TOPLUMU AYDINLATMA SUÇUYLA YARGILANAN BİLİM İNSANI: BÜLENT ŞIK –II

Söyleşi: Anıl Olcan
25 Eylül 2019
SATIRBAŞLARI

Kafka’ya bile “yok artık” dedirtecek bir davanın üçüncü duruşması 26 Eylül’de görülüyor. Bir ülkenin Sağlık Bakanlığı, kendisinin yaptığı ve halk sağlığını ölümcül derecede tehdit edildiğini ortaya çıkaran bir araştırmanın sonuçlarını gizlemekle kalmıyor, bu sonuçları duyuran bilim insanını “devlet sırlarını açıklamak” ile suçluyor. Ülke Türkiye, araştırma Ergene havzası ve Kocaeli’nde kanser vakalarının artışı hakkında, suçlayan Sağlık Bakanlığı, suçlanan bilim insanı Bülent Şık. Anlatılan hepimizin hikâyesi: Halk sağlığı, maddi-manevi zehirlenme, ekolojik yıkım, hak-hukuk tanımayan şirket-devlet, neoliberal kapitalizmin yerüstünde, yeraltında ne varsa metalaştırması, zincirleme küresel krizler… Bülent Şık’a bağlanıyoruz. “Nehir söyleşi”nin ikinci bölümü huzurlarınızda… 
Tarım endüstrisinin kimyasal bağımlılığı insanlığın önüne ağır bir fatura koydu

Basın yoluyla açıkladığınız Sağlık Bakanlığı’na ait raporda, analiz ettiğiniz bir su örneğinde kullanımı yasaklanmış toksik kimyasala rastladığınıza dair veriler var. Endüstriyel tarımın toksik katmanlarına dair veriler çok çarpıcı. Bu tespitleriniz hakkında ne söylemek istersiniz?

Bülent Şık: O su örneğinde tespit ettiğimiz kimyasal aldrin isimli DDT benzeri bir tarım zehiri. DDT kalıcı organik kirletici olarak nitelenen, yani çok uzun süreler boyunca zehirli etkisini yitirmeden doğada kalabilen bir kimyasal madde. Aldrin bir kez kullanıldığı zaman on yıllarca sürebilecek bir kirliğe neden oluyor. Canlıların dokularında birikim yapıyor. Bu nedenle yasaklandılar. Türkiye’de DDT kullanımı 1985’de, aldrin ise 1970’lerin ortalarında yasaklandı. Ama hâlâ kalıntıları çıkabiliyor. Kimyasalların bir moleküler yapısı vardır ve o yapı ısı, oksijen ve ışık gibi etkenler vasıtasıyla zamanla parçalanır. Bu kimyasalları vücudumuza gıdalarla ya da sularla aldığımız zaman vücudumuzdaki fizyolojik süreçlerde enzimler de bu molekülleri parçalayıcı işlev görür. Toksik kimyasalların vücudumuzdan atılması, bu parçalanarak vücuttan atılabilir formlara dönüşmesi ile olur. Gerçi bazen parçalanma süreçleri çok daha tehlikeli kimyasal moleküller açığa çıkarır, ama şimdi o konuya hiç girmeyeyim. Bir kimyasal maddenin suda çözülme özelliği varsa idrarla atılabilir, ama yağda çözünebilen bir kimyasalsa vücuttaki yağlı dokularda birikir. Yağlar suda çözünmez çünkü.

2012’de yaptığımız araştırmada kullanımına yasak getirilmiş çeşitli pestisit kalıntılarına gıda maddelerinde rastladık. Tarım Bakanlığı’nın sitesinde yasaklanmış pestisitlerin listesine ulaşabilirsiniz. 186 adet yasaklı pestisit bulunuyor o listede, ama bu pestisitlerin bazıları hâlâ kullanılıyor. Mevzuatın yasaklaması pestisitlerin piyasada kullanılmadığı anlamına gelmiyor.

