra Ankara’da da nelerle karşı karşıya olduğumuzu az çok tahmin edebiliyorduk. Yine de barışçıl eylemimizi Milli Kütüphane önünde gerçekleştirmek istedik. Beklediğimiz gibi çok sert bir polis müdahalesiyle karşılaştık. O gün çok uğraşsak da İstanbul’daki arkadaşlarımıza destek olmayı pek başaramadık.
Okullarda yaptığımız forumlarla meclisleşmeye doğru ilerlemek istiyoruz. Kampüs bileşenlerinin, akademisyenlerin, memurların, çalışanların, öğrencilerin kendi meclislerini kurmasını istiyoruz. Kampüsü bir yaşam ve kültür üretimi alanı olarak görüyoruz.
Arif: Öğrencilerin tavrında bir değişim potansiyeli var. Basın açıklamalarımızın hepsinde bu sorunun bir kayyum meselesi olduğunu, belediyelerden STK’lara kadar yayıldığını dile getiriyoruz. Şimdilerde STK’lara da kayyum atanmak isteniyor. 6 Ocak’taki eylemde 350 kişi Boğaziçi’nden çıkıp sekiz kilometre yürüyerek Kadıköy’e vardı. Boğaziçi öğrencisi bu işin ülkenin geneline dair politik bir problem olduğunu görerek oraya geldi.
Şeyma: Boğaziçi kalabalık bir okul ve heterojen bir yapısı var, herkes benzer politik çizgilerde değil. Herkesin eyleme katılma motivasyonu farklı. O gün, apolitik diyebileceğim insanların da eyleme geldiğini, belli ölçüde değişime açık olduğunu çok net gördüm. Aralarında daha önce hiçbir eyleme katılmamış olanlar vardı, ama o sekiz kilometreyi hiç şikâyet etmeden yürüdüler. Bebek kapıdan o kadar insanın Beşiktaş’a ineceğini düşünmemiştim açıkçası.
Arif: Politik faaliyetlerde pek bulunmayan arkadaşlarımla “kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” sloganını atıyor olmak beni çok mutlu ediyor. (gülüyor)
Metin: Önemli olan, toplumun birçok kesiminden bize olağanüstü destek gelmesi. Bu destek meşruluğumuza olan inancımızı perçinledi. Üzerimize yüklenen tarihi misyonu anlamaya başladık. Başımıza gelen sadece kayyum ataması değil, bu bir rejim krizi. Bu mücadelenin sadece Boğaziçi’ne, akademiye değil, geniş kesimlere dayandırılması bir zorunluluk. Boğaziçi özelinde bu konular konuşulmaya başlansa da bu işin siyasi olduğunu ve Boğaziçi’nin bunun sadece bir ayağı olduğunu biliyoruz. Kayyumlara karşı yükselecek muhalefetin tekçi zihniyetin en azılı düşmanı olduğunun farkındayız.
Üniversite ve çevresinde polisin varlığının kalıcılaşabileceğini düşünüyor musunuz? Bu kadar yoğun bir polis gücünün varlığı öğrencilere ne hissettiriyor?
Rümeysa: Dürüst olmak gerekirse, ben korkuyorum. Ama korkuya rağmen mücadele etmeye ve insanlarla dayanışmaya devam etmenin kendisinin cesaret olduğunu düşünüyorum. Hepimiz öğrenciyiz, çoğumuz günlerdir karşılaştığımız uygulamalarla ilk defa karşı karşıya geliyoruz. Haklıyız ve zulme maruz kalıyoruz.
Şeyma: Bir arkadaşımız gözaltından çıktıktan sonra “elbette ben de korkuyorum, ama korkunun panzehiri de birlik ve dayanışma” demişti. Hakikaten öyle, tek başımayken çok daha güçsüz, korkak hissetmeye meyyalim, ama yan yanalığımızı sürdürebilmemiz cesaret veriyor.
Boğaziçi’ndeki mücadele nasıl sürecek, nasıl bir mücadele hattı öngörüyorsunuz?
Arif: Tartışmayı geniş tutmamız, Boğaziçi’nin dışına taşmamız gerektiğini en başta anlamıştık. Okulun büyük kısmı bu konuda hemfikir. İlk hafta dışarıdan öğrencilere çağrı yaptık, sonra okulda bir direniş çadırı kurduk. Diğer okullarla görüşmeler devam etti, arkadaşlarımız başka okullara basın açıklamaları için desteğe gitti. Bir tek okullar değil, Bimeks işçilerinin Çağlayan’daki davasına da gittik. Bu iki ayağı gözeterek ilerlemek istedik. Okullar üstü bir ağ kurarak, rektörlük seçimine tüm kampüs bileşenlerinin dahil olmasını talep ediyoruz. Twitter’da bu çağrıyı yoğun bir şekilde yürütüyoruz. Okullarda yaptığımız forumlarla meclisleşmeye doğru ilerlemek istiyoruz. Kampüs bileşenlerinin, akademisyenlerin, memurların, çalışanların, öğrencilerin kendi meclislerini kurmasını istiyoruz. Kampüsü bir yaşam ve kültür üretimi alanı olarak görüyoruz. Bu süreçte memurlarla ve hocalarımızla iletişimimiz sürüyor. Aktif olarak örgütlü olan tek grup maalesef sadece öğrenciler.
Meselenin sadece Boğaziçi özelinde olmadığını büyük kitlelere duyurduk, bu durum öğrenci çevrelerince de benimsendi. Mücadelemizi bütün üniversitelerin ortak bileşeni olduğu bir tartışma alanına taşımak istiyoruz. Bunun iki ayağı var. Birincisi, her üniversitenin rektörünü istifaya zorlaması gerektiğine dair çağrılar yapıyoruz. İkincisi, diğer üniversitelere seçim çağrısı yapıyoruz. Nasıl bir meclis kurabiliriz? Nasıl özerk bir alan oluşturabiliriz? Tüm bileşenleri dahil edebileceğimiz bir yapıyı nasıl oluşturabilir, buradan nasıl alternatif ve meşru bir rektörlük üretebiliriz? Bunların tartışmasını yaptığımız bir forumla meclisleşme sürecine gideceğiz.