İlk bölümde “göç/mültecilik sorunu” denen hadisenin aslında “Avrupa” sorunu ve krizi olduğu tezini nakletmiştik. İkinci bölümde bu krizin dinamiklerine ve niçin hak merkezli mücadele yerine özgürlük merkezli mücadeleye ağırlık vermek gerektiğini dinlemek üzere, “göç otonomisi” üzerine çalışan Nicholas De Genova’ya bağlanıyoruz.
Göç tartışmalarına, hızla yayılan “kriz” fikriyle devam edebiliriz. İlk olarak, “kriz”i ya da “krizlerin çoğulluğu”nu nasıl kavramsallaştırıyorsunuz ve geçtiğimiz üç sene içinde bu kavramsallaştırmanızda ya da Avrupa’daki kriz söylemlerinde bir şey değişti mi? “Kriz” normalleştirildi mi ya da bir kenara mı atıldı?
Nicholas De Genova: 2015’ten sonra çok net biçimde değişen şeylerden biri, insanların sınır geçme hacmi ya da ivmesi, ki bu durum Avrupa yetkililerini ve çeşitli sınır denetimi oluşumlarını bir dizi acil durumla karşı karşıya bırakmıştı. Bunun bir veçhesi de bazı ülkelerin sınırdan geçen insanları görmezden gelmesi, kendi ülkelerinin transit geçiş olarak kullanılmasına izin vermesi ve dolayısıyla da Avrupa’nın sınır polisi olma yükümlülüğüne uymaması oldu. Ortaya çıkan ilginç gelişmelerden biri de şuydu: Avrupa’nın büyük bir kısmı, geçiş bölgeleri ve geçiş ülkelerinin eşitsiz bir bütününe dönüştü. Bu da neticede, insan hareketliliği oluşumlarına karşı yeni ablukalar ve engeller üreten bir dizi başka mekanizmanın ve bir “hotspoté” [1] rejiminin yaratılması anlamına geliyordu.
AB-Türkiye Antlaşması olayların gidişatı içinde kritik bir an olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü bu antlaşma, AB’nin çeperindeki bir dizi ülkenin fiilen kapatılma kampları işlevini üstlendiği dışsallaştırılmış bir rejimin yeniden inşa sürecini başlattı. Bu, daha geniş çaplı hareketliliklerin önünün kesilmesini, zapt edilmesini ya da en azından yavaşlatılmasını mümkün kılacaktı. Biliyorsunuz, artık Avrupa’nın çeşitli tren istasyonlarına binlerce göçmen aynı anda varmıyor, dolayısıyla bu hareketlilik, bir zamanlar olduğu gibi, “kriz” olarak algılanmıyor.
Bu tabii ki göç hareketlerinin dindiği ya da durduğu anlamına gelmiyor. Ama bu, hareketliliklerin tamamen önünü kesmek ya da engellemek için değilse de, en azından ivmesini düşürmeyi denemek için bir dizi yeni yöntem gerektiren bir tepki olduğu anlamına geliyor, ki sınırlaştırma zaten her zaman bir tepkidir. Bunun aldığı en kötücül biçimlerden biri Libya’daki kapatılmaya bel bağlamak. Avrupa’ya yönelmiş, “yasadışı göçmen” olarak algılanan insanların Avrupa topraklarına asla ayak basmamasını garantiye almak için Libya’da gözaltı merkezleri/kampları kuruldu. Bu, uzunca bir zaman önce –2015’teki olaylardan çok önce– başlayan, ama yeniden kurulan ve güçlendirilen sınır dışsallaştırılması rejiminin bir devamı.
