31 Mart yerel seçimleriyle, dört dönem AKP yönetiminden sonra CHP’ye geçen Beyoğlu’nda, 24 Ağustos’ta Beyoğlu Kültür Forumu’nu düzenlediniz. Nasıl bir ihtiyaçtan doğdu bu forum?
Deniz Özgür: Beyoğlu Yurttaş Meclisi (BYM) bünyesinde iki-üç yıldır Beyoğlu Kültür-Sanat Buluşmaları adı altında çeşitli etkinlikler organize ediyoruz. Beyoğlu’nun kültürel potansiyeline sahip çıkmayı, bu potansiyeli kamusal bir tartışma ile buluşturmayı amaçlıyorduk. Beyoğlu’nu AKP yönetirken Kültür Yolu sergileriyle Kültür Bakanlığı’nın Beyoğlu’nda hegemonya kurma çabası söz konusuydu. 2019 yerel seçimlerinde İstanbul’u CHP’nin kazanmasından sonra İBB’nin Beyoğlu’nda küçük de olsa bir kültür atılımı oldu. Beyoğlu’nda bir kültür savaşı başladı ve bu savaş hâlâ devam diyor. Biz Beyoğlu’nun kültürel açıdan bu iki kutbun zihnindekinden daha fazlası olduğunu biliyoruz. Farklı sosyolojik, ideolojik ve sosyo-ekonomik dünyalardan gençler Beyoğlu’nu deneyimliyor. Özellikle pandemiden sonra buraya ciddi bir akış gözlemliyoruz. Önümüzde “İnsanlar Beyoğlu’ndaki yeni mekânlarla nasıl ilişki kuruyor?” sorusu vardı. Mekânlarla ilgili ciddi bir hafızasızlık söz konusu. Mesela Narmanlı Han’ın gençler arasında “Café Nero’nun yanındaki bina” olarak kodlanması içimi acıtıyor. Dolayısıyla, Beyoğlu’nu iki kutuplu kültürel çatışmanın dışında ele almaya ihtiyaç duyuyorduk. Yurttaşların hem kültürle ilişkilerini gözden geçirebileceği hem de Beyoğlu’na sahip çıkacağı bir zemin oluşturma çabasındaydık. Beyoğlu birçok başka alanın yanında, önemli bir sinema, müzik ve tiyatro eko-sistemine sahip. Beyoğlu’nun bağımsız tiyatroları ve sinema mekânları ile sinema üretim koşulları üzerine iki forum düzenledik. BYM olarak Beyoğlu’ndaki kültür-sanat tartışmalarına forumlar vasıtasıyla dahil olabileceğimizi düşündük. Ama 6 Şubat’taki deprem felâketinden sonra forumlara ara verdik.
Metrohan, Casa Botter, Haliç, Galataport, hepsi için “halka açıldı” deniyor. Dönüşüm değeri üzerinden yapılan bu restorasyonlarla kültürel mekânlarda bir güç oluşturma niyeti görülüyor. Ruhsuz taş duvarlara dönüştürülüyor mekânlar. AKP ve CHP bu politikada ortaklaşıyor.
Beklentiniz neydi?
Deniz: Beyoğlu Belediyesi’ni (BB) CHP kazanınca kültür politikalarıyla ilgili bazı problemleri görüşerek çözebileceğimizi düşünüyorduk. BB’nin yeni yönetiminin temsilcileriyle temaslarımız oldu. Bu temaslardan birinde, Beyoğlu’nda mücadele veren bir yurttaş kimliğiyle “Beyoğlu’nda kültürel alanla ilgili ciddi meseleler var” dedim. BB Başkanı İnan Güney’in danışmanı İkbal Polat “Bu konuları beraber konuşup çözeceğiz” diyerek bitirdi konuşmasını. İnan Güney’le Fransız Yetimhanesi’ndeki sorunları konuştuk. Eski Fransız Yetimhanesi’ndeki işgal kent hakkı ve kültürel mirasla ilgili birçok konunun ortak keseni. Güney bizzat bana “Yetimhane’den çıkacağız” dedi. Dolayısıyla, CHP’nin AKP’li belediyeden farklı bir yaklaşımı olacağı işareti verildi. Maalesef, Fransız Yetimhanesi’ndeki işgal hâlâ devam ediyor. Ve o günden bugüne bizimle tek bir temas kurmadıkları gibi görüşme çabalarımıza cevap bile vermediler. Ardından, 12 Temmuz’da BB ve İBB Miras arasında imzalanan bir protokolle karşılaştık. Bu protokolü protesto ettik. Düzenlediğimiz kültür forumunun arkasında böyle bir süreç var.
BB ve İBB Miras arasında imzalanan protokolle ilgili eleştiriniz neydi?
Deniz: Kültür politikası geliştirmek için Beyoğlu’ndaki öznelerle mesai harcamadan, gerçekçi ve üretken bir katılım modeli üzerine düşünmeden, tepeden inme bir protokol. Düşünün, protokolün imzalandığı toplantıyı bile tesadüfen öğrendik. Beyoğlu sakini olmaktan kaynaklanan cüretle o toplantıya gittik. Toplantıyı protesto ettik. İBB Miras’ın kültür alanında yaptığı iyi şeylerin yanı sıra çok ciddi problemler olduğunu dile getirmeye çalıştık. Kültürün ve sanatın üretim koşullarına dair temel gereksinimler zaten özneler tarafından yıllardır dile getiriliyordu: prova alanları, özelikle tiyatro grupları için depo ihtiyacı, duyuru ve tanıtım imkânlarının artırılması… Ayrıca, genel olarak mekân ihtiyacının giderilmesi için fonksiyonel kullanım biçimleri üzerine de çokça konuşuldu. Neyse, daha sonra, Buradan Nereye? forumunu düzenleyen arkadaşlarla temas kurduk. Bu temasların ardından kültür meselesiyle ilgili daha geniş bir forum organize ettik. “Birlikte ne yapabiliriz?” diye düşündüğümüz foruma farklı kültür alanlarından bağımsız sanatçılar katıldı. “Bir kültür meclisine zemin hazırlayabilir miyiz?” diye kafa yorduk. Böyle bir meclis yurttaşların ve farklı disiplinlerden sanatçıların bir araya geldiği bir örgütlenme zemini yaratabilir. Beyoğlu Kültür Forumu’na 80 civarında kişi ve SİNE-SEN, İFSAK, SEYAP, SİNEMA-TV Sendikası, RED Fotoğraf gibi birçok kurum katıldı. Belediyenin katılım konusundaki eksikliğini göstermesi açısından kıymetliydi. Verimli, ama devamlılığı olması gereken bir tartışma sürdürdük.
Buradan Nereye? forumunun Beyoğlu Kültür Forumu’na katıldığını söylediniz. Buradan Nereye? forumu nasıl kuruldu?
Fırat Yusuf Yılmaz: Forum krizlerle başladı. Buradan Nereye? 18. İstanbul Bienali’nin küratör seçimindeki şaibeden ve şeffaflık eksikliğinden kaynaklı kriz etrafında toplanmış oldu. Danışma Kurulu’nun seçtiği küratörün yerine Iwona Blazwick’in atanmasıyla birlikte tartışmalar başlamıştı. Bu krizle kültür-sanat alanındaki asimetri fazlasıyla görünür oldu. İnisiyatiflerin birleşmesi durumunda bir toplumsal tartışma zemini oluşacağı öngörüldü. İlk forumdan sonra, İKSV bienali erteledi. Daha sonra, İzmir, İstanbul, Ankara, Mersin ve Eskişehir’de herkesin katılımına açık alandaki sorunlarımızı, taleplerimizi ve potansiyelleri ele alan forumlar düzenledik ve düzenlemeye devam edeceğiz.
Toplantıları forum mantığıyla örgütlemeyi tercih etmenizin özel bir sebebi var mı?
Fırat: Heterojen bir yapı olduğumuz için sadece kendi adıma cevaplayabilirim. Forumlarda başkasının sesini duyabilme şansınız var. Son yıllarda en çok kaybettiğimiz şey de bu değil mi? Başkasının sesine gerçekten kulak vermek… Epeydir sadece sosyal medya bildirilerini, önceden yapılandırılmış metinleri, protokolleri ya da sözleşmeleri okuyoruz. Forumlardaysa göz göze gelmek, birbirimizin sesini duymak mümkün oluyor. Başka şekillerde de kararlar alınabilir, ortak metinler yazılabilir, fakat birbirimizi dinlemeyi ihmal ettiğimiz için kamusal etkiyi şimdiye kadar yeterince inşa edemiyorduk bence. Forumlarda bir araya gelmek ses üretme halini geliştiriyor. Kültürü de bu “sesleşme” hali üzerinden tanımlamak bana açık, şeffaf ve katılımcı geliyor. Alanımızdaki aktörler arasında iletişimsizliği azaltmak ve tartışma zemini üretmek açısından forum formatı iyi bir başlangıçtı.
CHP ile AKP’nin temel benzerliği büyük sermaye ile ilişkilerini katiyen bozmak istememeleri. İkincisi, iç işleyişlerindeki hiyerarşik yapıyı bozma konusunda en ufak bir eğilim göstermemeleri. Üçüncüsü, katılımcılığı sadece bir propaganda olarak kullanmaları.
Buradan Nereye? forumlarında da yerel yönetimler ve kültür-sanat ilişkisi epey tartışılıyor. Bu alanda ne gibi sorunlar görüyorsunuz?
