DÜN, BUGÜN, YARIN –III

Söyleşi: Serkan Seymen
27 Nisan 2021
SATIRBAŞLARI

“Kıbrıs: Dün, Bugün, Yarın” dizisinin üçüncü bölümünde, Kıbrıs Türk toplumunun kimlik mücadelesini, Mustafa Kemal’in “Akdeniz bloku” düşüncesini, bugün “Akdeniz Federasyonu” perspektifinin önümüze nasıl bir ufuk açtığını, siyaset bilimci, uluslararası ilişkiler uzmanı Prof. Dr. Mehmet Hasgüler’den dinliyoruz. 
Kıbrıs: Meyve, keçiboynuzu, ambiyans, ipek kervanları (Keith Anderson, 1927)

 

İkinci bölümde naklettiğiniz 1976 tarihli, “Kıbrıs Çıkmazı” başlıklı makalede, kıdemli diplomat Mahmut Dikerdem açıkça federasyon tezini savunuyor. Bu herhalde sadece onun görüşü değil.

Mehmet Hasgüler: Türkiye’de ekranlarda konuşan gazeteci, uzman unvanlı aklıevvellere anlatmak mümkün değil bazı şeyleri. Federasyon, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi tezidir. Onca yıldır biz Rumlara federasyonu kabul ettirmek istiyoruz. Federasyon istemeyen her zaman Rumlardır. Federasyon fikri Batı ya da Rumlar tarafından bize dayatılan bir şey değildir. Türkiye 12 Eylül 1980’de yaşadığı hafıza kaybından halen kurtulamadı. Bugün hafızası bir kez daha iptal ediliyor sanki. Bugün kendine “ülkücüyüm” diyenlerin Alparslan Türkeş’in bile yıllarca federasyonu savunduğundan haberleri yok muhtemelen. Gerçi o kesimin büyük çoğunluğunun Türkeş’in Lefkoşa doğumlu bir Kıbrıslı Türk olduğundan da haberleri yok, olanlar da pek gündeme getirmezler. Türkçülüğün koskoca Başbuğ’una Kıbrıslılığı yakıştıramıyorlar sanırım.

Mehmet Hasgüler

İşin tuhafı, kendisine “Atatürkçüyüm” diyenler de genel olarak Kıbrıs Türk muhalefetini kimliğini kaybetmiş, emperyalizme teslim olmuş, “Rumcu” olarak görmeleri. Oysa muhaliflerin çoğu ortalama olarak sosyal demokrat, Atatürkçü ve Kıbrıs Türk milliyetçisi insanlardır. Türkiye’de şu gözden kaçıyor: Kıbrıslı Türk toplumu yeryüzündeki gerçek laik ve demokrat olmayı başarmış tek Müslüman topluluktur. O Atatürkçülerin buna nasıl sahip çıkmadığını anlamak çok güç. Türkiye’de son yıllarda çok tartışıldığı gibi tepeden inme bir durum da değildir. Hatta bugün İslâmofobiden şikâyet eden muhafazakârların dünyaya dönüp “bakın işte size laik, çağdaş bir Müslüman toplum” diye övünmeleri gerekirken tam tersini yapıyorlar. Söyleşimizin ilk bölümünde de bahsetmiştik, 28 Şubat’ta buradaki üniversiteler başörtülü öğrencilere sığınak olmuştu diye. Hep unutuluyor bunlar. Üstelik çoğu muhafazakâr yazar son dönemlerinde Denktaş’ı da çok eleştirmiştir. Genel olarak siyasetini beğenirsiniz beğenmezsiniz, o ayrı ama, 28 Şubat sonrasında KKTC üniversitelerinde başörtüsü yasağı uygulanmamasında hakkını teslim etmek lâzım, Denktaş bu konuda ağırlığını koyarak üniversitelerin arkasında durdu.

İngiliz sömürge yönetimi 1920’lerde okullarda okutulacak kitapları dayattığında, 70-80 bin kişilik bu toplum sonuna kadar direndi, kendi kitaplarını okuttu. Daha 1907’de, Kıbrıslı Türk aydınları Latin alfabesine geçilmesini tartışıyordu. Türkiye’den 27 yıl önce Kıbrıs’ta gündemdeydi alfabe değişikliği.

