KÂZIM KOYUNCU (1971 - 2005)

Söyleşi: Derya Bengi
25 Haziran 2023
SATIRBAŞLARI

Konuşmaya albümün ikinci şarkısından başlayalım mı? Yaşlı bir kadının ağıtıyla modern gitar riff’leri bir arada… Ne anlatıyor “Domivamis?

Kâzım Koyuncu: Yirmi sene önce köyde yapılan bir kayıttan, yaşlı bir kadının sesini aldık şarkının girişine. Şarkı kıtlık dönemini anlatıyor; bizim ulaşabildiğimiz Laz halk müziğindeki toplumsal konulara değinen tek şarkı. Sözler şöyle: “Kaymakamın iki gözü kör olsun / Karısı da benim gibi olsun / Açlıktan takatsiz kalsın / Bitmiyor derdim sıkıntım // Ekmek yok, paramız yok / Mısır bulmak için bir sürü köy dolaştım / Elim boş geri döndüm / Bitmiyor derdim sıkıntım…” Muhtemelen 20’li, 30’lu yılları anlatıyor… Babaannem de fındık kabuklarından ekmeğe benzer bir şey yapıp yediklerini anlatırdı. Fındıktan, mısırdan bol şey yoktur bizim oralarda. Fakat şarkıda mısırın bile yokluğu anlatıldığına göre, ciddi bir kıtlık dönemiymiş. Hem siyasal açıdan hem de iklimsel açıdan acı bir dönem.

Normalde kemençeyle söylenen bir şarkı mı bu?

Hayır. A capella. Laz müziğinde tulum, bazen de kemençe kullanılıyor; kavalın da kullanıldığı görülmüştür. Fakat ağırlıklı olarak şarkılar tek insan sesine, vokale dayalıdır.

İnsanlar bilse de konuşmazdı, küçük görürdü Lazcayı. Şu anda Lazları çok rahat buluyorum. Bunun kahramanının Zuğaşi Berepe olduğunu düşünüyorum. Lazlara duygusal olarak ulaştık.

Kadının sesine karışan harika bir gitar riff’i kullanmışsın. Beğenen de, beğenmeyen de sana şu soruyu soracaktır: O gitarın orda işi ne?

Biz bu melodinin en otantik halini kadının sesinden koyduk, böylece tarihsel sorumluluğumu orada tamamlamış oldum. Ordan yırttım. Günyüzüne çıktı şarkı, ilk defa yayınlanıyor çünkü. Çok etkilendiğim bir melodi, çok etkilendiğim bir ses ve harikulâde sözler… Onun hemen yanına kendi kişiliğimizi koymak mecburiyetindeydik. Kendi hislerimi, gitarı çalan arkadaşın hissettiklerini… Sadece arşivlik bir şey olması mümkün değildi. O gitarları çok sert biçimde koyduk, üstelik senkrona hiç dikkat etmedik. Ritmler de hiç Laz ritmleri değil, daha çok Bektaşi-Alevi müziğindeki ritmler gibi…

Sence o gitar ne diyor? Kadının anlattıklarını pekiştiren bir unsur mu, yoksa farklı şeyler mi söylüyor?

Orda aslında kaval da enteresan. Kaval kadına daha yakın bir şeyi çağrıştırıyor. Gitarsa yırtıyor. Bir taraftan geçmiş var, bir taraftan biz varız. Gitar bizi ifade ediyor. Bence gitar orda kadının hissettiklerine dair bir duyguyu vermiyor, belki bir nebze kızgınlık veriyor, ama bana hissettirdikleri serbestliğe, özgürlüğe, geleceğe dair bir şey. Ama neticede o gitar sesi, o kadının sesinin bizde uyandırdığı etkilerden ortaya çıktı. O kadın olmasaydı, o riff de olmayacaktı tabii.

“Bir tarafta geçmiş, bir tarafta biz vaz” dedin. Ama neticede “biz” dediğin şeyi belirleyen şeylerden biri de senin geçmişin.

