Viyana Eyalet Parlamentosu’nda Halepçe için soykırım kararının çıkması nasıl oldu, bunun için siz neler yaptınız?
Berivan Aslan: Halepçe Soykırımı’nın üzerinden 35 yıl geçti. Viyana’da soykırımdan kaçan birçok Kürt yaşıyor. Bunlar dostlarımız, arkadaşlarımız, tanıdıklarımız. Viyana kendisini “insan hakları şehri” olarak deklare ederken böyle bir soykırımı tanımaması absürt değil mi? Daha da önemlisi, soykırımın tanınmaması büyük bir insanlık ayıbı değil mi? Halepçe Soykırımı’na yönelik başvurumu diğer partilerle ilk görüştüğümde “gerek yok, soykırım tanıması uluslararası seviyede üst bir tanımadır” diyerek geçiştirmek istediler. İronik olan da bunu söyleyenlerin “sosyal demokratlar” olması. Avusturya Halk Partisi –ÖVP’nin Dışişleri Bakanlığı’yla görüşmeleri vardı. Çünkü Dışişleri Bakanlığı ÖVP’nin sorumluluğu altında. Onlar ilk başta kararı bloke ettiler. Böyle olunca ben müzakere metodumu değiştirmek zorunda kaldım. Sonuçta her yaptığımız siyaset bir müzakere. Zor bir süreçti. Soykırımın yıldönümü olan 16 Mart’tan önce, bir hafta içerisinde, aşırı baskıyla bir sonuç elde edebildik. Oybirliğiyle alındı karar. Sağcı bir parti olan Avusturya Özgürlük Partisi –FPÖ bile oy verdi. Onların eski parti başkanlarından Jörg Haider, Saddam Hüseyin’in samimi bir arkadaşıydı. Buna rağmen oylarını verdiler.
Bu karar Avusturya Ulusal Meclisi’nde de tanınacak mı, süreç nasıl ilerleyecek?
Evet, verdiğim önerge Avusturya Ulusal Meclisi tarafından da tanınacak. Sonraki adım formalite olacak aslında. Viyana Eyalet Parlamentosu, Avusturya’da Ulusal Meclis’ten sonra gelen ikinci büyük güçtür. Toplam 100 vekil var. Ulusal Meclis’te ise 183 vekil oturuyor. Yani Viyana Parlamentosu’nun verdiği kararlar Avusturya siyasetinde çok önemli ve bağlayıcı. Ulusal Meclis’te yer alan partiler Viyana Parlamentosu’nda da oturuyor çünkü. Viyana’da bütün partiler oylarını verdikleri için aynı partiler genel mecliste karara “hayır” demeyeceklerdir. Bu yüzden formalite dedim. Oraya gitmesi için son hazırlıkları yapıyorum. Yakında Ulusal Meclis’te de Halepçe Soykırımı soykırım olarak tanınacak.
Avrupa ya da diğer Batılı ülkeler niçin Halepçe gibi soykırım gerçekliklerini görmezden gelmeyi tercih ediyor?
Sonuçta bu soykırımlar birçok Avrupa ülkesinin dahliyle, yardımıyla gerçekleşti. Bunu ister kabul etsinler, ister etmesinler. Dolayısıyla jenosit ya da katliam tanınması Avrupa siyasetinde pek istenir bir şey değil. Mümkün olduğunca bunu yapmak istemezler. Bunun diplomatik, ekonomik ya da siyasi gerekçeleri var. Çünkü soykırım tanıması kendisiyle beraber büyük bir yükümlülük getirir. Böyle bir yükümlülük altına hiçbir Avrupa Birliği ülkesi, hiçbir Batı ülkesi girmek istemiyor. Dolayısıyla, çok önemli müzakereler gerekiyor. Tabii bazı soykırımların gerçekten soykırım olarak tanınması için bunların dünyadaki soykırım komisyonlarından geçmesi gerekiyor. Örneğin Dersim Soykırımı. Hâlâ soykırım olarak tanınmadı. Tanınmadığı için de Batılı ülkeler “bakın o bile tanınmadı, biz niye tanıyalım ki” gibi bir tavır içine girebiliyorlar. Çünkü zaten soykırım ya da katliam tanımı yapmak istemiyorlar, bu da onlara bahane oluyor.
Son yıllarda Dersim Soykırımı’yla ilgili çalışmalar yapılıyor, soykırımı belgeleyen raporlar ortaya çıkarıldı. Dersim’de yaşananlara dair sessizlik neden?