Kıbrıslı Türklerin tepeden inme olmayan bir şekilde laik ve demokrat bir toplum olduğundan, Denktaş’ın da katkısıyla 28 Şubat’ın KKTC üniversitelerine uzanamadığından bahsettiniz, ama İslâmcı kalemler ne zaman bir Kıbrıs gündemi oluşsa, 1974’ten sonra Denktaş’ın danışmanı Mümtaz Soysal yüzünden Kıbrıslıların Türk ve Müslüman kimliklerinin unutturulması için her şeyin yapıldığını, öncesinde de Müslümanlıkları zaten İngiliz eliyle unutturulan topluma bu şuurun yeniden aşılanması gerektiğini sadece bu son olayla ilgili olarak değil, uzun yıllardır yazıp çiziyor.

Çok yüzeysel, alabildiğine de çarpık bir bakış. İngiliz sömürge yönetimi 1920’lerde okullarda okutulacak kitapları dayattığında, 70-80 bin kişilik bu toplum sonuna kadar direndi, kendi kitaplarını okuttu. Nasıl direnildiğinden haberi yok o arkadaşların. Çok hayran oldukları Mısır kuzu gibi okudu İngilizin önüne koyduğu kitapları. Daha 1907’de, Kıbrıslı Türk aydınları Şam’la, Bakü’yle ilişki içinde Latin alfabesine geçilmesini tartışıyorlardı. Türkiye’den 27 yıl önce Kıbrıs’ta gündemdeydi alfabe değişikliği. Türkiye’deki bu İslâmcı yazarlar, laiklik ve Atatürk kompleksleri yüzünden Kıbrıslı Türklerin seküler yapısını Mümtaz Soysal’la izah etmek gibi akıl dışı, komik bir yere gidiyorlar.

Otuz yıl kadar Türkiye’de yaşamış biri olarak diyebilirim ki, Türkiye’nin geniş dindar kesimleri bu adamlardan çok daha açık bir şekilde bakıyorlar bu konulara. Ciddiye alınabilir hiçbir tarafları yok. Kıbrıs Türk toplumu İngilizin dayattığı medrese sisteminden münevverleri, öğretmenleri sayesinde çıktı. İngiliz niye istesin Kıbrıslı Türk toplumunun laik ve bilimsel eğitim görmesini? Bu tutumlara girenler, Kıbrıslı Türklerle Türkiye’nin arasındaki bağı kırmaya hizmet ettiklerinin, aslında İngiliz ajanı gibi davrandıklarının farkında bile değiller. Ya da farkındalar belki de, bilemem. Sonuçta, böyle konuşarak alenen İngiliz emperyalizmine hizmet ediyorlar.

Daha 1920’lerde, 1930’larda İngiliz sömürgecilerin en güvendiği, işbirliği içinde olduğu kişiler o çok beğendikleri Osmanlı’dan kalan elitti. “British-Muslim” kimliğini çok rahat kabullenmiş, “Sir” gibi asalet unvanlarıyla taltif edilmiş, Osmanlı’dan kalan vakıf mallarını kafalarına göre yönetme karşılığında İngiltere’ye hizmet eden insanlardı. İngiltere’ye kafa tutanlarsa Türkiye’de kurulan yeni cumhuriyetten etkilenen genç münevver kesimdi. Türkiye’nin muhafazakâr sağının, kusura bakmasınlar, anti-emperyalizm adına örnek gösterebilecekleri öyle çok günleri yoktur.

Türkiye’de hem Osmanlıcılık adına konuşanların hem de yakın zamana dek onlarla birlikte hareket eden birtakım liberal çevrelerin Kemalizm ya da daha doğrusu, Türk Modernleşmesi başlığı altında yaptıkları eleştirilerde şu sakatlık var: Kemalizmin tarihsel süreç içinde uygulamalardaki hatalarını, anti-demokratik yönlerini eleştirebilirsiniz, elbette bunun yapılması gerekir, onda bir sorun yok, ama şu gözden kaçırılıyor: Türkiye Batılılar istediği için Batılılaşmamıştır, hatta Batı’ya rağmen Batılılaşmıştır. Yoksa Batı’nın Türkiye’de laiklik olup olmaması, medreseden bilimsel eğitime geçilmesi falan umurunda bile değildi. Batı kendi işine uygun gelip gelmediğine bakar sadece.

Türkiye’deki liberaller İdris Küçükömer’in bir cümlesini cımbızlayıp her şeyi açıklayabileceklerini sanma yüzeyselliğine kapılmasaydı her şey daha anlaşılır olacaktı. Mesela, keşke biraz Niyazi Berkes’e ilgi duysalardı. Gerçi onlardan ziyade esas Atatürkçüler Niyazi Berkes’e biraz göz atsalar ne iyi olurdu.  

