YÖNETMEN METİN YEĞİN’LE GREV ÜZERİNE

Söyleşi: Emek Erez
15 Kasım 2021
SATIRBAŞLARI

Grev filmini yapma fikri nasıl ortaya çıktı?

Metin Yeğin: Brecht’in söylediği bir şey var; “Sezar Galyalıları yendi, e tek başına mı yendi? Yanında bir aşçı olsa yok muydu” diye soruyordu. Bu yüzden zaten hep sokakların hikâyelerini yazıyordum, onun belgesellerini ya da filmlerini yapıyordum. Yine böyle bir şey aslında Grev, padişahların değil, gerçek kahramanların öyküsü.

Metin Yeğin

Oyuncu seçiminde öncelikleriniz nelerdi?

Oyuncu seçiminde bizim için en önemli ölçüt oyuncuların filmi sevmesiydi. Herkesin istediği için oynadığı bir film bu. Kimse bedavaya oynamıyor bu filmde. İstediği için oynuyor. O kadar değerli yani. Aradaki bu farkı anlayamazsanız bunu bilemezsiniz. Günlük mesai saatlerinde bedenimizi ve hatta ruhumuzu satmak zorunda kaldığımız bir sistemde, bu garip geliyor insanlara, ama değil çünkü tam da bugün egemen olanın aksine, insanın kendi iradesiyle “çalışması” emeğini özgürleştiriyor.

Film tarihsel bir ânı alıntılayarak şimdiye taşıyor, ama filmde işçilerin talepleri çalışma saatlerinin azaltılması, haftada bir gün izin, emeğin karşılığının verilmesi şimdide çok da yabancısı olmadığımız konular…

Maalesef ki bu böyle. Hâlâ bugünün derdi. Hatta daha da kötüsü, bugün mesai saatleri de kalktı, ama bu bizim umduğumuz gibi ortadan kalkmadı, bütün günü kaplıyor artık. Patron bir telefon kadar yakın size. Gecenin ortasında bir şey isteyebilir. Hafta sonu tatilleri, yıllık izinler filan, hiçbiri yok, çünkü eviniz iş yeri ya da yemek masanız, her yer çalışma mekânı haline getirildi. Filmi seyredip üzülüyoruz, insanlar 16 saat çalışıyor diye, ama kendi halimizin farkında değiliz. Kendi inşa ettiğimiz “Tom amcanın kulübesinde” kendi köleliğimizin bile farkında değiliz. Bu nedenle, “filmde proletarya, proletarya deyip duruyorsunuz, proletarya mı kaldı” diyenlerin hali kendisini havuç zanneden yerelmasını hatırlatıyor. Turuncu olmaya özenme hali bu, sanki turuncu olurlarsa yerin dibinden kurtulabilecekler… 

Filmin tarihsel bağlamı 1900’lü yıllar, Osmanlı Devleti’nde sanayileşme adımlarının atıldığı zamana denk geliyor. Bursa o dönemde ipek üreticiliğiyle öne çıkan bir merkez, ev atölyelerinde çalışanlar fabrikalarda işçi olarak çalışmaya başlıyor. Bu tarihsel âna nasıl bakıyorsunuz?[1]

Bir dönüm noktası bu dönem. Hani ilkokullarda eskiden duvarlara asılı çağlar haritaları olurdu. Yontma taş devri, cilalı taş devri filan diye, eğer bizim dünyamız olsaydı dünya, yani bu distopyada yaşamasaydık, bu çağların değişim yerlerinden birine Bursa konabilirdi. Sizin saydıklarınız, bir devrin kapanışı, diğerinin başlangıcı. Çehov’un Vişne Bahçesi’nin mekanik hali bu, köpeklerin havlamasını duymakla kalmıyoruz, bizden kocaman bir parça koparıp götürüyorlar. Grev’de pek kimsenin farkında olmadığı bir dönemi anlatıyoruz. İddialı gelecek belki, ama Ermeni tehciri-soykırımı olmasaydı bu ülkede devrim olabilirdi! Ve savaşın hemen sonrasında Rum mübadelesiyle işçi mücadelesinin diğer parçası da koparıldı bu topraklardan. İlk bakışta belki garip gelecek, ama Sovyet devrimine baktığınızda aslında çok da farklı değil ortalık. Hele bunun üstüne bir savaş yenilgisi, asker komiteleri filan koysanız, bir devrim neden olmasın? Tabii spekülasyon yapıyorum, ama bu kadar önemli bir dönem bu ve sadece Bursa için değil, bütün dünya için böyle.

Filmi seyredip üzülüyoruz, insanlar 16 saat çalışıyor diye, ama kendi halimizin, kendi köleliğimizin farkında değiliz. Bu nedenle “filmde proletarya, proletarya deyip duruyorsunuz, proletarya mı kaldı” diyenlerin hali kendisini havuç zanneden yerelmasını hatırlatıyor.