Karşılaştığımız şey “kriz”in ilanıydı: bir tür olağanüstü hal ve acil durum yetkilendirmesi olarak krizin söylemsel üretimi. Bu da göçün sosyal adaletle ilişkisine dair muhtemel tartışmaların önünü kesmeye yarayan, bu özel duruma sınırlamalar getirmeye niyetlenmiş, tamamen tek taraflı, otoriter sınırlaştırma olayları lehine ortaya atılmış bir söylemdi. Bu anlamda tanık olduğumuz şey, halihazırda varolan bir rejimin ıslahı ya da revizyonu oldu. 2015’ten çok önce de, bir yandan, göçmen ve mülteci hareketlerini, bir yandan da Avrupa sınırlarının yerleşik bir gerçekliği olarak göçmen ve mülteci ölümlerinin artışını görüyorduk. Ama AB’nin kendi sınırlarını dayatma kuvveti açısından bakıldığında, tam da “kriz” ânında bu ivmeye cevap verebilecek bir dizi acil durum önlemine ihtiyaç vardı.
Göç hakkındaki tartışmada esas mesele, başka bir dünyanın mümkün olup olmadığı sorusudur. Söz konusu olan şu: Hangi şartlar altında olursak olalım küresel ölçekte göç hakkında düşünmek, tam olarak, farklı bir dünyanın mümkün olduğunu hayal etmeye cesaret edip edemediğimiz sorusu üzerine düşünmek demektir.
Kriz anları, daha sonra –sözde yeni bir işlerlik biçimi olarak– “yeni normal” haline getirilecek acil durum önlemlerini rutinleştirme ve normalleştirme amacıyla üretilir. Bir süredir göreceli bir normallik haline dönmek için kriz retoriğinin daha az gündemleştirildiğine tanık oluyoruz. Bu normallik, aslında devletin kontrol edemediği şeylerin iktidarda yarattığı yarılmalar ve bozulmalarla başa çıkmaya çalışan güçlü bir tepki biçimi. Kendi ihtiyaçlarına öncelik verip yasaları gözardı ederek sınırları geçmeye karar veren –ve bunu yaparken de aslında temel bir özgürlükten yararlanan ve bunu gözler önüne seren– insanlar, tam da böyle bir yarılma ve bozulma yaratıyorlar iktidarda. Bu nedenle, devlet ve yetkililer, sürekli olarak devletin gücünü onarmak ve canlandırmak zorunluluğuyla karşı karşıya; egemenliğin tekrar tekrar onarılması ve canlandırılması da ancak bu tepki biçiminin sürekliliğiyle mümkün.
“Hareket özgürlüğü”nün kavramsallaştırılması ve her şeyin hak temelinde ele alınması, nihayetinde vatandaşlığa ya da belli vatandaşlık biçimlerine tekabül ettiği için karşı çıktığınız bir perspektif. Hareket özgürlüğünün bir hak olmadığını, aksine bir eylem, pratik, insanlık durumunun temel bir özelliği olduğunu söylüyorsunuz. Hareket özgürlüğünün bir “pratik” olduğu önermesiyle ne demek istediğinizi biraz açabilir misiniz? Önermenizin hareketliliğin bir hak olarak ele alınmasından farkı nedir? Bu bakış açısı hareketlilik, göç ve siyaseti bir arada ele alırken başka türlü düşünmek için yeni alanlar açıyor mu? Ya da politik söylemimizi ve eylemlerimizi dönüştürmek için farklı/verimli bir zemin sunuyor mu?
Göç hakkındaki bu tartışmada esas mesele, başka bir dünyanın mümkün olup olmadığı sorusudur. Benim için bu noktada söz konusu olan şu: Hangi şartlar altında olursak olalım küresel ölçekte göç hakkında düşünmek, tam olarak, farklı bir dünyanın mümkün olduğunu hayal etmeye cesaret edip edemediğimiz sorusu üzerinde düşünmek demektir. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden çok sonra, komünizmin ölümünün ilan edilmesi sonrasında, sol görüşlü insanlar, genel olarak, yönlerini kaybetmiş gibiydiler. Buna neden olan da birçokları için dünyanın daha farklı olabileceğini hayal etme fikrini savunma ihtimalinin çöküşü gibi algılanan durumdu. Kapitalizmin ve özellikle neoliberal kapitalizmin gezegen ölçeğinde hayal edilebilecek tek yol olduğuna dair akıl almaz bir zafer gösterisi vardı.