17 yaşıma kadar Hopa’daydım ben. Ama Hopa’dayken neredeyse hiç Laz değildim. Hep söylerim, babamın çok muhteşem bir insan olduğunu düşünüyorum. Sezgileriyle, sağduyusuyla, hayat görüşüyle benim için büyük şans. 90’larda etnik birtakım değerlerin yükselmesiyle de ilgili olabilir ama, o güne kadar Lazlarla ilgili konulara çok duyarsızken, İstanbul’a gelip müzik yapmaya kalkıştığımda, babaannemle birlikte geçirdiğim zamanlar daha fazla aklıma gelmeye başladı. Yok olan şeylere karşı genel bir tepkiselliğin parçasıydı benim açımdan herhalde. Babaannem 90 yaşındaydı, üç sene evvel öldüğünde. O öldüğü zaman sanki her şey bitti sandım: Çocukluğum, bizim dağlar, konuşmalar, ilişkiler… Ama böylesi daha iyi, baştan beri Laz kimliğimle tam bir uyum sağlasaydım, hayatımda belki de birçok şey eksik olacaktı.

Nasıl bir hayatın oldu 17 yaşına kadar Hopa’da?

O dönemde ahlâklı, iyi müslüman olma modası vardı, 12 Eylül sonrası. Kısa da sürse, ben de çok enteresan bir müslümanlık dönemi yaşadım, namaz falan kılıyordum. Babam, söylemek doğru mudur bilmem, ateistti. Ama babam bendeki bu değişime hiç karşı çıkmadı. Ailem solcu bir ailedir. Abilerim de öyle. Babam Hopa’da doğal önder niteliği taşıyan bir insandı.

Ne iş yapardı baban?

Berberdi. Bir ara bakkalı vardı, 12 Eylül’den sonra iflas etti… Tom Miks’leri bitirdikten sonra, babam Yaşar Kemal kitapları almaya başlamıştı bana. Ondan sonra çok yoğun bir kitap ve ansiklopedi okuma sürecine girdim. (gülüyor) Ansiklopedilerden küçük küçük şiirler çıkarıyordum, şairlere ait maddeleri, orada yapılan alıntıları okuyordum… En çok da Fransız şairlerinden etkilenmiştim, Baudelaire, Rimbaud… Sonra Milan Kundera’nın Yaşam Başka Yerde kitabını buldum, o kitapta Jaromil diye bir delikanlı vardı, firarlarla geçiyordu hayatı. Onunla bayağı bir gittim geldim. Bereket, İstanbul’da üniversite kazandım da, firar etmeme gerek kalmadı.

Babaannenden bahsetsene biraz…

Çok sert bir kadındı aslında. Dışarıdan bakıldığında sevgi dolu olduğu görülemezdi, ama biz bilirdik. Babamla yan yana geldiklerinde Lazca konuşurlardı. Annem Laz değil, Gürcü de olabilir, Türk de. Gürcüce bilmezdi ama… Bir şey hatırlıyorum; o zamanki “anarşi” denilen ortama babaannemin verdiği bir isim vardı: “A naşkvit”. A naşkvitler derdi anarşistlere… Bunu bilinçli mi söylüyordu, yoksa diline öyle geldiği için mi bilmiyorum ama, bence de anarşizmin karşılığı Lazcada “a naşkvit” olmalı. “A naşkvit”i Türkçeye direkt çevirdiğinde şu demek: “Bir serbest bırakın!” (gülüyor)

İstanbul’a geldiğinde solculuk tecrüben epey vardı herhalde…

Daha 12 Eylül gelmeden köyde yürüyüşler yapıyorduk küçük çocuklar olarak. Memlekette bütün herkes solcudur. Oylar da genellikle CHP’ye giderdi. Hâlâ da CHP ve ÖDP oyları yüksektir Hopa’da. Millet kitapları yakmıştı, yok etmişti ama, toprağın altından gidip buluyorduk o kitapları… “Çayeli’nden öteye giderum yali yali” durumu olmuyordu 12 Eylül’den önce. (gülüyor) Biz gidemiyorduk, Çayeli’nden öteye sağcılar vardı çünkü. Daha batıda Fatsa filan var tabii ama, aradaki bölge tutulmuştu…