Fırat: “Neden ve şimdi yerel yönetimleri tartışıyoruz?” sorusuyla başlamak doğru geliyor. 2000’lerin başından itibaren, özel sektör kültür-sanat alanında bir “umut” olarak yükselmişti. Özel sektörün açtığı alanlar dolmaya başladı, rekabet arttı ve illüzyon bozuldu. Ardından, yerel yönetimler kültür-sanat alanında baskın aktörlerden biri olmak üzere daha aktif çalışmaya başladı. Yerel yönetimler ile kültür-sanat ilişkisi sıkılaşırken özel sektöre duyulan güvensizlik görece artmaya başladı. “Yerel yönetimlerle ilişkimizi daha önce neden şimdi konuştuğumuz gibi konuşamadık ve ancak şimdi konuşabiliyoruz?” sorusu kültür-sanat aktörlerinin hâlâ önünde duruyor bence. Bütün senaryoyu yönetimin değişmesi üzerinden okumak bana yetersiz geliyor. Bu süreçte yerel yönetimlerle aramızda kültür-sanat özelinde birçok esas ve uygulama yöntemi farkı olduğu açıkça görülüyor. Buradan Nereye? olarak Yerel Yönetimler ve Kültür Politikaları başlıklı iki forumun ardından başlattığımız Müşterek Kültür kampanyasıyla yerel yönetimlerin kültür politikalarından beklentilerimizi ve İstanbul özelinde hazırladığımız Yerel Yönetimden Talepler belgemizi tartışmaya açtık. Belgemiz Hak Temelli Kültür Politikaları, Şeffaflık ve Hesap Verebilirlik, Süreklilik ve Sürdürülebilirlik, Araştırmaya Dayalı Kültürel Planlama ve Finansal Güvence, Altyapısal İyileştirme olarak beş başlıkta talepleri ve örnekleri bir araya getiriyor. Belgemizi forumlarda oluşan kamu adına İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne de sunduk.
Müşterek Kültür kampanyanızı nasıl yürütüyorsunuz?
Fırat: Kampanyamız yerel seçimler sonucunda seçilen ve önümüzdeki beş yıl boyunca İstanbul’da kültür politikalarını üretecek ve uygulayacak tüm kamu aktörlerine ve bu politikaların parçası ve paydaşı olacak kültürel aktörlere yönelik. İstanbul’daki tüm kültür kurumlarını, kent mücadelesi öznelerini, sivil toplum örgütlerini, meslek örgütlerini, kültür-sanat alanında akademik çalışmaları olan üniversite ve enstitüleri, inisiyatifleri, bağımsız çalışanları ve kültür alanında faaliyet gösteren şirketleri demokratik, örgütlü, müşterek, şeffaf, adil ve katılımcı bir kültür-sanat ortamını tartışmaya davet ediyoruz. Kampanyamızın ayrıntılarını Buradan Nereye? Instagram hesabından yayınlıyoruz. Üretim alanı ve yapısal destek sağlanması gerekirken, gösterim alanlarına odaklı bir vizyon gözlemliyoruz. Ayrıca, yerel yönetimler azınlıklaştırılmış toplulukların mekânlarına yerleşirken bu süreci yumuşatmak ve etkinliklerle normalleştirmek için kültür-sanatı aparat olarak görüyor maalesef. Kendi ajandaları dahilinde hareket ederek sanatçıların da rahatsız olduğu bir yerde konumlanıyorlar.
Narmanlı “Tanpınar’ın yoksulluğunu göstermekten ar ederim” diyen Sinan Genim isimli mimar yüzünden kaybedildi. Tanpınar gazeteden perde yaptığı Narmanlı’daki odasında yazıyordu. Bu zihniyet Narmanlı’yı edebiyattan, tarihten, Beyoğlu’ndan koparttı, o tarihi bir dekora dönüştürdü. Fransız Yetimhanesi de İBB ve BB tarafından dekor olarak görülüyor.
Sanatçıların duyduğu rahatsızlıklar neler, bunlar yerel yönetimlerle ilişkide dile getiriliyor mu?
Fırat: Rahatsızlıkların listesi giderek genişliyor, fakat bu rahatsızlıklar sadece sonuç. Meselenin temeline bakınca, yerel yönetimlerin yeterli bir kültür politikasının olmadığını görüyoruz. Kültür politikalarındaki eksiklik sanatçılar ile diğer aktörler arasındaki iletişimi de zora sokuyor. Seçilen küratörü bir kesim beğenirken, diğerleri beğenmiyor ya da davet yöntemini bir kesim beğenirken diğerleri eleştiriyor. Belirlenmiş esaslar ve buna uygun atılan adımlar olsa, bu kadar tartışma ve fikir ayrılığı yaşamazdık. Sanatçıların dertleri etkinlik bazlıymış gibi lanse ediliyor, ama sorun yerel yönetimlerin kültür-sanata dair politikalarının yetersizliği. Bir rehbere sahip olmak da yetmez tabii, onu doğru bir şekilde uygulayabilmek gerekiyor. Yerel yönetimler düzenledikleri sergiler ve açtıkları mekânlarda yer alacak kişileri ve pozisyonları nadiren açık çağrıyla belirliyor. Ek olarak, yerel yönetimlerin açtığı veya yeniden işlevlendirdiği mekânlarda bu alanla ilişkili, alanın hassasiyetlerini bilen insanlar çalışamıyor. Ayrıca, yerel yöneticilere erişmekte ciddi problemler yaşanıyor. Dolayısıyla, iletişimsizlik, yöntem tercihleri, genel yaklaşım ve muhataplıkla ilgili çeşitli sorunlar var.
Gül Köksal: Yerel yönetim aktörlerinin bir kent politikası var, bence bu iletişimsizliğin kendisi bir politika. Zira her şey politik bana göre. Merkezi hükümet ile ana muhalefet arasında yurttaşları kutuplaştıran ve ikilikler yaratan bir düzlem var. Bu ikiliği Beyoğlu özelinde de görebiliyoruz, yerel yönetim el değiştirse bile iş yapma biçimine bu ikilik sirayet ediyor. AKP’nin de, CHP’nin de kent ve kültür politikası var aslında, yok değil. Ama biz kent-kültür hakkı derken başka bir kent-kültür politikası inşasından söz ediyoruz. Popülist/kariyerist olmayan, farklı görüşlere alan açan, katılımcılığı üst seviyeye taşımaya dair zemin kuran bir politika.
Beyoğlu Kültür Forumu’na farklı sanat disiplinlerinden sendika ve kurum temsilcileri de katıldı. Buradan Nereye? forumu katılımcıları olarak Beyoğlu Kültür Forumu’nda tartışılan konularda özellikle dikkatinizi çeken ne oldu?
Özge Akdeniz: Hangi disiplinden olursa olsun sanatçıların dertlerinin aynı yerlerde kesiştiğini gördüm. Ekonomik nedenlerden dolayı atölye tutamayan bir sanatçıyı dinlerken onun neler hissettiğini anlayabiliyorum. Veya sanatçıların bir araya gelmek istedikleri ortak mekânların eksikliğinin ne anlama geldiğini biliyorum. Beyoğlu’nda sergiler yapılıyor ve yapılacak. Ama o sergilerin yapılma biçimi problemli. Yerel yönetimler “Şu kadar sergi açtık, bu kadar mekân açtık” diye nicel şeyler söylüyor. Ama yarattıkları buluşma alanlarını neleri ezerek yapıyorlar? Bu ihlâller konuşulmuyor. İhlâlleri konuşmak istediğinizde, “Peki ne yapsaydık?” deniyor. Veya başka bir şey talep ettiğinizde “Biz bu kadarını yapabiliyoruz, maddi imkânlarımız yok” diyorlar. Onların bu tavrı bizi karşılarında konumlandırmalarına neden oluyor. Bizim eskiyi istediğimizi farz edip yaftalıyorlar. Eskiyi zaten istemiyoruz.
Geçmiş şimdi ve gelecekle bir arada yaşamadığı sürece anlamsızdır. Sürekli “Beyoğlu öldü mü? tartışmaları yapılıyor. Türkiye’nin siyasi tarihi yokmuş gibi yapmayalım. Beyoğlu’nun öldürüldüğü iki tarih var: 24 Nisan 1915 ve 6-7 Eylül 1955. Bu tarihlerde yapılanların ağırlığını taşımayan, bu tarihlerle yüzleşemeyen bir yapı tarih veya miras demesin.
Gül: İki forumun da katılımcısı olarak gördüğüm en önemli şey, muhalif olan bizlerin eleştirdiklerimiz kadar, nasıl bir şey istediğimizi de somutlama çabamız. İki forumda da “kent ve kültür hakkı” gibi kavramların sıklıkla kullanıldığını gördük. Her şeyin önceden tasarlanmış olduğu bir toplantı mantığının aksine, birbirinin sesini duyan, farklılıklarıyla yan yana gelen, elindeki imkânları birbiriyle paylaşan, hak mücadelesinin temelinde olması gerekenlerin olduğu forumlardı bunlar. Yani kabul edilmesi beklenen kararlara itiraz etmek için söz bile alamadığınız, dikte eden, hegemonik etkinlikler değildi. AKP ve CHP’nin kültür hegemonyasına karşı yaptığımız forumlar, kent ve kültür hakkı dediğimiz şeyin kendisini de tarif ediyor. Bu haklar sadece kentteki imkânların eşit paylaşılmasıyla ilgili değil, kenti ve yaşamı dönüştürmek suretiyle hepimizi dönüştürmek anlamına geliyor. Mesele o ilişkileri kurmak. Örneğin, bu söyleşiyi Beyoğlu Gıda Topluluğu’nun (BGT) mekânında yapıyoruz. Bu mekân eskiden Üçüncü Mevki isimli bir lokantaydı ve herhangi bir ticari lokanta gibi işlemiyordu. İşleyiş biçimi kolektif bir kültür oluşturmuştu. Yani mekânda kültürel bir süreklilik var, bu kültür insanların sıcak, mütevazı, dayanışmacı ilişkiler kurduğu bir mekânsallıkta kendini var ediyor.
