Dünya âleme ibretlik bir davanın üçüncü duruşması var 26 Eylül’de. Bir bilim insanı, bir ülkenin sağlığından sorumlu bakanlığın yaptığı, ama sonuçlarını toplumdan gizlediği bir araştırmayı kamuoyuna açıklıyor. Söz konusu bakanlığın yetkililerinin yargılanması gerekirken, kamu sağlığının nasıl bir tehdit altında olduğunu belgeleyen bilim insanı “devlet sırlarını açıklamak” ile suçlanıyor. Ülke Türkiye, araştırma Ergene havzası ve Kocaeli’nde kanser vakalarının artışı hakkında, suçlayan Sağlık Bakanlığı, suçlanan bilim insanı Bülent Şık. Anlatılan hepimizin hikâyesi: Halk sağlığı, maddi-manevi zehirlenme, ekolojik yıkım, hak-hukuk tanımayan şirket-devlet, neoliberal kapitalizmin yerüstünde, yeraltında ne varsa metalaştırması, zincirleme küresel krizler… Organik aydın Bülent Şık’ı dinliyoruz. “Nehir söyleşi”nin birinci bölüm huzurlarınızda…
En baştan alalım. Halk sağlığı ile ilgili yaptığınız çalışmalar nasıl başladı?
Bülent Şık: Gıda mühendisiyim. “Laboratuvar çalışmaları sırasında açığa çıkan toksik atıkların azaltılması” ile ilgili bir konuda doktora yaptım. Akdeniz Üniversitesi’nde, 2006’da, Devlet Planlama Teşkilatı tarafından desteklenecek bir ArGe merkezi kurma projesi hazırlamıştık. Projenin ana amacı gıdalarda, sularda, çevresel ortamlarda ve biyokimyasal örneklerdeki kimyasal maddelerin analiz edilmesi için bir laboratuvar kurmaktı. Bu proje desteklendi. O dönem hem Tarım Bakanlığı’nda çalışıyordum hem de projede görevim vardı. Desteklenen proje ile 2009’dan itibaren Akdeniz Üniversitesi’nde Gıda Güvenliği ve Tarımsal Araştırmalar Merkezi kurulması çalışmaları başladı. Merkezin inşa süreci, cihaz donanım altyapısının oluşturulması, analitik metodların oluşturulması gibi çeşitli konularda çalışmalarım oldu. 2009’da üniversiteye geçtim ve ArGe merkezinde teknik müdür yardımcısı olarak işe başladım. 2011’de analiz hizmeti vermeye başlayan merkezde gıda, çevre, tıp gibi alanlarda çok sayıda araştırma çalışması yürütülmeye başlandı. 2012 sonuna doğru, şimdi dava konusu olan Sağlık Bakanlığı projesinin koordinatörü bir hoca aradı beni ve kapsamlı bir analiz işi olduğunu söyledi. Epey uzun konuştuk, sonra ArGe merkezimizi de ziyaret etti. Nihayetinde bakanlığın analiz işlerinin ArGe merkezimizde yapılmasına karar verildi. 2013 içinde bakanlık projesine başladık.
2013’te yaptığımız çalışmanın sonuçları öyle ürkütücüydü ki, inanamadım. Bir yanlışlık yaptık, bu kadar yüksek pestisit kalıntısı çıkmaz dedim, her beş üründen biri mevzuatta belirtilen sınırların üzerindeki miktarlarda pestisit kalıntısı içeriyordu. Çalışmamızda bir hata bulamadım, 2014’te çalışmayı aynı dönemde ve aynı ürünlerde tekrarladık ve sonuçlar birbiriyle örtüştü.
Gıdalarda ve sularda ağır metaller, polisiklik aromatik hidrokarbonlar ve pestisit dediğimiz tarım zehirlerinin kalıntılarının araştırılması işini yaptık. Çalışmada Ergene havzasında yer alan Tekirdağ, Kırklareli, Edirne, Kocaeli ilinin tamamı ve Antalya’dan çok sayıda örnek toplandı. Aslında araştırma çalışmasının kapsamı gerçekten muazzam. Toplamda 1380 gıda ve 1440 adet su örneği ile çalıştık. Çalıştığımız her gıda ve su örneğinin bu beş kentin çeşitli yerleşim noktalarından alındığını düşünün. Bizim ArGe merkezi olarak sorumluluğumuz sadece analiz hizmeti vermekti başlangıçta, ama projeye yaptığım katkılardan dolayı beni de çalışma ekibine dahil ettiler ve böylelikle 2015 Aralık ayına kadar projede çalışmaya devam ettim. Bu süreci ilk duruşmadaki beyanımda ayrıntılarıyla anlattım.
