2020 verilerine göre, Türkiye trans cinayetlerinde Avrupa’da birinci, dünyada 12. sırada. Bugünlerde de sık sık resmi ağızlar tarafından “sapkın” olarak nitelendirilerek hedef gösterilen translar şiddet, tehdit ve baskılara karşı 15 yıldır Pembe Hayat LGBTİ+ Dayanışma Derneği çatısı altında örgütlü. Pembe Hayat 2006’da Ankara-Eryaman ve Esat’ta 30 seks işçisi travesti ve trans kadının bir çete tarafından silahlı saldırıya uğramaları sonrasında adalet arayışları sırasında kuruldu. Evlerini, yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalan mağdurlar bu saldırıları yargıya götürdü. 2008’de, failler çete kurmak ve silahla yaralamak suçlarından alt sınırdan cezalandırıldı. Taraflar temyize gitti. Yargıtay kararı bozdu. Ve nihayet 17 Şubat’ta, dava yeniden görülmeye başlandı. Bugünkü duruşmada mağdurların yağma suçlamasıyla ilgili dellileri kabul edildi, çete suçuna ilişkin delillerin istenmesine karar verildi. Bir sonraki duruşma 1 Haziran’da. Bu yıpratıcı dava sürecini, transların 80’lerden bugüne verdiği tanınma mücadelesini Pembe Hayat’ta örülen dayanışmayı derneğin etkinlikler ve örgütlenme koordinatörü ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi Efruz Kaya’dan dinliyoruz…
Eryaman ve Esat olayları yargılaması yeniden başladı, neler olmuştu Eryaman’da?
Efruz Kaya: 2006’da bir grup trans kadın Eryaman’a yerleşiyor ve güçlükler içinde hayatlarını kuruyorlar. O dönemde Eryaman yeni imara açılmış bir yer, etrafta tarlalar var, çamur içinde. Göksu göletinden cesetlerin çıkarıldığı tekinsiz bir bölge. Ankara’da “balyoz ekibi” denen bir grup hem kızlara hem de müşterilere saldırılarda bulunuyor. Şehrin içinde saldırılar artığı için kızlar Eryaman’da ev tutuyor. Ankara merkezde yaşayan, ama orada çalışamayanlar da Eryaman’a gelmeye başlıyor bir süre sonra. Ve tabii müşteriler de Eryaman’a geliyor. Bu arada imara açılmayla Eryaman’da yüksek bir rant ortaya çıkıyor, büyük inşaat grupları çok katlı konutlar yapmaya başlıyor. Nisan 2006’da yaşanan saldırılar KC Grup diye bilinen bir inşaat firmasının Eryaman’daki konut sektörüne girmesiyle başlıyor. (Tüm basın açıklamalarında firmanın adı anılmasına karşın bugüne kadar bir yalanlama yapılmadı.) Bu grup yaptığı konutları yüksek fiyatlarla satışa çıkarıyor. Ve “soylulaştırılmaya” çalışılan tüm mekânlarda olduğu gibi, Eryaman’da da, burada yaşayan ve seks işçiliği yapan translar “görüntü kirliliği” olarak görülüyor, sistematik saldırılar başlıyor. Bu hikâyeyi İstanbul-Ülker Sokak’tan biliyoruz…
Münferit saldırılar hep yaşanıyor zaten. Transfobiktir saldırır, müşterin çirkinleşir saldırır, sarhoştur saldırır… Eryaman’daysa sistematik olarak ava çıkmış organize bir ekip var. Çete suçlaması buna dayanıyor. Ayrıca, bu insanlar bu işin karşılığında ekonomik kazanç elde ediyor. Bugün de mahkemede kanıtlamaya çalıştığımız bu.
Ülker Sokak olayları Eryaman’dan on yıl önceydi değil mi? Mayıs 1996’da İstanbul’da düzenlenen Habitat II konferanslarının öncesinde Taksim-Ülker Sokak’taki translar uğradıkları ağır saldırılar üzerine başka semtlere göç etmek zorunda kalmıştı. Sonraki dört yıl içinde de 40’a yakın trans öldürüldü...