Göçün ya da insanların sınır geçme hareketlerinin doğası gereği özgürleştirici bir yanı olduğuna inanmıyorum. Ancak, insanların göç ederken düşündükleri ya da söylediklerinden bağımsız olarak gördüğümüz şeyin, göçün giderek arttığı gerçeği olduğunu düşünüyorum. Göç, insanların kendi ihtiyaçlarını ilk sıraya koydukları, devletin oluşturulmuş otoritesine, sınır rejiminin egemen iktidarına ve sınır polisine meydan okudukları, “insan ihtiyaçları önce gelir” diyerek yasayı hiçe saydıkları bir olgu. Nesnel anlamda, başka bir dünya hayal etme olasılığının radikal başlangıcı.
Göçün toplumsal bir hareket ve bu anlamda belki de siyasal bir hareket olduğu savının, göçün otonomisinin uzun zamandır meselesi olduğunu söyleyebiliriz. Belli bir plan-program dahilinde veya belirli bir siyaset çerçevesinde formüle edildiği için veya insanların birçok farklı nedenle göç etmesinin özellikle politik bir anlam taşıdığına inanmak istediğimiz için değil… Sadece hareket etmeye dair bu temel özgürlüğün kullanılması, insan ihtiyaçları ve arzuları ile dünyanın mevcut sınırları arasında bir tür çatışma yaşandığı anlamına gelir.
Eğer devletin vatandaşları olarak tanımlanırsak, bunun yasalar önünde eşit olacağımız, aynı hukuk kaidesinin altında yaşayacağımız, dolayısıyla “hak sahibi” özneler olacağımız anlamına gelişi, modern devlet mitinin bir parçasıdır.
Sonuç olarak, nesnel anlamda ele alındığında, bu durum mevcut mücadeleleri kuramsallaştırmak için son derece ilginç ve heyecanlı bir alan sunuyor. Diğer bir ifadeyle, üzerine fanteziler kuracağımız türden bir mücadeleye dair bazı senaryolar hayal etmek değil, aksine küresel ölçekte tam da burnumuzun dibinde giderek artan oranda yaşandığı şekliyle mücadeleyi kuramsallaştırma imkânı tanıyor.
Dolayısıyla, bu açıdan bakıldığında bu hareketlilik, pratiğin ta kendisi, başat olarak gördüğüm ve gerçekten de insan olmanın anlamının ontolojik bir karakteri olarak savunacağım türden bir özgürlüğün fiili uygulamasıdır. Dünyanın savunmaları gereken sınırları olan, bölgesel olarak tanımlanmış devletlerden oluştuğunu doğal, kaçınılmaz ya da normal kabul etmemiz durumunda, ancak bu koşul altında hareketlilik “göç” olarak anlaşılabilir. Dahası, giderek artan bir şekilde, bu hareketliliği bir devletin sınırlarını aşmak olarak tanımladığımız ölçüde, göç, burada söz konusu edilen özel anlamıyla, “göç” olarak adlandırılabilir.
Bu anlamda, bu hareketler göç olarak anlaşılabilir, ama aslında temsil ettikleri şey insan türünün yeryüzüyle ilişkisinin bir biçimi olan başat bir hareketliliktir. Eğer hareket özgürlüğünün insan türünün gezegenle ilişkisinin ifadesi ve manifestosu olduğu önermesiyle işe başlarsak, asıl doğal olmayanın, anormal ve problemli olanın dünyanın, sınırlarını savunan ve dayatan, bölgesel olarak tanımlanmış devletler arasında bölünmüş şekilde örgütlenmesi olduğunu görürüz. Ancak bundan sonra gerçek soruna odaklanabiliriz: sorun göç değil, sorun sınır, sorun devlet.
