“KAPİTALİZM SONRASI”NIN YAZARI PAUL MASON – II. BÖLÜM

Söyleşi: İrem Aksu
22 Mayıs 2019
SATIRBAŞLARI

İngiliz gazeteci-yazar Paul Mason’la söyleşimizin ilk bölümünde İşçi Partisi’nin durumunu, sağ yükselişi ve Brexit hareketini, AB Parlamento seçimlerinin olası sonuçlarını konuşmuştuk. İkinci bölümde, uluslararası finans kapitalin saldırılarına, giderek otoriterleşen neoliberalizmle mücadeleye, İşçi Partisi’nin emek politikalarına, solun yeni bir dünya tahayyülüne odaklanıyoruz.
Küresel solun jenerik sloganları: “Kapitalizm işe yaramıyor / Başka bir dünya mümkün.”

 

ABD’de, Avrupa’da, Bolsonaro’dan Orban’a dünya ölçeğinde sağ popülist hareketler arasında ittifaklar kuruluyor. Bu yükselişe karşı Avrupa’da örgütlenmiş bir sol blok mümkün mü?

Durumu anlamak için sağ popüler hareketler arasındaki dayanışmanın maddi temellerine bakmalıyız. Öncelikle çokuluslu küresel düzeni kırmaya ihtiyaçları var. AB, NATO, IMF hepsinden kurtulmak istiyorlar. Trump’ın danışmanı Steve Bannon dünyanın “yeniden başlama” düğmesine basmayı vazediyor. Bu da ancak kaosla mümkün. Putin, Trump, Orban ya da Erdoğan, hepsi aynı oyunun parçaları. Kitleleri sağ popülizm yoluyla sokağa döküp demokrasinin içini boşaltmaya çalışıyorlar. Hannah Arendt’in yerinde tespitiyle söylersek, demokrasi ve işçi sınıfına karşı “elitlerin ve avam kitlelerin ittifakını” hayata geçirme niyetindeler. Ticari çıkarları adına kaostan faydalanıyorlar. En güçlünün hayatta kaldığı küçük bir devlet yapısı istiyorlar. Kaos olursa Robert Mercer’in Renaissance Technologies şirketi, yatırım fonları daha çok para kazanır. Amerikalı milyarder Koch Biraderler gibi bir tür “anarşik-kapitalizm” hayal ediyorlar. Bu dayanışmanın maddi temellerini, yeni kitabımda da söylediğim gibi, “tek ülkede Thatcherizm” olarak adlandırıyorum. Küresel kurumları yıkıp neoliberalizmi bir dizi ulusal adada yaşatmak, bir tür “milli neoliberalizm” tesis etmek istiyorlar. Milliyetçi neoliberallerin 1930’lardaki ulus-devletler gibi birbiriyle savaşması da gerekmiyor. Çünkü zenginliğin kaynağı artık sömürgecilik değil.
Hitler, Churchill, Mussolini ve De Gaulle’ün masaya oturup dünya düzenini değiştirmeye karar verdiğini, ama işe sömürgeciliğin dahil olmadığını düşünün. Almanya hammadde için Afrika’da Libya ya da Etiyopya’ya, işgücü için Yugoslavya ya da Yunanistan gibi Avrupa sömürgelerine ihtiyaç duyuyordu. Şimdi zenginliklerinin kaynağı finansal sömürü ve emek sömürüsü yoluyla kendi ülke insanları. Bir de buna Avrupa’da sol liderlerin aynı odada birbirlerine tahammül edemediği gerçeğini ekleyin. Mélenchon, Syriza’yı AB parlamentosu sol grubundan çıkarmaya kalkıştı. Marksistlerin yakından bildiği terminolojiyle söylersek geniş bir “halk cephesini” savunuyorum. Solcuların merkez siyasetle ortaklaşabildikleri tüm meselelerde beraber tavır alması gerekiyor. Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi temel noktalarda beraber hareket etmemiz gerekiyor. Bu da Dimitrov’un 1935’te Komitern’de verdiği mesajın aynısı aslında. Soru basitti: “Toplama kamplarında mı, yoksa politbüronun bakanlarıyla beraber hükümette mi yer almak istiyorsunuz?” Solda yer alan birçok kişi toplama kampını tercih etmese de “halk cephesi” fikrini içlerine sindiremedi. Elbette halk cephesine yönelik klasik Marksist eleştiriye vakıfım. Ancak ’30’larda “sınıfa karşı sınıf” şeklinde bir yenilgi yaşamaktansa halk cephesini deneyip mağlup olmayı tercih ederim. Solun bir bölümü hâlâ baş düşmanın liberal partiler olduğuna inanıyor. Oysa artık baş düşman faşistler. Liberal partiler ise potansiyel müttefiklerimiz.