İBB Miras Beyoğlu’nda Metrohan ve Casa Botter gibi önemli mekânları restore etti ve bunları kendi deyişleriyle “halka açarak” yeniden işlevlendirdi. Sözünü ettiğiniz iletişimsizlik bağlamında bu çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gül: Haliç ve Galataport için de “halka açıldı” denebiliyor. Özellikle İBB-Miras ve İBB-Kültür Başkanı Mahir Polat bu söylemi çok kullanıyor. Ama bu restorasyonlar kullanım değeri üzerinden değil, dönüşüm değeri üzerinden yapılıyor. Dönüşüm değeri önemsenerek oluşturulan kültürel mekânlarda bir gösteri, güç oluşturma niyeti görülüyor. Gücün eşit bir şekilde paylaşıldığı, mekânın dönüşümüyle bizim de dönüştüğümüz, hayatı ve toplumu daha iyi bir şeye dönüştürdüğümüz yerler değil de büyük açılışların yapıldığı, yabancılaştığımız, ruhsuz taş duvarlara dönüşüyor mekânlar. AKP ve CHP bu politikada ortaklaşıyor. Bu ikili hegemonyaya karşı bizlerin tabandan, yan yana, kendi imkânlarımızla yeni ortamlar kurmamız gerekiyor. Bu mekânsal dönüşümler bizi dışlayan, hegemonya savaşında bizleri konum almaya zorlayan, onlara itiraz etmemizin önünü kesen işlevlere bürünüyor. İtiraz ettiğimizde marjinalleştiğimiz, ötekileştiğimiz bir alana itiliyoruz. Beyoğlu’ndaki CHP yönetiminin de yapma biçimi bu. Bu bazen AKP’nin yaptığından daha tehlikeli, çünkü yan yana gelebileceğimiz insanlarla karşı karşıya gelebiliyoruz. Saflarımızı çoğaltamıyoruz. Çoğalmamız gereken yerde, seyreliyoruz. İBB, medyasıyla sürekli manipülasyon yarattığı için muhalif sözleri de içerip boş gösterene dönüştürüyor. Bu son derece tehlikeli ve huzursuz edici.
AKP yönetiminde Komet sergisi yapılacağını sanmıyorum. CHP yerel yönetimi ise Komet’in hâlâ hem acısını hem de yoğun sevgisini içinde taşıyan asistan ve arkadaş çevresiyle bağ kurmayan, o dünyayı kızdıran ve küstüren bir sergi yaptı. Hiç olmaması kötüdür, ama böyle olunca da bozuk bir yemek yemişiz de zehirlenmişiz gibi bir his uyandırıyor.
AKP ve CHP politikaları arasında farklılıklar yok mu?
Nâzım Dikbaş: Geçenlerde tam da bu soru üzerine bir arkadaşımla konuşuyorduk. “Bunlar da aynıymış” kolaycılığıyla denkleştirmemekten, ama CHP’nin de “AKP’den iyiyim” rahatlığına kapılmasına izin verilmemesi gerektiğinden bahsediyorduk. İkisinin temel benzerliği büyük sermaye ile ilişkilerini katiyen bozmak istememeleri. İkincisi, iç işleyişlerindeki hiyerarşik yapıyı bozma konusunda en ufak bir eğilim göstermemeleri. Üçüncüsü, katılımcılığı sadece propaganda olarak kullanmaları. Açıkçası, bunları bekliyorduk, hayal kırıklığına uğradığımı söyleyemem. Seçimi kazanan idari hiyerarşi neyse, o idari hiyerarşinin kendi çıkar ilişkileri içinde atadığı yeni görevliler emir komuta zincirinde yollarına devam ediyor. Tersi olsaydı, Yetimhane örneğinde olduğu gibi, seçimden önce verdikleri sözlerle seçimden sonra yaptıkları arasında bu kadar büyük bir uçurum olmazdı.
Deniz Özgür: Narmanlı Han “Tanpınar’ın yoksulluğunu göstermekten ar ederim” diyen Sinan Genim isimli mimar yüzünden kaybedildi. Halbuki o yoksulluk bir zenginlikti. Ahmet Hamdi Tanpınar gazeteden perdeyle camlarını kapattığı Narmanlı’daki odasında yazıyordu. Sinan Genim zihniyeti Narmanlı’yı edebiyattan, tarihten, Beyoğlu’ndan koparttı, o tarihi mekânı, kahve zincirlerinin bahçesi ve dekoru haline dönüştürdü. Fransız Yetimhanesi örneğine bakalım. Bahçe tarumar edildi, bostanı ve kümesi kazındı, yok edildi. Şimdilerde Yetimhane de İBB ve BB tarafından dekor olarak görülüyor. Yetimhane’nin ışıklandırılmış duvarları belediyenin konserlerine dekor vazifesi görüyor. Belediye tarafından düzenlenen konserlerin mekânın tarihselliğiyle, orada üreten emekçileriyle hiçbir bağı yok. Zaten kartonpiyer ustası Cemal Cinbiz yerinden edildi. CHP’li Beyoğlu Belediyesi de bu yerinden etmeye katkı koydu. Yetimhane ve Narmanlı örneklerindeki mekâna bakış açısındaki bu benzerlik beni ürkütüyor.
Gül: Kültürel mekânların restorasyon süreçlerinde de benzerlikler var. Kültürel mekânın ve hafızanın devamlılığını sağlayan süreç aslında teknik değil. Restorasyon biçimi mekânın değerini nesneleştiren ve o nesneye de kullanım değeri üzerinden değil, gösterge değeri üzerinden bakan bir aynılık yansıtıyor. “Şık ve eski gözüksün” diye eski binaların sıvalarını söküp ateş tuğlaları göstermeyi seven bir restorasyon anlayışı var. Mekânı var eden değerleri ve o mekâna hâlâ sahip çıkanları sürmeye yönelik yöntem uygulanıyor. Peki sonra ne oluyor? O mekân sadece gezilen, seyirlik bir binaya dönüşüyor, duvarların taşıdığı bilgiyi görmezden gelme hali ortaklaşıyor. Girmeye heves etmediğimiz, yabancılaştığımız mekânlar hayatlarımızı gerileten bir şeye dönüşüyor. Bizler bu duygusal kırıklığı yaşıyoruz, ama bir de bu tarihten haberi olmayan kuşaklar var. Onlara miras diye bırakılan ne? Narmanlı’nın içi boş hâli. Bu kent politikası açısından çok sağlıksız bir durum.
Nâzım: Gençliğimde Narmanlı Han’a çok sık gidiyordum, birçok ömürlük arkadaşımla ilk orada, kendisi de onlardan biri olan sevgili Deniz Pınar’ın Deniz Kitabevi’nde tanıştım. Benim için duygusal bir tarafı da olduğu için Narmanlı’nın yok edilişiyle sonuçlanan süreç geçmeyecek bir yara gibi, hiç aklımdan çıkmıyor. Narmanlı Han’ı korurken, savunurken “Bu sadece Beyoğlu’nda tek bir bina meselesi değil, Beyoğlu’nun tamamının meselesi” diyorduk. İkincisi, bu nostaljik bir talep, geçmişi kurtarma, geçmişi olduğu gibi yaşatma mücadelesi de değil. Geçmiş şimdi ve gelecekle bir arada yaşamadığı sürece anlamsızdır. Ama Narmanlı Han tamamen ortadan kaldırıldı. Ayrıca, sürekli “Beyoğlu öldü mü? Beyoğlu’nu canlandırıyoruz” veya seçimlerden sonra ayyuka çıkan “Beyoğlu’na geri dönüyoruz” tartışmaları yapılıyor. Türkiye’nin siyasi tarihi yokmuş gibi yapmayalım. Beyoğlu’nun öldürüldüğü iki tarih var: Biri 24 Nisan 1915, diğeri 6-7 Eylül 1955. Bunları vurgulamak zorundayız, çünkü üstü hep örtülüyor. Bu tarihlerde yapılanların ağırlığını anlamayan, taşımayan, bu tarihlerle yüzleşemeyen bir yapı tarih veya miras demesin. Geçmişe dair inkâr AKP’de olduğu kadar CHP’de de var. Daha geçen haftalarda Kürtçe dil dersi veren kurslar kapatıldı. Kapatılmakla kalmadı, Kürtçe dersi veren hocalar gözaltına alındı. Tüm toplumu kapsayan bir tarih düşünmüyorsak, sanatı bu kolektivite içinden çıkan bir şey olarak tahayyül etmiyorsak, kültürü geçmişin acılarını anlayan bir faaliyet olarak görmüyorsak eski veya yeni paradigma bir noktada örtüşür.
Katılımı ve demokrasiyi dert eden aktörler belediyelerin duvarlarına çarpıyor. Mevcut CHP belediyelerinin yönetim biçimleri AKP’nin 2007 dönemine benziyor. Kent politikaları gibi, kültür politikalarını icra ederken de otoriter yönlerini törpüleyemiyorlar. Dolayısıyla, gerçek bir sanat meclisi kuramıyor, mekânların gerçek öznelerine alan açamıyorlar.
İki yönetim anlayışı arasındaki farklara dönersek, kayda değer bir fark yok mu?
