Can yakan ekonomik kriz, yoğunlaşan siyasal baskı, tırmanan pandemi, katlanan işsizlik, katmerlenen yoksulluk, yaygınlaşan yalnızlık ve umutsuzluk. 2021 Türkiyesi’nin özeti bu. Bu karabasandan nasıl çıkılır? “İş ve Aş Buluşmaları”nın ve kadın emeği/ev işçileri mücadelesinin öncü isimlerinden HDP İzmir Milletvekili Serpil Kemalbay’a bağlanıyoruz.
Aslında sizinle ekonomik krizi, derinleşen yoksulluğu ve artan intiharları konuşmak için sözleşmiştik, ama gündem kasırga misali. 17 Mart’la Newroz arasındaki dört günde art arda sökün edenler: Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun vekilliğinin düşürülmesi, HDP’ye açılan kapatma davası, İstanbul Sözleşmesi’nin feshi, Gezi Parkı’nın İBB’den alınıp Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devri ve bir kez daha Merkez Bankası başkanının görevden alınması… “Büyük resim” ne anlatıyor?
Serpil Kemalbay: Gerçekten büyük bir resim var önümüzde. Arka arkaya gelen bu saldırılar demokrasi güçlerine, demokrasi blokunun taleplerine yönelik saldırılar. İktidar artık “bir şeylere” daha çok karar verme, hızlanma aşamasına geçti. Daha önce istismar ettiği, imaj olarak geliştirdiği bazı demokratik hamleleri ters yüz eden bir tutumda. İktidar tükendi ve her yere savaş ilan etti. Şiddetin dozunu her gün artırmazsa yönetemiyor. Şiddeti daha da artırarak kendisine yönelik basıncı örtbas etmeye, üste çıkmaya çalışıyor. Yoksa bu hamleleriyle gidebileceği bir yer yok.
Newroz böyle bir gündemde kutlandı. Siz Newroz’da İzmir’deydiniz, hem oradaki havayı hem de genel atmosferi nasıl değerlendiriyorsunuz?
2021 Newroz’unu “özgürlük için direniş” olarak tarif ediyoruz. Çünkü halkın gücü onun örgütlü olmasından, dayanışmasından ve direnmesinden geliyor. Bugüne kadar bizleri demokrasi mücadelesinde bir aktör yapan da bu zaten. İzmir’de hava koşulları oldukça kötü olmasına rağmen çok moralli, coşkulu bir Newroz kutladık. Yağmura ve soğuğa rağmen alan doluydu. Diyarbakır’da da, İstanbul’da da çok kitlesel bir Newroz oldu. Başka birçok ilde de coşkuyla kutlandı. Bu Newroz ateşi herkesi ısıtacak. HDP’yi kapatma davası gündemde, ama Newroz, bunun boş bir çaba olduğunu, yolumuza güçlü bir şekilde devam edeceğimizi gösteriyor. Çünkü halk alanlara geldiler ve HDP’nin halk olduğunu, kapatılamayacağını ortaya koydu. Demokratik bir Türkiye’nin kurulması için elini taşın altına koymuş bir halk var, hep beraber bu yolculuğu tamamlayacağız. Newroz’da bu kararlılığı bir kez daha gördüm.
Newroz’un 24 saat öncesinde, zaten uygulanmayan, kadınların “uygulansın” diye haykırdığı, sık sık eylem yaptığı İstanbul Sözleşmesi Cumhurbaşkanı kararnamesiyle feshedildi. Bu adımı nasıl yorumluyorsunuz?
İstanbul Sözleşmesi bir Avrupa Konseyi sözleşmesi. Avrupa Konseyi üyesi olarak Türkiye’nin ev sahipliğinde ve hatta, Erdoğan’ın ifadesiyle, Türkiye’nin öncülüğünde kabul edilen, yazılan bir sözleşme. Oluşumunda çok sayıda kadın hareketinin, aktivistin, bileşenin ciddi katkısı, etkisi var. 2011’de kabul edilmesi büyük bir heyecan yaratmış, Erdoğan bununla övünmüştü. Şimdi ise bir gece vakti Türkiye’nin sözleşmeden çekildiğini ilan etti. Bunun hukuksuz olduğunu anlatmaya gerek yok, ama söyleyelim, hukuksuz. İstanbul Sözleşmesi TBMM’ye gelmiş, orada görüşülmüş, onaylanmış ve yürütme tarafından uygulamaya geçirilmişti. Dolayısıyla, TBMM’nin onayı olmadan feshedilmesi yöntem olarak hukuksuz. Meclis’in yetkileri bir kez daha tanınmıyor.
“Zaten uygulanmıyordu” denebilir, evet. Uzun bir süredir kutuplaştırma siyasetinin argümanlarından biriydi İstanbul Sözleşmesi. AKP-MHP temsilcileri sözleşmenin kaldırılmasını istiyordu. Özellikle nafaka meselesi ve LGBTİ+ hakları öne çıkarılarak sözleşme hedef alınıyordu. Ancak, AKP mahallesindeki kadınlar içinden belli bir kesim de sözleşmenin kaldırılması gündeme getirildiğinde itiraz etmişti. Bu sözleşmenin feshi ne demek? Günde en az üç kadının öldürüldüğü, tecavüzün, şiddetin katlanarak arttığı, çocuk istismarının vahim bir sorun olarak devam ettiği bir ülkede, “ben bu konularla ilgilenmiyorum” demek. İstanbul Sözleşmesi uyarınca, devlet kadına yönelik her türlü şiddeti –ki sadece kadınlar yok, LGBTİ+’lar da var– önlemeyi taahhüt ediyor ve bunun için yükümlülükler üstleniyor. Sözleşmenin feshiyle devletin ve hükümetin bugüne kadar prosedür haline getirdiği işlemlerin de artık yapılmayacağını anlıyoruz. Mesela koruma verilmesi gibi pratik önlemler artık olmayacak. Her kesimden kadınların yaşamı ciddi bir tehlike altında. Kadınlar haliyle itiraz ediyor, çünkü bu sözleşmenin sahibi AKP değil kadınlar. Bu yüzden kararı kabul de etmiyorlar, her yerde eylemdeler.
İki yönü var bu meselenin. Biri, tarihsel bir sorun olarak Kürt sorununun çözümü. Diğeri de güncel bir sorun olarak tek adam rejiminin ortadan kalkması. Bizim mücadelemiz bu iki meseleyi de kucaklıyor. Kürt sorunu sınıf sömürüsünün de vesilesi haline geliyor. Ne zaman sınıfsal mücadele yükselse, bakıyoruz ki Kürt sorunu ya da onların deyişiyle “terör sorunu” ile boğuşur haldeyiz.