Ülker Sokak ve civarı da tıpkı Eryaman gibi transların kolektif hayat sürüp çalıştıkları bir yerdi. Cihangir’de emlak piyasası yükselince, Afrikalı göçmenlere ve translara saldırılar yaşanıyor. Dönemin Beyoğlu ekipler amiri Hortum Süleyman (Ulusoy) önderliğindeki saldırılara translar bir süre direnseler de sürülüyorlar ve böylece Cihangir soylulaştırılmış oluyor. Direniş geleneği Ülker Sokak’la başladı diyebiliriz. Gerçi şimdi dernek olarak yaptığımız sözlü tarih çalışmasında öğreniyoruz ki, trans ve travestiler 1970’lerden başlayarak uygulanan sistematik saldırılara karşı farklı direniş biçimleri geliştiriyorlar. 1987’de Taksim’de polisin eşcinsellere uyguladığı şiddeti protesto eden 37 travesti açlık grevi başlatıyor. Yıllar Affetmez sözlü tarih projesinde tanıklığına başvurduğumuz Belgin Çelik “biz de Stonwall’u yaşadık” diye özetliyor o yılları. Hatta söyleşide şöyle diyor: “İstanbul’a her yeni atanan emniyet amiri kökümüzü kazımaya gelirdi. Tıpkı bugün lgbti+ ve kadınlara yönelik cinayetler gibi. En rütbelisi bile sana gelir gece işini görür, sonra ilk taşı da o atardı.”
O günlerden 2000’lere gelene kadar translara karşı tutumda ve transların örgütlülüğünde ana hatlarıyla neler yaşanıyor?
1992’de Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) eşcinselliği ruhsal hastalık kategorisinden çıkarıyor. 1993’te Avrupalı örgütlerin de desteğini alarak Lambdaistanbul, 1994’te Kaos GL kuruluyor. Bu dönem Onur Yürüyüşleri çağrıları yapılmasına karşın, gey ve lezbiyenler bile translarla yan yana durmak istemiyor. Biyolojik determinist bir yaklaşımla, translar “en altın da altı” olarak görülüyor, gey ve lezbiyenler de onları “aşağılık” olarak görüyor. Tıpkı Kürtlerin şimdi Araplara, Suriyelilere karşı tutumu gibi… Sosyal inşa sürekli kendi ötekini yaratıyor… O dönemde basında sürekli “travesti terörü”, “travesti dehşeti” başlıklı haberler çıkıyor. Translar jiletle oraya buraya saldıran insanlık dışı varlıklar olarak gösteriliyor. Başlarına ne geliyorsa müstahak algısı yaratılıyor. 2006’ya, Eryaman’a kadar, birçok kentte ve özelikle İstanbul’da çok sayıda trans kadın öldürülüyor. Ancak, Eryaman’daki saldırılar bir çete tarafından sistematik olarak gerçekleştirildi. O günleri Yıllar Affetmez projesinde Hataylı Zehra (Zeynep Ersürer) çok iyi anlatıyor. O 90’ların başında Ankara’ya gelen ve 2001’de Eryaman’a ilk yerleşenlerden. Özetle şöyle anlatıyor: “2000’li yıllarda bir travesti tecavüze ve gaspa uğramadan evine geldiyse kendini şanslı hissediyordu. Dilimizin altında jilet, elimizde sallama ile yaşamak zorundaydık hayatta kalmak için. Eryaman’a taşındım. Ankara’nın içinde Balyoz ekibi çıkmış, lubunyaları dövüyor ve Mamak çöplüğüne atıyor. Eryaman’a Dilek İnci ve diğer kızlar geldi, 35-40 kişi çalışmaya başladık. Polis baskısı arttı. Eryaman’daki travestileri göndermemi istediler, sanki onları ben getirmişim gibi. Yüzüme kezzap atıldı, yüzüm yandı. Seçkin’e ateş edildi ve anladım şiddet artıyor. Baktılar kimse gitmiyor, sopalarla saldırmaya başladılar. 30-40 kişi birden saldırıyordu. Eryaman benim evimdi, memleketimdi. Herkesi tanıyordum. KC İnşaat Göksu göletinin karşısına fahiş fiyatlarla daireler yapmaya başlamış. Onların lüks binalarının önünde görüntü kirliliğiydik. KC Grup Melih Gökçek’e, Emniyet’e gidiyor. MHP Etimesgut Ülkü Ocakları’na gidiyorlar. Eşcinsel birtakım adamların bir kısmı elebaşı oluyor, onlar 100 lira alıyor, diğerleri 50 lira karşılığında travesti avına çıkarıyorlar. Ben Mersin’e gittim. Bir gün sonra evimi basıp ev arkadaşlarımı öldüresiye dövüyorlar. Evi yağmalıyorlar. Karakolda arkadaşlarımıza kimse sahip çıkmıyor. Sonunda 30-35 travestiyi sır ettiler…”
Sistematik saldırı altındaki seks işçiliği yapan trans kadınlar bir araya gelip “bize bizden başkasından fayda yok” diyerek örgütlenmeye karar veriyorlar, Pembe Hayat böyle kuruluyor. Alain Berliner’in yönettiği, erkek bedeninde doğmuş bir kız çocuğun hikâyesini anlatan Pembe Hayat adlı filmden geliyor derneğin ismi.