Soykırım komisyonlarındaki toplantılar iki yılda bir gerçekleşir. O komisyonlarda bir katliam ya da insanlık suçu soykırım olarak tanındıktan sonra siyasi prosedüre geçilebiliyor. Dersim’le ilgili böyle bir başvuruyu ben ve tarihçi bir arkadaşım iki yıl önce yaptık. Ama henüz bir sonuç alamadık, bekliyoruz. Batılı ülkeler Türkiye ile diplomasi ilişkilerini bozmak istemezler. Dolayısıyla kimse bunu tanımaya bile yanaşmıyor. Tabii bir de ilginçtir ki, Türkiye’deki bazı Alevi topluluklar dahi Dersim’de yaşananları soykırım olarak ifade etmekten imtina ediyor. Böyle olunca Avrupa ülkeleri “niye aramızı Türkiye’yle bozalım ki, madem Alevi topluluğu içinde bile net bir tavır yok, benim siyasi çıkarım ne olacak bu işten” diyorlar. Türkiye toplumunun Avrupa’ya dair görüşü biraz romantik olabiliyor. Bazen aksi düşünülse de buradaki siyasetçilerin birçoğu çıkarları doğrultusunda hareket ediyor, tabii ki “demokrasi”, “insan hakları” gibi sözcükleri çok fazla kullanarak. Ama sonuçta “benim siyasi çıkarım bu işten ne olur” diye bakıyorlar. Soykırımı tanırsa ticari ilişkileri zedelenir mi, diplomasi ilişkileri zarar görür mü, bu ona ne kadar oy kaybettirir, tüm bunların hesabını yapıyorlar. Örneğin Avusturya Sosyal Demokrat Partisi –SPÖ bunu çok yapıyor. “Acaba bunu tanırsam MHP ve AKP’li seçmenlerim ne yapar, beni tekrar seçerler mi” diyorlar. Hesapları, kitapları farklı.
Devlet araçları devreye sokulmuş, zehirli gazlar kullanılmış, bir etnik kimlik hedef alınmış ve bir rejim tarafından bu soykırım gerçekleştirilmiştir. Saddam rejimi birçok faşist rejim gibi “ülkeyi bölme” iddiasıyla Kürt bölgesini gaza boğmuştur. Bu konuda yalnız değil ama, Almanya da Saddam’a silah gönderen, kimyasal yollayan ülkelerden biri mesela.
Soykırımda kimlerin dahli vardı?
Uluslararası hukukta bunun kategorileri var, insanlık suçu, katliam ve soykırım gibi. Halepçe Soykırımı sistematik olarak yapılmıştır. Devlet araçları devreye sokulmuş, zehirli gazlar kullanılmış, bir etnik kimlik hedef alınmış ve bir rejim tarafından bu soykırım gerçekleştirilmiştir. Saddam rejimi, birçok faşist rejim gibi, “ülkeyi bölme” iddiasıyla Kürt bölgesini gaza boğmuştur. Bu konuda yalnız değil ama, Almanya da Saddam’a silah gönderen, kimyasal yollayan ülkelerden biri mesela. Ayrıca sadece o zamanlar değil, günümüzde de birçok silah kullanılıyor. En son 2016’da Cizre’ye gitmiştik. Orada topladığımız delillerden öğrendik ki, bu silahlar direkt Avusturya’da üretilmese de parçaları Avusturya’da üretiliyor. Yani 35 yıl öncesine gitmeye gerek yok. Günümüzde de katliamlar, soykırımlar üzerine bazı ülkeler zengin olurken mağdurlar ve savunmasız insanlar silah şirketlerinin kurbanları haline geliyorlar.
ABD bundan yirmi yıl önce Irak’ı işgal ettiğinde bahanesi Saddam’ın elindeki kitle imha silahlarıydı. Ama çok öncesinde, 1988 yılında Halepçe’de kimyasallarla gerçekleştirilen bir soykırım var…
Şunu unutmamak lâzım: Ortadoğu zengin topraklara sahip bir coğrafya, petrol ve başka birçok kaynak mevcut. Bu ülkelerin savaş coğrafyası olması tesadüf değil. Her ülke kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyor. Bundan dolayı da bunun global bir sorumluluk gerektirdiğini hatırlamak lâzım. Oradaki rejimler totaliter ve diktatör, ama bu rejimler de başka ülkelerce savunulmuş. Afganistan’a bakın, ABD kaç yıl sonra geri çekildi. Nedeni, artık bir kazanç durumu olmamasıydı. Diğer ülkelerde de farklı değil.