HDP’nin kapatılması için dava açılmasına ne diyorsunuz? Neden şimdi?
Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun vekilliğinin düşürülmesi ile HDP’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’nde dava açılması aynı zamana denk getirildi. Türkiye’deki egemen güçler tarihleri ve şifreli mesajları seviyorlar. Kapatma davasının açıldığı 17 Mart’ın hemen ertesinde MHP’nin kongresi vardı. Ama bu kadar planlı da davranabiliyorlar mı diye düşünmeden edemiyor insan. Çünkü karşımızda beyni dağılmış, toplumsal meşruiyetini yitirmiş bir iktidar var. Bütün kadrolarını birer birer yok etmiş, yemiş, en yakın arkadaşlarını tasfiye etmiş bir Erdoğan’dan bahsediyoruz. Tamamen tek adam rejimi oluşturulmuş. Bu yüzden, bir taraftan tekrar bir rıza arayışına girme, oyların erimesini engelleme çabası var, bir taraftan HDP’nin gerilemesi için yapılan bir hamle. Özellikle bu döneme denk gelmesi, iktidar bloku içindeki bazı gerilim ve pazarlıklardan kaynaklı da olabilir tabii.
Son dönemde muhalefete dair yürüttüğümüz tartışmalarda, muhalefetin demokrasi güçlerini birleştirici bir fonksiyon üstlenmesi gerektiğini, ancak böyle yapılırsa tek adam rejiminin yıkılabileceğini söyledik. Bu konuda özellikle Garê’den bu yana bir değişiklikten söz edebiliriz. Garê öncesindeki savaş tezkerelerine defalarca “evet” diyen Millet İttfikı Garê’den bu yana az da olsa ezber bozan bir tutum sergilemeye başladı. Bu, iktidarı telaşlandırıyor. Çünkü iktidarın tüm çabası karşısındaki ittifakları dağıtmak yönünde. Bu nedenle telaş ve panik içindeler. HDP’yi durduramadıklarının farkındalar. “Çözüm süreci” diye ifade edilen günlerden bugünlere, HDP bırakalım tasfiyeyi, daha da güçlenip büyüdü. O yüzden yapabilecekleri tek şey kapatma, tutuklama, şiddet. AKP-MHP blokunun daha farklı bir politika geliştirme imkânı yok.
Bunlara karşı siz ne yapacaksınız, parti içindeki tartışmalar ne yönde? Hakkında siyasi yasak istenenlerin olduğu bir liste var, siz de o listedesiniz…
Devlet Bahçeli, “öyle bir kapatılmalı ki, bir daha yerine başka bir isimle de parti açılamasın” demişti. Kafalarında bu var herhalde, HDP’de bugüne kadar yönetici kademelerde bulunan herkesi siyasi yasaklı haline getirdiklerinde bir daha parti kurulamaz diye düşünüyorlar. Ama anlamadıkları şu: Karşılarında bir halk hareketi, bir halk mücadelesi var. Halk değişim talep ediyor, sorunların köklü bir şekilde çözümünü istiyor. Milyonlardan ve zamanı gelmiş bir sözden bahsediyoruz. HDP zamanı gelmiş bir sözdür. Yoksa 7 Haziran’ın (2015) hemen arkasından yok edilirdi.
Hatırlayın, 7 Haziran’da müthiş bir çıkış yaptı HDP, çok güçlü bir oy (yüzde 13,1) aldı ve toplumun en geniş kesimleri tarafından pozitif bir şekilde değerlendirildi. O günden bugüne Erdoğan birçok kez HDP’yi baraj altında bırakmak için hamle yaptı. 1 Kasım 2015 seçimlerinde arka arkaya birçok katliam oldu. Bu katliamların politik iklimi belirlemek için gerçekleştirildiğini hepimiz biliyoruz. İnsanları korkutarak, dehşete düşürerek kendisine doğru koşmalarını istedi. Evet, bir kez daha iktidar oldu, ama HDP’yi baraj altında bırakmaya yine de gücü yetmedi.
Ardından, KHK’ler, kayyumlar geldi. Her yerden HDP’yi ve demokrasi güçlerini tasfiye etmeye çalıştılar. Peki, ne oldu? O günden bu yana halk HDP’yi bağrına basıyor, bu zalimlere vermiyor. Bu nedenle Bahçeli’nin önermesi bir hayal ve bu hayal gerçekleşmeyecek. Buna dair tarihimizde de birçok örnek var.
27 yıl önce Meclis’ten DEP milletvekillerini alıp götürdükleri görüntüleri unutmuyoruz, 4 Kasım 2016’da bir benzerini gördük. Bu darbeler devam ediyor. Kapatma hamlesini bir darbe olarak görüyoruz. Daha önceki darbeler nasıl ki bu halk hereketini ortadan kaldırılamadıysa şimdi de ortadan kaldırılamayacak. Bunun için partimiz teknik, bürokratik, hukuksal önlemleri alıyor. Her şey bir yana, HDP’nin güvencesi Türkiye halklarıdır. 1994’tekinden farklı olarak HDP çok daha geniş bir kesimi temsil ediyor artık.
Geleneksel aile ve köy-kır bağlarıyla yoksullaşmayı yumuşatmak mümkün değil artık. Şimdi herkes çok yalnız. Büyük bir işsizlik var. Gençler ve kadınlar arasında işsizlik daha da derinleşti. Umutsuzluk had safhada. Sesin ulaşmaması, çözüm üretilmemesi, yalnızlık ve örgütsüzlük, yoksulluk temelli intiharları artırdı.
Hem seçmenler hem parti temsilcileri arasında “Daha önce de kaç kere kapattılar, ama biz her defasında yeni parti kurduk ve hepsinden güçlenerek çıktık” söylemi öne çıkıyor. Siz de bugünkü parti yapısını geçmiştekilerden ayıran yanlara dikkat çektiniz. Bu farklar olası kapatmayı sonuçları açısından da farklı kılar mı?
İki yönü var bu meselenin. Biri, tarihsel bir sorun olarak Kürt sorununun demokratik çözümü. Diğeri de güncel bir sorun olarak tek adam rejiminin ortadan kalkması. Bizim mücadelemiz bu iki meseleyi de kucaklıyor. Bu tarihsel sorunları süpüren anlayış sadece devletin tepesine çöreklenmiş bir avuç çıkar grubunu besliyor ve onların ömrünü uzatıyor. Ama bunun bedelini hepimiz ödüyoruz. Türkiye’de büyük bir ekonomik kriz var, insanlar bir eline “iş”, bir eline “aş” yazarak intihar ediyor ve bu görünmüyor.