Lefkoşa’nın “Cadde-i Kebir”i Ledra (1928, National Geographic)

Niyazi Berkes neden önemli bu kadar?

Berkes Osmanlı dağılıp bir cumhuriyet kurulurken onun çeperinde, dışında kalmış topraklarda dünyaya gelmiş, üniversite çağında Türkiye’ye göç etmiş, belki bu sebeple, yani dışarıdan olmanın getirdiği bir etkiyle en baştan itibaren nesnel bir gözle bakabilme şansı yakalamış biri. Cumhuriyetin yetiştirdiği o ilk akademisyen kuşağından, Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Azra Erhat gibi Türkiye akademisinin o dönemki yüzaklarındandır. Aynı zamanda da 1940’lı yıllarda tek parti dönemin McCarthy tarzı cadı avında aynı isimlerle birlikte uzaklaştırılmış, Türkiye’de akademisyenlerin uğradığı ilk kırımın mağdurlarından olmuştur.

Türkiye’de Çağdaşlaşma 550 sayfalık bir eser ve Berkes 1700’lerden itibaren Osmanlı’yı, değişen dünyayı, o dünyanın karşısında kaçınılmaz bir şekilde başlayan modernleşmenin safha safha nasıl cumhuriyete dek geldiğini anlatır. Hem Osmanlıcı muhafazakârlardan hem de tarihi bir tek adam kültü üzerinden anlamaya çalışan o tarz Atatürkçülerden çok farklı bir tarih anlatısıdır o. Kendisi kişi olarak Mustafa Kemal’i çok olumlayan biridir, aynı zamanda cumhuriyete, onun kazanımlarına çok inanır, fakat özellikle anılarını okursanız, 1930’ların, ‘40’ların Türkiye’sindeki uygulamalara, var olan yapıya da çok eleştirel bakar. Ezberlerin, özellikle de son 20 yıldır sürekli tartışılan ezberlerin çok dışında bir insan. Türkiye’nin çağdaşlaşma, modernleşme tarihini ve elbette dolayısıyla Kemalizmi de uluslararası alanda kabul gören ve halen emsali olmayan bir şekilde değerlendiren, analitik yaklaşarak eleştirilerini ortaya koyan Berkes gibi birini keşke hatırlasa Türkiye. Dediğim gibi, hiç değilse Atatürkçü olduğunu söyleyenler Niyazi Berkes’e biraz göz atsalar keşke. Ama maalesef savundukları fikirler Yılmaz Özdil ya da Sinan Meydan düzeyinde bir yüzeysellik içinde. Ya da kimi de Atatürkçülük adına Avrasyacılık hayallerinin peşinde. Belki onlar da Niyazi Berkes’in Kıbrıslı olmasından dolayı çok hoşlanmıyorlardır. (gülüyor)

Gerçi Avrasyacıların üzerine kafa yorduğu konular farklı. Onların tek derdi jeo-politik ve jeo-strateji. Avrasyacılık hayalindeki o orta büyüklükte bir ülke olarak Türkiye’ye, diğer aktörler arasında verilecek role Türk milletinin rıza göstermeyeceğini kimse hesaba katmıyor. Bana kalırsa, tüm sorunlarına karşın Türkiye’deki toplum muhafazakârların da Avrasyacıların da sabah akşam sosyal medyada insanları yerden yere vuranların da sandığından daha ileri bir toplum. Avrasyacılara kalsa her şeyi komployla, büyük siyasi laflarla açıklamaya çalışmak zorundayız. Ama onun dışında gerçek hayatla ilgili ne söylerler bilinmez. Gelir dağılımındaki adaletsizlik hakkında bir fikirleri var mı? Ekolojik sorunlara kafa yorarlar mı? Memleketin eğitim sistemi ya da sağlık meselesi ne olacak? Hiçbiri yok. Varsa yoksa dünyanın ekseni Doğu’ya kayıyor, Rusya, Hindistan, Çin yükseliyor, Türkiye Batı sisteminden kopmalı, Kıbrıs bizim için çok mühim, anti-emperyalist direniş alanı falan filan. O kadar saçma ki, neresinden tutsanız olmaz.

Dünyanın bir değişim içinde olduğu doğru, ama bunun neye evrileceğini bilmiyoruz henüz. İddialı şeyler söylemek için çok erken. Şu an için görünen çok kutupluluk ve o kutupların eskiden olduğu gibi keskin bir şekilde ayrılmayacağı.