Sizin hafızanızda nasıl bir yeri var Halepçe’nin?
Hatırlıyorum, ben çocukken, 80’lerin sonunda Avusturya’nın Tirol bölgesinde bir evimiz vardı. Birçok mülteci, Kürt bizde kalırdı. Çocuk olduğum için herkes benimle oyun oynardı. 16 Mart’ta bizim evde kalan siyasi bir mülteci, “senin doğumgününü kutlardık, ama üzücü bir olay oldu, gitmeliyiz” demişti. Evet, 16 Mart benim doğumgünüm. Kürt olmak böyle bir şey sanırım, doğduğunuz günün bir soykırım veya katliam gününe denk gelmesi çok olası.
Siz ne zaman, nasıl ve neden Avusturya’ya geldiniz?
Babam 68 kuşağından ve 70’lerde dedemin telkiniyle ülkeyi terk ediyor. Türkiye’den çıkıp Avrupa’ya, ilk başta Almanya’ya, sonra Avusturya’ya geliyor. Türkiye’de çocuklarına bir gelecek görmediği için onları da yanına alıyor. Ben Avusturya’ya geldiğimde dört buçuk yaşındaydım. Bizim evde sadece Kürtçe ve Almanca konuşulurdu. Türkçeyi buradaki komşu çocuklarından öğrendim. Liseden sonra siyaset bilimi ve hukuk okudum. Hâkim olmak istiyordum, ama milletvekili oldum. (gülüyor) Orta Avrupa’da ulusal bir meclise giren ilk Kürdüm. 2013’te Meclis’e girdiğimde IŞİD saldırısı vardı. Bunun savunmasıyla başladım aslında. Ezidi Soykırımı için karar aldırdım, Türkiye’ye yönelik silah ambargosu gibi kararlarda yer aldım. Türkiye’de HDP’li parlamenterlerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına, yine Türkiye’de insan hakları ihlallerine karşı mücadeleler yürüttüm. Ermenisinden Alevisine, hiçbir ayrım yapmadan her kesim için elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Meclis’e girdiğim günden beri rengim hep belli. Tabii başıma ummadık şeyler de geldi.
Soykırım kararı sonrası yaşlı bir amca bana ulaştı. “Ölmeden önce bunu da gördüm, yaşadığım ülkede, Avusturya’da Halepçe’nin soykırım olarak tanındığını gördüm ya, bundan sonra gözüm açık gitmem” dedi. Adalete bir adım daha yaklaşmak, yapılan onca şeyin birilerinin yanına kâr kalmadığını bilmek bile mağdurlar için çok büyük bir önem taşıyor.
İki yıl kadar önce size yönelik bir suikast tehdidi vardı. O dönemi nasıl yaşadınız, neler oldu?
Evet. Peşime MİT’i taktılar. Avrupa’nın ortasında iki seneye yakın hapis hayatı geçirdim. İki haftada bir sadece yarım saat hava almak için dışarı çıkarılıyordum. Bir de canımı almak istedikleri gün, hamile olduğumu öğrendim. İnsani açıdan zordu. Suikast için görevlendirilen Feyyaz Ö., defalarca bunu medyada dile getirdi. Bunun yanısıra Avusturya’da ikamet eden İzzet Ö., Türker Ö., Ergün E. ve Mahmut A., tetikçi olarak görevlendirilen Feyyaz Ö.’nün itiraflarından ötürü gözaltına alınmışlardı. Neticede ortada örgütlü bir suikast planlaması vardı. Feyyaz Ö., Viyana´da bir otelde verdiği ifadede “vur emrini” beklediğini söylüyordu. Bugün benim ve evladımın hâlâ hayatta olmamız büyük mucize. Göz göre göre kirli bir siyasetin ve bir katil sürüsünün kurbanları olacaktık. Ne için? Taraf tuttuğum, insan onurundan, demokrasiden, hukuk devleti, kadın hakları ve insanca yaşamdan yana olduğum için. MİT kendince Avrupa’da demokratik bir Türkiye için sesini yükseltenleri korkutmak istedi, fakat dünya medyasında sivil, herhangi bir örgüt yapısından gelmeyen, silahsız ve savunmasız, hamile bir kadın için ölüm emrini vererek tarihe geçti. Dünyaya kendilerini tanıtmak istedikleri imaj bu mu gerçekten?