Sağ popüler hareketler arasındaki dayanışmanın öncelikle çokuluslu küresel düzeni kırmaya ihtiyacı var. AB, NATO, IMF, hepsinden kurtulmak istiyorlar. Bu da ancak kaosla mümkün. Putin, Trump, Orban ya da Erdoğan, hepsi aynı oyunun parçaları. Kitleleri sağ popülizm yoluyla sokağa döküp demokrasinin içini boşaltmaya çalışıyorlar.

Öte yandan otoriter rejimlerin belli bir tabana sahip olduğunu, aşağıdan yukarıya doğru örgütlendiklerini de görüyoruz.

Ürkütücü olan da bu aslında. Tommy Robinson’un etrafında gerçekte birkaç düzine eylemci var. Bu güruh sabah yataktan Robinson’un talimatlarını uygulamaya hazır kalkıyor. Robinson sol gazetecilerin kapısına gecenin köründe dayanıyor, insanları taciz ederken kendi videosunu çekiyor. Bu, enikonu faşizm. İnternette bu videoların etkilerini katlayabiliyorsunuz. Demokrasisi için mücadele vermek isteyenlere karşı tasarlanmış eşgüdümlü bir strateji bu. Yeni kitabımda bu türden saldıralara karşı koymak için elimizdeki kaynakları ele alıyorum. Çünkü karşı koymaktan başka bir seçenek yok. Kaynaklarımızdan biri de hukukun üstünlüğü. Ama, aşınana kadar bu kavramın modern toplumlar için değerini takdir edemiyorsunuz.

Yeni kitabınız Açık ve Bulutsuz Gelecek: İnsanların Radikal Savunusu (Clear Bright Future: A Radical Defence of the Human Beings) tam da 1 Mayıs’ta yayınlandı. Kitapta vereceğimiz mücadelenin geçtiğimiz otuz yıldan farklılaşacağını, bugün Hannah Arendt’in yeniden keşfinden ve 1950’ler hümanizminden çok daha fazlasına ihtiyacımız olduğunu söylüyorsunuz. Biraz açar mısınız?

Okur kitlemin Avrupa ve ABD’deki seküler kesim olduğunu göz ardı etmeyelim. Kitapta onlara hitaben, çözümün siyasi bir talep kadar güncel bir ahlaki gaye idealinin işaret fişeğini yakmaktan da geçtiğini anlatmaya çalışıyorum. Yahudi-Hıristiyan toplumlarda bu ideal dinle ilişkilendirilmiştir. Kapitalizm kendini ahlâktan azade kıldı. Tek ilkesi “piyasa ne diyorsa onu yap.” 19. yüzyıl faydacılık felsefesinin kaynağında da bu fikir yatıyor. Ama artık hepimiz işlevsiz iktisadi sistemin farkındayız. Marksist felsefeye, üstü kapalı da olsa, erdem kavramının şamil olduğunu düşünüyorum. Daha iyi bir toplum, dahası ileri derece işlevsellik ve umudun işbirliğiyle yeni bir insan tasarlıyor. Bunlar beraber hayata geçirilebilir. Marksist öğreti insanların dayanıştığı, erdemlerini sergiledikleri hareketler yarattı.

Seattle, 1999: Dünya Ticaret Örgütü (WTO) toplantısı sırasındaki protestolar neoliberalizme karşı küresel başkaldırının miladı oldu.