Bütün bu sorunların üstü “Andımız” ya da “şehitlerimiz” gibi hamasi nutuklarla örtülmeye çalışılıyor. Biz buna karşı demokratik, barışçıl bir yol haritası sunuyoruz. Türkiye nüfusunun yarısından fazlası tek adam rejiminin topluma büyük bir zarar verdiğini görüyor ve bir çıkış yolu arıyor. Bu çıkış yolu HDP’dir. HDP burada anahtar bir rol üstleniyor.
Bizim tarihsel ve güncel olan bu iki konuyu bağdaştırmamız gerekiyor. Başta Kürt sorunu olmak üzere, tarihsel olarak yaşadığımız sorunlar sınıf sömürüsünün de vesilesi haline geliyor. Ne zaman sınıfsal mücadele yükselse, bakıyoruz ki Kürt sorunu ya da onların deyişiyle “terör sorunu” ile boğuşur haldeyiz. Bu arada malı alan götürüyor tabii. Türkiye emekçilerinin alın teri, bütün kaynaklar, varlıklarımız hem uluslararası şirketlere peşkeş çekiliyor hem de yandaşlara gidiyor.
Bu filmi yaklaşık yüz yıldır izliyoruz. Artık bu tekrarları yaşamamamız gerekiyor. Bu konuda başta Kürt halkı olmak üzere halkın önemli bir kısmı büyük bir irade ortaya koydu ve bu irade toplumu dönüştürme noktasında önemli bir mesafe kat etti. Kat edilen bu mesafe umut veriyor. Buna çok güveniyorum.
Yakın zamanda açıkladığınız Zam Raporu’nda artan intiharlara dikkat çekiyorsunuz. Sadece ocak ve şubat aylarında kayıtlara geçen intihar sayısı 193. Bu yakıcı konuyu nasıl ele almak gerekiyor?
Büyük bir ekonomik kriz var, pandemiyle birlikte daha da derinleşti. Gelen bu şok etkisi ve kırılma karşısında aslında herkes büyük bir yalnızlık yaşıyor. Daha önce insanlar bireysel yöntemlerle evleri birleştiriyor, çocuklar anne babanın evine ya da anne baba çocukların yanına taşınıyordu. Köylerine gidip orada kira vermemenin, en azından karnını doyurmanın koşullarını sağlamaya çalışıyor, bir şekilde direniyorlardı. Kırın hâlâ kenti beslemesi sayesinde, gelir dağılımı adaletsizliklerinin sertliği bir ölçüde törpülenebiliyordu. 2008’deki krizde böyle oldu mesela.
Ancak, geleneksel aile bağlarıyla, köy-kır bağlarıyla derinleşen yoksullaşmayı yumuşatmak mümkün değil artık. Hem neoliberal politikaların çok güçlü bir şekilde hayata geçirilmesi hem inşaatçı politikalar tıkanmaya başladıkça enerji politikalarının kırlara yayılması ve savaş politikaları bu şansı tüketti. İnsanların elinde bu hızlı çarpışmayı telafi edecek imkânlar kalmadı. Şimdi herkes çok yalnız. Büyük bir işsizlik var. İşsizlik verilerini TÜİK manipüle etmeye çalışsa da herkes bunu yaşamında hissediyor. Gençler ve kadınlar arasında işsizlik daha da derinleşti.
Bir de örgütsüz bir toplum meselesi var. Bunu İş ve Aş Buluşmaları kapsamında İzmir’de yaptığımız gezide gözlemledim. Örneğin, eğlence sektöründe çalışanlar, hem işçiler hem mekân sahipleri bir araya gelip direnmeye çalışıyor, protestolar yapıp pandemi sebebiyle kayıplarının desteklenmesini istiyor. Fakat karşıda bir muhatap yok. Bu yüzden hiçbir mesafe alamıyorlar. TV’yi açtıklarında her şey mükemmel, yardım yapılıyor, müjdeler veriliyor, vs., ama bu insanlar sözü edilen yardımlara asla ulaşamıyor. Onlar arasında da intihar edenler oldu. Umutsuzluk had safhada. Sesin ulaşmaması, herhangi bir çözümün üretilmemesi, yalnızlık ve örgütsüzlük, yoksulluk temelli intiharları artırdı. Bu bize çok büyük sorumluluk yüklüyor. Toplumun bu ihtiyacını karşılayacak bir örgütlenme ve dayanışma içinde olamadığımızı, toplumu yeterince kucaklayamadığımızı görüyoruz.
AKP iktidarının sermaye biriktirme modelinde ekoloji tahribatı çok önemli yer tutuyor. Çünkü inşaatçı politikalar tıkandı, enerji politikalarını öne çıkarıyorlar, doğaya korkunç bir saldırı var. Taş ocaklarından maden ocaklarına, HES, JES ve RES’lere kadar, dağlar taşlar şirketlere peşkeş çekiliyor. Bu her köyün kapısına bir kepçenin dayanması anlamına geliyor.
Tüm bunların üzerine eklenen bir de pandemi var…
Pandemi döneminde ulaşım da mümkün olmadı. Çalışmak için geldikleri yerde işini kaybeden insanlar köylerine, kentlerine dönemez oldu. Haliyle orada burada yatan, inşaatlarda barınmaya çalışan işçiler gördük. İnsanlar ortada kaldı. Birçok çarpan etkisi var. Bir tarafta güvenlikçi politikalar ile neoliberal politikaların tek adamın iki dudağının arasında sert bir şekilde uygulanması, diğer tarafta pandeminin getirdiği kısıtlamalar ve işsizliğin katlanarak artması, bütün bunları bir arada yaşadı insanlar ve topu göğsüne alıp yumuşatacak bir alan da kalmadı.
Raporunuzda bu alanı daraltan şeyin başkanlık rejimi olduğunu vurguluyorsunuz. Yani artan intiharların baş müsebbibi olarak bu rejime işaret ediyorsunuz. Başkanlık yoksulluğu nasıl derinleştiriyor ve insanları nasıl intihara sürüklüyor? Bu ilişkiyi açar mısınız?
Ekonomi politikaları tek adam rejiminin kurumsallaşmasıyla daha sekter bir şekilde belli bir sınıfın çıkarları doğrultusunda planlanıyor. Bunu beşli çete olarak adlandırdığımız sermaye gruplarına kamu ihalelerinin verilmesi, onlara vergi indirimleri ve teşviklerin sağlanmasında, uluslararası sermaye gruplarıyla girilen ilişkilerde ve köprüler, yollar, havaalanları gibi çeşitli büyük projelerin hayata geçirilmesinde görüyoruz. Bütün kararlar bir kişinin iki dudağı arasından çıkıyor. Saray, yandaşın çıkarları doğrultusunda bir tasarrufta bulunuyor.