Sizin çabalarınızla Halepçe için soykırım tanıması yapıldığında buradaki Halepçeli Kürtlerin, dostlarınızın, yakın çevrenizin duyguları neydi? Size ulaşanlar oldu mu? Ne diyorlardı?
Soykırımın yaşandığı dönem çoğu çocukmuş tabii. İran’a, oradan Türkiye’ye kaçanlar olmuş. Hiçbir şeyleri yok. Büyük bir hüzün, travma var. Hepsinin ruhu yaralı. 35 sene sonra bile geçmişi anlattıklarında, hatırlattıklarında bir burukluk var. Katliamlar öyledir, kaç yıl geçerse geçsin yara bırakır. O zamanlar çocuk olsalar da onlar için unutulmaz bir acı. Hayati bir mesele onlar için. Çünkü hayatlarının dönüm noktası. Belki bu soykırım tanınmasıyla yaralar kapanmıyor, ama adalete yönelik bir adım demek. “Bu yapılanlar kimsenin yanına kâr kalmadı, cinayetler cezasız kalmadı” diyebiliyorlar. Bunu bilmek, bunu görmek geride kalanlar için çok önemli. Soykırım kararı sonrası yaşlı bir amca bana ulaştı. “Ölmeden önce bunu da gördüm, yaşadığım ülkede, Avusturya’da Halepçe’nin soykırım olarak tanındığını gördüm ya, bundan sonra gözüm açık gitmem” dedi. Ömrü boyunca belki çok şey değişmeyecek onun hayatında, ama adalete bir adım daha yaklaşmak, yapılan onca şeyin birilerinin yanına kâr kalmadığını bilmek bile mağdurlar için çok büyük bir önem taşıyor. Bunu küçümsememek lâzım. Katliamların, soykırımların tanınması lâzım ki, ileride bunlar tekrar etmesin.
Türkiye’nin Halepçe’yi için soykırım olarak tanıması için HDP yıllardır Meclis’te önergeler veriyor. Ancak, bunlar kabul görmüyor. Milyonlarca Kürdün yaşadığı Türkiye’de iktidarlar soykırımı tanımaya neden yanaşmıyor?
Irak Anayasası bile Halepçe’yi soykırım olarak tanımış. Yani suçlu ülke bile soykırımı tanıyor. Türkiye’nin bunu tanımaması çok ironik. Yine suçlu olan ülke Kürdistan bölgesini otonomi olarak tanıyor, ama sen Kürdistan kelimesinden alerji kapıyorsun. Bunun adı en hafif tabirle aşırı sağcılık, ırkçılık veya faşizmdir.
Irak Anayasası bile Halepçe’yi soykırım olarak tanımış. Yani suçlu ülke bile soykırımı tanıyor. Türkiye’nin bunu tanımaması çok ironik. Yine suçlu olan ülke Kürdistan bölgesini otonomi olarak tanıyor, ama sen Kürdistan kelimesinden alerji kapıyorsun. Bunun adı en hafif tabirle aşırı sağcılık, ırkçılık veya faşizmdir.