Biyolojik birikim derken kastettiğim bu. Aldrin ve DDT gibi maddeler yağda çözünür. Vücudumuza girdiklerinde yağlı dokulara yerleşirler. Bu, bir canlının yağ dokusunda bu maddelerin birikmesi demek oluyor. Suda yaşayan bitkiler, planktonlar ve çok sayıda sucul canlı bu toksik maddeleri bünyelerine alırlar. Aynı şekilde kirli bir toprakta yetiştirilen gıdalar bu kimyasalları bünyelerine alacak ve sonra insanlara geçirecektir. Besin zinciri içinde taşınan toksik atıklar nihayetinde insana kadar gelir. Anneler çocuklarını emzirdikleri sırada vücutlarındaki yağın bir kısmını süte geçirirler. 1970’li yıllarda anne sütünde bu kimyasalların toksik kalıntılarına rastlanması ile yasaklama tartışmaları ivme kazanmıştır zaten. Yasaklanmasının üzerinden kırk yıl geçmesine rağmen DDT, aldrin gibi kalıcı kirliliğe neden olan toksik kimyasalları ya da parçalanma ürünlerini gıdalarda, sularda hâlâ tespit ediyoruz. Kimyasal maddelerin kullanımı yasaklanmış olabilir, ama bu toksik kimyasalların zararlı etkilerinin çevreden kalktığı anlamına gelmez. Dolayısıyla kimyasal kirliliği iyi izlemek, ihtiyatlı olmak, zamanında önlem almak kritiktir. Ama en başta kirletmemeyi esas almak gerekir.

Yakın zamanda kullanımı yasaklanmış kimyasalların kalıcılığı kendisini nasıl gösteriyor? Yaptığınız analizlerde yakın zamanda kullanımı yasaklanmış pestisitlerin kalıntılarına rastladınız mı?

2012’de yaptığımız araştırma çalışmasında kullanımına yasak getirilmiş çeşitli pestisit kalıntılarına gıda maddelerinde rastladık. Tarım Bakanlığı’nın internet sitesine girdiğinizde yasaklanmış pestisitlerin listesine ulaşabilirsiniz. 186 adet yasaklı pestisit bulunuyor o listede, ama maalesef bu pestisitlerin bazıları hâlâ kullanılıyor. Mevzuatın bu maddelerin kullanımını yasaklaması pestisitlerin piyasada kullanılmadığı anlamına gelmiyor. Geçtiğimiz ay Bianet’e bu konu ile ilgili art arda birkaç yazı yazmıştım.

Denetimsizliğin olmayışı çok sık dile getiriliyor, ama bana göre daha kapsamlı bir bakış açısına ihtiyacımız var. İnsan ve çevre sağlığını korumaya yönelik mevzuatlar olsa bile, bu mevzuatların uygulanması sürecinde denetim, izleme ve kontrol süreçlerini dikkatle uygulayacak bir kamu otoritesi yok. Yurttaşların kamu kurumlarının çalışmalarına dair bilgilere erişimi hiç düzeyinde; ne yapılıyor, ne kadar yapılıyor, hiçbir şey bilmiyoruz. Oluşturulan yasal mevzuatlar da çok sorunlu. On yıllar boyunca kullanılmasına izin verilen, güvenli olarak nitelenen bir toksik kimyasalın çocuk sağlığı ya da tabiattaki bir canlı, örneğin arılar için ciddi zararlara yol açtığı farkedilerek kullanımına yasak getiriliyor. Peki, diyelim kırk yıl boyunca kullanılmış olmasından doğan zararı kim tazmin edecek? Bu süre boyunca kullanılması sonucu birileri sağlık zararına uğramışsa, ki mutlaka uğramıştır, bu insanların zararı nasıl giderilecek? Bu sorular asla gündeme gelmez. Daha kötüsü, bir ülkede kanserojen olduğu için yasaklanan bir kimyasal maddenin üretimine yasak getirilmez ve bu kimyasal çevre ya da halk sağlığı mevzuatı zayıf bazı ülkelere ihraç edilerek gelir sağlanır. Örneğin, İngiltere çocuk sağlığı için gerçekten çok tehlikeli Paraquat isimli toksik kimyasalı kendi ülkesinde yasaklarken pek çok Afrika, Güney Amerika ve Asya ülkelerine ihraç ediyor yıllardır. Böyle yüzlerce örnek sayabilirim. Yasal mevzuatlardan koruma beklemenin epeyce güçleştiğini düşünüyorum. Yasa mevcut kontrolsüzlüğü kabul edilebilir kılan bir işlev görüyor artık.

Bir ülkede kanserojen olduğu için yasaklanan bir kimyasal maddenin üretimine yasak getirilmez ve bu kimyasal, çevre ya da halk sağlığı mevzuatı zayıf bazı ülkelere ihraç edilir. Örneğin, İngiltere çocuk sağlığı için çok tehlikeli Paraquat isimli toksik kimyasalı kendi ülkesinde yasaklarken Afrika, Güney Amerika ve Asya ülkelerine ihraç ediyor yıllardır.