‘72 doğumluyum ben. Ortaokulda artık iyice politikleşmiştim, lisede azılı faşistlerden bir müdürümüz vardı. Aslında babası hoş adammış, babamın çok yakın arkadaşıymış. Ama oğlu bildiğin faşist; okuldan atmaya çalışıyordu beni. Gerizekalılık şurada: İsmail Cem’in Nasıl Bir Sosyal Demokrasi İstiyoruz kitabını bahane etmeye kalktı. Daha komi­ği, üstümde bir kitap buldu, kırmızı kaplı, siyah yazılı, Bir Terör Efsanesi diye bir kitap, “işte buldum, seni yaktım” dedi, aldı götürdü. Oysa Milliyet Yayınları’ndan çıkmış, Ermeni sorununa tamamen devlet görüşüyle bakan bir kitap. Babama “senin oğlun terörist demiş. Babam da “siktir” çekmiş. (gülüyor)

O zamanki “anarşi” denilen ortama babaannemin verdiği bir isim vardı: “A naşkvit”. Bence de anarşizmin karşılığı Lazcada “a naşkvit” olmalı. “A naşkvit” şu demek: “Bir serbest bırakın.”

Hopa’dayken Lazlığının pek farkında olmadığını anlattın, kendini özellikle Laz olarak tarif eden insanlar var mıydı çevrende?

Arhavi’de bir tek Yaşar Turna vardı. Lazların tarihteki en büyük ozanlarından biri. Yasal olarak Lazca albümleri yayınlanmış en nadide insanımızdır. O bizim komşunun kızını oğluna almıştı. (gülüyor) En çok Lazlıkla ilgili durumum budur. Yaşar Turna köye geldiği zaman onun dizlerine otururdum, kemençe çalardı, kendi türkülerini söylerdi. Düğünlere gittiğimiz zaman, muhakkak bir tulum, bir kemençe olurdu… Albümdeki ilk şarkı “Koçan” bir düğün şarkısıdır, kendimi bildim bileli duyarım… Hopa, liman kenti olmasının etkisiyle, daha kozmopolit bir yerdir diğer Laz yerleşimlerine oranla. Hemşinliler de var, Türkler de… Benim arkadaşlarımın çok büyük bir bölümü Hemşinlilerdendi.

Onlar kim?

Ermeni kökenliler; dilleri Hemşince, Ermeniceye çok benzer. Hemşinliler daha ezilen tarafı temsil ederler. Psikolojik olarak Lazlar egemenmiş anlaşılan. Lazlar şehirliliği, Hemşinliler dağlılığı temsil ederlerdi.

O dönemde Hopa’da tanıştığın solculuk, Lazlan kültürel değerleriyle bir araya gelen bir solculuk değildi herhalde, değil mi?

Hayır. Hiç aklıma gelmemişti o dönem. Ama birilerinde böyle kaygılar da olduğunu yıllar sonra anladım. Yurtdışında tanıştığım, artık zorunluluktan orda yaşayan insanlar arasında öyleleri varmış. Kendi siyasi hareketleri içinde Lazlığın kültürel değerlerini de savunan bir insana hiç rastlamadım. Sadece 70’li yıllarda Laz olduğundan dolayı rahatsızlık duyanlara rastladım. Türk solunda da böyle bir şovenizm söz konusu. Hatta buna “beyazlık” diyebilirim. Laz olduğunu yüksek sesle söylemen pek hoş karşılanmaz. Ama ben şimdi de Lazlığımdan bahsederken milliyetçi bir noktayı kastetmiyorum. Milliyetçi olacak kadar salak bir insan olma ihtimalini hiç görmüyorum kendimde. Herkesin kendini ifade etme özgürlüğünü savunuyorum, herkes şarkısını, türküsünü söylesin, ama yeni sınırlar, yeni devletler filan gibi bir duygum yok. Zaten varolan sınırlarla, devletlerle başım yeterince belada.