Avrupa ve Türkiye’deki göçmen dayanışma siyasetlerinin genellikle özgürlük yerine “hak” üzerinden ilerlediği söylenebilir. Biraz bundan konuşalım…
Şöyle söyleyeyim, haklara inanmıyorum. Aldığımız ve uğruna savaşmaya hazır olduğumuz haklar dışında herhangi bir hakka sahip olduğumuzu düşünmüyorum. Ne zaman bir kısım haklara sahip olduğumuz düşüncesine inansak, naif bir biçimde devletin bizi korumak için varolduğu illüzyonuna kaptırıyoruz kendimizi. Oysa tarihten aldığımız tüm önemli dersler bunun tam tersini gösteriyor.
Herhangi bir şeyi haklar dilinde talep etmeye şartlandırıldığımızı düşünüyorum. Ve bu biraz da iktidardan talepte bulunmaya alışmamızın bir karşılığı. Onların diliyle konuşur hale geldik.
Türkiye’de durumun biraz daha farklı olduğu söylenebilir. Bir yandan büyük bir çoğunluk devletin koruyucu rolüne inanmazken, diğer taraftan politik söylemler hâlâ “hak” üzerinden kurulmaya devam ediyor.
Görünen o ki, bazı insanlar devletin varlığından son derece mesut, bahtiyar. Fakat bu da politik modernliğimizin mitolojisinin bir parçası, ki bu hal, devletin ulusal biçiminin normatifliği, evrenselliği ve modülerliği ile yansıtılır. Siyasal modernite mitinde modern devletin egemenliğinin ulustan türediği düşünülür, ulusun da –sonradan doğal kabul edilmiş haliyle– bir çeşit hazır seçmeni temsil etmesi beklenir. Bu seçmen kitlesi aracılığıyla insanların iradesi devlette somutlaşır ve devlet halkın iradesinin ifade aracı haline gelir. Bir başkasının özgürlüklerinden devlete yasaları uygulama gücünü vererek korunabileceğimizi düşündüğümüz için, bu durum, bir araya gelip toplum sözleşmesinde mutabakata vardığımız ve özgürlüğümüzü devlete devrettiğimiz anların fantezisiyle bize sunulur.
Dolayısıyla, eğer devletin vatandaşları olarak tanımlanırsak hepimizin yasalar önünde eşit olacağımız, hepimizin aynı hukuk kaidesinin altında yaşayacağı, dolayısıyla “hak sahibi” özneler olacağımız anlamına gelişi, modern devlet ve modern egemenlik mitinin bir parçasıdır. Fakat bu, devlet gücüyle ilişkilendirilmediği sürece vatandaşlık ve haklar meselesini düşünmenin imkânsız olduğu anlamına gelir. Durum böyle olunca, vatandaşlık ve haklarla meşguliyet, devlet gücüne dair verili varsayımlar ve ön kabullerin eleştirel olmayan bir şekilde işlemesi anlamına gelir. Özgürlük meselesini vatandaşlık ve haklar çerçevesine sıkıştırılmış haliyle düşünmemeyi tercih ediyorum, çünkü herhangi bir göçmenin –vatandaş olmayan birinin– durduğu yerden bakıldığında, vatandaşlık kapsayıcı değil, dışlayıcı bir şey.
Gerçek çelişkilerden biri, radikal politika yapan insanların, haklar diline başvurduklarında, istemeyerek de olsa, modern devletin meşruluğunu kabul eden liberal bir siyasetin rehavetine kapılmaları ve burjuva demokrasisi hakkında yanılsamaya düşmeleridir.
Dolayısıyla, vatandaşlığın kapsayıcı, eşitlikçi ve herkesin yasalar önünde eşit olduğu asıl mittir. Ama soruyu bir dakikalığına göç perspektifinden yöneltirsek, bunların aslında küresel ölçekte dışlama teknolojileri olduğunu, insanlığın bölünmesi için kurulmuş araçlar olduğunu fark ederiz. Soruları insan türünün yeryüzüyle kurduğu ilişki açısından sormaya başlarsak ne olur? Bu tür şeyleri, bir çeşit büyük iktidar ekonomisine, bildiğimiz şekliyle devletin sürdürülmesine temel oluşturan bir haklar rejimine yazılı haklar olarak yeniden formüle etmeye çalışmak yerine, yeryüzü boyunca hareket etmeyi insan olmanın tanımının bir parçası olan temel bir özgürlüğün ifadesi olarak görmeye başlarsak ne olur? Gerçek çelişkilerden biri, radikal politika yapan insanların haklar diline geri döndüklerinde ya da başvurduklarında, istemeyerek de olsa, modern devletin meşruluğunu kabul eden liberal bir siyasetin rehavetine kapılmaları ve burjuva demokrasisi hakkında bir tür yanılsamaya düşmeleridir.