Bir yandan da dünya gerçekten de bir değişim içinde değil mi? Alışılageldik dünya kurgusunun dışına çıkmıyor muyuz?

Elbette dünyanın bir değişim içinde olduğu doğru, Soğuk Savaş bittiğinden beri denge kurulamadı. Pandemi sonrasında da dünya epey değişecek muhtemelen. Şu an bir şeyler yer değiştiriyor, el değiştiriyor, bazı kazançlar, ekonomik ilişkiler başka yerlere kayıyor. Ama bunun neye evrileceğini bilmiyoruz henüz. Öyle iddialı şeyler söylemek, analizde bulunmak için çok erken. Şu an içindeyiz, yaşıyoruz ve nereye doğru gittiğimizi kestirmek, ipucu bulmak zor. Bir de bu değişmez bir kader gibi alnımıza yazılı değil, insanlığın tutumu belirleyecek nereye gidildiğini.

Ama işin şu kısmına hiç katılmıyorum: Dünyada yeni bir iki kutupluluk oluşmuyor. Şu an için görünen çok kutupluluk ve o kutupların eskiden olduğu gibi keskin bir şekilde ayrılmayacağı, farklı meselelerde farklı birliktelikler ve işbirlikleri kuracakları bir yere gidiyoruz gibi. Geleceğin dünyasında güçlü ve lider ülke ya da bir güç merkezi olmanın yolu da Avrasyacıların zannettiği gibi demokratik sicili ortada olan Rusya ya da Çin gibi yerlere yönelmekten geçmiyor. Yakın gelecekte ayakta kalabilmenin, kişilikli olabilmenin birinci kuralı kendi kendine iyi kötü yetebilmekten, iç huzuru tesis edebilmekten geçiyor. Kendine yetebilenler kendi olabilmeyi becerebilecekler. Bu sadece ekonomik anlamda değil, ruhen de kendine yetebilmekten bahsediyorum. Bu sadece ülkeler, bölgeler, toplumlar için değil bireyler için de böyle olacak galiba.

O yüzden Rusya ve Orta Asya ülkelerinin aksine, doğal kaynak fakiri olan, tarımını mahvetmiş, iç dengelerini, toplumsal huzurunu yıkıp geçmiş bir Türkiye o Avrasya seçeneğine gerçekten yönelirse zannedilen şey olmayacağı gibi, Türkiye kendisi bile olamaz bir daha. Özellikle kendisine Atatürkçü diyenlerin hali çok acıklı. Atatürk’ün Avrasya’ya yüzünü dönmesi kadar inanılmaz bir şey yok. Atatürk Akdeniz bloku üzerine kafa yormuş bir insan. Ama haberleri bile yoktur. Şimdi bir de bir laf uydurdular, meğerse Atatürk “Efendiler, Kıbrıs’a dikkat edin, bizim için çok mühimdir” demiş.

11 Şubat 1959’da, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasasını onaylayan Zurih Antlaşması’nın ertesinde Rauf Denktaş (solda) ve Dr. Fazıl Küçük’ün Kıbrıs’a dönüşü.

Böyle bir sözü yok mu?

Ben hiç rastlamadım. Bunu dile getiren birkaç kişiye kaynak sordum, gösteremediler. İşin latifesi tabii biraz da şimdi yaptığımız, sonuçta Mustafa Kemal’in dedikleri kutsal metin değil. Ama madem böyle bir uydurma laf üzerinden propaganda yapıyorlar, kendilerine bir soru yöneltmek lâzım. Kıbrıs neden Misak-ı Milli sınırları dahilinde değildi o halde? Aslına bakarsanız, Lozan’la birlikte Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Musul ve Kerkük için çabalayan Türkiye’nin Kıbrıs’ı İngilizlerden hiçbir şekilde talep bile etmemesi, “bir gün İngilizler ayrılırsa esas sahibine dönsün bu ada” diye temenni de bulunması, Kıbrıslı Türk toplumu için bir travmadır aynı zamanda.

Osmanlı bu toplumu İngilize kiralamış, Türkiye de tamamen terk edip gitmiştir. Türkiye’nin bir Kıbrıs meselesi sahibi olması yine İngiltere’nin teşvikiyledir. İngilizler bağımsızlık peşindeki Rumları ve Yunanistan’ı dengelemek için Dr. Fazıl Küçük’e, “Türkiye’ye söyleyin hak iddia etsin” dediklerinde, 1950’lerin başında Ankara’da Dr. Küçük’ü, “Gidin kardeşim, başımıza iş mi açacaksınız, bizim öyle bir meselemiz yok” diye resmen kovmuşlardır ilk başta.