Son üç-dört yılda toplumsal kaygıların tamamen terk edildiği bir ekonomi yönetimi görüyoruz. Bu büyük ekonomik krizin yol açtığı işsizlik, yoksulluk ve geleceğe umutla bakamamanın üzerine bir de pandemi geldi. İnsanları koruyacak hemen hemen hiçbir mekanizma kalmadı. 10 milyona yakın bir kesim emeklilik geliriyle ayakta kalmaya çalışıyor, ama o ücretlerin de asgari ücretin çok çok altında düzenlenmeye başlandığını görülüyor. Bu, son dönemlerde daha keskin bir şekilde işçiler, emekçiler, halk aleyhine düzenlenmeye başlandı.
Bu süre içinde doğanın sömürüsünde de büyük artış oldu. AKP iktidarının sermaye biriktirme modelinde ekoloji tahribatı çok önemli yer tutuyor. Çünkü inşaatçı politikalar tıkandı, onun yanında enerji politikalarını öne çıkarıyorlar; doğaya korkunç bir saldırı var. Taş ocaklarından maden ocaklarına, HES, JES ve RES’lere kadar, dağlar taşlar şirketlere peşkeş çekiliyor. Orası SİT alanı mı, tarihi bir alan mı, doğa harikası mı, hiç fark etmiyor. Önemli olan o kişilerin oraya gidip o birikimleri yapması. Bu her köyün kapısına bir kepçenin dayanması anlamına geliyor.
Bu yaşananlar insanların hayatlarını direkt etkiliyor. Enerji santrallerinin kurulduğu yerlere gittiğinizde, oradaki insanların anlattığı hikâyelerde fark ediyorsunuz. Zeytin ağaçları kesiliyor, maden ocağı açılıyor. Maden şirketi kazansın diye köylünün geliri elinden alınıyor. Hatta Kirazlı Yayla’da olduğu gibi, yerinden ediliyor köylü. Bunlar tek adamın kararnameleriyle hayata geçen mekanizmalar. Eskiden kurumlar vardı ve o kurumların işletilmesiyle bu işler en azından bu kadar sert yürümüyordu. Şimdiyse, zaten söylemişlerdi, “devleti şirket gibi yöneteceğiz” demişlerdi, şirket gibi yönetiyorlar. Başkanlık sistemiyle bağlantıyı buradan kuruyoruz. Bir taraftan alıp diğer tarafa veriyorlar, aldıkları yerde ise büyük bir şok ve kriz yaşanıyor.
Biraz önce değindiniz, İş ve Aş Buluşmaları yapıyorsunuz. Nerelere gittiniz, tepkiler nasıl, gözlem ve notlarınız neler?
Halkın mevcut kriz koşullarında yaşadığı sorunları gündemleştirmek için bu buluşmaları yapıyoruz. Bir yıla yayılacak bir planlama aslında. İlk iki ayı geride kaldı. Diyarbakır’dan başladık, İzmir, Van ve Mersin’de devam ettik. Esnafla temas ettiğimizde çok daha çarpıcı bir şekilde karşımıza çıkıyor manzara. Ayağımın tozuyla Mersin’den geldiğim için oradan örnek vereyim. Bir çarşıya girdik, tarihi bir çarşı, esnaf bize, “bakın, bu çarşıda sizden başka kimse var mı?” diye sordu. Gerçekten de bizden başkası yoktu. Hiç siftah yapmadıklarını, ihtiyaçlarının karşılanmadığını, kendilerine herhangi bir yardımın ulaşmadığını anlattılar. En çok duyduğumuz cümle “Eve ekmek götüremiyoruz” oldu. Bu cümleyle bu denli çok karşılaştığımı hatırlamıyorum. Herhalde bu dönemi özetlemek, insanların bu ekonomik krizi nasıl tarif ettiğini anlatmak gerekirse şu dördü anahtar kelime olacaktır: “açız”, “askıda ekmek”, “eve ekmek götüremiyoruz”, “kuru ekmek”. Halk içinde ekonomik krizin olmadığını söyleyen kimseye rastlamadık, “benim durumum iyi” diyen birine denk gelmedik. Balıkçı Kooperatifi’yle görüştük Mersin’de mesela, öyle ağlar, öyle mekanizmalar oluşmuş ki. Korkunç bir şey. Hem balıkçılarda hem tarım sektöründe bu var. Aracılık denen kurum üreticiyi adeta köleleştirmiş, insanlık dışı koşullara mahkûm etmiş. Tarlada 30 kuruşa üretiyor işçi, ama biz marketten onu 5-6 liraya alabiliyoruz. Arada korkunç bir fark var. Aynı şey balıkçı esnafı için de geçerli. Balıkçı Kooperatifi bize “biz balığı tutuyoruz, getiriyoruz, kabzımallar istedikleri ücreti belirliyor, karnımızı bile doyuramıyoruz” dedi. Balığın bol olduğu zamanlarda bir kasa sardalyayı 15 liraya alıyorlar balıkçıdan, kilosunu 20-25 liraya satıyorlar. Aracılar, kabzımallar, tefeciler, dayıbaşları, bankalar… Ağır sömürü koşullarının mekanizmaları bunlar. Ağırlıkları çok fazla ve tabloyu daha da ağırlaştırıyorlar. Büyük sermayenin kılcal damarlarını oluşturuyorlar. Aşağıda bir örgütlenme olursa onu tepeleyecek olan “jandarmalar” da bunlar. Olağanüstü bir sömürü mekanizması var. B. Traven’in Pamuk İşçileri kitabı 1920’lerde yazılmıştı. Oradaki işçilerin karın tokluğuna ve insanlık dışı koşullarda çalışması bugün tarımda, hizmet sektöründe, gıdada, her alanda aynı şekilde devam ediyor. Bu dehşet verici bir durum. 1920’lerden hiçbir farkı yok.
“Eve ekmek götüremiyoruz”, bu cümleyle bu denli çok karşılaştığımı hatırlamıyorum. Bu dönemi özetlemek, insanların bu ekonomik krizi nasıl tarif ettiğini anlatmak gerekirse şu dördü anahtar kelime olacaktır: “açız”, “askıda ekmek”, “eve ekmek götüremiyoruz”, “kuru ekmek”. Halk içinde ekonomik krizin olmadığını söyleyen kimseye rastlamadık, “durumum iyi” diyen birine denk gelmedik.