Sağlık Bakanlığı’nın projesinden önce yapmış olduğunuz bölgesel çalışmalar var mı? Gıdalardaki pestisitlerin, ağır metallerin ya da başka kalıntıların bu kadar ciddi boyutlarda olduğuna dair daha önce yapmış olduğunuz bir gözlem var mıydı?
Evet. Bakanlık çalışmasından önce 2011-2014 arasında bir araştırma yürütmüştüm ve o araştırmadan elde ettiğim bazı kritik sonuçları açıkladım diye 2013’te Tarım Bakanlığı ile epeyce sürtüşmem olmuştu.
Tarım Bakanlığı ile yaşanan bu sürtüşmenin nedeni neydi?
ArGe merkezinde göreve başladıktan sonra 2011’de başlayan bazı araştırma projeleri yürütüyordum zaten. Sağlık Bakanlığı projesinden ayrı çalışmalardan söz ediyorum. Antalya odaklı, ki Antalya yılda 6 bin tona varan miktarıyla ülkemizin en fazla pestisit kullanılan illerinin başında gelir. O çalışmalarda gıdalarda çok ciddi pestisit kalıntıları olduğunu tespit etmiştik. Pestisitler tarımda ot, böcekler gibi etkenleri öldürmek için kullanılan zehirli kimyasal maddeler, her biri farklı bir kimyasal yapıya sahiptir ve dünya genelinde kullanılan pestisit sayısı bin adetten fazladır. Mesela şu an ülkemizde 340 civarında farklı çeşit pestisit kullanılıyor. Biz araştırma yaparken, yani 2012’de bu sayı 400 civarındaydı. Pestisit analizi yaparken bu farklı çeşit pestisitlerin tamamına dair bir araştırma yaptığınız zaman bu size doğru bir fikir verebilir. Eğer sadece 100 farklı çeşit pestisit kalıntısına bakıp geriye kalanları araştırmazsanız gerçek durumun ne olduğunu tespit etme imkânınız yoktur. Yaptığımız araştırmada kullandığımız analiz yöntemi ile tespit edilen pestisit sayısı çok fazla, 330 civarında olduğu için gıdalardaki pestisit kalıntılarının ne düzeyde olduğuna dair de doğruluk değeri yüksek bir sonuç elde edildi.
Sağlık Bakanlığı açıkladığım verilerin hiçbirini yalanlamadı. Benim yaptığım kısmi bir açıklama, Sağlık Bakanlığı’nda çok daha büyük bir veri yığını var. Ama bakanlık bu kadar önemli bir halk sağlığı çalışmasında ne ara rapor açıkladı ne de toksik kirliliğin yaşandığı bölgelerde herhangi bir önlem aldı. Bakanlığın yaptığı tek şey bana dava açmak oldu.