Felsefi geleneğimizde Antik Yunan düşüncesi, sınıfsız ve mülkiyetsiz “iyi toplum” hedefi her daim mevcuttu. Bolsonaro, Orban, Erdoğan ve benzerlerine direnirken de solda aynı düzeyde bir ahlaki amacı ısrarla kovalamalıyız. Siyasi angajmanın tek başına yeterli olacağını sanmıyorum. Direnişimizde ahlaki boyutu da içkin hale getirmeliyiz. Hıristiyan edebi geleneğinde azizlerin hayatı önemli bir yer tutar. Kitapta bu azizlere benzer, hayatı boyunca doğru yerde durmuş, hayatları boyunca anti-faşist duruş sergilemiş insanların da hikâyeleri var. Bu tür insanların ahlaki duruşuna ihtiyacımız var. Ama bu “doğru yaşam” örneklerine bakmak yeterli değil. Çünkü önümüzdeki on yılda kendimizi muazzam ölçüde dönüştürmemiz gerekecek. Bunun henüz farkında değiliz. Çetrefil siyasi cevaplara alışığız, ama radikal bir dönüşüm fikrine aşina değiliz. Sadece aşırı sağ ve faşizmle değil, bizzat bizi kontrol eden, bizi sömüren güce tapmamıza neden olan içimizdeki, zihnimizdeki ve gündelik hayat pratiklerimizdeki faşizmle de mücadele etmemiz gerekecek. 

Geniş bir “halk cephesini” savunuyorum. Solcuların merkez siyasetle ortaklaşabildikleri tüm meselelerde beraber tavır alması gerekiyor. Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi temel noktalarda beraber hareket etmeliyiz. Solun bir bölümü hâlâ baş düşmanın liberal partiler olduğuna inanıyor. Oysa artık baş düşman faşistler. Liberal partiler ise potansiyel müttefiklerimiz.

Sosyolog Nigel Dodd’un aktardığı bir araştırmaya göre İngiliz milletvekillerinin yüzde 85’i pound’u hâlâ Merkez Bankası’nın dolaşıma soktuğunu sanıyor. Oysa pound’un yüzde 97’si borç yoluyla bankalar tarafından yaratılıyor. Bu durum İşçi Partisi’nin alternatif mülkiyet ilişkilerini de kapsayan ekonomik planlarını zorlar mı?

Finans kapital, İşçi Partisi hükümete geldiği takdirde işlerin zıvanadan çıkacağını düşünüyor. Ama olaylar böyle gelişmeyecek. Hükümet farklı araçların bir karışımıyla 250 milyar pound borç alacak. Tüm bu araçların, mesela klasik bonoların bir getirisi olacak. Yaşlanmakta olan bir toplumuz. Bu yüzden orta sınıflar yaşlılıklarında gelir sağlayacak otuz yıllık, öngörülebilir düşük getirili ürünlere yatırım yapmak istiyor. Bunu temin edecek finans çevresi İşçi Partisi’ni mutlulukla karşılayacaktır. Dünyada hükümetlerin bütçe açıklarında bir kıtlık söz konusu. Çünkü tüm borçlar merkez bankalarında yığılıyor. İşçi Partisi bütçe açığı verecek. Peki bundan kim hoşlanmayacak? Finansal spekülasyondan para kazananlar. Bu türden spekülasyonları kısıtlama konusunda gayet ciddiyiz. Uzun vadeli para, istikrarlı, yeşil enerjiye yatırım yapmak için borçlanan bir sosyal demokrat yönetimi sever. Kaostan nemalananlar ise sevmez. Onların hepsi merkez bankasının arkasında hizaya geçmiş durumda. Bazıları kaos umuduyla sağın saflarına kaydı. Kaos olunca bir yatırım fonu kurup bilgisayarla para kazanabilirsin. Kaosla beraber otoriterlik, milliyetçilik, aşırı sağ yükselir.

New York, 2011: Ekonomik eşitsizliğe karşı başlatılan Wall Street işgali küresel eylemliliğin dönüm noktalarından biriydi.