Duruşmalarda genel olarak yaptığınız savunmada, neoliberalizm ile birlikte devletin ortadan kaybolduğu bir duruma işaret ettiğinizi söyleyebilir miyiz?

Gıda meselelerini baz alarak, daraltılmış bir çerçeveden bakacağım meseleye. Devlet dediğimiz yapının kamu refahını, halk sağlığını ve çevre sağlığını koruma konusunda ciddi yükümlülükleri var. Ama geldiğimiz noktada şirket gibi çalışan bir yapı var karşımızda. İçinde bulunduğumuz zaman, kamu fikrinin dağıldığı bir zaman. Ama bu dağılma önce kurumlardan başladı. Sadece geçtiğimiz otuz yıl içinde Tarım Bakanlığı içinde yer alan, ama az ama çok, piyasayı dizginleyen, üreticilere çeşitli şekillerde destek olan, bilfiil üretim yapan onlarca kamu kurumunun nasıl tasfiye edildiğini, özelleştirme adı altında nasıl kapatıldığını bir düşünelim. Türkiye Zirai Donatım Kurumu’nu, Devlet Üretim Çiftlikleri’ni, Yem Sanayii Türk AŞ’ye (Yemsan) bağlı 24 yem fabrikasına ne olduğunu, Süt Endüstrisi Kurumu’nun fabrikalarını, Et Balık Kurumu’nun kombinalarını hatırlayan var mı? Tarımdaki zararlılarla mücadele etmek için 1965’te Antalya’da kurulan Biyolojik Mücadele Enstitüsü vardı, bir gecede kapatıldı. Ve şimdi biyolojik mücadelenin nasıl da önemli olduğunu, kullanılan tonla pestisitin yol açtığı sağlık zararlarını konuşuyoruz. Kamu fikri kurumlarda vücut buluyor. Kurumlar yok olduğunda onlarla birlikte ilişkiler de yok oluyor. Neoliberalizm toplumsal ilişkileri fakirleştiriyor. Gıda ölçeğinde bakarsam meseleye, ilgili bakanlıkların gıda güvencesini sağlamak, gıda güvenliği çalışmalarını yapmak, kamu sağlığını koruyucu tedbirleri almak gibi asli sorumluluklarını bile yerine getirmediğini görüyoruz. Devlet bir şirket gibi davrandığında ne yapacağız? Önümüzdeki soru budur. Tarım Bakanlığı, Semerat Holding yapılmak isteniyor. Bu olduğunda hâlâ bir kamu kurumundan söz edebilecek miyiz, ya da kamudan?

Ekolojik felaket bölgesi İzmit Körfezi’nde yaşayan kuş türleri üç haneli rakamlardan tek hanelilere düştü

Hakkınızda açılan davada tarafınıza yapılan suçlamalardan biri devletin sırlarını açıklamak. Halk sağlığı açısından baktığınızda bu verileri topluma açarken nasıl bir etik tartışma yürüttünüz?

Bu ikilemi Sağlık Bakanlığı ile yaptığımız çalışma öncesinde yürütmüş olduğumuz bir araştırma çalışmasında da yaşamıştım. 2011-2014 arasında Antalya’da yürüttüğümüz araştırmada gıdalarda çocukların hormonal, nöral sistemini bozan pestisit kalıntıları tespit etmiştik. Çalışma tam olarak bitmemiş, proje sonuç raporu henüz yazılmamış olmasına rağmen elimde çok önemli bulduğum bir veri vardı. Kullandığım yöntem doğruydu, çalışma uluslararası alanda geçerli bir yöntemle yapılmıştı ve bilimsel açıdan bir eksiği yoktu. Ortada çocuk sağlığı açısından çok önemli bir veri vardı ve kamu kurumlarının önlem alması gerekiyordu. Toplumun bu bilgiyi bilmesi en doğal hakkıdır. Dolayısıyla bir basın açıklaması ile duyurdum. Sonra Tarım Bakanlığı yetkilileriyle epey sürtüşmemiz oldu, daha önce değinmiştim. Araştırmanın nihai sonuç raporu Akdeniz Üniversitesi Bilimsel Araştırmalar Dairesi’nde duruyor, alınıp okunabilir. O zaman doğru yapmıştım, hâlâ da doğru yaptığıma inanıyorum.

Geçtiğimiz otuz yıl içinde Tarım Bakanlığı içinde yer alan, piyasayı dizginleyen, üreticilere çeşitli şekillerde destek olan, üretim yapan onlarca kamu kurumunun özelleştirme adı altında nasıl kapatıldığını bir düşünelim. Zirai Donatım Kurumu’nu, Devlet Üretim Çiftlikleri’ni, Süt Endüstrisi Kurumu’nun fabrikalarını, Et Balık Kurumu’nun kombinalarını hatırlayan var mı?