Grev Bursalı kadın işçilerin öznesi olduğu bir film. Müslüman ve gayrimüslim kadınların ortaklığında, daha iyi bir hayat için başlatılan grev, bir ilk olma vasfını da taşıyor. Gerçek bir olayı anlatıya dönüştürmek nasıl bir sorumluluk hissettiriyor? Bunun kaygısını duydunuz mu?

O kadar yok sayılmış bir dönemki bu, hiç böyle bir kaygı hissetmiyorsunuz. Film bitti, oynamaya başladı. Hollanda’dan bir bilim insanı bana mail attı. “Bu benim 1997’de Toplum ve Tarih dergisinde yazdığım bir yazıydı ve doktora tezimdi, oradan mı okudunuz ilk olarak” diyordu. Düşünebiliyor musunuz, neredeyse 24 yıldır bu konu hakkında hiç konuşulmuyor. Bense İkbal Polat’ın Radikal İki’ de yazığı bir yazıdan okumuştum ilk olarak ve o da – yanlış hatırlamıyorsam– aynı kişiden, Nicole van Os’tan alıntı yapmıştı. Konu bu kadar yıl yok sayılan bir şey olunca, kurmaca bir filmde temel gerçekliğe vurgu yaptığınızda, bu bile tek başına çok önemli oluyor.

Filmde sağlıksız koşullarda çalışan kadınların hastalandıklarına, hayatlarını kaybettiklerine tanık oluyoruz. Ve bu başlangıçta “sıradan” bir durum gibi algılanıyor, işçiler bunu yaşayıp çalışmaya devam ediyor. Bu açıdan film işçi ölümlerinin “normalleştirildiği” günümüz koşullarına da gönderme yapıyor, değil mi?

Maalesef ki öyle. Sadece havaalanı inşaatı bile buna yeterince dehşetli bir örnek ve ayrıca, mesela, moto-kuryelik gibi şu andaki en geniş iş alanında ölenler, trafik kazası istatistiklerinde bir sayı haline getirilmiş durumda. Yani bizim filmimizde hastalananları, ölenleri Yorgo taşıyıp götürüyor ya en azından bir yekûn birikiyor insanlarda. Şimdi bunun bile farkına varmıyoruz. Kapıya teslim ince hamur pizza, artık her şey bireysel konfor için. Grev’e dönem film diyorlar ya, evet dönem filmi, ama bitmeyen bir dönem lanet olası, yabancı film çeviri diliyle…

Ulus Baker Spinoza’dan yola çıkarak, “karşımızdaki birisinin, herhangi bir duyguyla etkilendiğini görürsek, biz de aynı duyguyla etkileniriz[2] diyor ve başka bir yerde şunu hatırlatıyor: “Duyguları belirleyecek olan fikirler gökten zembille inmezler; onlarla sokakta karşılaşırız, onlarla kitapta karşılaşırız, filmlerde, otobüs duraklarında beklerken…”[3] Bu açıdan, Baker filmleri “bedensel karşılaşmalar” yaratabilecek anlatılar olarak tahayyül ediyor. Grev’in bu “karşılaşma”dan doğan “etkilenmeyi” yarattığını hissettiniz mi?

Hem de nasıl. Kesinlikle tam da bu Grev’in yarattığı etki. Kamu emekçilerinin, bilhassa sağlık emekçilerinin, öğretmenlerin örgütlenip Grev’e birlikte gitmeleri tesadüf olabilir mi? Yine aynı zamanda, bütün Kürt illerinde herkesin sahip çıkmasının nedeni bundan başka ne olabilir? Ulus Baker’in söylediği şeyin bütünüyle gerçekleşmesinin bir örneği Grev. Tam anlamıyla “bedensel karşılaşmalar” hali bu. Bu yüzden Grev sadece bir film değil, bir politik eylem. Tam da sözünü ettiğiniz bu karşılaşma onu bir “politik eylem” haline soktu. Aynı gece hem Bergama’da hem Nusaybin’de iki salonu dolduran insanların salonu boşaltırlarken filmi alkışlaması bu yüzden. Kendileri gibi olanları alkışlıyor insanlar, filmdekini yapabilecek olabilmeyi alkışlıyor, bu karşılaşmanın güzel finalini alkışlıyor. Bu film Edirne’de ve Van’da benzer bir şey yarattı ve hatta Konya’da ve Niğde’de. Bu yüzden bizim elimizden çoktan çıktı, bir politik eylemin öznesi halinde Grev.

Grev’de pek kimsenin farkında olmadığı bir dönemi anlatıyoruz. İddialı gelecek belki, ama Ermeni tehciri-soykırımı olmasaydı bu ülkede devrim olabilirdi! Ve savaşın hemen sonrasında Rum mübadelesiyle işçi mücadelesinin diğer parçası da koparıldı bu topraklardan.