Türkiye hükümeti her zaman çifte standart gösteriyor. Kendi ülkesinde yaşayan vatandaşına bu sağduyuyu göstermezken, kalkıp da Filistin’deki için o sağduyuyu fazlasıyla gösterebiliyor. Bu da toplum içinde kırılmalara neden oluyor. Global bir dünyada görüyoruz ki, elbette çok etnili ülkeler var. İsviçre’ye bakalım, Avusturya’nın komşusu. Orada bunun bir konseptini yaratmışlar. Her bölgeye istenilen iradeyi vermişler. Ama tekrardan bir ülke olmayı da başarmışlar. Türkiye’de “tek devlet, tek millet, tek dil” konsepti hâkim ve bu yanlış. Çok dilli, çok kültürlü bir ülkeye uyan bir konsept değil. Dolayısıyla teori ve pratik çatışması sürekli yaşanıyor Türkiye’de. Kalkıp da Filistinliler, onların mücadeleleri yüceltilirken –Filistin halkının mücadelesini küçümsemiyorum kesinlikle, Türkiye’nin tutumundan bahsediyorum– kendi ülkesindeki Kürde, Ermeniye, Ezidiye ve Aleviye aynı temel hakkı tanımıyor. “Kürtler kardeşimdir” diyor, ama o kadar, altı boş. Kürtler senin kardeşinse neden anayasada anadili hakkı yok? Avusturya’da İslâm dini 1880’lerden beri tanınmıştır. Elbette Türkçe dil dersleri de var burada, birçok farklı dil eğitimi olduğu gibi. Çünkü bu temel bir hak olarak görülüyor. Buradaki Türk-Avusturya vatandaşları da bu hakkı kendinde görüyor. “Ben bu ülkede yaşıyorum, vergi ödüyorum, anadilimde eğitim görme hakkım da, İslâm dinine dair ders alma da hakkım var” diyorlar. “Avusturya pasaportu taşısam da ben Türk oğlu Türküm” diyorlar. Ama Türkiye’de bir Kürdün “ben Kürdüm” demesi bile ekstrem görülüyor. Bu sadece AKP ya da MHP’li zihniyetin değil, CHP’li zihniyetin de özümsediği şey. CHP’li, “laik”, ama olay Kürde ya da Ermeniye gelince radikalleşip saldırganlaşabiliyorlar. Bu, devlet doktrinine bağlı. Tekçi devlet doktrini buna izin vermiyor.
Bugün Rojava’da, yine Türkiye’nin PKK’yle savaşında kimyasal kullanımı zaman zaman gündeme geliyor…
Şu an maalesef birçok alanda kimyasal silah kullanılıyor. Bunların bir NATO üyesi tarafından kullanılması bir başka soru. NATO’nun kendisi zaten büyük bir problem, hem demokrasi hem insan hakları açısından. Burada bazı ülkelerin böylesi insanlık suçlarına karşı durmaları gerekiyor. Afrin dünyanın gözü önünde Türkiye destekli cihatçılar tarafından, Erdoğan’ın yardımıyla işgal edildi. Tüm dünya “biz radikal İslâm’a karşıyız” derken, kimse Afrin’e sesini çıkarmadı. En son, Newroz günü orada dört insan katledildi. Herkesin bunu görmesine, bilmesine rağmen bir şey yapılmadı. Burada büyük bir siyasi dengesizlik var. Çünkü birçok ülkenin eli var orada. Avusturya’yı biraz ayrı tutuyorum, diğer ülkelere göre, Almanya gibi ülkelere kıyasla nötr bir ülke çünkü. Askeri bir gücü yok. Almanya’nın Ukrayna’ya yaptığı gibi bir yardım yapmıyor. Ama tabii ki Avusturya da herhangi bir ülke değil. Avrupa’da önem taşıyan, verdiği kararların ağırlığının olduğu bir ülke.
Ama Cizre’deki silahların parçalarının Avusturya’da üretildiğini söylediniz…
Evet. Bu nedenle o dönem Avusturya heyetiyle Cizre’yi gezdikten sonra geri döndüğümüzde, Avusturya Meclisi’nde, Türkiye’ye karşı silah ambargosu kararını verdik. O karar geçti ve uygulandı. Çünkü silah ticareti cinayet ve ölüm üzerine varolan bir sektör. Bunu demokrat ve çağdaş ülkelerin yapmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu tür girişimler olabilir, ama bunun için de birilerinin her şeyi göze alıp itiraz etmesi lâzım.
Halepçe, Cizre, Şengal, Roboski… Değişmeyen bir katliamlar, soykırımlar silsilesi. Sizce Kürtler için hâlâ ya da yeniden bir Halepçe tehdidi var mı?
Katliam ve soykırımlar tanınmadığı müddetçe her zaman tehdit var. Bu yüzden bunların tanınması büyük önem taşıyor. Türkiye’de hangi taşı kaldırsak altından katliam çıkıyor. Bu sadece Kürtlere yönelik değil. Türkiye’deki Ezidi sayısı minimuma indi. Ve Ezidiler sadece Türkler tarafından değil, maalesef Kürtler tarafından da katledildi, bunu da açıkça dile getirmek lâzım. O coğrafyada maalesef ırkçılık ve tekçilik o kadar normalleşti ki, herkesi yok etme hakkını kendinde görüyor. Demem o ki, soykırıma gerek yok. O kadar çok insanlık suçu işleniyor ki: Roboski, Afrin, Cizre bodrumları… Hepsini topladığınızda bir soykırım manzarası çıkıyor ortaya. Hepsinin hesabı sorulmalı. Hiçbir cinayet cezasız kalmamalı. Örneğin bugün “Sivas Katliamı zaman aşımına uğradı” demek korkunç. Hiçbir cinayet zaman aşımına uğrayamaz. Kırk yıl önce öldürmüşsem, bu suçtan ötürü yargılanmam gerekiyor. Hiçbir cinayet zaman aşımına uğrayamaz. İnsan canına zarar vermiş hiçbir suç cezasız kalmamalı. Yargılama olmalı mutlaka.