Bir çalışmadan elde edilen bulgular ortada bir sorun olduğuna işaret ediyorsa çalışmayı bitirmeye gerek yoktur. Bir adım daha öteye gidersek, halk sağlığı ile ilgili tehdit içeren bir durum varsa açıklanacak bilginin eksiksiz ve mutlaka doğru olmasının da önemi yoktur. Daha sonra bu bilginin doğru olmadığı anlaşılabilir. Ama bilginin doğru olma ihtimalini dikkate alarak açıklama yapma yükümlülüğünü kendimizde görmeliyiz. “Yanlış bilgiyi açıklayalım” demiyorum. Elimde halk sağlığı açısından bir bilgi var ve bir soruna işaret ediyor, “ilave çalışmalar yaparak bu bilgiyi kesinleştireceğim, zaman aralığında ortaya çıkacak zararlar ne olacak?”, bu soruyu dikkate almalıyız diyorum. Böyle durumlarda yanılabilme, yanlışlanabilme ihtimalini göze alarak bir açıklama yapmayı bir mecburiyet olarak görüyorum. Bu bilgiyi kamuya açıkladığımda Tarım Bakanlığı koruma kontrol müdürü beni telefonla arayıp “bu açıklamayı geri çek, ihracatımız zarar görüyor” diye bağırmaya başladı. Aynı bakış açısını Sağlık Bakanlığı’nın bana açtığı davada da görüyoruz. Ülkenin ihracat potansiyelinin zarar gördüğünü ve toplumda infial yarattığını söylüyorlar. Ama bu doğru değil, ortada infiale kapılan insanlar yok, insanların bir sorun karşısında ilk refleksleri paniğe kapılma olabilir, ama ânında devreye giren düşünme tarzı “biz ne yapacağız” demek oluyor. Aslında hemen her zaman olmasa da çözümleri düşünüyoruz daha çok. Halk sağlığıyla ilgili çalışmaların toplumla paylaşılmasının mutlak gereklilik olduğunu düşünüyorum. Bir de tabii hakikat ısrarı diye bir şey var. Akademisyenlik, gazetecilik, hekimlik, avukatlık hakikat ısrarı olan meslekler. Bir köşeye çekilip görmezden gelinebilir, uygun zaman kollanabilir bir şeyleri söylemek için, ama mesleğini seküler bir ahlâk duygusuyla yapıyorsan konuşmadan, müdahil olmadan durmak mümkün değil.

Uçsuz bucaksız sera dokusu Antalya’nın devasa tarım endüstrisini simgeliyor

Mahkemede yaptığınız savunmanızda, hakkınızda açılan davayı gıda güvenliği konusunda kamusal bir tartışma yaratmak için kullanmaya çalıştığınızdan bahsediyorsunuz. Biz ne yapacağız sorusunu soran insanlara ulaşmak konusunda nasıl bir ilerleme kaydettiniz bu süreçte?

Bazen bir duruşma salonu kamusal bir tartışma yaratmanın mekânıdır. Barış akademisyenlerine, gazetecilere, hekimlere, avukatlara açılan davalar bunun iyi bir örneğidir. İddianamede bana yöneltilen suçlamalara yanıt verirken Cumhuriyet gazetesinde yer darlığından dolayı yazamadığım bilgileri ilk beyanımda dile getirdim. O beyanda çalışmanın içeriğinde yer alan 16 projeyi isim isim andım. O proje başlıklarına bakan ve konulara aşina olan insanlar Sağlık Bakanlığı’nın neler gizlediğine dair epeyce fikir edinebilir. Savcılık iddianamesinde, tarafıma yöneltilen üç suç var: Yasaklanan bilgileri temin, yasaklanan bilgileri açıklamak, sır olması gereken bilgilerin kamuya açıklanması. O suçlamalara nasıl yanıt verebilirim diye çok düşündüm. Ama bu sorunuza direkt yanıt vermeden önce bazı şeyleri dile getirmem gerekli.
Gıda güvenliği ile ilgili yapılan akademik çalışmalar genelde meseleyi betimleyen, ama o meselenin nedenleri ve etkenleri arasında ayrım yapmayan, kök nedenlere değinmeyen çalışmalardır. Esasen “Bu mesele neden var?” sorusunu sormayan çalışmalardır. Örneğin, gıdalardaki pestisit kalıntılarının teknolojik olarak geliştirilmiş cihazlarla ve bazı üst düzey donanım ile nasıl çözüleceğine dair çok sayıda çalışma var literatürde. İyi de, bu cihaz ve donanım bireysel olarak satın alınıp eve kurulduğunda, biz bu meseleyi çözmüş mü oluyoruz? Pestisitlerin yol açtığı muazzam biyolojik çeşitlilik kaybını ne yapacağız peki? Saçmalığı aşikâr, ama muazzam destek alıyor bu tip araştırma projeleri. Medyanın bu konuları ele alış tarzı da saçmalıklarla dolu. Geçen sene kışlalarda görülen zehirlenmenin nedeni olarak Salmonella isimli bir bakteri gösterilmişti hatırlarsanız. Oysa Salmonella bakterisi zehirlenmenin nedeni değil, etkenidir. Gerçek neden kışlalarda, yurtlarda, kamu kurumlarında geçmişte kurum içinde olan yemekhanelerin lağvedilmesi, yiyecek üretim sisteminin özelleştirilmesi, denetimsiz ve kontrolsüz bir piyasa sistemine dahil edilmesidir. O sistemin içinde kâr arzusu ile her şey yapılır, gıdalar da kolayca bozulur, zehirler. Kapitalist endüstriyel sistemin çok büyük kusurları var. Bu kusurları görmeden, dikkate almadan etkenleri neden diye sunmak çok büyük kötülüktür.