Avrasyacılar, ulusalcı Atatürkçüler, Mustafa Kemal’in 1934-1936 arasında bazı toplantılarda ifade ettiği ve kayda geçmiş Akdeniz’in geleceğiyle ilgili öngörülerinden haberdar mı acaba? Mustafa Kemal yeni bir dünya savaşının gelmekte olduğunun farkındadır ve İtalyanlar başta olmak üzere Almanların da elbette Akdeniz’e yöneleceklerini, bunun Akdeniz ülkeleri için büyük tehdit olduğunu ifade eder. Birkaç yerde Yunanistan ve Türkiye’nin bir “Akdeniz bloku” oluşturulmasına öncülük etmesi gerektiği yönündeki sözleri var. “Akdeniz bloku” fikrinin Avrasyacı, “Mavi Vatan”cı teorilerden çok daha rasyonel olduğu kesin.

Avrasyacılar, ulusalcı Atatürkçüler, Mustafa Kemal’in Akdeniz’in geleceğiyle ilgili öngörülerinden haberdar mı acaba? Yunanistan ve Türkiye’nin bir “Akdeniz bloku” oluşturulmasına öncülük etmesi yönünde sözleri var. “Akdeniz bloku” Avrasyacı, “Mavi Vatan”cı teorilerden çok daha rasyonel.

Günümüz dünyasında Türkiye ve Yunanistan’ın öyle bir “Akdeniz Bloku”na öncülük etmesi çok hayalci değil mi?

Türkiye’de kimse ilgilenmiyor ama, Yunanistan ve diğer bazı Akdeniz ülkelerinde bugün yaşadığımız bölgesel sorunların aşılması için bir Akdeniz Birliği, hatta bir Akdeniz Federasyonu kurulması önerisini yapan akademisyenler, yazarlar var. Bugün unutulmuş olabilir, Atatürk ve Venizelos’un savaşın ardından yaptığı anlaşmalar bir tarafıyla bir Yunanistan-Türkiye konfederasyonu gibidir. AB fikri yokken daha ortada, iki tarafın insanlarının serbest dolaşımı, seçme-seçilme hakkı haricinde, ikâmet ve iş yapma, çalışma hakkı vardır.

1964’te Kıbrıs’ta toplumlararası çatışma başlayınca İstanbul’da yaşayan Yunanistan pasaportluları sınır dışı ettiler. Onlarla birlikte Türkiye vatandaşı Rumlar da ayrılmak zorunda kaldı. Kıbrıs’ta Türklere yapılanların bedelini onlara ödettirmekle kalmadılar, 1923’te, savaşın hemen ardından kurulan Türk – Yunan dengesini de bozmuş oldular. Zaten öncesinde de yine Kıbrıs bahanesi üzerinden yaşanmış 6-7 Eylül faciası da vardı.

Şimdi madem dünyanın değiştiğinden, bildiğimiz ezberlerin dışında düşünmemiz gerektiğinden söz ediyor birileri, biz de öyle yapalım. Kıbrıs’ta federasyon tartışması yapıyoruz, değil mi? Oysa Kıbrıs sorunu ne federasyon ne de diğer iki devletlilik gibi fikirlerle nihai bir çözüme kavuşur.

En başta, Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türkler, Yunanlar ve Türkiye yurttaşları olarak şunu kabul etsek: Bizim anavatanımız Akdeniz. Akdenizliliği bir üst kimlik olarak görerek uzlaşsak ve ileride Akdeniz Birleşik Devletleri’ne kapıyı açık bırakarak, tıpkı AB’nin felsefesi gibi bir felsefeyle bir araya gelmeyi denesek. Diğer Akdeniz ülkelerine de kapıyı açık bıraksak. Ne Ege sorunu ne kıta sahanlığı meselesi ne doğal gaz tartışması… Hepsi bizim, burada yaşayanların. Gerçek anti-emperyalistliğimizi gösterip o zaman Fransa’ya, Kıbrıs’ta halen üsleri tartışılmayan Britanya’ya, ABD’ye dönüp “siz niye karışıyorsunuz buradaki işlere” desek…

Aziz Barnabas kilisesi ve Peristorana camii (1928, National Geographic)