Bu sömürüye karşı özellikle bağımsız sendikalar öncülüğünde verilen küçük küçük işçi direnişleri de var…
Evet, son dönemde direnişler arttı. Bireysel direnişler de var, sendikalar üzerinden gelişenler de. Ekmekçioğulları, Bimeks, Kayı İnşaat, Migros işçilerinin direnişleri bunlardan bazıları. Özellikle pandemi sürecindeki çelişkilere parmak basan ve işçi sınıfının karşı karşıya olduğu sorunların bütünsel olarak görülmesini sağlayan direnişler bunlar. Örneğin, Bimeks ve Kayı İnşaat işçilerinin direnişi işsiz-işçilerin direnişi olarak kendini gösteriyor. İşten atılmışlar, çalıştıkları işletmeler kapatılmış, ama patronlar ihale almayı sürdürüyor; ücretini, kıdemini, ihbarını alamayan ve işini kaybeden işçiyse ortada kalmış. Geriye dönük haklarını aramak için bir araya gelmişler, direniyorlar. Bunun karşısında sermaye sınıfının tutumu, bastırmaya ve görmezlikten gelmeye yönelik tabii ki. Öte taraftan, Ekmekçioğulları ve Migros direnişlerine gördüğümüz şey, pandemi koşullarında emek sömürüsünün nasıl devam ettiği. Sendikalaşan, örgütlenmesini artıran işyerlerinde sendikasızlaştırma, “madem işten çıkarma yasağı var” deyip Kod-29, yani ahlâk kurallarını gerekçe göstererek işten çıkarmalar var. Bu da devletle işveren arasında bir uzlaşı. Bu direnişler, bu canlılık önemli. Ancak, sermayeyi koruyup kollayan ve işçilerin direnişlerini, taleplerini kriminalize eden yöntemler karşısında işçilerin haklılığını ve mücadelesini ana akımlaştıracak, bunu merkeze alacak bir mücadele henüz büyümüş değil.
Yakın zamanda CHP yönetimindeki belediyelerde yapılan grevlerde gördük, direnişler satılıyor, bir sendikal çürüme olduğu ortada. Bağımsız sendikaların, bireysel direnişlerin yanında bir de bu gerçeklik var.
Yeni bir sınıf hareketine ihtiyaç olduğu çok uzun zamandır tartıştığımız ve yakıcı bir şekilde hissettiğimiz bir konu. Bu konunun önü pek çok noktada sendikalar tarafından tıkanmış durumda. Devletin de elini uzattığı bir sendika ağalığının oluştuğunu görüyoruz. O yapıları parçalama konusunda pek ilerleme kaydedemedik. O yüzden de bağımsız sendikalar veya sosyalist grupların öncülüğünde gelişen bazı direnişler görüyoruz. En “ilerici” sendika diye tanımladıklarımızda bile bir temkinlilik var, kendi iç demokrasilerinde tükenmişlik var. Bu tıkaçları parçalamadan yol almak mümkün görünmüyor. Mersin’deki Balıkçı Kooperatifi’ni örnek vermiştim. Balıkçılar bir ateş topu kucaklarındaymış gibi çığlık çığlığa sorunlarından bahsediyorlar. Eğer kooperatif bu sorunu çözemiyorsa, o zaman varlığının ne anlamı kalıyor? Bu kurumların bir tıkaç görevi var. Demokratik işleyişte, temsiliyette sorunlar var, tıpkı partilerde olduğu gibi. O kurumlara yönelmek, onları demokratikleştirmek ya da o kurumları elimizin tersiyle bir kenara atıp kendi sorunlarımız etrafında sonuç almaya yönelik dayanışmayı ve mücadeleyi örgütlemek gerekiyor. Bu konuda yeni bir sınıf hareketinin, emek hareketinin gelişmesine ihtiyaç var.
Aracılar, kabzımallar, tefeciler, dayıbaşları, bankalar… Ağır sömürü koşullarının mekanizmaları bunlar. Ağırlıkları çok fazla ve tabloyu daha da ağırlaştırıyorlar. Büyük sermayenin kılcal damarlarını oluşturuyorlar. Aşağıda bir örgütlenme olursa onu tepeleyecek “jandarmalar” da bunlar.
Şu anda kazanımları kaybetmeme, en temel hakları koruma mücadelesi veriliyor aslında. Hayatı dönüştürme, antikapitalist bir dönüşüm perspektifi, başka bir toplumsal yaşam mücadelesine sıra gelmiyor haliyle. Bunun için nasıl bir örgütlenme modeli, nasıl eylemlilikler lâzım?
Çok büyük bir saldırı var şu anda. KHK’lerle saldırılarını anında gerçekleştirebiliyor rejim. Ülkeyi şirket gibi yönetmekte epey yol aldılar. Sermaye birikimini enerji ve inşaat sektörü üzerinden götürmeye çalışıyorlar. Biz aslında bunun çarptığı noktalardan bahsediyoruz. Örneğin JES’lere karşı köylerde mücadele var. İzmir’de Seferihisar gibi doğa harikası, tarımsal üretim için önemli bir yere JES şirketi gelmiş ve jeotermal enerji santrali kurmaya çalışıyor. Herkesin kapısına dayanmışlar. Dört adam para kazanacak diye binlerce insanın yaşadığı bir köy, ilçe, il yağmalanıyor. Gelecekte de kurtulamayacak bir şekilde buralar piyasaya sunuluyor. Bu saldırılar hem emek hem ekoloji alanında var. Bu kadar çok saldırı karşısında herkes ister istemez savunmaya geçmiş durumda.
Bu savunmanın nasıl bir değeri, önemi var?
Kadınların ve köylülerin mücadeleye bu kadar katıldığı, itiraz ettiği bir dönem hiç görmedik. Chávez döneminde, 2006’da, Caracas’a gitmiştim. Orada yerli kadınlarla, yerli halklarla temas ettiğimde, “aman ha, sakın ülkenize neoliberalizmi sokmayın, doğanızı, toprağınızı, her şeyinizi kaybedersiniz” demişlerdi. Köylülerin neoliberalizm kavramının altını çizerek, doğalarına ve kendi kültürlerine sahip çıkmalarından çok etkilenmiştim. Şimdi 2021’de aynı görüntüleri burada görüyorum. Bir köye gidiyoruz ve oradaki insanlar şirketlerin kendi köylerini yağmaladıklarını, orayı kirleteceklerini, doğayı nasıl yok edeceğini anlatıyorlar. Zeytin ağacına sarılan kadınları görebiliyoruz. Bu bize var olanları korumaya yönelik bir tutum almamızı, bir savunma hamlesini beraberinde getiriyor.