Devlet bir şirket gibi davrandığında ne yapacağız? Önümüzdeki soru budur. Tarım Bakanlığı, Semerat Holding yapılmak isteniyor. Bu olduğunda hâlâ bir kamu kurumundan söz edebilecek miyiz, ya da kamudan?

Daha kritik sorular var: Bir ülke gıda ihracatını bu kadar yüceltmek zorunda mı? İhracat belli bölgelerde, örneğin Antalya’da, tarım kaynaklı ciddi bir kimyasal madde kirliliğine neden oluyor. Ama öyle bir ihracat fetişizmi var ki, ne olup bittiğini konuşmak bile olanaksız. Sağlık Bakanlığı araştırması gıdalarda pestisit kalıntısının çok olduğunu gösteriyor dediğinizde, meyve-sebze ihracatımız zarar görüyor diye savcılığa şikâyetçi oluyor Sağlık Bakanlığı. Gıda güvenliği ile ilgili akademik literatürde toplumsal sorunların, yoksulluğun, adaletsizliklerin, ekolojik yıkımın ve kirliliğin faillerine ilişkin bilgilere çok zor rastlanır. Çuvaldızı kendi mesleğime batırayım, Gıda Mühendisliği bölümlerinde ekoloji ya da çevre ile ilgili derslere bile rastlamazsınız. Sorunu politik sistemde arayan makalelerin hakemli dergilerde yayınlanması çok zor. Mesela TÜBİTAK bir projeye destek verme koşulu olarak “projenin endüstri ile bir işbirliği içinde çalışması” şartı getirir. Bunu bütünüyle dışlamıyorum, ama bir koşul olması ne demektir? Üniversiteler endüstrinin ArGe birimleri midir? Kök nedenleri görmediğimiz sürece hijyenik, suya sabuna dokunmayan ortamlarda yaptığımız birtakım çalışmalar insanlara, topluma temas etmeyen bir hale geliyor. Benim otuz yılım toksik kimyasal madde analizleri ile geçti. Eğer bu konularda yetkinlik kazandıysam asli sorumluluğumun elde ettiğim verileri, bilgileri topluma sunmak, kamusal tartışmalar yaratmak olduğunu düşünüyorum.

Dünyadan neoliberal felaket manzaraları: Kanada’da nikel atıkları ile kirletilmiş bir nehir (Fotoğraf: Edward Burtynsky)