Lazlığınla olan ilişkini nasıl tarif ediyorsun?

Benimki çok duygusal bir şey. Lazlıktan da ötede, babaannemle, babamla olan bağlarım önemli, ikinci bir boyutu da müzikler: Zuğaşi Berepe döneminde halk şarkılarıyla o kadar ilgilenmiyorduk, daha çok dil önemliydi, Lazca önemliydi bizim için. Daha sonra Birol’un (Topaloğlu) yaptığı çalışmalar, bizim yaptığımız araştırmalar müzik noktasında da bir coşku yarattı… Lazların kendi dillerini, kültürlerini sonuna kadar yaşayabilmelerini istiyorum. Benim bu konuda Lazlara vereceğim destek, başkalarına vereceğim destekten daha az değil. Ama daha fazla da değil.

Kimdir Lazlar? Bazen bütün Karadenizlilere kestirmeden Laz deniyor. Böyle bir örtüşme var halk arasında…

Yıllardan beri bizimle çalışan, bizi çok iyi tanıyan arkadaşlarımız bile hâlâ Karadeniz’in herhangi bir yerinden bir insanla karşılaştıkları zaman bize haber getirirler: “Geçen gün bir Lazla tanıştık.” 150 milyon kere söylemişizdir halbuki bir Samsunlunun Laz olmadığını. (gülüyor)

Hopa’nın kozmopolit olduğunu söylemiştin. Lazlığın daha yoğun yaşandığı, kozmopolit olmayan nereleri var Türkiye’de?

Arhavi, Ardeşen, Pazar, Fındıklı… Arhavi, Hopa gibi Artvin’e bağlı, gerisi Rize’ye bağlı. Göçler sonucu Düzce, Sapanca civarında da Laz nüfus yaşıyor bugün. Ve tabii İstanbul’da. Toplam 1.5 milyon Laz olduğunu sanıyorum Türkiye’de.

Türkiye’de 20 milyon Kürt olduğu söylenir. Ama bu sayı mümkün olduğu kadar azaltılmaya, yok sayılmaya çalışılıyor, ya da “onlar da Türk” denilip konu kapatılıveriyor. Lazlarsa topu topu 1.5 milyon, ama bütün Karadenizliler Laz oluveriyor. Niye böyle sence?

(gülüyor) Çok enteresan bir çekiciliği var Laz olmanın hakikaten. Devletin tavrı da enteresan oldu. Zuğaşi Berepe’nin ilk albümü Va Mişkunan’da şöyle şarkı sözlerimiz
vardı: “Ayağa kalkın, yan yana gelin, gidin fabrikaları işgal edin, özgürlük, aşk ve devrim için…” Bu çok radikal bir söz, üstelik bir de Lazca söylüyorsun! Doğrusu ben bu sözlere “rakip takım”dan çok fazla tepki bekliyordum. (gülüyor) Olmadı. Lazlığın, Karadenizliliğin verdiği başka bir durum var, ciddiye mi almıyorlar nedir? Bizim şarkı sözlerini Laz fıkrası gibi dinlediler galiba. (gülüyor) Zuğaşi Berepe çok devrimci gruptu bence. Lazlığın da ötesinde, yaşayış biçimi, ödünsüzlüğü, konserlerdeki davranışları… Ona rağmen yeterince olumsuz tepki kazanamadık. (gülüyor)

Geçenlerde TRT’de, radyoda canlı yayına çıkıp Lazca türküler okuduğunu duyduk. Oysa RTÜK yerel dilde şarkı yayınını yasakladı.