Tüm bu saldırılar polisin gözü önünde oluyor anlaşılan…
Münferit saldırılar Türkiye’nin dört bir yanında hep yaşanıyor zaten. Transfobiktir saldırır, müşterin çirkinleşir saldırır, sarhoştur saldırır. Eryaman’daysa sistematik olarak ava çıkmış organize bir ekip var. Çete suçlaması buna dayanıyor. Ayrıca, bu insanlar bu işin karşılığında ekonomik kazanç elde ediyor. Bugün de mahkemede kanıtlamaya çalıştığımız bu. Kızların evleri gözleniyor, evlerine, kendilerine yapılan saldırılar hakkında suç duyurusunda bulundukları halde talepleri işleme konmuyor. Saldırılar sonrasında karakola sığınan arkadaşları, saldırganlar karakolun etrafını sarmışken, polisler “çıkın dışarı” diyerek karakoldan kovalıyor. 2007 Ocak ayında, transların taşınmasıyla birlikte saldırılar Esat’a taşınıyor. Balıbaba’da transların gittiği bir kuaför basılıyor, cam çerçeve indiriliyor, kasadaki para gasp ediliyor, kuaförler darp ediliyor. En son, Dilek İnce’nin arabasına saldırıda bulunuyor ve darp ediliyor. Bu saldırıyla dava süreci başlıyor. Mala zarar vermek üzerinden yürüyor mahkeme, darp davaya dahil edilmiyor. Elebaşlarından Şammas Taşdemir’in de içinde olduğu faililer (Ayhan Günay, Şammas Taşdemir, Ahmet Günay ve Harun Çavdar) yakalanıyor. Sadece mala zarar vermekten birkaç aylık ceza veriyor mahkeme.
Pembe Hayat da o dönemde, yaşamda kalma mücadelesinin verildiği günlerde kuruluyor, değil mi?
Sistematik saldırı altındaki seks işçiliği yapan trans kadınlar bir araya gelip “bize bizden başkasından fayda yok” diyerek örgütlenmeye karar veriyorlar, Pembe Hayat böyle kuruluyor. Dernek nasıl yönetilir, evraklar nasıl doldurulur, fon kaynağı nedir, proje nasıl yazılır bilmiyorlar, dil bilmiyorlar… Seks işçiliğinden kazandıkları parayla derneğin kirasını ve harcamaları karşılıyorlar. Akşama kadar nöbetleşe dernekte oturuyorlar. Dayanışma transların iyi bildiği bir şey. Çarka çıkarken de hemen yanında olmasa bile gözünün bir ucu diğer kızdadır. Özetle, Türkiye’nin ilk trans hakları derneği olan Pembe Hayat LGBTİ+ Dayanışma Derneği 30 Haziran 2006’da Ankara’da kuruluyor.
Pembe Hayat ismi nereden geliyor?
Alain Berliner’in yönettiği, erkek bedeninde doğmuş bir kız çocuğun hikâyesini anlatan Pembe Hayat (Ma vie en rose) adlı filmden geliyor derneğin ismi. Translara yönelik ayrımcılık, nefret suçları, şiddet ve toplumsal dışlanma gibi konularda projeler üretiyor, doğrudan destek hizmeti sunuyor. Cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim ibarelerinin Anayasa’ya eklenmesi ve ayrımcılığın son bulması için çalışıyor kısacası.
