“Partili cumhurbaşkanı” Tayyip Erdoğan’ın kurduğu rejime ne ad verilmesi gerektiği tartışması Türkiye’de olduğu gibi Fransa’da da sürüyor. Fransa medyası Erdoğan’ı sık sık Macaristan başbakanı Viktor Orban’la karşılaştırıyor. Ne var ki, asıl benzerlik “Orbanistan”dan ziyade Rusya ve İran’la. Hatta tarihsel ve ideolojik bakımdan Rusya ve İran’la dikkat çekici “akrabalıklar” söz konusu.
11 Nisan 2019’da, Paris 8 Üniversitesi’ne bağlı Fransız Jeopolitik Enstitüsü’nde, Türkiyeli akademisyenler Nora Şeni, Özgür Sevgi Güral ve Hakan Güneş’in düzenlediği Beş Yıl Sonra Türkiye? başlıklı kolokyumda söz alan Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu EHESS’in öğretim üyesi, tarihçi ve siyaset bilimci Hamit Bozarslan, Türkiye, Rusya ve İran’ı karşılaştırarak ve anti-demokrasi kavramından yola çıkarak Türkiye’nin kısa vadeli geleceğine dair anahtar sorular ortaya koydu. Bozarslan’ın İran, Türkiye ve Rusya: 21. Yüzyılda Anti-demokrasi Üzerine Düşünceler başlıklı konuşmasını naklediyoruz.
Bu sunum için seçtiğim başlığın iki açıklaması var. Birincisi, belli rejimlerle ilgili tam bir muğlaklık içindeyiz. “Demokratür”, “illiberal demokrasi”, “rekabetçi otoritarizm” gibi terimler kullanılıyor. Bu muğlaklığın bizatihi manidar ve öğretici olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, buradan yola çıkarak 21. yüzyılda anti-demokrasinin ne olabileceğini anlamaya çalışmak anlamlı olacaktır.
İkincisiyse, anti-demokrasi kavramı büyük ihtimalle 2021’de yayınlanacak ve bu üç ülke arasında karşılaştırmalar yapan kitabımın da esas konusu.
2023-2024 yıllarının Türkiye’sine dair bazı hipotezler öne sürmeden önce, bugün içinde bulunduğumuz durum ve bu duruma nasıl geldiğimiz hakkında bir şeyler söylemek şart. 2008-2009’da çok sayıda Kemalist-ulusalcı generalin hapse atılmasından, bugün aşırı milliyetçiliğin düzenin ana unsurlarından biri olmasına nasıl gelindi? AKP ve Gülen cemaati arasında, birçok kişiye son derece sağlam gözüken bir ittifaktan tümden bir kopuşa ve hatta kan siyasetine nasıl geçildi? Kürtlerle barış sürecinden toptan bir savaşa nasıl geçildi? Komşularla sıfır sorun politikasından bugünkü Suriye batağına nasıl gelindi? İran ve Rusya’ya karşı yürütülen soğuk savaş politikasından –hatta Rusya’yla neredeyse hakiki bir savaşa dönüşmesine ramak kalmıştı– bugün bu iki ülke karşısında tam bir teslimiyet haline nasıl gelindi?
Tüm bu radikal değişiklikler o kadar kısa bir süre zarfında yaşandı ki, bugün Türkiye toplumu tamamen sersemlemiş gözüküyor. Ve geçmişten de bildiğimiz gibi, anti-demokratik rejimler her şeyden önce kendi toplumlarının olayları kavrayabilme kapasitesini yıkarlar. Toplum son derece kırılgan bir halde ve kendisini zamanın içinde tahayyül etmekten tamamen aciz. Zamanı tahayyül edebilme yetisinin ortadan kalkması doğrudan daimi bir kriz yaratıyor.
“Tarihi misyon”
Türkiye’nin bugünkü durumuna baktığımızda Rusya ve İran’la karşılaştırmanın neden anlamlı olduğuna dair birkaç unsur sayabiliriz. Bu üç ülkede de hâkim olan rejim, uluslarının tarihi bir misyona sahip olduğunu düşünüyor. Bu tarihi misyon ise tüm dünyaya hükmetmek ve böylece dünyaya medeniyet, barış ve düzen getirmek.