Bizi çağıranlar çok iyi niyetli yaklaştılar olaya, bunu bilmemelerine imkân yok, inşallah onların başını belaya sokacak bir şeye sebebiyet vermemişizdir. TRT’de Lazcanın yayınlanması zaten tarihsel bir olaydı, bizim için büyük bir olanaktı. Program esnasında Ağrı’dan bir öğretim üyesi aradı. Adam dedi ki: N’oluyoruz? Binlerce yıldır Lazdınız da, şimdi mi aklını­ za geldi? Biz bin yıldır Türklük üst kimliğini yaratmaya çalışıyoruz. Siz bu alt kimliklerle ne yapmaya çalışıyorsunuz?” (gülüyor) Ben de programcıların başına bir şey gelmesin diye kestirme bir cevap verme gereği duydum: “Türküler üstünden siyaset yapılmamalıdır, türküler siyaset gibi ufak tefek şeylerin çok üstündedir” filan dedim. Daha da ötesine geçip adamla Siyaset Meydanı tartışması yapmanın âlemi yoktu. Programcıları gözetmek zorundaydım, yumuşak konuştum. Yoksa “ne diyon lan lavuk” da diyebilirdim yani. (gülüyor)

Laz fıkraları dediğimiz şeyler sahiden Laz fıkraları mı, yoksa Karadeniz fıkraları mı?

Bazen gerçek Laz fıkralarının etkisini görüyorum Karadeniz fıkralarında. Genel bir Karadenizlilik kültürü söz konusu bence.

Temel ismi Laz ismi mi?

Ben Hüseyin, Arif, Nusret gibi isimlere çok daha fazla rastladım Lazlar arasında. Hatta Temel isimli bir Laza hiç rastlamadım.

Dursun?

Dursun’a da rastlamadım. (gülüyor)

Var mı bir tane gerçek Laz fıkrası aklında?

Hiç de komik değildir öbür Karadeniz fıkralarına göre. Lazlar arasında Besim ismi çok vardır, Besim Tibuk da Lazdır mesela. Duthe diye harbi bir Laz köyü vardır. Besim, bir gün Duthe köyünden iniyor aşağı, sinemaya gidiyor. Sinema da yeni gelmiş oralara. Tabancası da belinde tabii. İzliyor, izliyor, izliyor. Filmde gangsterler, kötü adamlar var. Besim kendini tutamıyor, çıkarıyor silahı, grav, grav, grav basıyor, perdeyi dağıtıyor. Tutuklanıyor tabii. Hakim geliyor, oğlum Besim, ne yaptın sen?.. “Haçim bey, sen görmedin mi, adam bin türü puştluk yapti, ben ne yapayım, dayanamadım, çektim, vurdim oni daa” diyor. Hakim diyor ki “oğlum, resim o, resim”. Bizimki “bana ne yau” diyor “o resimse, ben de Dutheli Besim”. (gülüşmeler)

Ne zaman Kürtlerin taleplerinden bahsedilse, muhakkak biri çıkar der ki, “şimdi Kürtlere verirsek yarın öbür gün Lazlar, Çerkezler de ister”. Sence bu geyiğin aslı asta var mı?

Lazların kalkıp da kendileriyle ilgili politik bir hareketlilik içine girmelerine hiç ihtimal vermiyorum…

Lazlığımdan bahsederken milliyetçi bir noktayı kastetmiyorum. Milliyetçi olacak kadar salak bir insan olma ihtimalini hiç görmüyorum kendimde. Herkesin kendini ifade etme özgürlüğünü savunuyorum, herkes şarkısını, türküsünü söylesin, ama yeni sınırlar, yeni devletler filan gibi bir duygum yok.

Lazcaya karşı yükselen bir ilgi var mı son zamanlarda?