Nâzım: Var tabii. Mesela, AKP döneminde Komet sergisi yapılacağını sanmıyorum. CHP döneminde ise Komet sergisinin küratörlüğünü çalışma biçimini ve eski çalıştığı kurumu (İstanbul Modern) Komet’in hiç beğenmediği ve zaten kendisiyle hayatı boyunca hiç temas kurmamış Levent Çalıkoğlu’na yaptırdılar. Eda Gecikmez’in konuyla ilgili çok sade ve ciddiyetle yazılmış yazısında bu problemleri görmek mümkün. Casa Botter’deki Komet sergisine gittim. Çünkü sergiyi görmemiz ve ne kadar kötü olduğunu da anlamamız lâzım. Komet gibi hepimizi çok etkilemiş, cumhuriyetin en büyük sanatçılarından birinin ardından bu zayıflıkta bir sergi yapılmaz. Sergide Komet’in beğenmediği işleri bile var. Sergiyi Komet’in atölyesinin bulunduğu mahallede yapmakla övünüyorlar. Komet hayatta olsaydı, Asmalımescit’ten koşarak gelir, serginin yarısını kendisi indirirdi. Tabii bir insanın vefatından sonra yapılan serginin onun hayattayken yapacağı bir sergi gibi olması zorunluluğu yok. Ama amaç belgesel bir sergi yapmaksa, kapsam ve içerik açısından böyle olmamalıydı. Komet’in farklı yaklaşımları arasında bir bağ kurmayan, genel geçer büyük laflarını sergiye taşıyan, Komet’in hâlâ hem acısını hem de yoğun sevgisini içinde taşıyan asistan ve arkadaş çevresiyle bağ kurmayan, aksine o dünyayı kızdıran ve küstüren bir sergi yaptı CHP yerel yönetimi. Hiç olmaması kötüdür, ama böyle olunca da sanki bozuk bir yemek yemişiz de zehirlenmişiz gibi bir his uyandırıyor. Ben Komet’i tanıdığım için sergiyi gezerken bazı şeyleri anlıyorum. Bazı eserleri hakkında Komet’in burada söyleyemeyeceğim kadar komik şeyler söylediğine tanık oldum. (gülüyor) Komet’in eserlerine vakıf olacak ve onun muhteşem esprili tarafını yansıtacak bir sergiye ihtiyaç vardı. Bu zaten işin abecesi.
Halbuki kültür-sanat faaliyetlerinin yerel yönetimlerin desteğiyle topluma ulaştırılması iyi bir şekilde de yapılabilir. Olumsuz örnekler burada trenin kaçtığını mı gösteriyor?
Nâzım: Biraz öyle. Belediyelerin veya Kültür Bakanlığı’nın yaptığı geniş kitlelere hitap eden sergilerde sanat sadece piyasa koşullarıyla tanımlanıyor. Bu hem ekonomik hem de imgelerin ve dilin piyasası. Eğitimin bile piyasa olduğu yerdeyiz. Çünkü üniversitesinin başında atanmış bir rektör var. Öğrenciler vakitlerinin çoğunu rektörün yaptığı yanlışları düzeltmek için harcıyor. Diğer taraftan, sermayeyle ilişkileri hoş tutan ve bundan nemalanan merkezi iktidar, şehir ve ilçe belediyeleri var. Galeriler de sermayenin sahadaki temsilcisine dönüşüyor. Genel izleyici artık sanatı para vererek gezilen, sanatçıların hoş şeyler yaptığı bir piyasa olarak algılıyor. İnsanların sanat sergilerini selfie çekilen yerler gibi görmesine kızmak mümkün, ama buna yönelten bir yapı var.
Başka türlü olabilir mi ya da nasıl olabilir?
Nâzım: Edebiyatın, müziğin, sinemanın, tiyatronun felsefe ve bilim gibi bağımsız bir ses üretiminin alanı olarak birbiriyle etkileşim içinde olabildiği toplumsal alanı yaratmaya çalışmalıyız. İşte fiziki mekân eksikliğimizin düşünsel karşılığı bu. Hiç yok demeyeyim, ama o mekânlar az. Bunun karşılığı olan dergiler, mekânlar, ücretsiz ve doğal buluşma alanları çok çok az, oysa belediyeler bunlara destek verebilir. Muhalefetin de sanatla ilişkisinin zayıflaması bundan. Aslında, zayıflatılmış bir bağ bu. Daha solda, sosyalist veya anarşist muhalefette sanata yönelik ilgi var. Çünkü onlar sanatın gücünü her zaman hisseder. Ama propaganda ve sanat arasındaki çizgi bulanıklaşıyor. Sanatın ne olduğu konusunda iki tarafın da yapması gereken çok şey var. Sanat tarafının rahat, konforlu, ama boyun eğen bir tavra kaydıkça kendisini azalttığını, zayıflattığını anlama vakti. Sol, muhalif siyasi tarafın da “Sanat propagandaya yarar, biz bunlardan ne devşirirsek kârdır” gözüyle bakmaması icap ediyor.
Yerel yöneticiler de, herhangi bir kültür sanat kurumunun yöneticileri de eleştiri konusunda zaman aşımına çok güveniyor. “Zamanla eleştiriler susar” düşüncesine yaslanıyorlar. Kamusal alanın çökmüş olmasından dolayı dayanışmamızın zayıfladığını biliyorlar.
Ekin Sarıca: Yerel yönetim 2019 seçimlerinde değiştiğinde belediyeye yaptığımız eleştirilere karşı “Haliç müze olmasın da AVM mi olsun?” deniyordu. Artık bu sözler anaakımlaştı. İşin kötüsü, bu sözleri yan yana durabilme ihtimalimizin olduğu, AKP’nin kent politikalarının sonuçlarını bilen insanlardan da duyuyoruz. Bu karşıtlığa sadece 20 yıllık AKP yönetimi neden olmuyor, CHP belediyeleri de yapıyor. Kabataş’taki Martı projesinde böyle bir şey yaşadık. CHP’li daire başkanı Martı projesiyle dalga geçiyordu, ama günün sonunda Kabataş’a beton bir set yapıldı. CHP’nin kültür politikasını strateji belgelerindeki ilkelere değil de sahada yaptıklarına bakarak anlamaya çalışmamız gerekiyor. Sosyolog Ayfer Bartu 2007’de yazdığı bir yazıda AKP tarafından yeni bir dilin kurulduğuna, yerel yönetimlerde katılımcı, şeffaf ve demokratik bir dil kullanıldığına işaret ediyordu. Bu dil CHP belediyelerinin bugünkü diline çok benziyor. Ayrıca, bu dile karşı muazzam bir eleştiri olmasına rağmen, itirazları görmeyerek yola devam ediyorlar. Katılımı ve demokrasiyi dert eden aktörler sürekli belediyelerin duvarlarına çarpyor. Mevcut CHP belediyelerinin yönetim biçimini AKP’nin 2007 dönemine benzetiyorum. Kültür politikalarının da popülist yaklaşımla inşa edildiğini düşünüyorum. Tıpkı kent politikaları gibi, kültür politikalarını icra ederken de otoriter yönlerini törpüleyemiyorlar. Dolayısıyla, gerçek bir sanat meclisi kuramıyor, mekânların gerçek öznelerine alan açamıyorlar.
Özge Akdeniz: 2022’deki 2. Kültür Yolu Festivali’ne bir yapıtımı vermek zorunda kaldım. Genç bir sanatçı olarak nasıl bir yoldan ilerlenmesi gerektiğinin gerçekçi bilgisi bize aktarılmadığı için içimize sinmese de böyle sergilere katılıyoruz. Bu durum sanat alanının örgütsüzlüğünden de kaynaklanıyor. Yarışmalara alternatif bir yapılanma oluşmadığı sürece, oluşumların eleştirisini yapmak bir işe yaramıyor. Kurumların ve yöneticilerin genç sanatçıların üzerinde bu kadar etkili olmasının sebepleri de tartışılmalı. Kültür Yolu sergisinde AKP yöneticilerinin hiçbiri yoktu. O zamanki AKP’li Beyoğlu Belediye Başkanı Haydar Ali Yıldız sergiyi hızla gezdi, gitti. Muhataplık seviyesi “Bir fotoğraf çektirip gideceğim” düzeyindeydi. Ardından, kendi yolumu çizme kaygısıyla Taksim Sanat’ta bir resim yarışmasına katıldım. İçinde bulunmaktan mutlu olmadığım bir sergiydi, ama faydaları da oldu. Ekrem İmamoğlu sergiyi gezerken her birimizin işimizin başında İmamoğlu’na çalışmalarımızı anlattığımız bir dakikalık bir kayıt yapıldı. İmamoğlu’nun yorgun kırmızı gözlerini hatırlıyorum. “Bu kara kalem mi?” diye sordu. Ancak, basına servis edilen fotoğraflardaki pozu bambaşkaydı. Fotoğraflardaki gülümsemeyi ben görmedim, ama fotoğrafçı yakalamış. (gülüyor) CHP’de “Biz sanatçılarla temas kuruyoruz, sizdeniz” imajı var. AKP’de bu yok. AKP seni dışlıyor, CHP ise dışlamamış gibi yaparak dışlıyor. Bu daha kötü, çünkü onlarla diyalog kurduğunu zannediyorsun.