Tarım Bakanlığı’nın o dönemde laboratuvarları ve özel laboratuvarlar genelde ihracat için önem arz eden 107 pestisitin kontrollerini yapıyordu. O dönem ihracat kontrolleri için yapılması gereken pestisitlerin sayısı 107 idi çünkü. Geriye kalan 300’ü aşkın pestisitin kontrolleri yapılmıyordu. Kontrolleri yapılmayan pestisitlerin bir kısmı kalıntı bırakıyorsa testler yapılmadığı için gıdada bunu göremiyordunuz. Çok sayıda pestisit çeşidinin analizinin yapılmasının yanısıra, ayrıca analizi yapılacak gıda örneklerinin sayısının da fazla olması gerekir. Yirmi-otuz gıda örneği analiz edilerek de bir şeyler tespit edilebilir, ama gerçek durumu yansıtmaz. Çalışmanın farklı mevsimlere yayılması, analiz edilen örneklerin fazla olması pestisit kalıntı kontrol analizlerinde son derece kritiktir. Biraz analitik kimya bilgisi karıştırdım, umarım sıkılmamışsınızdır. (gülüyor)
İşte 2011-2014 arasında ArGe merkezinde Antalya odaklı ve toplamda 700’den fazla gıda örneğini içeren bir çalışma yapmıştık ve gıdalarda pestisit kalıntılarının çok önemli bir sorun olduğunu tespit etmiştik. 2013’te yaptığımız çalışmanın sonuçları öyle ürkütücüydü ki, inanamadım. Bir yanlışlık yaptık, bu kadar yüksek pestisit kalıntısı çıkmaz herhalde dedim, her beş üründen biri yasal mevzuata aykırı, yani mevzuatta belirtilen sınırların üzerindeki miktarlarda pestisit kalıntısı içeriyordu. Çalışmamızda bir hata bulamadım, ama yine de bir sonraki yıl, 2014’te çalışmayı aynı dönemde ve aynı ürünlerde tekrarladık ve sonuçlar birbiriyle örtüştü. Gıda üretiminde kullanılan yüzlerce pestisit var demiştim ya, işte onların bir kısmı, yaklaşık olarak dörtte biri diyebilirim, hormonal ya da nöral gelişim bozucu olarak niteleniyor. İlk yıl elde ettiğimiz sonuçlar kötüydü ve teyit etmek için bir sonraki yıl tekrarlamıştık çalışmayı. Ama elde edilen sonuçların insan sağlığı açısından kritik önem arz eden tarafları vardı ve bir basın açıklaması ile açıkladım onları. 2013’ün eylül ayıydı. “Gıdalardaki hormonal ve nöral gelişim bozucu pestisit kalıntıları yüksek ve bu pestisitler bebek ve çocuklara veriyor en büyük zararı” diye bir açıklama yaptım. CNN’de de yer almıştı haber. O zaman CNN böyle haberler yapabiliyordu hâlâ, medya da nerden nereye geldi…
Açıklama basında yer alınca ertesi gün Tarım Bakanlığı’nın gıda kontrol müdür yardımcısı telefonla arayıp yaptığım açıklamaları geri çekmemi istedi. Üstelik “Biraz sonra ben de basın toplantısı yapacağım ve sizin açıklamanızı geri çektiğinizi basın mensuplarına söyleyeceğim” dedi. Kulaklarıma inanamadım! Telefonda bir bağırıyor adam, yanımda bir arkadaşım var birlikte çalıştığımız, o da duydu ve şaşkınlıkla bana bakıyor, ne oluyor hocam diye. Uzatmayayım, birbirimize girdik telefonda… Açıklamayı geri çekmedim tabii, aksine bu tehdidini de basına açıklayacağımı söyledim. Biraz tırstı öyle deyince. Ne diyeyim, memleketimizin mümtaz bürokratları… Ama sonra 2014’te yaptığımız tekrar çalışması ile yaptığım açıklamanın ne kadar doğru olduğu teyit edilmiş oldu. Çalışmalardan elde edilen verilerin değerlendirilme süreci bitince, 2015’in temmuz ayında Bianet’te “Gıdada Pestisit Kalıntısı ve Sağlık” başlıklı bir yazı yazdım ortada bir halk sağlığı sorunu olduğunu dile getirdim.
Cumhuriyet gazetesinde yayınladığınız Sağlık Bakanlığı’nın yaptığı araştırma sonuçlarını açıklamaya nasıl bir sürecin sonunda karar verdiniz?
2015’in aralık ayında analitik çalışmalar bitmişti ve çalışmalardan elde ettiğimiz verilerin değerlendirildiği alt proje raporları yazılmıştı. Araştırma 16 farklı alt projeden oluşuyordu ve her bir alt projenin bir sonuç raporu yazıldı. Bu raporların hepsinin ele alındığı bir sonuç değerlendirme toplantısı yapıldı. Elde ettiğimiz bulguların hepsinin ne anlama geldiğini ifade eden bir genel sonuç raporu yazılacaktı. Toplantı üç gün sürdü. Toplantı bittikten iki hafta sonra Barış Bildirisi olayı patladı. Bildiriye imza veren akademisyenlerden biri de bendim. Bildirinin basına yansıması, ardından başlayan linç süreci… Benim ArGe’deki görevlendirmem uzatılmadı. Fiili olarak istifaya zorlandım. Zaten görevlendirmem iptal edildiği için kalmam da olanaksızdı. Sonrasında içinde araştırmacı ya da yürütücü olarak yer aldığım bütün projelerden uzaklaştırıldım; tıpkı çok sayıda barış akademisyeni arkadaşımın da başına geldiği gibi. Nihayetinde 22 Kasım’da 677 sayılı KHK ile de üniversitedeki kamu görevimden çıkarıldım.