Bu gidişat bir yere varmaz. Neoliberalizm, Interserve ya da Carillion gibi inovasyon yapmayan (non-innovative) dev şirketler için garanti kâr oranları yarattı. Garanti kârın kaynağı devletti. Neredeyse kurumsallaşmış, yasallaşmış bir yolsuzluk ağı kuruldu. Bu yapının bir geleceği yok. Biz bu türden yatırımların kökünü kurutacağız. Kâr elde etmek isteyen sermayeyi, risk almaya, inovasyona zorlayacağız. Bir yığın özel sektör firmasına ihtiyaç yok. Şu sokaktan geçen çöp toplama kamyonları niye özel olsun? Çöp toplamak riskli bir iş değil ki. Kâr oranı belli. Dolayısıyla özel sektörün elinde olması için bir neden yok. Bunun gibi işleri tekrar kamulaştıracak, demokratik yöntemlerle hayata geçirecek ve geliştireceğiz. Uzun vadede, finans kapitalle münakaşa ederek, onları İşçi Partisi hükümetinin istediği istikamete yöneltebiliriz. Vakti zamanında bankalar Paris Komünü’ne, yani anarşist ve komünistlere bir milyon frank borç vermişti! Biz de alabiliriz diye düşünüyorum.

Önümüzdeki on yılda kendimizi muazzam ölçüde dönüştürmemiz gerekecek. Bunun henüz farkında değiliz. Sadece aşırı sağ ve faşizmle değil, bizzat bizi kontrol eden, bizi sömüren güce tapmamıza neden olan içimizdeki, zihnimizdeki ve gündelik hayat pratiklerimizdeki faşizmle de mücadele etmemiz gerekecek.

Kapitalizm Sonrası kitabınızda kapitalizmi aşmak için önerdiğiniz stratejilerden biri de enformasyonun gücünden azami yararlanmak. Bu güç an itibarıyla bir avuç kapitalist tekelin elinde. Afrika’daki ülkelerin vatandaşlarının verilerini dahi satın alıyorlar. İlerici hükümetler veri pazarı hakkında ne gibi uygulamaları hayata geçirebilir?

Bana göre işlevsiz info-kapitalizm dört büyük çarpıklık icra ediyor. İlki, tekelcilikte ulaşılan ölçek. Aslında bedava olması gereken ürünler fiyatlandırılıyor, çünkü tekeller hükümetlerden ve tüketicilerden bağımsız fiyat belirleyebiliyor. Bu tekellerin dağıtılması şart. ABD’de, Demokrat Parti içinde Elizabeth Warren gibi isimler Facebook, Google ve Amazon gibi tekellerin dağıtılmasını destekliyor. AB’de de benzer tartışmalar devam ediyor. Tekelleri kırınca kapitalizmden kurtulmayacağız, ama avantajlı konumlarını ellerinden alacağız.
İkincisi, rant arayışındaki iş modellerine saldırmalıyız. Mesela biri şu an oturduğumuz lokanta kapısında durup girip çıkmamız için bizden bir avro alsa? İşte rant arayışındaki modeller tam da bunu yapıyor, kapıyı tekelleştiriyor. Uber, Airbnb gibi şirketlere de saldırmalıyız. Bu kolay aslında. Bu ülkede iki yüzyıl önce ortalama bir kapitalist, çocuk emeğini sömürmeden kapitalizmin ayakta kalamayacağına inanıyordu. Oysa hükümet sistemin çocuksuz daha iyi işleyeceğini söyleyip çocuk işçiliğini yasakladı. Ben olsam, Uber, Airbnb gibi platformları yasaklar ve tüm şehirlerde aynı işlevi görecek kooperatifler açarım.

Madrid, 2011: Öfkeliler olarak da bilinen 15 Mayıs Hareketi, sadece İspanya’yı değil dünyayı da sarstı. 

Üçüncüsü, emek ve ücretler arasındaki uçurum giderek derinleşiyor. Çalışma saatleri yeniden ücretlendiriliyor. Çünkü enformasyon teknolojileri emeğin yapısını değiştiriyor. Otomasyon konusunda bastırmalıyız. İleri otomasyona sahip gelişmiş bir dünya toplumu istiyorum. En ufak işlerde bile elimizden geldiğince otomasyona gidelim. Bu yüzden gelirin emekten ayrışması gerekir. İşte tam da bu yüzden Evrensel Temel Gelir (ETG) ve Evrensel Temel Hizmetler (ETH) devreye girmeli.
Dördüncü unsur ise veri demokrasisi. Üzerimizde faaliyet gösteren tüm algoritmalar hakkında bilgiye erişime ve enformasyon konusundaki ticari anlaşmalarda simetrik bir hakka sahip olmalıyız. Tüm bu dört unsur, yani tekelleri parçalamak, rant arayışındaki iş modellerine izin vermemek, emekten azade gelir ve veri hakları, bence kapitalizm sonrasına geçişi hızlandıracak ve enformasyon devrimini ivmelendirecek programın yapıtaşlarını teşkil ediyor.