İkinci tarihi misyon dini korumak ve Ortodoksluk, Şiilik veya Sünnilik mezheplerinin muhafızı olmak. Ebedi olarak kabul edilen bu misyon dış güçlerin düşmanlığı, içerideki bölünmeler ve en önemlisi elitlerin yabancılaşmasıyla sekteye uğratılmıştır. Hedef açıkça bu ulusların ontolojik saflığını yeniden canlandırabilmektir.
Erdoğan’ın 2071 tarihine atıfta bulunması bir tesadüf değil. Zira 2071, Selçuklu ordularının Bizans karşısındaki ilk zaferinin bininci yıldönümü. Bu da söz konusu tarihsel misyonun kökenlerinin bin yıl öncesine kadar uzandığına, bin yıllık bir hükmedişin var olduğuna ve 2071 hedefinin bu egemenliğin ikinci safhası olarak görüldüğüne işaret ediyor.
Rejimin şimdiki zamana ve sadece yaşanan âna anlamını verebildiğini ve devamlı krizlerin içinde olduğunu görüyoruz. Bu adeta iktidar için bir habitus’a dönüşmüş durumda. AKP için her pragmatik sürecin en fazla iki ya da üç hafta sürmesi de bundan kaynaklanıyor.
O tarihe kadar ulusun başlangıçtaki saflığına yeniden kavuşması gerekmektedir. Bu bakışa göre, geçmiş görkemli olduğu kadar aynı zamanda da utanç kaynağıdır. Osmanlı İmparatorluğu, “ebedi Rusya” ve Pers İmparatorluğu’nun varlıkları ihtişamlı olmakla beraber, her birinin yaşadığı iç çatışmalar, savaşlar ve yıkılış süreçleri utanç kaynağıdır. Gelecek kurgusu geçmişin intikamını almaya dayanır.
İran’da sıklıkla 636 yılındaki Kasidiye Muharebesi’nin [1] intikamını almaktan bahsedildiğine şahit oluyoruz. Putin sürekli 1612’deki Moskova kuşatmasının [2] devam etmekte olduğunu söyler. Erdoğan ise Birinci Dünya Savaşı’nın aslında sona ermediğini, savaşın en önemli muharebelerinin yaklaştığını ve kazanılması gerektiğini söylüyor. Kutsal kan ve şehitlik kavramları hepsinde ortak.
Erdoğan’ın dediği gibi –bunu bir tek Erdoğan söylemiyor tabii ki– topraklar ancak uğruna şehit olunursa sizin vatanınız olabilir, bir kumaş ancak uğruna şehit kanı döküldüyse bayrak olabilir.
Son olarak, bu bakışa göre, reis veya şef, ulusu, ulusun geçmişini ve geleceğini simgelemekte, temsil etmektedir. Reis ve ulus arasındaki bu bütünleşme, bu yekvücut olma hali aynı zamanda kurumların, müesseselerin sonunu ifade eder. Bana öyle geliyor ki, bahsettiğimiz üç ülkede de bu saydığım unsurlar gayet belirleyici bir rol oynuyor.
Gelelim geleceğe yönelik perspektifler ne olabilir sorusuna. Tabii yarın bile ne olacağını kestirmenin neredeyse imkânsız olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Türkiye’de ve genel olarak tüm Ortadoğu’da gelecek ihtimallerine baktığımızda hayli dar bir ufukla karşı karşıyayız. Yine de bence hem içinde bulunduğumuz durumu açıklayan hem de önümüzdeki süreçte belirleyici bir rol oynayacak altı unsur var.
Büyük koalisyon
İlk nokta, AKP döneminde Türkiye’de oluşan hegemonik blok. Gramsci veya Bob Jessop’un kullandığı anlamdaki bu hegemonik bloku oluşturan farklı aktörler var: Öncelikle püriten bir burjuvazi. Ya da eskiden püriten olan, şimdiyse devlet eliyle yüzlerce milyar dolara konmuş, son derece yozlaşmış ve müfsid bir kesim.