Kanserin çeşitleri, hastaların hangi toksik kimyasallara maruz kaldığı bilgisiyle korelasyon kurabilmemizi sağlayan şeylerden biridir. Kimyasal kirliliğin yüksek olduğu bölgelerde yaşayan insanlarda bazı kanserler kimyasal kirliliğin olmadığı ya da daha az olduğu bölgelere göre daha sık gözleniyorsa arada bir korelasyon kurulabilir.
Bir süre sonra, ilk şoklar geçtikten sonra, ister istemez bazı şeyleri merak ediyorsunuz, ne oldu ne bitti, Sağlık Bakanlığı araştırması ne oldu, ne aşamada falan gibi. Çok emek harcadığım, gerçekten çok zamanımı alan ve kanımca olağanüstü büyüklükte bir akademik araştırma olduğu için en çok da bakanlığın araştırmasını merak ediyorum. Neden açıklanmadı rapor, ne yapılıyor acaba gibi sorular kafama takılıyordu. 2016 içinde bir açıklama ve eylem planı bekliyordum aslında bakanlıktan. Projenin akıbeti ile ilgili kendi kendime araştırma yapmaya başladım sonra. Ulaşabildiğim kişilere ne olduğunu, bir önlem alınıp alınmayacağını sordum. 2017’nin ocak ayı içinde projenin bakanlık tarafından açıklanmayacağını ve verilerin gizli tutulacağını anladım. Şimdi bir mağduriyet anlatısı yapmak için söylemiyorum, ama öyle bir çıkarıldım ki ben üniversitedeki görevimden, ArGe merkezindeki odamı sinirle, apar topar terk ettim. Garip gelecek belki ama, barış akademisyenleri nezdinde başlatılan linç ortamından dolayı o dönem bir hafta üniversiteye gidemedim. Odamı bile doğru dürüst toplayamadım, birtakım yazışmaların, evrakların bir kopyasını almak hiç aklıma gelmedi. Ama bakanlığın araştırma çalışmasının analiz raporlarını kendi bilgisayarıma yedeklemiştim daha önce. Bir yedeği de bende olsun diye öylesine yaptığım bir şeydi orada çalışırken. Araştırma verileri kendi bilgisayarımın içindeydi.
İyi ki o bilgileri kendi bilgisayarıma da atmışım. Yaptığım soruşturma süreci sonrası, “Sağlık Bakanlığı bu kadar büyük bir çalışmayı gizleyebilir mi?” diye kendime sordum. O dönemdeki düşüncelerime baktığımda şimdi kendimi naif buluyorum. Gizlenemeyeceğini düşünüyordum açıkçası. Ama aksi kanaat oluşunca, raporun duyurulması gerektiğini düşündüm. 2017’nin ocak ayında oldu bunlar. Daha sonra elimdeki verileri analiz etmeye başladım. Bendeki veriler kısmiydi, 16 farklı çalışma yapılmış ve ben sadece gıdalar ve sularda, yani bu 16 çalışmanın ikisinde görev almışım. Dolayısıyla veri bütünü yoktu bende ve ne yapmalıyım, bu kısmi verilerle açıklamalı mıyım, açıklamamalı mıyım, ya yanlış bir hesap yaparsam gibi düşünceler döndü durdu başlangıçta kafamda. Ama yavaş yavaş veri analizini, literatür kontrollerini yaptım. Sonuçta tekrar tekrar kontrol ederek, doğruluğundan emin olduğum sonuçları açıkladım. Özellikle sularla ilgili verileri analiz etmek epeyce zaman aldı; aslında başka sorunlarla da uğraştığım için zaman aldı. Ahmet (Şık) tutukluydu aynı dönemde ve zor oldu çok şey bizim için. Ama nihayet bitirince Bianet’te derli toplu bir özetle sonuçları duyurdum. Sonraki gün Cumhuriyet gazetesinin o zamanki genel yayın yönetmeni olan Murat Sabuncu aradı beni ve Bianet’teki yazının çok önemli olduğunu, araştırma sonuçlarını detaylı bir şekilde Cumhuriyet gazetesine yazıp yazamayacağımı sordu, “tamam” dedim. Ondan sonra da bildiğiniz gibi Cumhuriyet’teki yazılar [1] çıktı.