Bu söylediklerime şunu ekleyebilirim: Birçok yerde, “üç yıl sonra ilk defa bir araya geldik” dedi insanlar. Daha önce doğrudan hiç tanımadığım insan afişe çıktı! “Tweet attı” demiyorum, pijamasıyla oturma odasında oturup, afişe çıktı! Arkadaşlarını aradılar, onları sinemaya davet ettiler belki de yıllarca sonra ilk defa, kendileri gidemiyorlarsa, en azından başkaları gidebilsin diyerek, sınırların öte tarafından, “askıda bilet” alıp başkalarının, öğrencilerin, işsizlerin, KHK’lıların ya da grevdeki işçilerin filmi seyretmesini istediler, sağladılar. Sadece şenlikli bir dayanışma da değildi bu. Aynı zamanda “sinema ihtiyaçtır”ın bir karşılığıydı. Bir benzetme yaparsak, mesela bir depremde dayanışma göstermek, çok beklenmedik bir şey değildir, ama sinemayı bir ihtiyaç olarak görmek ve bu konuda dayanışmayı örgütlemek, Grev’in nasıl bir etkisi olduğunu çarpıcı olarak gösteriyor.

Geçmişin devrimci anlarını bitip gitmiş olarak yorumlamaktansa bugünde devamını getirebileceğimiz, geleceğe taşıyabileceğimiz bir başlangıç ânı olarak görebilmek önemli. Grev’i Bursalı kadın işçilerin grevini ele alması nedeniyle bu açıdan da yorumlayabiliriz herhalde.

Bu umudu filmden çıkartıp sorduğunuz için mutlu ediyorsunuz bizi. Çünkü bu yüzden “İşçi sınıfının en güzel şarkısıdır grev” diyoruz filmde. Bir yabancılaşmanın sonudur şalteri indirip dünyayı durdurmak ve bu yüzden umutlu ve yaratıcı bir enerjisi vardır grevin. Geçen yüzyıldan bir hikâyenin, dramatik anlatımı değil bizimki ve bu yüzden bazılarının hiçbir zaman anlamadığı ve anlayamayacağı bir coşku.

Grev tam anlamıyla “bedensel karşılaşmalar” hali. Bu karşılaşma filmi bir “politik eylem” haline soktu. Aynı gece hem Bergama’da hem Nusaybin’de insanların salonu boşaltırlarken filmi alkışlaması bu yüzden. Kendileri gibi olanları alkışlıyor insanlar, filmdekini yapabilecek olabilmeyi alkışlıyor.

Genel olarak muhaliflerin tarihini “yenilgiler” tarihi olarak sunan bir tarihyazımıyla karşılaşıyoruz.  Oysa devrimci sıçramaların olduğu anları bugünde diriltmek, şimdide atacağımız adımlar açısından işlevsel olabilir. Grev bir bakıma böyle bir amacı taşıyor diyebilir miyiz?

James Petras anlatıyordu; özel bir programın içinde cezaevinde dersler veriyordu. Mahkûmların çoğu siyahtı tabii ki! Petras Marx’tan filan bir sürü şeyi anlatırken seyirciler bir şey demeden onu dinliyordu, ama ne zaman “devrimci Küba ordusu Afrika’da ilk defa beyazlara karşı zafer kazandı” dediğinde, bütün sol yumruklar havaya kalkıyor salonda. Bizim tarihimiz aslında sadece yenilgiler tarihi değil, tam aksine eğer biz kazanmasaydık bu kadar, bu, alçak ve iğrenç dünya çok daha fazla alçak ve iğrenç bir dünya olacaktı. Hâlâ direnilip kazanılanların üstünde suyu hürmetine ayakta duruyor bu dünya. Yoksa bu kapitalizme dünya mı dayanır!

Bursa’nın ipeği kelebek oluyor” filmin akılda kalan cümlelerinden. Kozaya sıkışmaktansa kelebek olup uçmak, patronlardan, dönemin sermayesinin çıkarlarından uzaklaşmak, özgürleşmek gibi bir anlamı var sanki… Bu yoruma ne dersiniz?

Çok hoşuma gider! Tam da kozalarımızdan çıkıp gitmenin zamanı şimdi ve bir kelebeğin kanat çırpışını bekliyor fırtına…


[1] Ayrıntılı bilgi için bkz. https://yeniyasamgazetesi2.com/kadineki/detay/fabrikalar-ipek-boyar-genc-kizlarin-kaniyla/

[2] Sanat ve Arzu, İletişim Yayınları, 2014.

[3] Yüzey Bilim Fragmanlar, Birikim Yayınları, 2011.

^