Aynı zamanda, esas olarak inşaat sektöründe yer aldığı için de tamamen ranta dayalı bir burjuvazi bu. Ardından, yoksul sınıflar. AKP bu kesimi yıllardır fakirliğin sebeplerinin sosyal olmadığına, hele hele siyasi hiç olmadığına, aksine bunun bir hayırseverlik meselesi olduğuna ikna etti.
Diğer bir kesim, büyük çoğunluğu Sünni Türklerden oluşan İç Anadolu’nun orta sınıfları. AKP bu kesime haysiyetini iade ettiği gibi, tüketim toplumuna tam olarak dahil olabilmesinin de önünü açtı. Son olarak da aşırı milliyetçi bir elit, ya da belki daha doğrusu, aynen Nazi Almanya’sında da gördüğümüz çıkarcı bir elit. Bu kesim AKP’nin radikalleşmesinde etkili bir rol oynadı.
Soru şu: Bu büyük koalisyon sürecek mi? Yoksa farklı sebeplerden dolayı bu hegemonik blokun çatladığına mı şahit olacağız? Mesela ekonomik krizin bu blok üzerinde nasıl bir etkisi olacak? Her halükârda bu hegemonik blok varlığını sürdürdüğü sürece rejimin sona ermesini düşünmek gerçekçi olmaz.
Rejimin rasyonalitesi
İkinci bir soruysa rejimin bir istikrar kurabilip kuramayacağı. Gezi’den, hatta daha da öncesine gidersek 2011’den bu yana, rejimin hayatta kalabilmek için kendisini gittikçe radikalleştirmek zorunda olduğu görünüyor. Siyasi teoride muhalefet hareketlerinin radikalleşmeleri üzerinde durulur, fakat çoğu zaman bir rejimin de radikalleşebileceği unutulur. Halbuki bu, dünyada oldukça sık rastlanan bir durumdur.
Türkiye’de de rejimin bu şekilde değiştiğini, şimdiki zamana ve sadece yaşanan âna anlamını verebildiğini ve ileriye doğru bir kaçışın, devamlı krizlerin içinde olduğunu görüyoruz. Bu adeta iktidar için bir habitus’a dönüşmüş, bir tür iktidar tekniği olarak içselleştirilmiş durumda. AKP için her pragmatik sürecin en fazla iki ya da üç hafta sürmesi de bundan kaynaklanıyor.
Otoriter rejimlerin de çoğunda belli ölçüde denge mekanizmaları bulunur ve her şeye rağmen, rasyonaliteden tamamen çıkmazlar. Halbuki Türkiye’deki sürekli ileriye kaçış hali, bizatihi rejimin kendisinin de ihtiyacı olan rasyonaliteyi imkânsız kılıyor.
Gerek içeride gerek dışarıda yaşanan her krizin ardından yeni bir pragmatik süreç başlıyor, fakat bu asla hakiki bir yeni düzene kapı açmıyor. Mesela Hollanda’yla, Almanya’yla, Rusya’yla, İsrail’le, Mısır’la ve diğerleriyle yaşanan krizlere bakın, hepsinin ardından kısa bir soluklanma süreci görüyoruz, fakat hemen arkasından yeni bir kriz patlak veriyor. Bu işleyiş siyasi sentaks üzerinde net bir şekilde görülüyor. Bu bağlamda rejim ne ölçüde bir istikrar tutturmayı, belli bir rasyonaliteye sahip olmayı başarabilir?
Şef ve ulus arasındaki bu organik bütünleşme ve böylesi bir müessesesizleşme düşünüldüğünde, rejimin rasyonalite üretebilme kapasitesi de haliyle sıfıra yakın olur. Tam da bu noktada alışıldık otoriter rejimler ve Erdoğanizm arasındaki önemli bir farkı görüyoruz: Zira otoriter rejimlerin de çoğunda belli ölçüde denge mekanizmaları bulunur ve her şeye rağmen, rasyonaliteden tamamen çıkmazlar. Halbuki Türkiye’deki bu sürekli ileriye kaçış hali, bizatihi rejimin kendisinin de ihtiyacı olan rasyonaliteyi imkânsız kılıyor.