Elimdeki verilerden Kocaeli, Kırklareli, Tekirdağ ve Edirne’de 52 yerleşim noktasındaki suların kirleticilerden dolayı içilemez olduğunu tespit ettim. Alüminyum, kurşun ve arsenik kirliliği endüstriyel atık sorununa işaret eder. Üstelik çalışmada sadece bunlar değil, toplamda 26 adet ağır metal kalıntısına bakıldı.
Yazılar yayınlanmadan önce ne gibi tereddütleriniz vardı? Yayınlandıktan sonra nasıl tepkiler geldi?
Bunu yazdığımda bir tepki olacağını tahmin ediyordum. Yaptığım değerlendirmeler yanlış olsaydı bunun akademik açıdan yükü çok daha ağır olurdu benim için. İnsanları yanıltmış olurdum, bakanlık o yanlışlığa kitlenirdi ve belki yaptığım açıklama güme giderdi. Tereddütlerim en çok bu konu ile ilgiliydi. Ama doğru sonuçlar için çok kontrol ettim. Sağlık Bakanlığı açıkladığım verilerin hiçbirini yalanlamadı zaten. Benim yaptığım kısmi bir açıklama, Sağlık Bakanlığı’nda çok daha büyük bir veri yığını var. Ama bakanlık bu kadar önemli bir halk sağlığı çalışmasında ne ara rapor açıkladı ne de toksik kirliliğin yaşandığı bölgelerde herhangi bir önlem aldı. Duruşmalarda özellikle onca sormamıza rağmen ne gibi önlemler aldığını söylememeyi tercih ediyor. Bu raporların vahameti karşısında bakanlığın yaptığı tek şey bana dava açmak oldu.
Sağlık Bakanlığı ile yapmış olduğunuz çalışmayı çok geniş bir coğrafyadan getirilen binlerce gıda ve su örnekleriyle yapıyorsunuz. Bakanlığın elinde bu analizlere ait çok ciddi verilerin olduğunu tahmin etmek güç değil. Bu veriler ışığında baktığınızda bölgesel kirlenme ve hastalıkların çeşitleri açısından nasıl bir ilişki görülebilir?
Sağlık Bakanlığı’nın çalışması, endüstriyel atıklarla çok fazla kirletilmiş olan Ergene havzası ve Kocaeli ili odaklı. Ergene nehrinin dolaştığı Kırklareli, Edirne, Tekirdağ bu çalışmanın kapsamındaydı. Ayrıca Kocaeli ilinin tamamı ve Antalya da araştırmanın içindeydi. Kocaeli, Tekirdağ, Edirne ve Kırklareli’nde kanser oranlarının sıklıkla görüldüğüne dair haberler zaten uzun zamandır var, biliyorsunuz. Bu bölgelerde, Tabipler Odası başta çeşitli meslek odalarının, Onur Hamzaoğlu ve arkadaşlarının yaptığı çok sayıda çalışma ve açıklama var. Dolayısıyla Sağlık Bakanlığı bir şekilde bu projeye başlama kararını alıyor. İşin bu kısmı 2010’a, hatta daha geriye gidiyor, kararın nasıl alındığına dair detayları bilmiyorum. Sağlık Bakanlığı bu projeyi hane bazlı sağlık taramaları yaparak 2010’da başlatıyor. Bu taramalarda tıbbi kayıtların gözden geçirilmesi neticesinde, araştırma bölgelerinde kanser vakalarının sıklığı, kanserin çeşitleri ve kansere yakalanan kişilere dair yaş, cinsiyet gibi bilgiler derlenmiş. Bu kentlerde kanser görülme sıklığı haritasının çıkarıldığını söylemek mümkün. Örneğin Dilovası’nda kanser ön tanısı almış insanların sayısını yıldan yıla incelediğimizde ve kanser çeşitlerini sınıflandırdığımızda ciddi bir bilgi elde ediyoruz.