Yüzleşme nasıl mümkün? Örneğin Avusturya’nın Yahudi soykırımına ortak bir geçmişi var. Avusturya’daki deneyim üzerinden örnek verirseniz ne söylersiniz?
Bugün Avusturya’daki bir sağcı bile “evet, yapılmamalıydı” diyor soykırım için. “Sırf bir başkası benimle aynı etnik kökene sahip değil diye onu öldürme hakkı mı var bende?” diye soruyorlar. Sağcı bile bu “yüzleşmeyi” yapabiliyor. Zihniyet farkı var. Türkiye’de devlet çok kutsal. Eleştirilemez. 2014’te Kobani saldırı altındaydı. Biz de parti olarak Türkiye Büyükelçiliği önünde yardım koridorlarının açılması için protesto yaptık. “Türkiye, sen katilsin” bile demedik. İnsani yardım koridorların açılmasını talep ettik sadece. Ânında bize “hainler, teröristler” dendi, linç kampanyası başladı. Çünkü Türkiye’yi eleştirmek seni otomatik olarak “terörist”, “vatan haini” yapıyor. Devlet zihniyeti kutsal Türkiye’de, kimse onu eleştiremez anlayışı var. Türkiye’de hükümete her gelen başı sıkıştığında milliyetçiliğe sarılıyor.
Komik bir karikatür geliyor aklıma, çocuk yatağını ıslatmış, annesi içeri gelip kızıyor “niye yatağını ıslattın” diye, çocuk da “vatan, millet, Sakarya” diyor. Hikâye biraz böyle, Türkiye’deki durum bu. “Vatan, millet, Sakarya” suçluyu, katili bile zordan kurtarabiliyor. Bunun değişmesi lâzım. Bu da radikal bir tutum gerektiriyor. Türkiye’deki anayasanın değişmesi şart. Eğer Türkiye halkları barış ve huzur içinde yaşamak istiyorlarsa en önemli şey halkların anayasaya yansımasıdır. İkincisi de yüzleşme. Çünkü hiçbir şey olmamış gibi devam etmek toplumda büyük bir zehirlenmeye yol açıyor. Tabii ki en büyük sorunlardan biri de aşırı milliyetçilik ve dincilik. Bunların ivedilikle çözülmesi lâzım. Çözülmedikçe kanser gibi, toplum içindeki düşmanlık yayılır. Bunun sonu da iyi değil. Eğer bunlar olursa toplum içerisinde çokluğu kabul etme, benimseme topluma bir huzur getiriyor, refah getiriyor.
14 Mayıs’ta Türkiye’de yapılacak seçimleri nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’nin şu an tek şansı bu diye düşünüyorum. Fakat maalesef Erdoğan’ın gitmesiyle her şey hallolacak diye bir şey yok, çünkü sorun Erdoğan değil, Erdoğan zihniyeti. O gitse bile o zihniyet devam edecek. Bu zihniyetin tezlerinin yok edilmesi için birçok alanda, birçok partinin, hareketin birlikte çalışarak mücadele vermesi lâzım. “Kılıçdaroğlu gelecek, Türkiye huzura kavuşacak” diye düşünmüyorum, ama bir adım atılacak. Çünkü Erdoğan’la bir kangrenleşme var, yanlış siyasetin sonuçlarının bedelini halk ödüyor. Türkiye halkları bunu hak etmiyor. Değişim şart. Ama bu değişimin az önce değindiğim noktaları dikkate alması şart.
Son söz?
Önemli olan el etek öpmemek. İnsan kendi onuru ve duruşu için yaşamalı. Yaptığımız şeyler boynumuzun borcu. Bugün birtakım özgürlükler varsa, bunun konforuyla yaşayabiliyorsak birileri bunun için bedeller ödedi. İşkenceler gördüler, öldürüldüler. Bizim bunlara borcumuz var. Kalkıp da onlar için bu mücadeleyi vermemiz gerekiyor.