Derneğin ilk eylemleri Eryaman ve Esat olaylarını gündeme getirmek için yapılan mumlu ve kefenli eylemler, değil mi?
Pembe Hayat öncülüğünde İnsan Hakları Anıtı’nın önünde mumlu ve kefenli eylemlerin başlatılmasıyla mesele gündemleşiyor. O sıralar derneğin başkanı olan Buse Kılıçkaya’yı biri arıyor ve “sen derneğin başkanıymışsın, kişi başı 5 bin lira öderseniz sizi Şammas’a karşı korurum. Benim arkamda devlet var, size kimse bir şey yapamaz burada” diyor. Buse “sen kimsin” diye soruyor “Ben Ayhan Günay” diyor erkek sesi. Bunun üzerine kızlar suç duyurusunda bulunuyor. Yargılamanın ileri safhalarında, bu kişinin Eryaman saldırılarının faillerinden Şammas Taşdemir’le birlikte çalıştığı ortaya çıkıyor.
Bu arada, çok acı bir olay da yaşanıyor. 10 Kasım 2008’de, çete üyelerinin tespit edilmesinde önemli rolü olan, dava tanıklarından Bahar (Dilek İnce) pompalı tüfekle başından vuruluyor. Daha önce, arabasında saldırıya uğruyor, ama dava mala zarar üzerinden açılıyor, Dilek’e yapılan saldırı gözardı ediliyor. Hataylı Zehra Dilek’in yakın arkadaşı, sözlü tarih belgeselinde bu olayı da çok ayrıntılı anlatıyor.
Bu arada, çok acı bir olay da yaşanıyor. 10 Kasım 2008’de, çete üyelerinin tespit edilmesinde önemli rolü olan, dava tanıklarından Bahar (Dilek İnce) pompalı tüfekle başından vuruluyor. Dilek’in öldürülmesinin aydınlatılması için kızlar çok uğraşıyor, ama sonuç alınamıyor.
Dilek İnce’nin katili bulunamadı değil mi?
Dilek’in davasının aydınlatılması için o dönem kızlar çok uğraşıyor, ama sonuç alınamıyor. Dilek’in davası diğer davalarla da birleştirilmiyor. 2008’de Şammas Taşdemir’in ve Ayhan Günay’ın da aralarında olduğu dört sanık tutuklanıyor. Mahkeme önemli bir karar veriyor ve yasada nefret suçu olmamasına karşın, bir anlamda nefret suçu tanımı yapıyor: “travesti olarak yaşayan ve çalışan kişilere yönelik saldırılar bu kişilerin travesti olmalarından kaynaklanmaktadır” diyor. Tutuklu saldırganlar örgüt kurma suçundan ikişer yıl ceza aldı. Dosya temyize gitti, Yargıtay yıllarca karar veremedi. Nihayet, 2011’de haraç ve yağma suçunun da olduğu vurgusuyla verilen cezayı yetersiz buldu ve kararı bozdu. Bozma gerekçesiyle birlikte, Yargıtay eğer çete suçundan yargılayacaksan şunlara şunlara dikkat et” diyerek ilk derece mahkemesine çete yargılaması yapmaması için kaçış alanı sunuyor adeta. Böylece suçluları beraat ettirmeye çalışıyor. Zaten geçen sene 17 Ekim’de bütün yaralama suçlamaları zaman aşımına uğradı. 2023’de de dosya tamamen zaman aşımına uğrayacak. Biz zaman aşımına uğratılmaksızın bu kişilere çete kurmak ve haraç/yağmalama suçlarından hüküm verilmesini istiyoruz. Yağma çok önemli, kızların tümü neredeyse evlerinden bir terlik bir pijamayla kaçmış. Döndüklerinde evlerinde tek bir sağlam eşya bulamamışlar, her şey yağmalanmış.
Pembe Hayat sadece Ankara’da mı örgütlü?