“Bu meseleyi uzmanlar, uzmanlaşmış kurumlar çözsün” demek doğru değil. Sorunların çözümü için kamusal bir tartışmaya ihtiyaç var. Dolayısıyla laboratuvar işleri ile çok uğraştığım için analitik çalışmaların içerisinde bulunmayan, laboratuvarlarda ne olup bittiğini bilmeyen insanlara durumu anlatabilmek, sorunları gösterebilmek, sorunlar hakkında düşünebilme becerilerini artırmak ve açığa çıkacak kamusal tartışmaların içinde de bulunabilmek istiyorum. Yani, “söyledim, işim bitti” değil, daha müdahil bir anlayışla bilim yapmayı kastediyorum. Bir bilim insanın asli görevinin bu olduğunu düşünüyorum. Bu noktada kendi mesleğime de çuvaldızı batırmam gerekiyor. Türkiye’de yetmişe yakın Gıda Mühendisliği bölümü kırk yıla yakındır çalışmalar yapıyor. Ama bu bölümlerin maalesef yarattığı tek bir kamusal tartışma yoktur. Türkiye’de son on yıl içinde yapılmış ulusal ve uluslararası gıda kongrelerinin bildirilerine bir bakın, bunca konuşulmasına, cayır cayır bağıran bir sorun olmasına rağmen iklim krizi konusunda yazılmış bildirilerin sayısı son derece azdır. Oysa iklim krizinde en büyük sorunlar gıda üretim-tüketim zincirinde oluyor, olacaktır. “Ne ile uğraşıyorum ben?” sorusunu sormalıyız kendimize. Epeyce uzattım. Sağlık Bakanlığı’nın gizlediği bilgiler mevzubahis olduğunda da insanlar bunları öğrenmelidir diye düşündüm. Nasıl bir dünyada yaşadıklarını bilmek insanların hakkıdır. Ben hâlâ bilmenin bir şeyleri değiştireceğine inanıyorum.

Üzerinde düşünmemiz gereken “üniversitede ve kamu kurumlarında üretilen bilginin sahibi kimdir?” sorusu. Sağlık Bakanlığı, kamu sağlığını ve özellikle çocuk sağlığını ilgilendiren 16 proje yürüttü. Bu bilgilerin gizlenmesinin kime ne yararı var? Kamuya bir yararı yok. Aksine, Sağlık Bakanlığı bu bilgileri gizleyerek insanların hastalanmasına neden olan bir faaliyet içine giriyor.

Sır ve gizlilik söylemi Türkiye’de pek çok açıdan hakikati örten bir perde gibi kullanılıyor. Siz nasıl bakıyorsunuz bu duruma?

Birtakım şeyleri kutsal ve erişilmez kılan her söylem çok problemli. İlk duruşmada araştırmanın gizli olup olmadığı, elde edilen bulguların neler olduğu ve bu bulgularla ilgili ne gibi çalışmaların yapıldığı ile ilgili avukatlarla birlikte resmi bir yazı hazırladık. Bu resmi evrakın kovuşturmanın genişletilmesi talebiyle Sağlık Bakanlığı’na gönderilmesini mahkeme yargıcından talep ettik. Bu talebimiz reddedildi. İkinci duruşmada sağlık söz konusu olduğunda tedavi edici bir yaklaşımdan öte hastalığın önlenmesinin daha kıymetli bir halk sağlığı çabası olduğunu söylemiştim. Koruyucu ve önleyici tıp açısından Sağlık Bakanlığı’nın ne yaptığının sorulmasını talep ettim. Bu talebimiz de reddedildi. Israrla mahkeme konuyu “gizli bilgilerin açıklanması” noktasından görüyor. Bakanlık ile imzaladığım çalışma sözleşmesine uymamayı göze almıştım. Sadece bu kadar ağır bir suçlamayı beklemiyordum doğrusu. Bu çalışma kim için yapıldı? Üzerinde düşünmemiz gerekenin “üniversitede ve kamu kurumlarında üretilen bilginin sahibi kimdir?” sorusu olduğunu düşünüyorum. Sağlık Bakanlığı, kamu sağlığını ve özellikle çocuk sağlığını ilgilendiren 16 proje yürüttü. Bu bilgilerin gizlenmesinin kime ne yararı var? Kamuya bir yararı var mı? Yok. Aksine, Sağlık Bakanlığı bu bilgileri gizleyerek insanların hastalanmasına neden olan bir faaliyet içine giriyor. Bu bilgilerin gizlenmesinin ancak şirketlere bir faydası vardır. Ortada bu kirliliği yaratan failler var çünkü.

Dünyadan neoliberal felaket manzaraları: Çin’de bir tavuk kesim fabrikası (Fotoğraf: Edward Burtynsky)

Mahkemede yaptığınız savunmada koruyucu, önleyici sağlık tanımdan bahsediyorsunuz. Bu tanımı biraz daha açar mısınız?