Fakat teori ve pratik arasında her zaman bir çelişki var. Siyaseten zeminimiz sınırsız, sömürüsüz bir dünya da olsa, kendimizi çoğu zaman hak temelli meselelerin savunuculuğunu yaparken buluyoruz. Herhangi biri evraksız olduğu için sağlık hizmetlerinden yararlanamadığında sağlık haklarına erişimin herkes için bir hak olduğunu savunmaya başlıyoruz. Haklar söylemine düşmeden devam etmek nasıl mümkün?
Evet, bu durumun pratikte kendisini gerçek bir çelişki gibi sunduğunun farkındayım ve herhangi bir şeyi haklar dilinde talep etmeye şartlandırıldığımızı düşünüyorum. Ve bu biraz da iktidardan talepte bulunmaya alışmamızın bir karşılığı. Onların diliyle konuşur hale geldik. İnsanların izinli ya da izinsiz olarak sınırları geçtiğinde gerçekleşen sınırsızlaştırma ve sınırları bozuma uğratma örneğini ele alırsak, o zaman kimsenin hak talep etmeye ihtiyacı olmadığını, hiç kimsenin bir talepte bulunmadığını, hiç kimsenin merhamet ve acıma dilenmediğini, aslında özgürlüklerini kullanmaktan başka bir şey yapmadıklarını görürüz. Bu nedenle, kendimizi ihtiyaç duyduğumuz veya arzuladığımız şeylere uygun olmayan ve hak iddia etmeye yönelik uygun araçlara sahip olmadığımız eylemci mücadelelerde buluyor, kendimizi yetkililere başvurmak zorunda hissediyoruz. Belki de pragmatik amaçlar için de olsa onların dilinden konuşur oluyoruz. Fakat bunun, eylemliliğimizde/pratik siyasetimizde neyin tıkanmış olduğunu anlamaya yeterli olduğu illüzyonuna kapılmamamız gerektiğini düşünüyorum. Ve yine, gerçekten radikal bir siyasetin ruhu her zaman aklında tutmalıdır ki, yaşamakta olduğumuz pratik koşullara karşılık gelen çeşitli türden tavizler vermemize rağmen, mümkün olabildiğince başka bir şeyin imgesini ayakta tutmalı ve pratiğimizle/eylemimizle onu gerçekleştirmeye çalışmalıyız. “Açız, bizi doyurman lâzım” demekle kendimizi doyuracak bir yol bulmak farklı şeyler.
Bu bizi otoriterleşme meselesine getiriyor. Politik hareketliliğin çok sert bir şekilde baskı altına alındığı bir dönemdeyiz. Başımızı dışarı çevirir çevirmez gördüğümüz ilk şey polis barikatları, ki bu İstanbul’un gündeliği artık. Anti-faşist hareketlerin baskı altında tutulduğu yerlerde nasıl bir politika öngörüyorsunuz? Bu Türkiye’ye has değil, Macaristan, Polonya, Trump yönetimindeki ABD, kısacası “illiberal demokrasi” ve otoriterizm gibi terimlerin kullanıldığı her yer için düşünebiliriz.