Kocaeli’ndeki hava kalitesi analizlerinde tespit edilen kanserojen toksik kimyasallar endüstriyel olarak açığa çıkan kirleticilerle birebir bağlantılı. Ergene’nin doğduğu noktadan döküldüğü noktaya kadar çeşitli yerleşim yerlerinden su örnekleri alındı. Hangi noktalarda ve hangi kimyasallarla nehrin kirlilik yükü artıyorsa orada bir durup etrafa bakmak gerekir.
Belli kanserler belli maruz kalışlara işaret eder. Akciğer kanseri sıklığı sigaraya, hava kirliliğine maruz kalışa işaret eder örneğin. Kanserin çeşitleri, hastaların hangi toksik kimyasallara maruz kaldığı bilgisiyle korelasyon kurabilmemizi sağlayan şeylerden biridir. Kimyasal kirliliğin yüksek olduğu bölgelerde yaşayan insanlarda bazı kanserler kimyasal kirliliğin olmadığı ya da daha az olduğu bölgelere göre daha sık gözleniyorsa arada bir korelasyon kurulabilir. Kanser konusunun uzmanı değilim, ama bakılması gereken çok fazla parametre olduğunu söylemeliyim. Sağlık Bakanlığı’nın çalışması 16 ayrı alt projeden oluşuyor. İncelenen parametrelerin çokluğu açısından bence çok iyi bir araştırma. Toprak, gıda, su, hava, yeraltı suları, atık sular, deniz suyu, denizde yaşayan balıklar gibi çok sayıda şeye bakıldı. Kirlilik meselesinin ne düzeyde olduğunu tespit etmemizi sağlayan bir çerçeve çizildi diyebilirim. Ergene havzasında ve Kocaeli’ndeki sularda çok çarpıcı sonuçlar elde ettik. Bazı yerleşim bölgelerinde kurşun, alüminyum, arsenik ve çeşitli ağır metallerin kirlilik seviyesi çok yüksek. Bu kirliliğin kanser görülme sıklığı üzerinde bir etkisi olmadığını söylemek olanaksız.
Antalya, Sağlık Bakanlığı’nın projesi dahilinde diğer illerle kıyas yapılması için seçilmiş. Buna rağmen Antalya’da da ciddi bir toksik kirliliğin olduğunu verilerden görebiliyoruz. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Antalya’da pestisitler açısından kirliliğin yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Ağır metaller açısından temiz çıktı, ama diğer illere kıyasla ve beklediğimiz bir şeydi bu. Bazı grafikler var, kirliliği kıyaslamalı olarak iyi anlatıyor. Mesela sularda alüminyum, kurşun ya da arsenik kalıntısı ile ilgili grafikte Kocaeli ve Ergene havzasındaki illerdeki kirliliğin Antalya iline kıyasla ne kadar yaygın olduğunu görebilirsiniz.
Elimdeki verilerden Kocaeli, Kırklareli, Tekirdağ ve Edirne’de 52 yerleşim noktasındaki suların bu kirleticilerden dolayı içilemez olduğunu tespit ettim. Alüminyum, kurşun ve arsenik kirliliği endüstriyel atık sorununa işaret eder. Üstelik çalışmada sadece bunlar değil, toplamda 26 adet ağır metal kalıntısına bakıldı. Genel olarak yaygın bir kirlilik var denebilir. Binlerce endüstriyel tesis bu kirliliğe yol açıyor.
Bahsettiğiniz kirlilik herhangi bir önlemle çözülebilecek durumda mı?