Fırat: İki siyasal güçte de izleyicileri kültür-sanat kitapçıklarında ‘’insan trafiği’’ olarak tanımladıkları, maliyet hesabına indirgedikleri anlayış hakim. Yerel yöneticilerle bazı kültür-sanat kurumlarının yöneticileri arasında bu konuda benzerlikler var maalesef. “Zamanla eleştiriler susar” düşüncesine yaslanılıyor genelde. Eleştiri konusunda zaman aşımına çok güveniyorlar. Ayrıca kurum yöneticileri genellikle forumlara gelmiyor. Forum formatına güvenmeme ve başkalarının sesini duymaya çalışmama eğilimi çok yüksek. Kamusal alanın çökmüş olmasından ve ekonomik zorluklardan ötürü dayanışma zeminimizin zayıfladığı bir gerçek. Bağımsız yapılar olarak varlığımızı uzun vadede sürdürebilme konusunda dezavantajlı olduğumuzu biliyorlar ve bence bunu kullanıyorlar.
Özge: Atölyem Beyoğlu’nda, Tokatlıyan Han’da. Tokatlıyan’da birçok sanatçı atölyesi olduğu için çok sayıda CHP’li vekil ve yönetici ziyarete geliyor. Biz itirazlarımızı, eleştirilerimizi dile getiriyoruz, ama sanatçıların büyük bölümü kişisel taleplerinin karşılanması için onları onaylayıp, övüyor. Bu talepler iyi hoş, ama benim sergilenmeye ihtiyacım yok. Üretimimin bir devamlılığı olmadığı sürece neyi sergileyeceğim ki? Bunları dile getirince error veriyorlar, sistemleri kapanıyor, “Bakacağız, edeceğiz” diyorlar. Belediyeye taleplerimizi söyleyince başkanı olumlayan kitle “Ama öyle değil” diyerek yine bize ahkâm kesiyor. Bu kitle öyle sıradan da değil, bazı toplantılara gelen Mimar Sinan Üniversitesi’ndeki erkek akademisyenlerden bahsediyorum. Mahir Polat Tokatlıyan’a geldiğinde ona atölyemin kapısını açtım, sorunlarımızdan bahsettim. Polat’a “Sadece sergi alanları açılıyor. Casa Botter’i açtınız, ama kimse kullanamıyor. Bize üretim alanı, atölye gerekli” dedim. Bir arkadaşım Casa Botter’den “çalışıyor” diye kovuldu. Ona “Buraya ziyaretçiler binayı gezmeye geliyor. Burada bu kadar süre çalışman doğru değil” denmiş. Casa Botter’de kütüphane ve büyük masalar var, ama uzun süre oturmak yasak! Ayrıca, Botter Sergileri’ni Levent Çalıkoğlu’nun yapmasını eleştirdim. Polat “Çalıkoğlu nitelikli biri, tabii ki ona verecektik, başka kime verecektik” dedi. İstiklâl Sanat Galerisi’ni yeni yeni aktifleştirmeye başladılar. Beyoğlu’nda yaşayan ve üreten sanatçılarla ilgili sergiye davet aldım, ama duyurulma biçimi adil gelmedi. Birçok arkadaşım bu yaklaşımla uzlaşmamasına rağmen katılmak zorunda kaldı, çünkü ihtiyaçları var. İBB de ihtiyaç ekonomisini iyi yönetiyor. Ayrıca Beyoğlu’ndaki sanat örgütlenmeleriyle neden görüşülmediğini sordum, Beyoğlu Kültür Forumu’yla iletişim kurmaları gerektiğini söyledim. “Onlar toplantımıza gelip hakaret etti” dedi. Ayrıca, Mahir Polat “Onlar ellerinde içkilerle Yetimhane’ye gelip ‘biz burada içki içmek istiyoruz’ gibi eylemler yapıyorlar” dedi.
Deniz: Hayır. Öyle bir şey yapmadık. Ki yapabilirdik, o ayrı, ama asla olmadı böyle bir şey. Böyle açık bir yalan karşısında ne diyeceğimi bilemiyorum. Gezi sürecinde iktidarın Kabataş yalanı gibi… Ben en çok, bu açık yalanı duyan İBB-Miras’ta çalışan arkadaşlarımızın o andaki tepkisini merak ediyorum.
Ekin: Ayrıca protokol toplantısında hakaret edilmedi ki, itirazlar söylendi.
Özge: Evet. Ahmet Güneştekin’in Feshane’de açılacak sergisini eleştirdikten sonra, “Bana saldırdınız” dedi. Ama gayet makul bir dille sadece fikirlerimi söyledim. Saldırı olarak görmesi garipti. Böyle birebir tartışmaya girmeleri bana garip geliyor. Niye bu kadar sahnedeler? Ben çok düz ve anlaşılır konuşan biriyim. Toplantıda “Böyle kavramlarla konuşma. Ben halk çocuğuyum” dedi. Yapmadığım bir şeyi yapmışım gibi göstermesi açık bir manipülasyondu.
Deniz: Bu manipülasyon yeteneği ürkütücü. Ses çıkaran aktörlerin istenmemesi, yok sayılmaya çalışılması konusunda da iki parti arasında benzerlikler var. Biz kent muhalefetiyiz. Bu kenti var eden, kültürüne, birikimine sahip çıkmaya çalışan insanlarız. Bizim için “AKP kötü, CHP iyi” diye bir ezber söz konusu değil. Yeni hegemonya içerisinde muhalefet de bir şekilde içeriliyor. Bir de şimdi Beyoğlu Belediyesi’ne yönelik AKP’nin saldırıları başladı, belediyenin kullandığı bazı mekânlar boşaltılıyor. Bu iklim de bizim eleştirilerimizi kuvvetsizleştiriyor, daha doğrusu belediyeye, eleştirileri kulak arkası etme imkânı sağlıyor. “Biz iktidarla mücadele ediyoruz, siz bizimle uğraşıyorsunuz” diyorlar. Ama yine de mevcudiyetimizle talep edilen suni dengeyi parçalamaya çalışıyoruz. Beyoğlu’nun muhalif kurumları, inisiyatifleri, aktörleri var. Biz bu suni dengeyi parçalamazsak bu aktörler “CHP’li belediye zaten muhalefetle görüşüyordur, CHP zaten doğal bir çözüm ortağıdır” diye algılıyor. Eğer durum böyle değilse de örtük bir şekilde “susun” deniyor. Çünkü daha ulvi bir amaç var: Ekrem İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı olması. Bu düşünce nereye yaslanıyor? Tayyip Erdoğan’dan kurtulmaya. Böyle bir zincir var. Bu zincir halka halka her şeyi domine ediyor. Beyoğlu’nda yerelliğin üstünden kendini kuran bir merkezileşmeyle karşı karşıyayız.
İlçe politikaları İBB tarafından, tepeden belirleniyor. AKP’den “iyi olma” hali olumlu bir seviye olarak dayatılıyor. Belediyenin sitesinde “Beylikdüzü modeli her yere yayılıyor” deniyor. Beyoğlu’nun “Beylikdüzü modeline” ihtiyacı var mı? Bu merkezileşmenin bir hedefi var: Ekrem İmamoğlu’nu cumhurbaşkanlığına taşımak.
Yerelin merkezileşmesinden ne kastediyorsunuz?
Deniz: İlçe politikaları İBB tarafından, tepeden belirleniyor. İBB-Miras bunun en bariz örneği. Beyoğlu’ndan sonra diğer belediyeler de sırada, ardı ardına ilçe miras oluşumları görülüyor, Şişli-Miras, Eyüp-Miras gibi… Bunun da ötesinde, İmamoğlu’nun her ilçeyi kendine bağlı insanlar üzerinden kontrol ettiğine dair kuvvetli bilgiler var. Sadece belediye başkanları değil yani, onları da kontrol edenler var. Adalar bunun en bariz örneklerinden biri. Oradaki belediye başkanının hiçbir hükmü yok, bunu en yakıcı olarak Adalar halkı yaşıyor. Dediğim gibi, İmamoğlu’nu cumhurbaşkanı yapma ulvi hedefi hiçbir yerelin kendi özerkliğine saygıya yer bırakmıyor maalesef ve bırakmayacak. İBB Miras ile Beyoğlu Belediyesi arasında imzalanan ve bizim protesto ettiğimiz protokol toplantısında masada tek bir BB yetkilisi yoktu, göstermelik bile olsa yoktu! Beyoğlu Kent Konseyi Genel Kurulu’nda merkezileşmenin bir tezahürünü daha gördük. İnan Güney kendisine yakın bir ekibi Kent Konseyi yönetimine yerleştirdi. Yürütme kurulunun listesinin okunmasını istedim genel kurulda, çünkü tabela dernekleri yürütme kuruluna sokulmuştu. Listenin okunmasını kabul etmediler. İtiraz edince okumak zorunda kaldılar. Kent Konseyi Başkanı “Önceki dönem kapıdan girebiliyor muydunuz?” diyebiliyor. AKP’den “iyi olma” hali olumlu bir seviye olarak dayatılıyor. Beyoğlu Aşevi’nde Beslenme Saati diye bir program uygulanmaya başladı. Belediyenin sitesinde açılışla ilgili haberi okudum. “Beylikdüzü modeli her yere yayılıyor” deniyordu. Beylikdüzü modeli nedir? Beyoğlu’nun “Beylikdüzü modeline” ihtiyacı var mı? Beyoğlu’nun birikimi neden yok sayılıyor? İstanbul’daki CHP’li bütün ilçe belediyeleri İmamoğlu’na tabi durumda! Herhangi bir belediye başkanının İmamoğlu’ndan farklı bir görüşe sahip olabilmesinin imkânı yok. Biat ve itaat esas. Bu merkezileşmenin bir hedefi var: Ekrem İmamoğlu’nu cumhurbaşkanlığına taşımak.