Bu süreçte alternatif para birimleri, kredi birlikleri, kooperatif ağları gibi küçük boyuttaki deneyleri destekleyerek daha makro ölçeğe çıkarmayı öneriyorsunuz. Sizi esinlendiren deneylere örnek verir misiniz?

Evet, o deneylerin hepsini destekliyorum, ama dört yıl önce Kapitalizm Sonrası kitabını yazarken söylediğim gibi dönüşüm bu yolla gerçekleşmeyecek. Devlet sürece ivme kazandırmalı. Küçük deneylerden ziyade öngördüğüm projenin ilginç yapıtaşlarını kentler oluşturacak. Bunun nüvelerini Barcelona, Amsterdam, Berlin gibi metropollerde görmeye başladık. Özellikle Barcelona ve Amsterdam vatandaş ve veri arasındaki ilişkiyi dönüştürmek adına öncülük yapmaya çalışıyor. Uber ve Airbnb gibi tekellere saldırıyorlar. Barcelona bir yandan vatandaş verilerinin denetimini yine vatandaşlara verirken, diğer yandan yazılım ve donanım alanında açık kaynak girişimlerini destekliyor. Kentte piyasa dışı (non-market) faaliyet gösteren topluluklar hızla serpiliyor. Helsinki dünyanın en “yeşil” şehirlerinden biri. Geçenlerde kütüphanelerini ziyaret ettim. Enformasyona ulaşım sağlayan devasa bir alan. Tüm dünyada özünde post-kapitalist bir şekilde iş ve buluş (innovation) yapmaya çalışan gruplar mevcut. Yeni Zelanda’daki Enspiral önemli örneklerden biri. Asıl sorun, çok az sayıda sol partinin iktisadi dönüşümün aciliyetini ciddiye alması. ABD solu mesela, iklim kriziyle mücadeleyi kapitalizmin bağrına saldırmadan hayata geçirmeye çalışıyor. Bu yüzden yenilmeye mahkûmlar.

Nantes 2019: “Zenginlerin diktatörlüğüne karşı.”

Piyasa dışı ekonomiyi genişletirken Paul Cockshott ve Allin Cottrell’in önerdiği sosyalist hesaplama yöntemini de paralel kullanmak mümkün mü? Emek değer kuramı temel alıp işçi ücretlendirmelerinin bir süper bilgisayar vasıtasıyla tespit edilebileceğini iddia ediyorlar. Bu da piyasa dışı bir ekonomi değil mi?

İmkânsız. Çünkü sosyalist hesaplama önerisi bu kadar karmaşık bir toplumda uygulanabilir değil. Büyük bir bilgisayarla Stalinist planlamanın yapılabileceğini önerenler ücretleri işyeri üzerinden ödemeyi tasarlıyor. Oysa işyeri kalmayacak. Enformasyon devriminin geldiğini görmeliyiz. Bütün toplum milyonlarca fail, küçük işletme ve kendi hesabına çalışan insan üzerinden atomize oluyor. Bunu kolayca tersine çeviremeyiz. Planlama araçlarını geçiş modeli için kullanabiliriz. Batı toplumlarında iklim krizi dönüşümün bütün çerçevesini belirleyecek. ABD ve İngiliz ekonomilerini on yıl içinde karbonsuzlaştırmamız lâzım. Bunu yapabiliriz. Bu açıdan bir ölçüde Stalinist planlama pekâlâ işe yarayabilir. Tüm enerji sektörünü kamulaştırıp kârlarını yerle yeksan eder, finansal varlıklarını batırabiliriz. Bu varlıklara sahip bazı insanlar epey para kaybeder. 2020’lerde mesela büyükannelerin bir nebze para kaybetmesiyle başa çıkabiliriz. Oysa 2080’de İngiltere’nin büyük bir bölümü su altında kaldığında böyle bir şansımız olmayacak.    