Aslında, çizdiğiniz çerçevedeki gibi, hepimiz aynı çelişkilerle boğuşuyoruz. Hazır bir cevabım ya da bir reçetem varmış gibi yapmayacağım. Ama sözde demokratik ülkelerde yükselen otoriterleşme ve artan “illiberal” [2] karakter küresel bir fenomen ve bize gerçek meydan okumalar sunuyor. Bu sorunun üstesinden gelmenin tek gerçekçi yolu, hangi ölçekte olursa olsun, ne kadar küçük olurlarsa olsun, mücadelelerin gerçekte cereyan ettiği yerleri düşünmekten geçiyor. Mücadelelerin gerçekleştiği yerler nerelerdir, aldıkları formlar nelerdir ve bunlar mücadeleleri ilerletmemiz için bize ne tür fırsat ve olanaklar sunuyor? Türkiye de dahil olmak üzere pek çok yerde gördüğümüz gibi, olasılıkların nerede olduğununa ve onları nasıl derinleştirip radikalleştirdiğimize dair her zaman eleştirel olmamız gerektiğini düşünüyorum.
Gerçekten radikal bir siyasetin ruhu her zaman aklında tutmalıdır ki, yaşamakta olduğumuz pratik koşullara karşılık gelen çeşitli türden tavizler vermemize rağmen, mümkün olabildiğince başka bir şeyin imgesini ayakta tutmalı ve pratiğimizle onu gerçekleştirmeye çalışmalıyız. “Açız, bizi doyurman lâzım” demekle kendimizi doyuracak bir yol bulmak farklı şeyler.
Büyük ölçekli kitlesel ayaklanmalar insanların beklemediği veya nereden geldiğini bile anlayamadığı durumlarda mümkündür. Ama kesinlikle, tetikleyici olaylar, kitlesel bir itaatsizlik ve mevcut düzene dair hoşnutsuzluğun kendisini ifade edecek yollar bulmasıdır. Ama bu ilk bakışta görünmeyen, alttan alta ilerleyen şeyler, Taksim Meydanı ölçeğinde kendisini göstermeden önce çok çeşitli küçük ölçekli yerelliklerde gerçekleşir.
Öyleyse, asıl soru şu: Bulunmamızın anlamlı olduğu yerlerin çeşitliliğini, özgül koşullarımızın gerçekliğini, mücadelenin olanaklarını ve hoşnutsuzluğumuzun ifadesini derinleştirecek ve genişletecek şekilde nasıl dikkate alabiliriz? Bu her zaman doğru bir soru. Mevcut koşullar aslında olduğundan daha kötü görünebilir, ama her daim bir manevra alanı da var. Arzuladığımız büyüklükte ya da çarpıcılıkta görünmeseler dahi istediklerimizi yapmaya alanımız var. Fakat bu, olayların temas ettiği başka pek çok şeyle ilişkisi kurulduğunda derin bir yankı yaratır. Bugün ABD’de olan biten hakkında konuşacak olursak, Trump’ın başkanlığının başlangıcından itibaren, kayda değer, yoğun ve güçlü bir direnme arzusunun ifade edildiğini düşünüyorum. Bu, her zaman etkili bir şekilde direnmenin yolunun bulunduğu ve bunun kitlesel bir ölçekte sürekli, görünür bir şekilde varlığını sürdürdüğü anlamına gelmez. Bu, otoriter taarruzun diğer tarafını oluşturan çok derin bir antagonizmadır. Mesele onu nasıl geliştireceğimizdir.
Her ne kadar neoliberalizm ve otoriterizm bizi kötümserliğe zorlasa da politik hareketliliğin varolduğunu ve olmaya devam edeceğini biliyoruz. Türkiye’ye baktığımızda, örneğin emek hareketinde bunu rahatlıkla görebiliyoruz. Her ne kadar OHAL’le birlikte tüm işçi grevleri yasaklanmış olsa da, düşük ücretlere, sömürüye ve sendikalaşmanın yasaklanmasına karşı işçi eylemleri devam ediyor.
Evet, umutsuz ve cesareti kırılmış hissetmeniz çok anlaşılır. Bu, durumun gerçekçi ve geçerli bir değerlendirmesi olmadığı anlamına gelmez. Bu sadece egemen sınıfın her zaman sınıf bilincinin olduğunu, egemen sınıfın her zaman mücadele ediyor oluşunu ve egemen sınıfın her zaman, onları zapt etmek için ortaya çıkan isyanlara cevap vermenin yolunu bulmaya çalıştığını kabul etmektir. Öyleyse, sermayenin ve devletin her zaman tepkisel olduğunu söyleyebiliriz; bu tepkisellik, kendi menfaatlerine dönük bir hassasiyete sahip olma lüksüyle birlikte gelir.