Merkezileşmenin etkileri kültür-sanat alanına nasıl yansıyor?
Fırat: İletişimi merkezi bir yere bağlayarak enerjimizi sönümlendiriyorlar. Çünkü merkezileşme artınca en tepeden cevap beklemek zorunda kalıyorsunuz. Kültür-sanat aktörlerinin yereldeki birliktelikleri muhatap alınsa, o bölgedeki yerel yöneticinin ofisine girip çıkabilirlerdi. Bu istenmiyor. Böylece “üstteki” aktörlerle diyalog kurma becerisine sahip kültür-sanat aktörlerinin giderek ‘’profesyonelleştiği’’ ve diğerlerinin dışarıda kaldığı bir ortam yaratılıyor. Yerel yönetimlerle iş yapmak istiyorsanız “yıldız” küratörlerle çalışmak zorunda kalıyorsunuz. Bu durum kültür-sanat alanındaki dayanışma zeminini eritiyor. Birbirimizle konuştuğumuz anları ve ortak zeminleri çoğaltmak yerine, otoriteyle konuştuğumuz veya isteklerimizi sunduğumuz kısa anları sürekli tekrar etmek durumunda kalıyoruz. Sonuçta ne konuşuyorsak, o oluyoruz. Kendimizi, hep otoritelerin kapılarından girme ve bir durumu izah etme hallerimizi konuşurken buluyoruz. Bu merkeziyetçi politikalar kendi mekânlarımızı ve anılarımızı eritiyor.
Gül: Özne oluşumuzun, dönüştürücü gücümüzü çoğaltmamızın ve birbirimizle bu gücü paylaşmamızın önünde eril tek-adamcılık var. Haliyle bu durum her şeyi tektipleştirmeye çalışıyor. “Babaya” itiraz eden herkes büyük bir kavga çıkartmış gibi yaftalanabiliyor. Beyoğlu’nun muazzam çoğulluğunu tektipleştiren pratik “tek dil, tek bayrak, tek vatan” söylemiyle ortaklaşan bir yere varıyor. Bu söylem İstanbul’la sınırlı değil. İBB’nin bültenlerindeki dilin Türkiye’nin başka belediyelerine de sirayet ettiğini görebiliyorsunuz. Belediyeler Birliği seçimlerinde de bu durum kendini iyice belli etti. İBB-Miras da bu hegemonik inşanın bir parçası. Filler tepişiyor, çimenler sürekli eziliyor. Bizler farklılıklarımızla, tezatlarımızla o çimeniz. Bir şey yapma aşamasına gelemeden, o şeyi yapabilir kılacak zemini üretmek için uğraşıp duruyoruz. Çiçekler açtıracakken “Aman çimen kurumasın” aşamasında kalıyoruz. Biz bundan fazlasıyız. Neden tektipleşelim ki?
İnan Güney Herkes İçin Beyoğlu toplantıları düzenleyerek, sanatçıları da davet edip sosyal medyada “Beyoğlu’nun stratejik planını birlikte yapıyoruz” mesajları paylaştı…
Ekin: Eleştirileri dikkate alıyorlar aslında. Beyoğlu Kültür Forumu’nu düzenlememizden sonra Kartal’da sanatçılarla bir Kültür Buluşması organize ettiler. O buluşmayı nasıl bir çağrıyla yaptıkları soru işareti. Kendilerine yönelen eleştirilerin içini boşaltmakta epey yetenekliler.
Deniz: Katılıma yönelik talepler, eleştiriler, adımlar törpüleniyor. Kartal’daki buluşma bu bozulmanın parçası.Katılımla ilgili eleştirileri görünce, hemen eleştiriyi ve itirazları sönümlendirmeyi amaçlıyorlar. İnan Güney Beyoğlu’nda çeşitli kültür-sanat temsilcileriyle görüşmeler yapıyor, ama kendi istediği zaman, kendi belirlediği kişilerle, kendi belirlediği biçimde. Ben bunlara “Instagram ziyaretleri” diyorum. Bu ziyaretler birçok şeyi gizliyor. Forumlarla yapmaya çalıştığımız biraz da bu gizlenenleri açığa çıkarabilmek. Biraz önce Özge’den Tokatlıyan’da olan biteni dinledik. Ama Mahir Polat Tokatlıyan ziyaretini Instagram’da “Bağımsız sanatçılarımız artık yalnız değil, biz varız” diye paylaştı. Oradaki bağımsız sanatçılara saygısızlığı geçtim, ne kadar kibirli bir yaklaşım! Ya da Kent Konseyi Genel Kurulu’nda çok sert tartışmalar oldu. Toplantı gündeminde stratejik plan vardı ve altı ayın sonunda, bir sürü alanda faaliyet yürütmemize rağmen, hiçbiri için tek bir toplantı, görüşme yapılmadığını aktardık. 45 mahalle var Beyoğlu’nda, sadece dört mahalle toplantısıyla plan süreci kapatıldı. Toplantı bitince sanki hiçbir eleştiri olmamışçasına “Haydi arkadaşlar aile fotoğrafı çektirelim” diye herkesi çağırdılar utanmadan. Instagram’da o fotoğraf dolaşıyor, ama gerçek fotoğraftaki gibi değil. İşin aslını insanlara anlatacak kanalları yaratmamız lâzım. Bir örnek vereyim. Yetimhane’de İBB konserler vermeye başlayınca, hazırladığımız bildirileri alıp konsere gelenlere dağıttık, bilgilendirme yaptık. Dinleyiciler olan bitene çok şaşırdı, “Bunları hiç bilmiyorduk” dediler, alkışlayanlar, konser alanını terk edenler oldu. İBB’nin basın üzerindeki hegemonyasını anlattık, biz anlatmazsak bunları başka hiçbir yerden öğrenemeyeceklerini aktardık.
İletişimi merkezi bir yere bağlayarak bizi sönümlendirdiklerini görüyorlar. Böylece “üstteki” aktörlerle diyalog kurma becerisine sahip kültür-sanat aktörlerinin profesyonelleştiği bir ortam yaratılıyor. Belediyeyle iş yapmak istiyorsanız, “yıldız” küratörlerle çalışmak zorundasınız. Bu durum kültür-sanat alanındaki dayanışmayı eritiyor.
İBB’nin basının üzerinde nasıl bir hegemonyası var?
Deniz: İBB gözle görünenin ötesinde bir hegemonya kurmuş basın üzerinde. Biz İBB-Miras protokolünü protesto ettiğimizde, orada bulunan basından bir tek Karar muhabiri yanımıza geldi, ilgilendi ve itirazımızı haber yapmak istediğini söyledi. Sonra çıkan haberi gördük, bir Mahir Polat propagandasıydı. Muhabire yazdığımızda üzgün olduğunu söyledi, haberi yaptırmamışlar. Daha sert başka bir örnek, 2022’de Kabataş için yeni İBB’nin yaptığı projeye karşı basın toplantısı yaptık. Haberi Canan Coşkun arkadaşımız Diken’e yaptı. Haberde İBB Genel Sekreter Yardımcısı Arif Gürkan Alpay’ın kendisiyle yaptığımız görüşmedeki bir ifadesi olduğu gibi aktarılmıştı. Bunun üzerine, İBB’nin basın birimi Diken’i cezalandırmak için reklam verilen kuruluşlar listesinden çıkarmış. Bu yaklaşımı nereye koyacağız? Ellerindeki güçle, kamunun parasıyla muhalif ya da en azından daha eleştirel basını da hizaya sokmaya çalışıyorlar. Yazık.
Belediyenin düzenlediği katılım toplantılarına dönersek…
Fırat: Bu toplantıların çoğu açık çağrıyla yapılmıyor. Bazı projeler veya etkinlikler açık çağrıyla yapılsa da kurullarda kültür-sanat aktörleri yeteri kadar yer almıyor. Danışma kurullarının şöyle bir formülü var: Özel sektörden bir-iki sermayedar, kültür-sanat alanında çalışan ve halihazırda sıklıkla işbirliği yaptıkları bir akademisyen ve yerel yönetimlerden bir yönetici. Son olarak da daha önce defalarca çalışılmış olan bir kültür-sanat aktörü ya yer alıyor ya da almıyor. Tabii ki eski seçici kurullarla kıyaslandığında, bu kişilerin farklı alanlardan ve kurumlardan geliyor olmaları bile büyük bir kazanım. Ama alanın işleyişine dair genel bir fikriniz olmadığında nitelikli bir katılımcılık mekanizması kuramıyorsunuz. Ya bu toplantılarda izleyici olmakla yetineceksiniz ya da yerel yönetimlerin temas halinde olduğu kültür-sanat çevresine dahil olacaksınız, böyle bir alana sıkıştırılıyorsunuz.
Sözünü ettiğiniz kurullarda hangi çevreler inisiyatif alabiliyor?
Fırat: Yerel yönetimlerin ‘’katılımcılık’’ anlayışına itiraz etmeyen, sadece sergisini açmaya bakan, kullanılan mekânın geçmişiyle derinden ilgilenmeyen ve yerel yönetimlerin imajına dair kanaatleri olumlu yönde değiştirme gücü olan sanat aktörleri seçiliyor genelde; Ahmet Güneştekin örneğinde olduğu gibi, kendi kişisel sermayesi ve bağlantılarıyla gelen kültür-sanat aktörleri… Hem de seçim kriterleri açıklanmadan, Feshane’yi altı ay işgal edecek şekilde! Aynı kişilerin Turizm ve Kültür Bakanlığı’yla ortak projeler yaptığını da görüyoruz. Herkesi etkileyen yapısal bir sorun bu.