Halk sağlığı ile uğraşan arkadaşlarımın hep söylediği bir şey var: “Herkes için sağlık, her yerde sağlık.” Bu tanımlayıcı ilke doğrudan bir eşitlik vurgusu yapar. İnsanlar gelir düzeyine, cinsiyetine, etnik kökenine vs. göre ayrıştırılamaz. “Her yerde sağlık” tanımına ise çatışmaların barışçı bir şekilde sonlandırılması da dahildir, ekolojik kirliliğin engellenmesi de… Halk sağlığı çalışmalarının çerçevesi olağanüstü geniştir; meseleleri içine gömülü olduğu sosyolojik zeminden kavrar. Bu bağlamda halk sağlığı ile ilgili bir meseleyi kişiselleştirdiğimizde çok yanlış bir şey yapmış oluruz. Bunun en iyi örneği obezitedir. Piyasada çocukların tüketimine sunulmuş üç binin üzerinde abur cubur, tabiri caizse ıvır zıvır ürün var. Bu abur cuburların fiyatları çok ucuz ve erişimi çok kolay. Gıda sistemi dediğimiz olgu her yere bu ürünleri dağıtıyor. Bu ürünler yüksek oranda şeker içeriyor. Bu tarz ürünleri teşvik ettiğiniz ya da önünü açtığınız bir beslenme sisteminde çocuklarda obezite görülmeye başlanıyor. Türkiye’de 0-18 yaş arası altı çocuktan biri obezite sorunu yaşıyor. Erken yaşta başlayan obezite, kalp-damar hastalıklarından kansere kadar çok sayıda başka hastalığa neden olabiliyor.

Dünya Sağlık Örgütü yetersiz beslenme, obezite sorunu ve iklim krizini bir “sindemi” olarak tanımladı. Sindemi, Yunancada bazı etkenler yan yana geldiğinde toplam etkinin daha şiddetle olduğunu belirten bir tanım. Her biri zaten tek başına ciddi olan sorunlar yan yana geldiğinde, birbirlerinin etkisini güçlendiriyor ve toplamda ortaya çıkan sağlık sorunu daha ağır oluyor.

Şekerin bu kadar yaygın olmasını doğal bir durummuş gibi kabul edip meseleyi bireylere yüklediğimizde hata yaparız. Sağlık Bakanlığı’nın ve akademinin yaygın söylemi olan “yediklerine dikkat etmiyorsun ve az hareket ediyorsun!” söylemi meseleye bireysel bir açıdan yaklaşıyor, “obez isen sorumlusu sensin” demeye getiriyor. Bir yetişkinden irade sahibi olmasını bir ölçüde bekleyebiliriz, ama çocuklardan bunu nasıl bekleyebiliriz? Yapılması gereken çocuğun yüz yüze olduğu bu gıda rejimini değiştirmektir. İçinde tonla şeker olan ve başka herhangi bir şey olmayan binlerce gıda ürününün üretilmesini engellemektir. “Obezite ile mücadele etmek için bu gıda rejiminin değişmesi gerekiyor” dediğinizde ise karşınızda devleti ve şirketleri buluyorsunuz. Maalesef akademinin bakış açısı gıda rejiminin değişmesi gerektiğini düşünen bir noktada değil, sorumluluğu bireylere yıkan bir noktada. Bu durumda da zamanla ortaya çıkacak sağlık sorunları tedavi edici yaklaşımlarla çözülmeye çalışılıyor. Ama daha en başta bu sağlıksız sonuçlar üreten gıda rejimini değiştirsek obeziteye bağlı sorunların görülme sıklığı çok düşecektir. Yani böyle yaparak koruyucu, önleyici tıp çalışmalarını öne çıkarmış oluyoruz. Aslında sadece tıp da değil, gıda, çevre ve sosyoloji başta olmak üzere çeşitli branşlar da bu yaklaşıma dahil edilebilir.

Bahsettiğiniz gıda rejiminin gıda küreselleşmesiyle nasıl bir ilişkisi var?

Dünya Sağlık Örgütü geçtiğimiz hafta bir açıklama yaparak yetersiz beslenme, obezite sorunu ve iklim krizini bir “sindemi” olarak tanımladı. Sindemi, Yunancada bazı etkenler yan yana geldiğinde toplam etkinin daha şiddetle olduğunu belirten sinerji kelimesiyle, halk anlamına gelen demos kelimesinin birleşiminden üretilen bir tanım. Sindemi, halkın genelinde görülebilecek bir sağlık sorununu şiddetlendirebilecek etkenlerin yan yanalığı olarak tanımlanabilir. Her biri zaten tek başına ciddi olan bu sorunlar yan yana geldiğinde birbirlerinin etkisini güçlendiriyor ve toplamda ortaya çıkan sağlık sorunu daha ağır oluyor. Yetersiz beslenme ve açlık 1970’lerden beri önemli bir halk sağlığı sorunu. Burada hem obezitenin hem yetersiz beslenmenin hem de iklim krizinin önemli kök nedenlerinden biri gıda üretim-tüketim sürecinin metalaşmasıdır. Basit bir ifadeyle, kırk yıl önce hemen herkes yoğurdunu evde yaparken artık marketlerden alınması buna bir örnek olabilir. Kırsalda bile böyle.