Ve bu tamamen bakış açınıza bağlı. Eğer bu veya buna benzer şartlar altında bir politik bilinci devraldıysanız, Gezi gibi bir patlamayı gördüğünüzde, “Olmasını hayal bile edemeyeceğim şeyler mümkünmüş” diye düşünebilirsiniz. Bu onun bir parçası. Tüm iniş çıkışlarıyla kendisini farklı şekillerde gösteren, düzensiz, süregelen, aralıksız bir mücadele kalıcıdır. Fakat bu kalıcılık yalnızca sermayenin egemenliği altında varolmaya devam ettiğimiz sürece mümkündür. O zaman, kaçınılmaz olarak, kitlesel hoşnutsuzluğun çeşitli ifadelerinin kapsanması, kontrol edilmesi, ikincilleştirilmesi ve bastırılması gerektiğiyle yüzleşmeye devam edeceğiz. Çünkü mevcut düzenin devam edebilmesi için gerekli olan bu. Yani, bu değişimler gerçekleşene kadar, her zaman daha büyük baskı, daha fazla otoriterlik ve daha büyük bir karışıklık göreceğiz. Mücadeleden geri çekilmek cesaret kırıcı gibi görünebilir. Fakat bu hikâyenin bittiği anlamına gelmez. Bu sadece bazı şeylerin daha sessiz olduğu anlamına gelir, çünkü bu koşullar altında gerçekleşenler daha az görünür ve daha az gösterişlidir.
Çok, çok uzun bir süreç…
Tarihsel olarak çok korkunç şeylere tanık olduk, ama hâlâ buradayız.
Genel olarak bahsettiniz, ama toparlamak adına soralım: Tüm akademi, araştırmacılar ve çoğunluğun göçe yaklaşımı ana akım, politika odaklı ve mültecilerin özne pozisyonunu unutmuş ilerlerken, göçe alternatif bir yaklaşım ya da metodoloji nasıl olabilir sizce?
Bu yılın başlarında Glenda Garelli ve Martina Tazzioli ile beraber özel bir sayı için bir giriş yazısı yazdık. Göçün otonomisini, mülteci çalışmalarını ve iltica meselesini sorunsallaştırmak için bir çerçeve olarak ortaya koyduk. Bu, mültecilerin özne olmaları kabul mü edilecek, yoksa başkasının korumasına, merhametine ihtiyaç duyan nesneler gibi mi görülecekler sorusuyla ilişkili –ki mülteciler bir çeşit otonom öznellik ortaya koydukları zaman da şaibeli mülteciler, şüpheli göçmenler haline geliyorlar.
Büyük ölçekli kitlesel ayaklanmaları tetikleyici olaylar kitlesel bir itaatsizlik ve mevcut düzene dair hoşnutsuzluğun kendisini ifade edecek yollar bulmasıdır. Bu, ilk bakışta görünmeyen, alttan alta ilerleyen şeyler, Taksim Meydanı ölçeğinde kendisini göstermeden önce çok çeşitli küçük ölçekli yerelliklerde gerçekleşir.
Sizin de söylediğiniz gibi, entegrasyon meselesine dair böyle bir takıntı var. Bunun ABD’de de hâkim bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum. ABD’nin geçmişine baktığımızda, “göç” 20. yüzyılın başlarında başlayan sosyolojik bir araştırmanın nesnesi, egemen sosyolojinin kurumsallığının demirbaşı ve aslında devlet taraflı bir akademik ifade haline geldi. Sonrasında bu durum, göç ve göçmenler hakkında sorabileceğiniz tek sorunun nasıl ve ne kadar asimile edilip edilmediklerine indirgendiği entelektüel bir kısıtlama halini aldı. Bu, ABD göç sosyolojisinde her zaman baskın bir mevzu olmuştur.