Gül: Eğer yerel yönetime o bölgedeki insanların yaşam kalitesini artıracak kültürel politikalar çerçevesinden bakarsanız, uzun erimli bir sürecin bir kesiti olarak politikanızı inşa edersiniz. Ama belirli bir zaman diliminde hegemonya oluşturmak için bir araç olarak görürseniz, sermaye ilişkilerinizi ve hiyerarşik düzeni bozmadan ilerlersiniz. Mevcut yapma biçimini sürdüren, hatta Kabataş Martı ve Haliç Tersanesi’nde olduğu gibi AKP’nin projelerinin sürekliliğini sağlayan bir yerden yola devam eder, katılımcılığı da hoşunuza giden aktörlerle sürdürürsünüz. İmamoğlu hem Haliçport ve Tersane İstanbul’a laf eder, hem de Haliç’teki Contemporary İstanbul sergisine gidip poz verir. Veya Martı’yla ilgili eleştirilere “Siyasal İslâm’la mücadele ediyorum” diyerek kulağını tıkar. Hakkıyla yapılan açık çağrı başka bir kültür inşa etme zeminidir, çünkü açık olmak bütçeyi de açmak, şeffaf olmak ve farklılıklarla karşılaşmak demektir. İBB’nin ilk dönemindeki açık çağrılı mimari projelerde de benzer sorunlar vardı. Bu mekânsal düzenlemeler denetime kapalı ve hesap vermeyen işler üreterek evrensel restorasyon suçlarına dönüştü.
Ekin: Biz katılımcılık talep ederken, onlar “Katılımcılığı nasıl törpüleriz” diye düşünüyor. Sermaye ile kurdukları sıkı ilişki gerçek katılımcılığın önünde bir engel. Ayrıca, belirlenen projeler İBB Miras markasıyla yayılan yönetim biçiminin nasıl şekillendiğini de gösteriyor. Çoğu projenin arkasında kendi siyasi kariyerini inşa eden, dolayısıyla kenti de bu siyasi kariyere meze eden isimler ve çevreler ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, herhangi bir eleştiri yapan biri “AKP’li” olmakla yaftalanabiliyor.
Yerel yönetimin anlayışından farklı olarak siz katılımcılığı nasıl tarif ediyorsunuz?
Gül: Katılımcılık sahici bir kolektif üretim için izlenen bir yolsa, nihayetinde gücün eşitlenmesini ya da bir yetki devrini gerektirir. Karar mekanizmalarında halkın olduğu, kültür-sanatı seyirlik olmaktan çıkarıp üreticisinin halkın kendisi olduğu, dolayısıyla, yurttaşların mekânlarını ve hayatlarını da kendilerinin dönüştürebildiği ortamların tesisi için izlenen bir yoldan söz ediyoruz. Kent/kültür hakkı derken bu dönüştürücü güçten bahsediyorum. Belediye yöneticileri belirli bir dönem görev yapmak için seçiliyor. Esas karar verici halk.
Ekin: Belediyenin pazarladığı “katılımcılık” duvarına bizler çarptık. Basit bir eleştiriyi hakaret olarak gören yöneticiler hesap verebilir mi? Hayır. Hepimizin o duvara çarpmasına gerek yok. En büyük ödevimiz birbirimizin sesini yükseltmek. Yerel yöneticilerin bizler için “Belediyede iş arıyor” diyemeyeceği gücü inşa etmeliyiz.
Kültür politikasını da, yerel siyaseti de belirleyen İmamoğlu’nun başkan olması. Ulvi hedef Erdoğan’dan kurtulmak. Bu hedefe itaat kendi küçük Erdoğanlarını yaratıyor. Şehir Plancıları Odası yeni hedef doğrultusunda içeriliyor, İBB’nin parçası olduğu kentsel meselelere dokunmaktan çekiniyor. ŞPO’nun kaybedilmesi kent muhalefeti açısından büyük eksiklik.
Deniz: Aslında Beyoğlu Kültür Forumu stratejik plana katkı koymak için yapılan bir toplantı olarak görülmeli. Stratejik plan Beyoğlu Belediyesi’nin önümüzdeki beş sene için kültür-sanattan afet meselesine kadar birçok konudaki düzenlemelerini içerir. Herkes İçin Beyoğlu toplantısı stratejik plan çalışmaları kapsamında yapıldı. Ama afetle ilgili bir toplantı yapılmadı. Yapılsa haberimiz olurdu, beş yıldır afetle ilgili çalışmalar yapan bir toplumsal odağız. Kültür Forumu’nu stratejik plana yönelik yaptık. Çünkü davet edilmeyen birçok kurum olduğunu biliyorduk. Foruma belediyeden yetkilileri davet ettik, ama gelmediler. Forumun sonuç bildirgesini sunduk, nezaketen bile dönüş yapmadılar. Bizler onları katılıma zorluyoruz, onlar seçici bir katılım uyguluyor. Mesela İkbal Polat Konsey toplantısında “Mekânda Adalet Derneği ile çalışıyoruz. Onlar bize rapor sundu” dedi övünerek. Ama biliyoruz ki stratejik plan toplantıları gizli kapaklı yapıldı, eğer yapıldıysa. Birçok katkı koyabilecek kurum veya oluşum davet edilmedi. Beyoğlu Belediyesi’nde Beyoğlu’nu bilmeyen insanlar görev alıyor. İnan Güney’in danışmanlarının çoğu Kadıköylü ve yereli bilmiyorlar, daha acısı ilgilenmiyorlar. Kültür Forumu’nun fotoğraflarını inceleyip katılanları taramışlar. Tanıdıklar üzerinden bize uyarı mesajı gönderdiler. “Bunlar AKP’ye çalışıyor” diyerek hakkımızda yalan söylemekten, manipülasyon yapmaktan geri durmuyorlar. İşler çirkinleşiyor ve sanıyorum bu tavırla çok karşılaşacağız. Burada kent muhalefetinin, meslek odalarının ve solun durumunu tartışmamız gerekiyor tabii. Biraz önce bahsettim; kültür politikasını da yerel siyaseti de belirleyen şey İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı olması. Böyle olunca, bu ulvi hedefe itaat kendi küçük Erdoğanlarını yaratıyor. Herkes farklı olan sesi bastırmanın yolunu arıyor. Şehir Plancıları Odası (ŞPO) ve birçok mimar ve plancı arkadaşımız yeni hedef doğrultusunda içeriliyor. Örneğin, Taksim Meydanı için yapılan yarışmaya itiraz eden kurumlar bir itiraz metni yayımlamıştı. Biz de itiraz ettik. O itirazların geri alınması ve imzaların çekilmesi için bizzat ŞPO yönetiminden isimlerin çalıştığını biliyoruz. ŞPO İBB’nin öznesi veya parçası olduğu kentsel meselelere dokunmaktan çekiniyor. Karaköy sahilini kendi havuzuna çeviren Peninsula Otel’e bakalım. Bu kadar merkezi bir kamusal alanda sahil şeridinin halka kapatılması dehşet bir şey. Öte yandan, Peninsula Otel’in arkasında yedi katlı bir otopark vardı. Otopark İBB tarafından yıkıldı. Üstü rekreasyon alanı, altı altı katlı yeraltı otoparkı olarak yeniden işlevlendirildi. Bununla ilgili Mimarlar ve İnşaat Mühendisleri Odası’nın bir değerlendirme metni hazırladıklarını ve İBB’yle görüşmeler yaptıklarını biliyoruz. O alanda otoparka ihtiyaç olmadığını söylüyor odalar. Yeraltı otoparkının aslında Peninsula Otel için yapıldığını düşünüyoruz. ŞPO’nun bu tartışmaya girmediğini ve diğer odalarla birlikte ortak itiraz geliştirmediğini biliyoruz. Yakında bununla ilgili bir eylem ve açıklama yapmayı planlıyoruz. ŞPO İstanbul yönetimine de bu konuda ne düşündüklerini açıktan soracağız. Birileri sessiz kalabilir, ancak, biz her türlü ötekileştirilmeyi göze alarak sesimizi çıkarmak durumundayız. İBB ile Peninsula arasında büyük bir anlaşma olduğu açık. O zamanki İBB Ulaşım Daire Başkanı, sanırım Utku Cihan, oda temsilcilerine bizzat “Konu bizi aşıyor” diyor. Failin İBB olduğu konularda güçlü bir itiraz örgütlenemiyor. Bir-iki arkadaşımızın çabaları hariç, ŞPO’nun kaybedildiğini düşünüyorum ve ŞPO’nun kaybedilmesi kent muhalefeti açısından büyük eksiklik. Gerçi şimdi yeni bir ekip gelmiş yönetime, umuyorum onlar farklı bir çabanın içinde olurlar.
Gül: Merkezi veya yerel yöneticiler sermaye ilişkilerini sahici bir şekilde dönüştürmüyorsa, en fazla, sistem içi bir onarımdan söz edebiliriz. Deniz’in işaret ettiği biçimde içerilen kurumlarda çalışan dostlarımızın, arkadaşlarımızın da bundan mustarip olduğunu görerek o arkadaşlarımızı güçlendireceğimiz bir politik hat kurmamız önemli. Saflarımızı çoğaltacak bir şekilde ilerleyen, daha şefkatli, insanlarla ilişkileri onarıcı bir tutum geliştirmemiz gerekiyor. Neoliberal kapitalist kentleşme çok büyük bir mesele, biz bunun tezahürleriyle mücadele ediyoruz. Muhalefet yapamayan dostlarımızı gören ve onları da güçlendiren bir dil inşa etmeliyiz. Yaptığımız forumlara belediyede çalışan arkadaşlarımız çok mahcup bir ifadeyle geliyorlar. Onların mahcubiyeti biraz da bizden kaynaklanıyor. Bizim de üstenci hallerimiz olabiliyor. (gülüyor)
Yakın siyasal tarih kent hareketlerinin daralan kamusal alanı açabileceğini gösteriyor. Gezi ve Emek Sineması mücadeleleri bunun önemli örnekleri olarak. Bugünkü siyasal ortamda kent hareketlerinin kamusal alanı yeniden hareketlendirebilmesi mümkün olabilir mi?