Ama bu yaşananlar kurucu bir fikre sahip olamayacağımız anlamına gelmiyor. Bütün bu mücadelelerin içinde o kurucu fikir de var bence. Mevcut ekonomi modelinin ortadan kaldırılmasına, farklı bir hayatın planlanmasına ihtiyaç var ve bunu tartışmak gerekiyor. Bugünlerde biraz tartışılıyor da. Güvence hareketi, temel gelir başlığı altında bazı tartışmalar var. Tabii ki bir taraftan örgütlenme modelleri üzerinden de tartışmak gerekiyor.
Belki istediğimiz hız, yaygınlık ve etkinlikte olmuyor, ama bir tarafta pandemi, bir tarafta devletin tüm kurumları tahrip ettiği bir dönemden geçiyoruz. Yerel yönetimler hâlâ kayyum gaspı altında. Aslında bütün Türkiye’ye kayyumcu bir zihniyet hükmediyor. En ufak bir alternatif yok edilme, karartma ile karşı karşıya kalıyor. Boğaziçi Üniversitesi’nde kayyum-rektöre karşı yürütülen mücadeleye nasıl yaklaşıldığını gördük. Bütün bunlar iç içe gelişiyor.
Bu mücadelelerin içinde bir “kurucu fikir” var dediniz. Nasıl bir kurucu fikir?
Kadın mücadelesi pek çok ilham verici, rehberlik edici pratikler yarattı, önümüze koydu. Belki şu anda biraz savunmacı bir noktada görünüyor olabilirler, ama hem dünyada hem Türkiye’de kadınların mücadelelerinin hiç durmadan ilerlediğini, toplumsallaştığını, toplumun geniş kesimleri tarafından sahiplenildiğini görüyoruz. Me Too, Las Tesis, kürtaj karşıtı yürüyüşler; bütün bunların içinde ilham verici yöntemler var. Çeşitli toplumsal kesimleri bir arada bulundurabilmesi, kadın özgürlük taleplerini merkeze alması ve birleştirici bir hareket olarak kadın mücadelesi bir yöntem sunuyor bütün demokrasi mücadelelerine.
Nasıl bir yöntem? Yatay bir örgütlenme modeli mi?
Kadın hareketinde bir hiyerarşi yok, herkes kendisini istediği gibi ifade etme imkânını buluyor ve bu mücadelenin bir parçası olabiliyor. Bunu başarılı kılabiliyor bu hareket. Sınıf ve emek mücadelesinde de benzer bir yaklaşıma ihtiyaç var. Hele şimdiki gibi, parçalı ve özellikle sendikal bürokrasinin hegemonyası altında kalmış bir sınıf mücadelesi varken. Sendikaların tepelerindekilerin değil de aşağıdakilerin, bu mücadelenin parçası olarak kendini görenlerin yaratıcı yöntemler geliştirmesine ihtiyaç var. Bu konuda kafa yoran kesimler nasıl birleştirici olabilirler, bunu düşünmeliler. Biz siyasette bunu yapmaya çalışıyoruz HDP olarak: Nasıl birleştirici olabiliriz, demokrasinin temel ilkeleri etrafında Türkiye’deki bu tıkanıklığı aşmak için farklı kesimleri nasıl bir araya getirebiliriz gayretini sarf ediyoruz.
Tıpkı kadın hareketindeki gibi, emeğin çıkarları etrafında bir yan yana gelişi genişletecek bir politikaya ihtiyaç var. Bu noktadan oldukça uzaktayız şu anda. Bunun çeşitli sebepleri var, ama başarmamız gereken de bu. Siyasi partilerin de bu konuda büyük sorumlulukları var. Sınıfın örgütlenmesinin önünü tıkayan, o örgütlülüğü parçalayan her neyse onları ortadan kaldıracak mekanizmalar üzerine çalışmalıyız. Önergeler vererek, kanun teklifleri sunarak bunu yapamadığımızı zaten görüyoruz. En son “ev işçileri iş yasasına alınsın” diye kanun teklifi verdik, beş dakika konuştuk, eller kalktı indi ve AKP-MHP oylarıyla reddedildi. Bu kadar olmamalı, bu yetmiyor.
Yeni bir sınıf hareketine ihtiyaç olduğu çok yakıcı bir şekilde hissettiğimiz bir konu. Bu konunun önü sendikalar tarafından tıkanmış durumda. En “ilerici” sendika diye tanımladıklarımızda bile iç demokrasilerinde tükenmişlik var. Bu tıkaçları parçalamadan yol almak mümkün görünmüyor.
Alternatif örgütlenme dendiğinde akla Halkların Demokratik Kongresi (HDK) geliyor. Fakat orada da başlangıçtaki canlılık görülmüyor…
O ruha, oradaki yataylaşmaya ihtiyacımız var. Zaten oradan uzaklaştıkça HDP’nin yapısı da kurucu fikriyatından uzaklaşmış oldu. Her ne kadar faşizm koşullarında halk toplantılarını, bileşenleri ve diğer mekanizmaları harekete geçirerek bunu var etmeye çalışsak da HDK’nin kurulduğu dönemdeki o iklim uzun süredir yok.
Hatırlayalım, HDK’nin kurulduğu dönemde, 2011’de, gerçek bir tartışma ortamı vardı. Forumlar ve meclisler yoluyla, kadınlar başta olmak üzere, toplumun çok geniş bir kesiminin politikleştiği ya da politikaya doğrudan katılmak istediği günleri yaşıyorduk. O iklimde, mesela 7 Haziran seçimlerine giderken, eğitim, ekoloji, sağlık, emek meclislerinden çıkan talepler etrafında seçim bildirgelerimiz oluşmuştu. Fakat daha sonra, 1 Kasım’a giderken ki ortamın şok edici etkisi, art arda gelen korkunç saldırılar, OHAL, kayyumlar vs., bütün bu süreçler HDK meclislerinin zeminini çoraklaştırdı. O canlılığı, katılımı ayakta tutma çabalarımız yeterince karşılık bulmadı. Bunun yarattığı sorunları yaşıyoruz aslında.