Sudaki kimyasal kirliliğin bir kısmı jeolojik etmenlerden de kaynaklanabilir. Ama bu kadar yaygın bir kirlilik doğal bir kirlenme hali değil, kirletmedir. Katı sıvı ve gaz endüstriyel atıklar bu kirliliğin nedeni olarak görülmeli. Çalışma sonuçları bütüncül olarak değerlendirildiğinde, hangi bölgelerin hangi kimyasallarla kirletildiğini ve bu kirliliğe kimin ya da neyin yol açtığını söyleyecektir. Gıda ve su dışında toprak, hava, akarsu dip çamurları gibi başka çalışmalar da yapıldı araştırma projesinde. Bu çalışmalardan elde edilen bulguları yan yana koyarak kim kirletiyor ve nasıl kirletiyor sorularının yanıtını bulmak mümkündür. Kocaeli ilinde yapılan hava kalitesi ile ilgili analizlerde tespit edilen benzen, polisiklik aromatik hidrokarbonlar (PAH) gibi kanserojen toksik kimyasallar endüstriyel olarak açığa çıkan kirleticilerle birebir bağlantılı. Ergene nehrinin doğduğu noktadan döküldüğü noktaya kadar 260 kilometrelik hat boyunca çeşitli yerleşim yerlerinden su örnekleri alındı. Hangi noktalarda ve hangi kimyasallarla nehrin kirlilik yükü artıyorsa orada bir durup etrafa bakmak gerekir.
Mesele sadece Ergene Havzası ya da Kocaeli ile sınırlı değil. Kaz Dağları’ndaki çok sayıda alana siyanürle altın arama ruhsatı verildi. Antalya’daki Sedir ormanlarının mermer ocakları yapılması için nasıl bir kırıma uğratıldığını birebir gördüm. Türkiye’nin yakın gelecekte çok ciddi bir su krizi yaşayacağı pek çok raporda dile getiriliyor. Otuz yıl içinde Türkiye genelinde su varlıklarının yarı yarıya düşebileceğini gösteren veriler mevcut.
Nehirdeki kirliliğin büyük oranda oradaki yeraltı sularının sanayi tesisleri tarafından işlenip arıtılmadan nehre bırakılmasıyla doğrudan bağlantılı olduğunu çok sayıda insan söylüyor, oradaki meslek örgütleri yıllardır söylüyor. Aradaki fark önemli, ama ilk defa kirletenin kim olduğunu tespit edebileceğimiz somut bir veri var. Kapsamlı ve çok kıymetli bir veri bu. Evet, bu kirlilik düzeltilebilir. Duruşma sırasında Ergene Platformu üyelerinden bir avukat yirmi sene evvel yapılması planlanan arıtma tesislerinin onda birinin bile yapılmadığını söyledi. Sanayileşmenin bu kadar kontrolsüz olmaması, kirliliğin çok evvelden kontrol altına alınabilmiş olması gerekirdi. Bu konuda siyasal iktidarlar büyük bir zaaf gösterdi.
Bu noktadan sonra bu zafiyetin gösterilmeyeceğini düşünüyor musunuz? Herhangi bir iyileşme olabilir mi sizce?
Kuşkularım var. Belirli aralıklarla Kanal İstanbul gibi Marmara bölgesinin ekolojik dengesini mahvedecek bir projeyi ortaya atan bir iktidardan yaygın kirlilik sorununu çözmesini beklemek hiç makûl değil. Dahası, tam aksi bir gidişat var, kirlilik ve ekolojik sorunlar daha da derinleşecek. Kaldı ki, dışsal maliyetler ya da sosyal maliyetler hesaba katıldığında bir kontrol mümkün mü, yani temiz üretim yapılabilir mi, o noktada da çok kuşkularım var. Yapılacak çalışmalarla ne kadar maliyetli olursa olsun bu kirlilik düzeltilebilir.
Suyun etkilediği alanları düşündüğümüzde toksik kimyasalların etki alanları nasıl bir yayılma gösteriyor?