Akdeniz’in medeniyetinin, neşesinin, yaşam sevincinin hâkim olduğu, herkesin ister Rum ister Türk ya da Kürt, Arap, Hıristiyan, Müslüman, Pontuslu, neyse ne olduğu, ama esas olarak Akdenizli olduğu bir birliği kurup eşit ve özgür bir hayata ulaşmamız o kadar zor değil. Şimdi bunu okuyanlar delirmiş olduğumu ya da fazla hayalcilik yaptığımı düşünecekler. Oysa Avrasyacılık, ulusalcılık, Osmanlıcılık gibi fikirler, Rusya’nın tanıdığı bir KKTC üzerinden anti-emperyalist mevzi kazanma beklentileri bu dediklerimden çok daha hayalci ve olmayacak işler. Üstelik, o yolda yürümenin başımıza saracağı belalar da çok büyük. Oysa Akdenizlilik, uğruna yola düşülecek gerçek bir Leyla!

Dünyanın gerçekten değişmesini istiyorsak yepyeni, alışılmadık fikirlerin peşine düşmek zorundayız. Çünkü işimiz kolay değil. Şimdi ne kadar kârlı olduğu halen tartışmalı doğalgaz için deniz diplerini paylaşma kavgası veriyorlar. Kıbrıs yeniden kıymete bindi. Avrasyacıların, Osmanlıcıların, kapitalist enerji şirketlerinin, Batı’nın egemenlerinin umurunda değil ama, buzullar eriyor. Yakın bir gelecekte sular yükseldiğinde Kıbrıs diye bir ada bile olmayabilir. Akdeniz Birliği gibi bir oluşum, o çok istekli oldukları bir güç merkezi, çekim merkezi, dünyada yeni bir kutup olmayı çok başka bir anlamda bize verebilir. Tüm insanlığa bir çağrı gibi, neşe dolu yepyeni bir hayat kurulabilir bu bölgede.

Kulağa çok hoş geliyor, ama fiiliyata dökülmesi çok zor değil mi?

Sadece konuşup söylemek yetmez elbette. Kıbrıs bence bunun için çok iyi bir merkez, bir deneme, Akdenizliliğin fitilinin ateşlendiği yer olabilir. Bu federasyon tartışmaları ve bu şekilde AB üyesi tanınmış bir devlet olma fikri o yüzden bana artık heyecan vermiyor. Kıbrıs’ın iki tarafında, birbirleriyle ilişkilenecek “Akdeniz Partileri” kurarak başlanabilir işe. Her iki taraftaki hiçbir yere varmayan ve varmayacak olan statükolar iki toplum tarafından sorgulanır hale gelebilir. Aslına bakarsanız Maraş bunun için çok iyi bir fırsattır.

Akdenizliliği bir üst kimlik olarak görerek uzlaşsak ve bir araya gelmeyi denesek. Bunu okuyanlar delirmiş olduğumu düşünecekler. Oysa Avrasyacılık, ulusalcılık, Osmanlıcılık bu dediklerimden çok daha hayalci. Üstelik, başımıza saracağı belalar da çok büyük. Oysa Akdenizlilik, uğruna yola düşülecek gerçek bir Leyla!

Bu çok tartışılan Maraş meselesinin aslı astarı ne? Maraş ne yapılmak isteniyor ve sizin “tarihi fırsat” dediğiniz nedir?

Bence bu Maraş hamlesinin en baştaki sebebi AİHM’deki davalardır. Bunca yıldır mağdur edilmiş Maraş’ın eski sakinleri dava açıyorlar ve kazanıyorlar. Ortada çok büyük tazminatlar var. Hem birilerinin sahip olduğu malı elinden almışsınız, bunun için tazminat kazanıyorlar hem de yıllardır kullanamadıkları için kaybettikleri bir kazanç var, onun parasını istiyorlar. Bunun önüne geçilmek isteniyor zannediyorum. Bugün Türkiye medyasında, sanki bize ait bir yer var ve biz dünya izin vermediği için kapalı tutuyoruz gibi haberler yapılıyor, ama işin aslı öyle değil.

Biz Maraş’ı 1974’ten bu yana müzakerelerde bir pazarlık kozu olarak kullanmak üzere elde tutuyorduk. Amaç hep şuydu: Müzakerelerde hatırı sayılır bir şey elde edip karşılığında da Maraş’ı karşı tarafa vereceğiz. 1979’da Denktaş-Kipriyanu görüşmelerinde bir Doruk Anlaşması imzalandı. Biz orada bütünlüklü bir çözümü beklemeden Maraş’ı yasal sahiplerine iade etmeyi kabul ettik. Şimdi diyorlar ya; “bazı Rumcular Maraş’ı vermek istiyor, ah rahmetli Denktaş olaydı” diye, yahu biz zaten orasını en baştan vermek üzere aldık. Denktaş bile bunun pazarlığını görüştü hep.