Meclis tarzı faaliyetlerimizdeki daralmalar HDP’yi de olumsuz yönde etkiliyor. Bunda hem devletin saldırıları hem de bizim böyle bir döneme yönelik çözüm önerileri geliştirme konusunda yeterli seviyeyi gösteremememiz etkili. Bir çıkış bulabilmemiz için yeniden bu ortamı yaratabilmemiz gerekiyor. Yeniden halkın daha geniş bir şekilde mücadeleye katılması, meclisleşmelerle taleplerini en geniş şekilde ortaya koyması ve inisiyatif almasına ihtiyaç var. Mevcut politikalarla bastırılmaya çalışılsa da bunun yolu bir şekilde bulunacak diye düşünüyorum. O birikim bir şekilde açığa çıkacak, insanlar nasıl bir yaşam inşa etmek istediklerini ortaya koyacaklardır.
HDK’nin kurulduğu dönemde, forumlar ve meclisler yoluyla, toplumun politikaya doğrudan katılmak istediği günleri yaşıyorduk. Eğitim, ekoloji, sağlık, emek meclislerinden çıkan talepler etrafında seçim bildirgelerimiz oluşmuştu. Art arda gelen korkunç saldırılar, OHAL, kayyumlar, vs. HDK meclislerinin zeminini çoraklaştırdı. Meclis tarzı faaliyetlerimizdeki daralmalar HDP’yi de olumsuz yönde etkiliyor.
Ev içi emeğin görünür olması için girişimleriniz oldu. Bugün ev işçilerinin emeği gündemde. Biraz hatırlatır mısınız, neler yapıldı uzun mücadele sürecinde?
Daha önce ifade ediliyor, talepler dile getiriliyordu, ama bu alandaki çalışmalar 2000’li yılların başında başladı. Ev işçileriyle buluştukça, onların kendi deneyimleri üzerinden zenginleşen, yaygınlaşan ve toplumsallaşan bir mücadele oldu. Şu anda iki sendika var: İmece Ev İşçileri Sendikası ve Evid-Sen. İmece Ev İşçileri Sendikası aynı zamanda Uluslararası Ev İşçileri Federasyonu’nun da üyesi. Birlikte bazı işler yapıyorlar. Pandemi sürecinde de bazı çalışmaları oldu. Kadın emeğinin görünmemesi, ev içi işlerin kadınlara mahsus olması, bakım hizmetlerinden temizlik ve yemeğe, pek çok değer üreten işin iş sayılmaması kadınlara büyük bir yük bindirdi.
Ev işinin iş, ev işçisinin işçi olduğu, dolayısıyla sigortalanmaları, güvence altına alınmaları, iş yasasında işçi olarak ifade edilmeleri gerektiğine dair bir tartışma başlattı ev işçileri. Siyasi partilerle görüşmeler yapıldı. Ancak, karşımıza şöyle bir tablo çıktı. İktidar dünyaya hep işverenler gözünden baktığı için, “eğer işçiler 10 günden az çalışıyorlarsa o zaman sadece meslek hastalığına ve iş kazasına karşı bir sigorta yapılması yeterlidir” dedi. Yani bir işçi 10 günden fazla çalışıyorsa sigortalanabilir. Dünyada eşi benzeri olmayan bir ayrımcılık örneği olarak kanuna geçti bu.
Ev işçiliği görünmez bir emek olarak hem iş yasasına konmuyor hem de böyle ayrımcı politikalarla ucuz emek olarak havuzun içine konuyor. Ama kadınlar bunu anlatmaya devam ediyor, ev işçisi kadınların mücadelesi devam ediyor. Fakat örgütlenme noktasında sınıfın örgütlenmesindeki sorunları burada da görüyoruz. Karar vericiler hep işçilerin aleyhine davranıyor. İşçiler örgütlülüğün bir ödülünü göremiyor. Biraz önce Pamuk İşçileri kitabından bahsetmiştim. Roman Meksikalı işçileri anlatıyor. O zaman orada sol bir hükümet var. Bir lokantada direniş oluyor, o direnişte polisler taraf tutmadığını söylüyor ve işçiler o direnişi kazanıyor.
Eğer devlet, kolluk taraf tutmasa işçiler ilerleyebiliyor, sendikanın gücünü hissedebiliyor, sendika müzakereyle daha iyi şartları sunabiliyor. Fakat burada bırakın patronu, arada devlet var. Sermaye devletin kolluğu ya da kurumlarıyla önünüzü kapatıyor. Sermayeye kendisini her yönüyle adamış bir sistemin içinde dövüşüyoruz ve belki naif kalıyor bizim mücadelemiz bu anlamıyla. Ama ev işçileri çok yol aldı, çünkü görünmeyen bir sektördü. Şu anda ev işinin iş, ev işçisinin işçi olduğunu kanıtladılar ve çok sayıda dava açtılar. Bu davalar hem iş kazası hem de çalıştıklarını ispatlamakla ilgili davalar. Zorlu bir yoldan gidiyorlar. Eğer Türkiye’de sınıf mücadelesi yolu açılırsa önemli parçalarından biri olacaktır ev işçileri. Çünkü yaklaşık bir milyona yakın ev işçisi var. Önemli bir sayıda da göçmen ev işçisi var ve bunların sorunları çok daha ağır.
Bu toz duman içinde göçmen, mülteci emeği ne durumda?
Mülteciler kadın işçilerden daha kötü koşullarda. Başta Suriyelilere yönelik olmak üzere, mülteci emeğine dönük düşmanlık ve nefret yaygınlaşıyor. Bir örneği Nadira Kadirova. Özbekistan’dan gelen bir ev işçisi, bir milletvekilinin evinde çalışıyor. Yaşamını nasıl yitirdiği çok ciddi bir soru, aydınlatılmalı. Ama şu da önemli bir soru: Nadira o milltetvekilinin evinde bir ev işçisi olarak sigortalı mı çalışıyordu? Düşünün, bir milletvekili mülteci emeğini sigortasız çalıştırıyorsa ve orada o işçinin yaşamı güvencede değilse, toplumun diğer kesimlerinde durum nasıldır?
Bütün sektörlerde en kötü, en ağır koşullarda mültecilerin çalıştırıldığını görüyoruz. Bu tabloya göz yumuluyor. Şu anda Türkiye’deki sermaye sınıfının pandemi koşullarında konforunun yerinde olması bu emeğe bağlı. Göçmen emeğini daha ucuza çalıştırarak büyük kârlar elde ediyorlar. Böylece hem pandemiyi hem de mülteci krizini kâra ve fırsata çeviriyorlar. İzmir’de, tarlaların hemen yanında, çadırlarda barınan mülteciler Arapça konuştukları için insanlık dışı koşullarda yaşıyor. O tarlanın yanında olma sebepleri iş çıktığında tarlada çalışabilmek. Suya, kadınların sağlığa, çocukların eğitime erişimi yok.