90’lı yıllara kadar ciddi bir tarihsel ve kültürel kompleks söz konusuydu. Fakat Zuğaşi Berepe’nin çıkışı ve Ogni dergisi bu kompleksin kırılmasına çok yardım etti. Bizler uzun saçlı, gayet modern gençlerdik, televizyonlarda gördükleri “sanatçı”lara benziyorduk ve Lazca şarkı söylüyorduk. Ve biz halk şarkılarından başlamadık, rock şarkılarımıza Lazca sözler yazarak girdik bu işe. Her türden televizyonlara çıktık. Halkta dillerine karşı bir güven yarattık. Çünkü insanlar bilse de konuşmazdı, küçük görürdü Lazcayı. Bu kırıldı.

Şu anda Lazları çok rahat buluyorum. Bunun kahramanının Zuğaşi Berepe olduğunu düşünüyorum, Lazlara duygusal olarak ulaştık. Ama gençler hariç Lazların müziğimizi sevmeleri mümkün değildi. Ama bizi sevdiler, bunu biliyorum, ilk defa Pazar ilçesine konsere gittiğimizde, en sert parçayla konsere başladık. Gitarımdan kafamı kaldırmaya cesaret ettiğim anda gördüğüm manzara şuydu: Yaşlı amcalar, teyzeler alkış tutuyorlardı… Hem de Zuğaşi Berepe’de müzik eksikti bence. Va Mişkunan albümü bayağı kötüdür. Birdenbire girmişiz bu işe, nasıl bir cesaretse? Teknik olarak, dünyanın hiçbir yerinde bize albüm yapmazlar diye düşündüm sonradan. Ama ikinci albüm İgzas’ı çıkarmak için yıllarca çalıştık. Çünkü artık iyi bir şey yapmamız lâzımdı. Ama İgzas daha az sattı. Va Mişkunan herhalde 30 binin üstüne çıktı. Düşünsene, hem Lazca yapacaksın, hem rock yapacaksın, hem de başarısız bir müzik yapacaksın. Çok iyi bir rakam.

Senin rock’la tanışman nasıl oldu?

Hopa’dayken Almanya’dan amcamın gönderdiği bir gitarım vardı, çok şanslıydım. Radyodan başka bir şeyimiz yoktu tabii. İstanbul’a geldiğimizde direkt kitapçı ve kasetçilere yüklendik. Pink Floyd’u filan biraz biliyorduk. Arpalığın içine arpayı fazla kaçırırsan at fazla yer, deliye döner ya, öyle bir süreç yaşadık. Serde solculuk vardı, saçlar da uzadı, gitar çalıyorduk, Che tişörtleri, boğazlı kazaklar, kırmızı atkılar… 70’li yıllarda öl­ dürülmüş bir devrimcinin parkası geçti elime, hiç çıkarmıyordum sırtımdan. Postallar, yırtık pantolonlar. Meğer kızlar da bunlara hasta oluyormuş, sonradan farkettik. Pink Floyd, Deep Purple’lar, Zeppelin’ler, Rainbow’lar, hep klasik şeyler dinledik. Sonra da U2… Köprüaltı’nda ilk canlı müziği yapanlardan bir tanesiydim, Arzum birahanesinde çalıyorduk. Köprü yıkıldı, Beyoğlu’na taşındık, birkaç sene serseri serseri dolaştık ortalıkta. Sonra da Zuğaşi Berepe çıktı.

İgzasdaki modern sound, bu saydığın klasik gruplarla açıklanabilecek gibi değil.

Doğru. Ama ben yine de çok fazla şey dinlediğimi söyleyemem. Bende Bono’nun sesine karşı bir hayranlık vardır. Çok severim U2’yu. Cure’u da çok severim. Fakat İgzas’ın sound’u bunların hepsinden çok farklı oldu. Son dönem grupta yer alan gençlerin büyük katkısı var: Klavyeci Uğurcan’ın, gitarist Gürsoy’un…

Hepiniz Laz mıydınız grupta?