Ama dört yıl sonra, 15 Kasım 1983’te, KKTC’nin tek taraflı ilan edilmesiyle işler başka tarafa kaydı. BM Güvenlik Konseyi art arda bu bağımsızlık kararını kınadı, ilan edilen devletin tanınmaması çağrısını yaptı. Bunu 541 ve 544 sayılı kararlarla uluslararası topluma duyurdu. BM Güvenlik Konseyi, 11 Mayıs 1984’te 550 sayılı bir karar daha aldı. Maraş’a, kendi sakini dışındaki insanların yerleştirilmesi kabul edilemez bulundu. Kentin BM yönetimine devredilmesi çağrısı yapıldı. Buna bir de 1992’de 550 sayılı karara yeniden atıfta bulunan 789 sayılı karar eklendi.

Akılcı çözüm şu: Bugün Maraş’ın yasal sahiplerinin, eski sakinlerinin 35-40 bin kişi olduğu tahmin ediliyor. Bunca yıldır mağdur olmuş insanlar bunlar. Bu insanlara eski kentlerine dönmeleri için çağrı yapılabilir ilk başta. Elbette bölgenin yeniden inşa edilmesi lâzım. AB’nin temel fikriyatı kömür-çelik birliğidir. Aynı onun gibi, sadece Maraş için supra-nasyonal bir komite kurulsa… Daha geniş perspektiften ele alınabilse, bütün bu Kıbrıs uyuşmazlığının, Doğu Akdeniz’deki enerji çatışmasının seyrini değiştirmek mümkün.

Sonuçta, 35 bin civarı hak sahibi Rum gelip de oraya yeniden yerleşmeyi kabul etse, o bölge yeniden hayat bulsa, mevcut Kuzey-Güney dengesinin dışında üçüncü bir alan oluşacak. Burada Kıbrıs Türk otoriteleri altında Maraşlı Rumların yerleşmesiyle başlayacak bir imar ve inkişaf Güney’in uzlaşmaz statükosunun da sorgulanmasına sebep olabilir.

Varoşa’da (Maraş) dikenli tellerin ardında sahibini bekleyen bir konut. (Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu)

Kıbrıs müzakerelerinin şöyle bir açmazı vardır: Her şeyde anlaşılana dek hiçbir şeyde anlaşılmamış sayılır. Maraş’ta böylesi bir açılım bu kısır döngüyü kırabilir. Ama tabii şöyle bir sorun var: Türkiye’de hem Kıbrıs’ta hem de Doğu Akdeniz’de böylesi bir öne geçmeyi akıl etmeyi isteyen var mı, yoksa bu Maraş meselesine dar ulusçu pencereden, bir inşaat fırsatı, ganimet furyası, çok kârlı bir hafriyat işi, bir TOKİ projesi gibi mi bakılacak?

Ancak, hakikaten Maraş akılcı bir diplomatik akıl, şeffaf bir kamu diplomasisi ile ele alınsa hem Türkiye’nin hem de Kıbrıs’ın sıkıştığı bu gündemde beklenmedik bir domino etkisi yaratabilir. Anastasiadis’i ikna etmeye çalışmadan yepyeni bir insan kitlesiyle bir arada yaşamaya başlayabiliriz. Maraş bir deneme, bir laboratuvar olabilir. Sadece Kıbrıs için değil, tüm insanlık adına güzel bir arayış haline gelebilir.

Türkiye televizyonlarında Türkiye’den ve Türkiye’nin çıkarları açısından Kıbrıs hakkında konuşanları Lefkoşa’da izlerken insan ne hissediyor? Bir de tersini yaparsak, oradan bakınca Türkiye nasıl görünüyor?

Türkiye medyasının bir inancı vardır: Kıbrıs haberleri, yazıları okunmaz, izlenmez; müşterisi yok. Zaten sıkıcıdır. Öğrenmeye de gerek yoktur. Vakit kaybıdır. Ama konuşulması gerektiğinde hepsi uzmandır ve konuyu biliyorlardır. Oysa en basit temel kavramları, temel kronolojiyi bile bilmeden konuşuyorlar. Garantörlükten konuşup duruyorlar, ama garanti anlaşmasının ne olduğu konusunda en ufak fikirleri yok.