Su bir coğrafyadaki kirliliği en iyi gösteren maddelerden. Toprakta, yeraltında, havada sürekli dolaşan bir akışkandır. Dolaştığı alanlardaki kirliliğin bir kısmını çözer ve bu kirlilik düzeyi dikkatle takip edilirse bir süre sonra ortamın genel kirliği hakkında bilgi edinilebilir. Mikroorganizmalar dahil doğadaki her canlının suya ihtiyacı var. Hemen her canlının her gün dışardan alması gereken bir madde oluşu, suyu çok hayati kılıyor. Sulardaki kirliliğin boyutları bir coğrafi bölgede yaşayıp yaşayamayacağınızı söyler. Sulardaki kirlilik, yetiştirdiğimiz gıda maddeleri başta, çevresindeki her şeyi etkiler. Su varlıklarındaki kimyasal kirlilik konusunu iktidarın hiç ciddiye almadığını düşünüyorum. Mesele sadece Ergene Havzası ya da Kocaeli ile de sınırlı değil. Kaz Dağları’ndaki çok sayıda alana siyanürle altın arama ruhsatı verildiğini biliyoruz. Özellikle son on yılda Antalya’daki Sedir ormanlarının mermer ocakları yapılması için nasıl bir kırıma uğratıldığını birebir gördüm. Dahası, iklim krizi nedeniyle Türkiye’nin yakın gelecekte çok ciddi bir su krizi yaşayacağı da pek çok raporda dile getiriliyor. Önümüzdeki otuz yıl içinde Türkiye genelinde su varlıklarının yarı yarıya düşebileceğini gösteren veriler mevcut. Türkiye su zengini bir ülke değil. Kişi başına düşen bir yıllık su miktarı, 1450- 1600 metreküp civarında. Bunun 700 metreküpe kadar düşebileceği öngörülüyor.
Ciddi bir yıkım var ve bu yıkımın boyutlarını ekolojik soykırım olarak adlandırabiliyorum ancak. Bu yıkıma yol açanlarda soyut bir vatan düşüncesi var, öyle bir vatan ki kimyasallarla kirlendiği, suları tükendiği, ormanları yok edildiği için yaşamaya bütünüyle elverişsiz bir hale dönüştürülebilir. Bir sakatlık yok mu bu düşünce tarzında?
Bu ciddi bir kriz halidir. Türkiye şu anda bile su fakiri sayılabilecek bir ülkedir. Bu veriler kamu kurumlarına su varlıklarına gözümüz gibi bakma sorumluluğu yükler. Kapsamlı, uygulanabilir bir politik program oluşturulması gerekiyor bu konuda. Maalesef Türkiye’de böyle bir bakış açısı yok. Olsaydı bu kadar çok maden arama ruhsatı verilmezdi. Kuzey Ormanları’na üçüncü köprü ve üçüncü havalimanı yapılmazdı. Örneğin, Antalya, Mersin ve Muğla’nın önümüzdeki 25 yılda Suriye’nin, Irak’ın şimdiki kurak bölgelerine dönüşeceği söyleniyor. Ama Antalya’nın etrafı muazzam büyüklüklerde turizm tesisleriyle, golf sahalarıyla dolu. Yeraltı yerüstü sularının inanılmaz miktarlarda, hoyratça harcandığı anlamsız tesisler. Üstelik milyonlarca turistin kullandığı kozmetik ve farmakolojik preparatlarla da kanımca ciddi şekilde kirletiliyor. Siyasal iktidar bazı bölgeleri sit alanından çıkararak turizm yatırımları için izin veriyor. Dava açıyorsunuz, bir sonuç yok. Ama hâlâ turizmin bacasız sanayi olduğunu düşünenler var!
Ciddi bir yıkım var ve bu yıkımın boyutlarını ekolojik soykırım olarak adlandırabiliyorum ancak. Bu yıkıma yol açanlarda soyut bir vatan düşüncesi var, öyle bir vatan ki kimyasallarla kirlendiği, suları tükendiği, ormanları yok edildiği için yaşamaya bütünüyle elverişsiz bir hale dönüştürülebilir. Bu hoyratlığı, düşüncesizliği anlamakta zorlanıyorum. Vatan dediğimiz şey en temelde üzerinde yaşanabilir bir coğrafi bölgedir; toprak parçasıdır, ama o toprak öyle bir kirletilmiştir ki göçüp gitmek zorunda kalırız. Eee! Bir sakatlık yok mu bu düşünce tarzında? Ergene Havzası, Kocaeli başta olmak üzere şu an için bile fazlasıyla kirli bölgeleri temizlemek, bölge ekolojisini onarmak temel politikamız olmalı. Bu yapılabilir bir şeydir.
II. BÖLÜM: Herkes için, her yerde sağlık