Kadınların ve köylülerin mücadeleye bu kadar katıldığı bir dönem hiç görmedik. 2006’da, Caracas’ta yerli halklarla temas ettiğimde, “aman ha, ülkenize neoliberalizmi sokmayın, doğanızı, toprağınızı, her şeyinizi kaybedersiniz” demişlerdi. Köylülerin neoliberalizmin altını çizerek, doğalarına ve kültürlerine sahip çıkmalarından çok etkilenmiştim. Şimdi aynı görüntüleri burada görüyorum.
Kayyumlarla kuşatılmış Kürt şehirlerinde durum nasıl?
Kürt coğrafyasında inanılmaz pervasızlıkta şeyler oluyor. Örneğin, Van’da VEDAŞ diye bir elektrik dağıtım şirketi var. Sanırsınız Türkiye’yi VEDAŞ faşizmi yönetiyor. Bir despot olmuş, Van halkına zulmediyor. Aynı durum Mardin ve Diyarbakır’da da geçerli, Mersin’de de benzer bir durumla karşılaştık.
Van’daki firma, konutlardaki, binalardaki elektrik saatlerini direklerin tepesine çıkarmış. Mesela biz elektrik saatlerimize bakıp kaç kw/saat harcadığımızı görebiliyoruz. Bu Van halkı için ancak direğin tepesine tırmanarak mümkün. Ayrıca bu elektrik sayacının parasını da o haneye yazıyorlar.
Korkunç pahalı faturalar geliyor insanlara. “Biz nasıl olur da bu kadar elektrik harcarız” diyorlar. 1000-1500 lira elektrik faturaları geliyor ve içinde elektrik sayaçlarının da ücreti var. Bir taraftan elçiler, dayıbaşları, kabzımallar, bir tarafta VEDAŞ. O da bir aracı sonuçta. Bu elektrik şirketi bir ev faturasını ödemediğinde o evi jandarmaya bile bastırabiliyor.
O kadar iç içe girmiş bir mekanizmadan söz ediyoruz. Örneği var, oksijen cihazıyla soluması gereken bir hasta elektrik kesildiği için oksijen soluyamıyor. Bu ülkede bu yaşanıyor, nadir rastlanan bir şey de değil. İnsanların gırtlağının sıkıldığı bir mekanizma var. Bu sömürü çarkını döndüren birçok el var.
HDP’ye saldırıların, kapatma gündeminin bu sömürü çarkıyla nasıl bir ilişkisi var?
HDP Türkiye’nin derinleşen sorunlarının çözülebilmesi için iyi bir imkân. Türkiye’de uzun zamandır ilk kez böyle bir imkân yakalanabildi ve toplumsallaştırılabildi. Türkiye’nin temel sorunlarının başında Kürt sorunu var. Bizi yıllardır büyük sömürü mekanizmalarının boyunduruğu altında tutan da aslında bu.
Kürt meselesini göstererek, buradaki çözümsüzlüğü dayatarak, sömürü mekanizmalarını var edebilme imkânları yaratılıyor. “Örgütlenirseniz, eylem yaparsanız teröre hizmet edersiniz, direnirseniz terör propagandası yapmış olursunuz” deniyor. Bu ilişkiyi belki de ilk kez açık ve net bir şekilde görülebiliyor. Daha önce bu ilişki görülemedi, örtbas edilebildi ve bu sömürü sistemi bugüne kadar gelebildi. Bu sömürü sisteminin Kürt coğrafyasında bir sömürge anlayışıyla sürdüğünü az önceki VEDAŞ örneğinden görmek gerekiyor.
Yeni bir sosyalizmi inşa etmek lâzım. Bu her nasıl olacaksa, birlikte tartışalım. Meclisler kuralım, yatay örgütlenmeler oluşturalım, birlikte tartışarak bunu yapalım. Ancak ve ancak bunu yaparsak geleceğe umutla bakabiliriz.
Artan intiharlarla ilgili konuşurken “herkes büyük bir yalnızlık yaşıyor” dediniz. Bu yalnızlığa karşı çokluğu nasıl örgütlemeli?
Van’da hayvan pazarını ziyaretimizde bir sürü sorun sıralandı. Başka illerde yapılan uygulamalar orada olmadığı için hayvanlarını pazara getiremiyorlar bile. Küpe sorunu var, küpesi olmayan hayvanı hareket ettiremiyorsun, onu almak da çok zor. Sınır sorunu var, bütün sınırlar açık, ama Van’daki İran sınırı kapalı. Ekonomi felç olmuş… O sırada birisi geldi, elinde sopası da vardı, ortaya uzattı ve dedi ki, “bizim sorunumuz barıştır, eğer barış gelirse o zaman iş de gelir, aş da gelir, başka şeyler de gelir.” Kabzımalı, elçisi, dayıbaşısı, tefecisi, siyasetçisi, sermaye sahibiyle kurulan o mekanizmanın çarkına sokulabilecek çomak o aslında.
Biz bu yolda bir çaba harcarsak, batıdaki elini Kürt coğrafyasına uzatabilirse, birbirimize ellerimizi uzatabilirsek olur. Kendi sorunlarımıza merhem olabiliriz. Önce bu inisiyatifi bizi yönetenlerin, iktidarın ve muktedirlerin elinden almamız lâzım. Neyin bizim derdimize derman olacağını biz belirleyelim, biz söyleyelim.
Bütün Türkiye’nin kaynaklarını savaşa kilitleyen, kendi iktidarını buradan sürdürmeye çalışan bir klik var yukarıda, o klikin hedeflerini Türkiye’nin hedefleri olarak asla görmemek gerekiyor. Kendi hedeflerimizi koymamız gerekiyor. Ama, restorasyoncu bir çözüm bütün sorunlarımızı çözer mi diye baktığımızda, kesinlikle çözmeyeceğini söylüyorum. “Eskiden iyiydik” yaklaşımı sorunlarımızın dermanı değil. Bir taraftan Türkiye’de barışın kurulması gerekirken, öte taraftan neoliberal kapitalist sistemin yarattığı sorunların ortadan kalkması için toplumcu bir ekonomi politikaya ihtiyacımız var.
Kamusal hizmetlerin güçlendirildiği, emekten, sınıftan, halktan, insandan, doğadan, kadından yana bir mekanizmanın radikal şekilde dönüştürüldüğü bir yapıyı oluşturmamız lâzım. Yeni bir sosyalizmi inşa etmek lâzım. Bu her nasıl olacaksa, birlikte tartışalım. Meclisler kuralım, yatay örgütlenmeler oluşturalım, birlikte tartışarak bunu yapalım. Ancak ve ancak bunu yaparsak geleceğe umutla bakabiliriz.