ABD milliyetçiliğinin temel ilkelerinden biri bir göç ülkesi olduğu fikrini kutsamaktan geçer. ABD’de de özel bir fetiş güç olan göç, ABD’nin seçilmeye değer bir yer olduğu fikrinin kutsanmasını da olanaklı kılar. Bunun kendisi, ABD’nin fırsatlar diyarı, özgürlüklerin kâbesi olduğu ve dünya üzerindeki herkesin ABD’ye gelmek ve Amerikalı olmak istediği mitinin yeniden yazılmasını mümkün kılıyor. Dolayısıyla, ABD göç sosyolojisinde asimilasyon meselesi her zaman kendine has bir milliyetçiliğe sahip ve bu öyle ya da böyle hâlâ geçerliliğini koruyan bir terim olan Amerikalılaşma ile ilişkili. Bu, nesnelmiş gibi sunulan araştırmalara milliyetçi fikirlerin yedirilmesi ile gerçekleşiyor.
Dolayısıyla buradaki soru şu: Soruları devletin öncülüğünden, devlet için çalışan bürokratların zihniyetinden değil de göç ve göçmenlerin bakış açısından soran eleştirel göç çalışmaları üretebilir miyiz? Bu, farklı sorular sormaya başlayabileceğimiz anlamına gelir. Entegrasyon söyleminin milliyetçi projenin muhtemel meşruluğuyla ilgili olması temel sorunlardan birisi. Bu, belirli bir ulus devletin alanına gelen göçmenin “devletin ve onun vatandaşlarının mutluluğu” için burada olduğunu tartışmasız şekilde kabul eder.
Her milliyetçilikte temel kimlik siyaseti olarak tespit ettiğim derin bir nativizm var. Ve nativizm dediğimde, basitçe yabancı düşmanlığından bahsetmiyorum, “native-ism” (yerlilerin üstünlüğünü savunan ideoloji) ile kastettiğim yerli olmaktan başka bir dayanağı olmadan yerlilerin üstünlüğünün pompalanması. Yani yerli kimliğinin üstünlük ve ayrıcalık için gerek ve yeter şart olması. Ama tabii ki derine indiğimizde, kimin bu ulusun yerlisi olduğu sorusu tartışmalı bir hal alır. Her milliyetçiliğin görevi halkını kendi suretinde üretmektir. Devletin halkın suretinde üretildiği mefhumundan ziyade halk devletin suretinde üretilendir. Her milliyetçilik, nüfusu ulusal halkın özellikleriyle bağdaştırma göreviyle, bizleri o ya da bu şekilde kendi yerlileri gibi kurar. Bu, göçmenler hakkında “bizim için ne yapabilirler” ve “onlarla ne yapabiliriz?” sorularının her gündeme gelişinde işleyen bir nevi nativist bir varsayım olduğunu gösterir, ki bu entegrasyon meselesinin merkezinde duran “ne kadar iyi, bizim gibi olabilirler”, “biz ve onlar” varsayımının bu soru üzerinden sürekli yeniden kurulup sabitlendiğini görüyoruz. Bu aynı zamanda göçmenlerin, şayet mümkünse, devlet ya da vatandaşların izin verdiği ya da vermediği belirli bir üyeliğin taleplerini karşılamak için birtakım sıkı kriterler ve uygunluk şartlarına maruz kaldığı anlamına gelir. Ama eğer biz soruyu göçmenlerin bakış açısından sorarsak her şey farklı görünür. Ve eleştirel göç çalışmalarının tek yolu, araştırmayı sohbete, işbirliğine, göçmenlerin yaşanmış deneyimleri ve bakış açılarına, onların göç deneyimine yerleştirmekten ve bunun bize göçmenlerin ve biz araştırmacıların kendimizi içinde bulduğumuz daha geniş sosyal ve siyasal dönüşümler için ne öğretebileceğini görmekten geçtiğini düşünüyorum.