Günümüz pop kültürü kendini en çok da “son” yaratamamasında ele veriyor. Netflix dizilerinin hemen hiçbiri sonlanmıyor. Ortada bir yerden başlıyor ve karakterlerine gidebilecekleri, yönelebilecekleri bir istikamet göstermiyor.

Öte yandan Stalinist planlamayla anarşist deneylerin bir alaşımını savunmuyorum. Tercihimi “radikal sosyal demokrasi” diye adlandırıyorum. Bu yönelime sahip bir parti başa gelirse, devlet geçiş sürecini hayata geçirebilir, devletin kolaylaştırıcı müdahalesi devreye girebilir. Kulağa biraz teknokratik gelebilir ama, modelleme çok elzem. Farklı modellemeler demokratik kararlar vermenize izin veriyor. Bunu Stalinizm asla yapmadı.

Bilişsel kapitalizmin İtalyan Marksist kuramcıları günümüzde “emek değer kuramı” yerine “yaşam değer kuramını” öneriyor. Bu fikir aynı zamanda Evrensel Temel Gelir talebinin de zeminini teşkil ediyor. Bu sizin “emek değer kuramını” ele alışınızdan epey farklı, değil mi?

Emek değer kuramı soyut bir kavram. Sadece soyutlama düzeyinde işe yarıyor. Aslında gerçekten çok basit. Bir metayı fiyatlandırırken adilliğin ölçütünü o meta için harcanan emeğe göre belirliyoruz. Bu kuram kapitalizm içinde muhasebe yöntemi olarak kullanılamaz, çünkü Marx’ın da dediği gibi fiiliyatta “herkesin arkasından iş çeviriyor.” Toplumun ne kadar emek harcandığını muhasebe sürecinin başında değil, ancak sonunda anlayabiliyoruz. 
Benim için emek değer kuramı muhasebe değil, tarihsel analiz aracı. Çünkü eğer doğruysa, kapitalizm belli aralıklarla gelecekteki süreçlerde ne kadar değer üreteceğini kestiremiyor. Bu yüzden de kriz başlıyor. Post-kapitalist dönemde bu durumun pek önemi olmayacak. Öte yandan merkez bankası para basıp değer yarattığı için Amerikan solu bu emek değer kuramına takıntılı hale geldi.

Kapitalizm Sonrası kitabınızda Shakespeare’den Dickens’a, kurgu eserlerdeki karakterlerle kapitalist dalgaların yarattığı insan tipleri arasında müthiş bağlantılar kuruyorsunuz. Günümüz kurgu eserlerinde post-kapitalist karakterlere rastladınız mı?

Hayır. Günümüz pop kültürü kendini en çok da “son” yaratamamasında ele veriyor. Netflix dizilerinin hemen hiçbiri sonlanmıyor. Ortada bir yerden başlıyor ve karakterlerine gidebilecekleri, yönelebilecekleri bir istikamet göstermiyor. Batı toplumları epikten trajediye geçmiştir. İnsan dünyaya onu değiştirmek için gelir, ama dünya onu değiştirir. Sonunda karakter yenilse de ya da kazansa da, evine yeni bir insan olarak döner. Şimdiyse insanlar artık geleceğe pek inanmıyor. Netflix karakterlerinde bunu görüyorsunuz. Homeland dizisinin ana karakteri Carrie Mathison, sonsuza kadar lanetlenmiş gibi, kendi karakteri etrafında fır dönüyor. Bir gıdım bile değişmiyor. Aslında hiçbir şey başarmıyor. Araba galerisindeki stantlarda tüm gün dönen arabalara benziyor. Bence bizim sonu olan hikâyelere geri dönmemiz gerekiyor. Zamanında Casablanca filminin bu kadar tutulmasının nedeni, insanları arınmanın mümkün olduğuna, dünyadaki melaneti ona direnerek aşabileceklerine ikna etmesiydi. “Bütün bunları geride bırakıp daha iyi biri insan olabilirsin”: Casablanca gibi müstehzi bir filmde dahi insanlar bunu arıyordu. Arınma öğesine sahip aklıma gelen tek film Lady Gaga’nın Bir Yıldız Doğuyor’u. İnsanlar seyredince arınma öğesini hemen fark ediyor.

Çeviren: Ulus Atayurt

^