Hayır, ikimiz Lazdık: Mehmedali Barış Beşli ve ben. Daha çok aramızdaki ilişkilerden kaynaklanan sorunlarla ayrıldık. Ben bıraktım grubu. Sonra diğer arkadaşlar da grubu dağıtma kararı aldılar. Gerçi hâlâ görüşüyoruz, hepsi dostum… Aramızda apolitik insanlar bile oldu. Ama dostluğumuz hiç bozulmadı. Bazı yerlere çıkarken sorun olmadı değil ama, karşılıklı tavizler verildi. Sonuçta Med TV’ye bile çıktık, Belçika’da onların stüdyolarında canlı çaldık, hâlâ o konser yayınlanır. Zaten buraya bir geldik, Beyoğlu’ndaki pilavcı çocuklar tanıdı bizi. “Seni televizyonda gördük abi.” (gülüyor)

Mehmedali çocukluk arkadaşın falan mıydı?

Hayır, ama bu işlere başlamamı o sağladı. Üniversitede karşılaşırdık, ortak arkadaşlarımız vardı. Grup fikri onda zaten vardı, Laz müziği yapan bir grup kursak diyordu. Ben de destek olurum diye düşünüyordum, ama tam içine dalıverdim. Hesapta halk türküleri söyleyecektik ama, ortaya rock besteleri çıktı. Mehmedali’yi ben Lazların bir numaralı şarkı sözü yazarı ilan ediyorum, Lazcanın en modern şiirlerini yazdığını düşünüyorum. Gruba arkadaşlarım Metin ve Llhan da dahil olunca, olay iyice rock’n’roll oldu.

Zuğaşi Berepe besteleri Laz müziğine tamamen uzak mıydı sence?

Laz müziğinin melodilerini yakalayalım diye bilinçli bir kararımız olmadı. Ama belki Lazca sözler bizi biraz oralara doğru yöneltmiştir. Lazcanın dışında da bir Lazlığın olabileceğini düşünüyorum aslında. Kemençe ve tulum çok az kullanmıştık. Bu Viya albümünde mesela daha çok. Daha çok dediğim de, dört şarkıda filan var.

Zuğaşi Berepe

İgzas albümüyle solo albümün Viya arasında ne gibi farklar var?

Bu albüm akustik gitar ve perküsyon ağırlıklı oldu, vokaller daha ön plana çıktı. Daha sade, daha sakin. Şarkıların büyük bir bölümü halk şarkıları. Hiç bilinmeyen şarkıları gün ışığına çıkarma çabası söz konusuydu. Zuğaşi Berepe döneminde hayalini kurduğumuz bir çalışmaydı aslında. Fakat Birol Topaloğlu’nun yaptığı albüm beni arşivlik bir çalışma yapma fikrinden uzaklaştırdı. Çünkü Birol bu işi çok iyi yapıyor, çok emek veriyor. Ben o yüzden kendimden bir şeyler kattım, biraz daha modernize ettim bu şarkıları. Grubun etkisinin devam ettiğini düşünüyorum.

Müzik bakımından Karadeniz türküleriyle Laz türküleri arasında bir paralellikten söz edilebilir mi?

Edilebilir. Karadeniz’in bazı türkülerine de hastayım. Kont Adnan’ın söylediği “Kuş Foli Koma Foli”nin melodisi Fuat Saka’da da vardır mesela. Birçok yörede farklı sözlerle söylenir. O ritmi çok iyi buluyorum, Karadeniz türkülerinin çok enteresan bir groove’u olduğunu düşünüyorum. Ritmler modern müziklere çok açık. Melodileriyse çok tutucu ve inatçı. Fakat modern müzikte trip haline sokulabilecek melodiler bence onlar. Laz türkülerinin çok uzağında sayılmaz bunlar zaten.

Bir Laz türküsünde şu laf geçiyor: “İki öptüğün yerden bir de dişler misin?” Fuat Saka’da da şöyle sözler var: “Ben mi daha iyiydim, senin domuz kocan mı? Aile kurumuna, erkekliğe büyük darbe…

Karadeniz türküleri sözel olarak da zengin geliyor mu sana?