Kâğıt üzerinde sadece Ankara’da örgütlüyüz, ama Türkiye’nin birçok kentinde hak arama temelli danışmanlık veriyoruz. Ben yıllarca hem üyesi hem de gönüllüsü olarak çalıştığım derneğimizi çok seviyorum. Türkiye’de ilk ve tek trans öz örgütü, keşke daha çok olsa. Kaos-GL var, Lambda var, SPoD var, ama bunlar lgbti+ kuruluşu, transların bambaşka ihtiyaçları var. Ankara’daki kızlardan derneğe adımını atmamış olan yoktur. Ben örgütlenme koordinatörü olarak kapı kapı geziyorum, sürekli irtibat halindeyiz. Pembe Hayat bir sokak örgütü, çalışmaları da öyle. Youtube kanalımızın 10 bin takipçisi var. Dilek İnce adına kurduğumuz bir giysi bankamız var. Hapishanelerdeki mahpus translarla dayanışmayı çok önemsiyoruz.
Hapishanedeki transların koşulları nasıl?
Mahpus olmak zor, trans mahpus olmak iki kere zor. Transların çoğu tek kişilik koğuşlarda tutuluyor. Havalandırmaya dahi çıkarılmıyorlar, kantin hakkından faydalanamıyorlar. Diğer mahkûmların sahip olduğu haklardan yararlanamıyorsun. Birçok cezaevi yönetimi “diğer mahkûmlarla havalandırmaya çıkaramayız, tek başına da çıkaracak personelim yok” diyerek havalandırmaya çıkarmıyor. Bu arada, bir de yaş almış translarımız var. Onlar artık sokakta çalışamıyor. Onları da “annecim nasılsın” diye ziyaret ediyoruz; seçilmiş annelik ilişkisi, dayanışması var aramızda.
Translar için seks işçiliği dışında çalışma seçeneklerinin artması için girişimler var mı?
Bunun için önce aşılması gereken çok temel sorunlar var. Eğitim alıp beceri kazanmanız, onun üzerine hayatınızı kurmanız gerekiyor. Barınacak yeriniz, içecek suyunuz, yiyecek ekmeğinizin olması lâzım. Translar çok küçük yaşlarda aileleri tarafından reddediliyor, okulda şiddete ve ayrımcılığa uğruyorlar. Okul translar için dizayn edilmiş bir alan değil. Okulda tuvalete bile gidemiyorsunuz. Başta translar olmak üzere, lgbti+ bireylerin özel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik politika ve hizmetler geliştirilmeli. Trans kapsayıcı eğitim ve istihdam politikaları olmalı devletin. Cinsel yönelim temelli ayrımcılık hakkında hiçbir mevzuat yok. Şiddet sonrası destek mekanizmalarıyla ilgili acil eylem planı oluşturulmalı, sığınak imkânları sağlanmalı. Beden uyum sürecine erişim kolaylaştırılmalı, hormon ilaçlarının, ameliyatların SGK kapsamında karşılanması sağlanmalı. Biz tüm bu konularda tarafız ve tüm zeminlerde mücadele veriyoruz. Tabii en önemlisi de sokakta, işyerinde, okulda yaşanan ayrımcılık ve nefret söylemi.
Üniversite ortamında da ciddi ayrımcılık yaşanıyor mu?
Evet, halen yaşıyorum. Okulun kapısında güvenliklerle kavga dövüş giriyorum içeriye. Neyse ki, tuttuğunu koparan bir karakterim var, “kavgaysa kavga, ölümden öte köy yok” diyerek mücadele ediyorum. İlk başlarda okulda laf atanlar olmuştu. Gittim yanlarına “ben utanılacak bir şey yapmıyorum, ama siz bu okulda böyle yaparsanız her gün utanırsınız. Bela olurum. Ailem yok, malım mülküm yok, benim kaybedecek bir şeyim yok. Bir canım var, onu da siz alamazsınız” dedim. Tırstılar. Okulları bitirip kamuya girdiğinizde sistem sizi çalıştırmıyor, oradan oraya sürüyor. İstifaya zorlanıyor, mobbing’e maruz kalıyorsunuz. Özel sektörde de büyük sıkıntılar yaşıyor translar. Yeterli özellikleri taşısanız bile işe alınmıyorsunuz.