Rejim için ekonominin fedası
Üçüncü noktanın, ekonomi meselesinin üzerinde çok fazla durmak istemiyorum. Türkiye son on yıldaki ekonomik gelişimini, artık açık bir şekilde de görüldüğü üzere, spekülasyonlara ve rant ekonomisine borçlu. Bu süreçte rant ve yolsuzluk operasyonları için aktarılan meblağlar korkunç boyutlara ulaştı. Artık o ölçülerde bir ekonomik büyüme düşlemek kuşkusuz gerçekçi olmaz. Bunun birçok sebebi var, en önemlisi çok ciddi bir kırılganlık söz konusu. Öte yandan, şunu da biliyoruz ki bazı rejimler kendilerini sürdürebilmek için ekonomilerini yıkabilirler.
Bunun en klasik örneği İran’dır. Bir meslektaşım, Mehrdad Vahabi, çok net bir şekilde İran’da ekonominin tamamen yıkılmasının yeni bir elit oluşturulmasının ve o zamana kadar toplumun kenarına itilmiş kesimlerin yükselip rejimi omuzlarında taşıyan sadık ve paramiliter bir taraftar grubuna dönüşmesinin koşulu olduğunu gösteriyor. Bunu söyleyen sadece Mehrdad Vahabi değil tabii ki, Machiavelli daha o zaman, Prens için ekonominin yıkımının siyaset inşasının bir aracı olabileceğini anlatıyordu. Acaba yakın gelecekte Erdoğanizm de sistemi korumak adına Türkiye’de böylesi intiharsı bir ekonomi politikasına kalkışabilir mi?
Devletin paramiliterleşmesi
Bana oldukça ilginç gelen, fakat üzerinde pek nadiren çalışılan dördüncü noktaysa devletin paramiliterleşmesi sorunu. Bu fenomen aynı zamanda ulusun şiddet kaynakları yaratma kapasitesinin kalmadığını da gösteriyor. Silahlandırılan tüm bu milis veya askerler esasında hiç de etkili bir güç teşkil etmiyor. İstediğiniz kadar kurtlarla uluyabilir, aşırı milliyetçi söylemler geliştirebilirsiniz, fakat bu, insanların sizin için kendilerini feda edeceği anlamına gelmez. Özellikle de Türkiye’de gözle görülür bir demografik devrim olduğu düşünülürse, rejimin ihtiyacı olan şiddeti üretmesi ya da bir şekilde edinmesi gerekli.
Peki bu şiddeti tedarik eden aktörler kimler? Öncelikle özel güvenlik örgütleri, ki bunların biri SADAT. Özel güvenlik örgütlerinin yanısıra polis ve jandarma kapsamında oluşturulan özel güçler de mevcut. Esasında cihatçı örgütlerden oluşan bir koalisyon olan Özgür Suriye Ordusu da bir başka aktör. Bu paramiliterleşmeye dair yapabildiğim ilk kaba hesaplara göre, Türkiye’de bu yapılanmaların içinde şu anda yaklaşık 200 bin silahlı kişi bulunuyor.
Paramiliter kuvvetlerin sadakati ne derece kalıcı olacak? Bu aktörlerin birçoğu lider olarak Erdoğan’a sadık olabilir, fakat sadakatlerinin devlete olmadığı açık. Bir kısmıysa prensipte devlete, milliyetçiliğe veya cihada bağlı olabilir, fakat bunlar da Erdoğan’a sadık kalmayacaktır. Bu bağlamda MHP’nin stratejisi büyük önem taşıyor.
Peki, bu paramiliter kuvvetlerin sadakati ne derece kalıcı olacak? Bu aktörlerin birçoğu lider olarak Erdoğan’a sadık olabilir, fakat sadakatlerinin devlete olmadığı açık. Bir kısmıysa prensipte devlete, milliyetçiliğe veya cihada bağlı olabilir, fakat bunlar da Erdoğan’a sadık kalmayacaktır. Bu bağlamda MHP gibi aşırı milliyetçi kesimlerin stratejisi büyük önem taşıyor. Erdoğan’ın bu partiyle kurduğu ittifakın ne koşullarda sürebileceğini, ne sonuçlar üreteceğini tam olarak bilemiyoruz. Etienne de La Boétie (1530-1563), “kötüler bir araya geldiklerinde arkadaş olmazlar, suç ortağı olabilirler ancak” der. Bu suç ortaklığı sona erdiğinde, 1990’ların Türkiye’sinde de gayet iyi gördüğümüz gibi, ortaya iç savaş çıkar.