Dünyadan neoliberal felaket manzaraları: 99 sent mağazalarının abur cubur reyonları (Fotoğraf: Andreas Gursky)

Gıda üretim-tüketim süreci özünde fiziksel değil, biyolojik bir süreç. Biyolojik süreçleri en kılcal noktalarına kadar metalaştırmak çok ağır sağlık ve çevre sorunları doğuruyor. Çok kısa, basit bir örnek vermeye çalışacağım. Antalya’da otuz yıl önce yerel ölçekte üretim yapan kırka yakın mandıra vardı. Şu an tüm Antalya’da iki tane kaldı. Eskiden Antalya’da üretilen süt büyük ölçüde Antalya içinde tüketime sunuluyordu. Sonra 500-700 kilometre öteden gelen büyük süt işletmeleri üste biraz para verip bu sütleri toplamaya başladı. Emek yoğun çalışan yerel üreticiler finansman açısından çok güçlü bu şirketlerle baş edemedi. Çiğ süt çok çabuk bozulan bir gıda maddesi. Yereldeki mandıraları tasfiye eden şirketler bu süreç içinde soğukta nakliyeyi sağlayan taşıtlar, soğuk hava tesisleri, dağıtım ağları ile büyük bir organizasyon kurdular. 700 kilometre öteden soğuk hava deposu içeren bir araç gönderilip süt toplanıyor ve fabrikada işlenip o ürünler geri gönderiliyor. Bu sistem muazzam bir enerji tüketir. Bunun sonucu en basitinden iklim krizine yol açan karbondioksit emisyonun, çevre kirliliğinin artmasıdır. Çok basitleştiriyorum, ama sistem böyle işledi yıllarca. Sonra, onca tahrip ettikten sonra, şimdi yerelde üretim ve tüketimin giderek bir mecburiyet haline gelişinden, küçük çiftçiliğin öneminden, endüstriyel hayvancılığın nasıl da iklim krizini şiddetlendirdiğinden, gıdaların uzak mesafelerden temininin yol açtığı sorunlardan, ihracata dayalı gıda üretim politikalarının temel gıda maddelerinin temininde yol açtığı güvencesizlikten söz eder durumda buluyoruz kendimizi. Gıda üretim-tüketim sürecinin yerel ya da küresel ölçekteki metalaşması yereldeki insanların kendi ihtiyaçlarını giderebilme yeteneklerinin tahrip olması anlamına gelir. Bütün bu sürecin nihai sonucu gıda güvencesi ve güvenliği ile ilgili sorunlarda muazzam bir artıştır. Çok uzun bir konu bu ama…

Sağlık Bakanlığı ile süren davanızın haricinde, barış bildirisini imzaladığınız için hakkınızda açılan dava da sürüyor. Bu sürecin sonunu nasıl görüyorsunuz? Tekrar akademiye dönmek gibi bir beklentiniz var mı?

Antalya’da barış bildirisine imza atan toplam sekiz kişiyiz. Hepimizin duygusu aynı. Bu soruyu bana üç yıl önce sorsaydınız, “umudum var” diyebilirdim. Bu meselenin bu kadar uzayacağını tahmin etmiyordum. 2016 Ocak’ta başladı bu süreç. O dönemde işten atılmadığım halde çalıştığım bütün projelerden çıkarıldım. Çıkartıldığım projelerden biri de Sağlık Bakanlığı’nın projesiydi. Üniversitede Gıda Güvenliği Araştırma Merkezi’nde teknik müdür yardımcısıydım, oradan da çıkarıldım. Üniversitede olumsuz bir süreç işlemeye başlamıştı ve işten çıkarılma onun doruk noktası oldu. Elbette dönmek mümkün, ama hakkımı aldığımı hissetmek için dönerim. Özellikle fen bilimlerinde çalışan insanların yıllarca emekle oluşturduğu her şey alt üst edilmiş durumda. Analitik altyapıyı, donanımı yeniden kurmak, malzeme temin etmek, bazı projeler için fon bulmak artık imkânsız. Döndüğümde ne olacağı büyük bir soru işareti. Ama bilgi üretmeye devam edeceğim yapabildiğim kadarıyla.

I. BÖLÜM: Vatan, millet fasarya

^