1960’lardan 1980’lere kadar translar ya hiç görülmüyor ya da “aşağılık mahluk” muamelesi görüyor. Dönemin gazetelerinde transların ithal olduğu iddiaları var. Darbe sonrası, karakollarda baskılar artıyor, sistematik işkenceler yapılıyor. ‘90’lardaysa, basında sık sık “travesti terörü” başlıklarına rastlıyoruz.
Türkiye’de kaç trans avukat var?
Benim bildiğim iki arkadaş vardı. Biri vefat etti, okul arkadaşımdı Onur Koca, 26 yaşındaydı erkek arkadaşı tarafından öldürüldü dendi, sonra intihar ettiği söylendi.
Covid yaşam şartlarını nasıl etkiledi?
Covid’le birlikte, yasak ve kısıtlamalarla sokak bitti, kızların çoğu eve kapandı. Kenarda köşedeki birkaç kuruşla yaşamaya başladılar. Bir kısmı sanal ortamda şovlar yaptı; bu da üç ay, beş ay çare oldu. Ne yapsınlar? Herkes birer ikişer çalışmaya geri döndü. Bu insanlar nasıl hayatta kalacak bunu hiç düşünmüyorlar. Bugünlerde birçok kişi evden çalışıyor, gece de sokağa çıkma yasağı olduğu için öğlen kaçamakları yapıyorlar. Kadınlara giden erkeklere tek laf yok, bu işi yapanlar linç ediliyor. Sanki seksi kadın tek başına yapıyor. Biz broşürler hazırlardık. Covid’den dolayı hiçbir arkadaşımızı kaybetmedik bildiğimiz kadarıyla. Sokak dayanıklılığımızı artırmıştır muhtemelen. (gülüyor)
Boğaziçi Üniversitesi’nde LGBTİ+ Çalışmaları kulübü kapatıldı. Rektör atamasına karşı protestolarla ilgili olarak da lgbti+’lar çok hedefe kondu…
Tepeden atanan kayyım-rektöre karşı meşru ve haklı bir eylemlilik yaşanıyor. Haklı ve meşru eylemlere karşı her zaman üç konuyu gündeme getirirler: terörizm, İslâm karşıtlığı ve lgbti+’lar. Bu olayda üçü birden var. Eylemlere katılan ve destek veren herkes “terörist” ilan edildi. “Kabe resmi yere kondu” dendi, eylemleri desteleyen başörtülü kızlar hedef alındı. Son olarak, içişleri bakanından cumhurbaşkanına kadar koro halinde “bunlar lgbti+, bunlar ibne, dönme, sapkın” demeye başladılar. Böylece “toplumun ahlakını bozanlar”, “Allah’ın lanetlediği insanlar” diyerek kabul edilemez müdahalelerini haklı göstermeye çalıştılar. Bunu hep yapıyorlar. Seçimlerde “HDP ibneleri milletvekili yapıyor” diye bildiriler dağıtmışlardı. Ama artık sandıkları gibi değil, gey, lezbiyen, en çok da biz translar görünür olduğumuz için bizleri ağızlarına doladılar. Artık ne yaparlarsa yapsınlar görmezden gelemezler.
Artık bir devrin kapandığını söyleyebilir miyiz?
Bizden önceki kuşakların anlatılarına ve basına bakarak üç farklı döneme ayırabiliriz translar için geçmişi: 1960’lardan 1980’lere kadar translar ya hiç görülmüyor ya da “aşağılık mahluk” muamelesi görüyor. Dönemin gazetelerinde transların ithal olduğu, Hollanda’dan geldiği iddiaları var. İthal, marjinal ve görünmez. Darbe sonrası sahne yasakları yaşanıyor. Karakollarda baskılar artıyor, sistematik işkenceler yapılıyor. Nazi yöntemleriyle, kollarına mühür vurulup trenlerle beş yıllığına İstanbul’dan sürgün ediliyorlar. Tabii bu arada translar da karşı direnişlere başlıyor. ‘90’larda, basında sık sık “travesti terörü” başlıklarına rastlıyoruz. Bir önceki dönemin yok sayma hali yavaş yavaş muhatap almaya bırakıyor yerini. Bu durum 2015’e kadar sürüyor. 2015’i hatırlayın, Onur Yürüyüşü yasaklanıyor, bizleri terörist gibi gösterme çabası hakim. Bugün cumhurbaşkanı “lezbiyen mezbiyen” diyor, lgbti’lerden söz ediyor, içişleri bakanı bizden adımızla söz ediyor, artık doğrudan muhatap alınıyoruz.