Aslında normalde bulaşmak istedikleri bir konu değil Kıbrıs, ama bazen konuşmak zorunda kalıyorlar ve görev savma kabilinden yalan yanlış konuşuyorlar. Öyle çamlar devriliyor ki, insan inanmakta zorluk çekiyor. Ama biz de bazen izliyoruz işte. Bazen kızıyoruz, bazen gülüyoruz. Ama Türkiye’nin başka alanlardaki gazetecilik ya da yazarlık faaliyetini takdir ettiğiniz isimler bile uluslararası ilişkiler fakültesindeki bir ikinci sınıf öğrencisi olsalar Kıbrıs konulu bir sınavda geçer not alamazlar.

Maraş akılcı bir diplomatik akıl, şeffaf bir kamu diplomasisi ile ele alınsa hem Türkiye’nin hem de Kıbrıs’ın sıkıştığı bu gündemde beklenmedik bir domino etkisi yaratabilir. Maraş bir deneme, bir laboratuvar olabilir. Sadece Kıbrıs için değil, tüm insanlık adına güzel bir arayış haline gelebilir.

Türkiye’de sol ya da sol liberal diyebileceğimiz kitleye mensup muhalif gazeteciler de buraya birkaç günlüğüne geldiklerinde kendileri gibi olan ve onlara aslında duymak istediklerini söyleyen, toplumun genelini yansıtmayan siyasi çevrelerle ilişkileniyorlar, sonra da Kıbrıs’ı anladıklarını sanıyorlar. Tabii burada Kıbrıslıların da kusuru var. Kendilerini Türkiye’ye anlatabilmiş değiller. Mesela Türkiye’de Kürt sorunu ne kadar yakıcı etkilere sebep olsa da Türkiye toplumu bir şekilde Kürtlerin varlığını, meselelerini kavramış durumda. Elbette Kürt siyasetinin ısrarla yıllardır kendilerini anlatma çabasını gözardı edemeyiz ama, Kürtler ve Türkler iç içe yaşıyorlar, günlük hayat içinde, özellikle büyük şehirlerde birbirlerini tanıyorlar, anlıyorlar. Kıbrıs ise uzak kalıyor, Türkiye toplumu anlayıp öğrenemiyor. Kıbrıs Türk toplumu da küçük bir insan topluluğu olarak kendisini anlatamıyor, ulaşamıyor oraya.

“Kıbrıs’tan bakınca Türkiye nasıl görünüyor” demiştiniz. Bilmediğiniz bir şey değil, ama dışarıdan bakınca daha da vahim bir görüntü var, Türkiye tamamen kutuplaşma üzerinden giden bir yer. Televizyon programlarında konuşulanlar, siyasetçilerin söyledikleri, sosyal medyada insanların paylaşımları çok tuhaf geliyor. Bu sadece iktidarın söylemi açısından değil, muhalefette konumlananlar da bu kutuplaşma siyasetinin bir parçası, hatta bu oyunu çoğu zaman iktidardan daha büyük bir şevkle oynuyorlar.

Son seçimlerde bu kutuplaşma mantığını buraya da ihraç ettiler. El birliğiyle. Oysa, burada seçim heyecanıyla sert konuşmalar olur, ama adalılıktan mıdır, yoksa Akdenizlilik midir, bilemeyeceğim, üç saat sonra o siyasi hasım konumundakiler birlikte meyhaneye giderler. Türkiye’de bir insanın kafasının rahat olabilmesi, doğru düşünebilmesi, ruh sağlığını bozmaması için tüm kesimlerin konuşmalarından uzak durması, dinlememesi, sosyal medya paylaşımlarına hiç göz atmaması lâzım. Ama sanırım mümkün olamıyor. Tamam, tüm dünya biraz böyle şu an, Kıbrıs’ta da aynı şekilde herkes kendi gibi olanla sosyal medya aracılığıyla iletişim kuruyor ve birbirine propaganda yapıyor, ama Türkiye’ye göre burası o kadar da vahim değil sanırım.

Bir de Türkiye’de dikkatimi çeken insanlardaki büyük umutsuzluk. Ve umut verebilecek herhangi bir fikirden, öneriden laf açan yok. Herkes olumsuzluktan, kötülükten, yanlışlıktan bahsediyor. Hem de büyük bir hevesle. Bir toplumun bu kadar umutsuzluk dolu bir gündemi olması, bundan beslenmesi korkutucu. Umut derken boş bir iyimserliği kastetmediğim açık herhalde.

^