Kairos’a karşı Kronos
Beşinci olarak üzerinde durmak istediğim nokta Putin’in sloganı: “No Putin, no Russia!” İktidarın meşruiyeti tamamen buradan geçiyor. Tamamen baş döndürücü sloganlarla karşı karşıyayız. Peki Türkiye’de Erdoğanizm, sonuçları son derece yıkıcı olacak bir “No Erdoğan, no Turkey!” stratejisine kalkışacak mı? Böylesi bir ihtimalde Erdoğan’ın düşüşü muhtemelen beraberinde Türkiye için de hakiki bir yıkım getirecektir.
Son olarak da kiliazm (bin yılcılık): Sosyolog Karl Mannheim bunu dünyayı sadece kendi iradesiyle değiştirme arzusu olarak açıklıyor ve Kairos’un Kronos’la savaşı imgesiyle anlatıyor. Kairos Yunan mitolojisinde fırsatların, kaçırılmaması gereken fırsatların tanrısı, yani başka bir deyişle tarihin esas dinamiği, motoru olarak iradeyi öne çıkaran tanrıdır. Kronos ise zamanın, tarihin tanrısıdır. Yani tarihi yazan tanrıdır. Son on yılda Türkiye’de yürütüldüğünü gördüğümüz siyasetin de gerek Irak’ta, gerek Suriye’de, özellikle de bugün ABD’yle olan ilişkilerde böylesi bir kiliazma dayalı olduğunu görüyoruz. Bu durum bizatihi iktidarın kendisi için de bir tehdit oluşturuyor.
Sünni-Türk nüfus ve demokrasilerin korkaklığı
Türkiye’nin geleceğiyle ilgili tahminler yürütebilmek için bu saydığım altı unsurun hepsini göz önünde bulundurmak gerektiğini düşünüyorum. Bunlara eklemek istediğim iki sorun daha var.
Birincisi, önümüzdeki süreçte Sünni-Türk halk içerisinden demokratik bir muhalefetin çıktığına şahit olacak mıyız? Bu tabuyu yıkalım: Bu grup gururu kırılmış, küçük düşürülmüş olsa da kendisini ülkenin esas sahibi olarak görüyor. Bu durum 1839 Tanzimat Fermanı’ndan beri mevcut ve diğer kesimlerin üzerinde olma, onlara hükmetme hakkına sahip olma iddiasını getiriyor.
Türkiye nüfusunun yüzde 60-65’ine tekabül eden bu grubun içinden demokratik, diğer kesimlere hükmetme talebinden vazgeçmiş, Aleviler ve Kürtlerle eşitliği, aynı zamanda da Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’daki diğer uluslarla da eşitliği kabul eden bir dinamik çıkacak mı? Zira böyle bir dinamik oluşmadığı sürece, Türkiye’de gerçek bir demokratikleşme beklemek imkânsız olacaktır. Türkiye’de görülen tüm özgürleşme süreçlerinin kısa ömürlü olması bu dinamiğin mevcut olmamasından kaynaklanır.
İkinci sorun ise şu: Demokrasiler ne yapacak? Raymond Aron’un çok etkili bir şekilde gösterdiği gibi, 1920’ler ve 1930’larda anti-demokrasilerin yükselişinin ve uzun sürebilmesinin en temel kaynaklarından biri demokrasilerin korkaklığıydı. Anti-demokrasiler, demokrasiler korkak davrandığı sürece devam edecektir. Demokrasiler 1936-39’da İspanya’ya ihanet ettikleri için ardından Münih’te aşağılanmış, Vichy rejimine yol açmış, Yahudi soykırımını ve İkinci Dünya Savaşı’nı engelleyememişlerdir.
ABD’nin kurucularının da dediği gibi, “biraz daha güvenlik için biraz olsun onurlarından feragat edenler, sonuçta hem güvenliklerini hem de onurlarını kaybederler”. [3] Dolayısıyla, sormamız gereken en önemli sorulardan biri, demokrasilerin, burada bahsettiğim bu üç anti-demokrasi karşısındaki korkak tutumlarını daha ne kadar sürdürebilecekleridir.