Son birkaç senedir Onur Yürüyüşleri yasaklanıyor…
Yasaklar yasaklar! Bizim her yürüyüşümüz “onur yürüyüşü”. Evden çıkar, bakkala giderim, alacağımı alır, eve gelirim bu benim “onur yürüyüşüm” olur. Tüm baskılara karşı “sokakta varım, var olacağız” dediğimiz her yürüyüşümüz “onur yürüyüşümüz” hem de yılın her günü.
Medyanın bakış açısı değişti mi?
Geçmişte, dediğim gibi, “travesti terörü” başlıkları atılıyordu. Hatta Eryaman olaylarının yaşandığı günlerde, Sabah gazetesi utanmadan Şammas Taşdemir’le söyleşi yapıyor, Taşdemir “ben Eryaman’ı translardan temizledim” diyor ve kahramanlaştırılıyor. Eli kanlı biriyle söyleşi yapmak nasıl bir gazeteciliktir? Bugün medya bizi muhatap alıyor artık. Destek veren gazeteciler de çıkıyor.
Herkes bizi destekliyor görünüyor proje toplantılarında, etkinliklerde, hatta yeni kurulan partiler bizimle tanışmak için sıraya giriyor. Ne de olsa kendilerini liberal Avrupa’ya, AB’ye pazarlayacaklar. 2018’den sonra, DSÖ’nün transseksüelliği sapkınlık olarak değerlendirmekten vazgeçmesiyle translar trend olmaya başladı.
Sivil toplum alanındaki diğer grupların desteği açısından durum nasıl?
Kimseye haksızlık etmek istemem, bu soruya Pembe Hayat’taki sorumluluğumdan bağımsız bir şekilde yanıt vermek, biraz dert yanmak isterim. Evet, herkes bizi destekliyor görünüyor proje toplantılarında, etkinliklerde, hatta yeni kurulan partiler bizimle tanışmak için sıraya giriyor. Ne de olsa kendilerini liberal Avrupa’ya, AB’ye pazarlayacaklar. Nasıl 92’de DSÖ tarafından hastalık olmaktan çıkarılınca pek çok çevrede geylere ve lezbiyenlere ilgi arttıysa, 2018’den sonra, DSÖ’nün bu kez transseksüelliği sapkınlık olarak değerlendirmekten vazgeçmesiyle de translar trend olmaya başladı. Transları dışlayan radikal feministler ya da kısaca TERF olarak adlandırılan transfobik bir mesele çıktı önce Batı’da, sonra da Türkiye’de. Kesişimsellik ve kapsayıcılık açısından feminist çevrelerde translar tartışmaya başlandı. Ama, etrafıma bakıyorum, yine üç-beş kişi var. Sadece translarla dayanışabiliyorum gibi hissediyorum. Sadece onlara güveniyorum.
İçinde bulunduğumuz iklimde mahkemeden nasıl bir sonuç bekliyorsunuz?
Mağdurların içini ferahlatacak bir karar verilmese bile, biz mücadelemize devam edeceğiz. Eryaman-Esat davası bizim mücadelemizde bir adım. Enseyi karartmadan mücadele veriyoruz. O tarihte mahkemede adil bir karar verilseydi, sonraki saldırılar önlenebilir, pek çok trans hayatta olurdu. Eninde sonunda biz kazanacağız. Artık bizi adımızla, şanımızla muhatap almak zorundalar, alıyorlar da… Sokakta saldırılar devam etse de, Türkiye işler kötüye gitse de, rejim otoriterleşse de biz artık çok örgütlüyüz. Translar yaşamın tüm alanlarında seslerini yükseltiyor. Sosyal medyayı daha etkin kullanıyoruz, dil biliyoruz. Uluslararası bağlantılarımız var. Artık o kadar kolay değil bizi yok saymak. “Translarla eşitleneceksiniz” diyor, bu davayı da eşitlik taleplerimizi de zamana bırakmıyoruz.