Sıkıştırılmış bir melodi var, sözlerle çok şey anlatabiliyorsun, ritm de ona çok müsaade ediyor. Ayrıca Türk halk müziğinde müstehcen bulunan sözler, Karadeniz bölgesinde, hele hele Lazlarda hiç de müstehcen değildir. Bir türküde şu laf geçiyor, Türkçesini söyleyeyim: İki öptüğün yerden bir de dişler misin?” Fuat Saka’da da şöyle sözler var mesela: “Ben mi daha iyiydim, senin domuz kocan mı?” Ahlâken çok parçalayıcı bir şey. Aile kurumuna, erkekliğe büyük darbe; Türk müziğinde söylenmeyeceğini düşünüyorum…

Karadeniz türkülerinde dörtlükler genellikle makinalı tüfek gibi sayılıp dökülüyor, bir anlamda “geveze” türküler, kelime hazneleri de çok geniş… Bir gün Karadeniz FM’de bir türkü duymuştuk: Yine dörtlükler gırla gidiyor, “gözleri kara / ara beni ara” şeklinde sürekli tekrarlanan bir nakarat var. Adam “gözleri kara / ara beni ara” diye diye en sonunda kıza telefon numarasını verdi: 232 43 56. Resmen türkünün içinde böyle bestelenmiş harika bir dize var: İkiyüzotuziki kırküç ellialtı.

(gülüyor) Tövbe estağfurullah. Nasıl bir eylemmiş bu yaa!

Viya nedir? Albümün adı neden Viya?

Albümün isim babası Mehmedali. Viya hakkında güzel şeyler de yazdı albümün kapağına. Laz sörfü de denebilir. Ama aletsiz sörf, vücut sörfü. Bizim oralarda “viya inmek” derler, kendini dalgaya bırakmaya… Ben hiç viya yapmadım, çünkü yüzme bilmiyorum. Benim bir “dağ Lazı” olduğum söylenebilir. Albümün adının Viya olması biraz da Samsun-Sarp Sahil Yolu Projesi’yle ilgili bir gönderme. Eskiden çocukların viya indiği sahillerin artık taş ve asfaltla doldurulmasına karşı bir tavır.

Albümde “Şarpi Moleni” diye bir şarkı var, Sınır köyü Sarptan, portakal-limon bahçelerinden bahsediyor…

Sarp köyü, 17 Ekim devriminden sonra Batum – Gürcistan tarafına geçmişti. Köy ortadan ikiye bölünüyor, bir Hopa Sarpı var, bir de Batum Sarpı var. Xasan Helimişi’nin bir şarkısı bu. Bu şair solcu olmasına rağmen Stalin tarafından sürülen bir adam. Adamın söylediği, öbür Sarp’a duyduğu özlem. Öbür Sarp’taki bir kıza olan aşkını anlatıyor zaten. Hiç siyasi gibi gözükmüyor ama, korkunç bir siyasi şarkı bence. Müzikle siyaseti bir arada düşündüğüm zaman, siyasi müzik olamaz diye düşünüyorum. Ama müzisyen siyasi olabilir…

Geçen ay küreselleşme karşıtı bir eylemde, Lazca bir aşk şarkısı söyledim. Ama, adettendir, böyle yerlerde bir de konuşma yapılır. Küreselleşme filan, yeni konular bunlar. Tamam, karşıyız ama, ezberimiz yok bu konularda. (gülüyor) Aklıma ilk gelen, sadece Lazca konuşmak oldu. Sadece Lazca konuştum, sadece Lazca şarkı söyledim, bir de şöyle bağırdım: Skudas xalkepeşi cumapoba!.. Sonra indim aşağı. Bir arkadaşla konuşurken “Seni dinlerken ‘yaşasın halkların kardeşliği’ sloganı atasım geldi” dedi bana. Oysa işte ben o sloganı atmıştım bile.

Roll, sayı 57, Eylül 2001

^