Fırat: Bunun başarılabilmesi için örgütlenmeye ihtiyacımızın olduğu çok açık. Bana iki kanallı bir örgütlenme mümkün gibi geliyor: hak savunuculuğuna dayanak oluşturacak tüzel kimliği olan bir örgütlenme biçimi ve birbirimizi daha iyi anlamamızı sağlayacak forum gibi yapılar. Sadece birini yaptığımızda eksik kalıyor. Ayrıca, “Karar verme şansı bize geçtiğinde ne yapacağımızı gerçekten biliyor muyuz?” sorusu çok önemli bence. Sorular bize yöneltildiğinde “Aslında biz de bilmiyoruz” dememek için şimdiden bir bilgi havuzu oluşturmalıyız. Aklıma sıklıkla katılım boykotu geliyor, ama bu nasıl mümkün olabilir? Reddetme kamusallaştırılabilir mi? Bir yandan da kimin reddetmeye hakkı ve olanağı vardır?Adil olmayan etkinlikleri boykot eden bir kültür-sanat aktörüne ekonomik ve psikolojik destek sağlayabilecek miyiz? Ayrıca, neden ve niçin katılım boykotunu yaptığımızı da tartışmalıyız. Bu tartışmayı risk devri yapmadan, “Biz söylüyoruz, sanatçılardan da bu dediklerimizin uygulamasını bekleriz” gibi korunaklı bir yerden yapmamak gerekiyor.
Meclis biçiminde örgütlenmeyi seçmenizin nedenleri neler?
Deniz: Bugüne kadar farklı savunmalar, dayanışmalar ve inisiyatifler oluşturuldu kent mücadelesi alanında. Genelde refleksif örgütlenmeler ve çok temel bir ihtiyaca cevap üretmeye çalışıyorlar. Özellikle politik sessizliğin ve hem sağdan hem soldan içerilmenin had safhaya çıktığı bir iklimde kıymetli bir çaba bu. Bunlar bir yandan devam ediyor. Meclis modelinin önemli olduğunu, ama hakkını veremediğimizi düşünüyorum. Sorunumuzun verilmeyen emek olduğu görüyorum. Modelin işlev veya işlevsizliğinden ziyade, verilmeyen emeğin eksikliği sonucu örgütlenme krizi yaşadığımızı düşünüyorum. Son zamanlarda politik mecralarda dile getirilen “öfke eksikliği” tespitine katılmıyorum. Öfkemizi kaybettiğimiz söyleniyor, ama bence temel mesele, ortadaki onca faaliyete gereken özeni göstermeyişimiz ve emek sarf etmememiz. İnce ince dokunması gereken örgütlenme çalışmasını yapmadığımız için bu durumdayız. Ne kadar emek veriyorsak şu anda onun sonucunu yaşıyoruz. Tabii bunları söylerken kendim dahil kimsenin emeğini yok saymam, sayılmasına müsaade etmem, iktidarın baskılarını ve içinden geçtiğimiz savaş, baskı ve felaket koşullarını görmezden gelemem.
Sizlerin Beyoğlu’yla ilişkiniz nasıl başladı?
Deniz: 2004’te, üniversiteyi bırakıp Denizli’den geldim İstanbul’a. Beyoğlu’ndaki özgürlük hissinin beni çarptığını hatırlıyorum. Geldiğim yıl evsiz kaldım ve Tarlabaşı’nda yaşayan bir arkadaşımın evinin rutubetli tek odasına sığındım. İstanbul’u bilmeyen, öğrenci bursuyla ayakta duran bir insan olarak Beyoğlu’nda varlığımı devam ettirebildim. Tarlabaşı’ndaki rutubetli odadan çıkıp İstiklâl Caddesi’ndeki edebiyat söyleşilerini takip ediyordum. Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde iki liraya Avrupa sineması izliyordum. AKM’de yine benzer ücretlere operalar, dans tiyatroları izledim. Böyle bir tezatın içinde, böylesine bir deneyimin parçası oldum. Bu deneyime saygı duyarak Beyoğlu’nun parçası olmaya çalıştım. Benim açımdan Beyoğlu için mücadele etmek ona şükran göstermek aslında. Çünkü Beyoğlu imkânsızlıklarıma rağmen beni var etti. Beyoğlu çok farklı sınıfları, kimlikleri, aidiyetleri bazen çarpıştırarak, bazen de birbirine değdirmeden, ama hep iletişim halinde tutarak var ediyor. Kent mücadelesiyle tanışmam 2006’da Tarlabaşı süreciyle oldu. Ondan sonra, Emek Sineması, Narmanlı Han, Taksim Meydanı, Gezi Parkı, Kabataş, böyle gitti.
Beyoğlu’nun bir diğer önemli yanı da demokratik itiraz kültürünü bağrında taşıması. Kültür benim için sadece sanat üretimi demek değil. Kültürü yaşama biçimlerinin içerisinde konumlandırıyorum, siyaset ve kültürü birlikte değerlendiriyorum. Bu itiraz kültürüne güvenerek zaten söyleyebiliyorum, Beyoğlu insanları şakşakçılık yapan, kendisine sunulanı sorgulamadan alkışlayan bir konumda olamaz.
Fırat: Ben de Beyoğlu’ndaki kültürel etkinliklere gelirdim. Sergileri gezerdim, söyleşilere katılırdım. Beyoğlu’nda söyleşiler ve sergiler hâlâ devam ediyor elbette, ama bu etkinliklerin üreticisinin ve katılımcısının kim olacağına karar veren mekanizma fazlasıyla değişime uğradı. “Ara sokak sosyalleşmesi”nin anlamı kalmadı. “Ara sokak” derken, ara sokaklarda kalmış fikirlerden de bahsediyorum. Beş-altı kişinin aralarda buluşup kolektif kimlikleriyle kamusal alanda bir şey üretmesi epey zorlaştı. Benim jenerasyonum Beyoğlu’nu “ara sokakları” daha da periferiye itilmesinden sonra deneyimledi. Lise yıllarımda Beyoğlu’nda farklı farklı topluluklarla karşılaşmak hiç zor değildi. Üniversite yıllarımda bu karşılaşma ihtimalleri giderek azaldı. Bugün, kurumsal yapıların organize ettiği etkinliklerde birbirimizle karşılaşıyoruz.
Örgütlenmeye ihtiyacımızın olduğu açık. İki kanallı bir örgütlenme mümkün. Biri hak savunuculuğuna dayanak oluşturacak hukuki bir örgüt, diğeri de birbirimizi anlayabileceğimiz forumlar. Sadece birini yaptığımızda afallıyoruz.
Özge: Vahit Tuna’nın Beyoğlu’yla ilgili sanat yapıtlarını derlediği kataloglara bakınca “Bir gün benim de bu katalogda işlerim olacak” diye düşünmüştüm. Acıbadem’de öğrenci olmama rağmen, kendimi hep Beyoğlu’na ait hissettim, Kadıköy’ü hiç benimseyemedim. Sanırım Beyoğlu’ndaki çoğulluk insanı tetikliyor. Beyoğlu’na ilk kez 14 yaşımda halamla gelmiştim. Pera Müzesi’ne gitmiştik. İkinci gelişim Gezi eylemleri içindi, lisedeydim. İstiklâl Caddesi fotoğraflardan tanıdığım bir yerdi. Açıkçası, tam olarak neyi korumaya çalıştığımı idrak edemiyordum. Bizim zamanımızda liseler politik olmaktan çıkmıştı. Ailemden gizli bazı eylemlere katılıyordum ama, Gezi katıldığım ilk büyük eylemdi. Ailemin fark etmemesi için akşama kadar eylem yapıp eve dönüyordum. Ayrıca, 16 yaşında bir öğrenci için korkutucuydu da, ölenler, yaralananlar vardı. Tuhaf bir duyguydu Gezi’de olmak. Hem heyecanlıydım hem de “Sonunda” diyordum. Şimdi düşününce, 16 yaşındaki birinin “Sonunda” demesi de garip geliyor. (gülüyor) Gezi’den sonra kültürel etkinlikler için Beyoğlu’na gelmeye başladım. Beyoğlu Sineması’na sık gidiyordum. Beyoğlu Sineması’nın İBB-Miras tarafından dönüştürülme sürecini takip etmedim. Koptum Beyoğlu Sineması’ndan, yeniden açıldıktan sonra hiç gitmedim.
Neden?
Özge: İBB-Miras’ın bir anda sinemaya girmesi beni özne olarak sinemayı korumaktan uzaklaştıran bir etki yarattı sanırım. İBB-Miras’ın sinemanın restorasyonunu üstlenmesi iyi bir şey. Ama diğer yandan, İBB-Miras’ın Beyoğlu Sineması’ndaki faaliyetini göze sokarak göstermesinin rahatsız edici bir tarafı da var. Bu restorasyonların kültürün önüne geçen bir reklama dönüşmesi rahatsız edici. Örneğin, Emek Sineması’nın yıkılmaması için mücadele veren birçok insan vardı. Ama artık tek bir kurum var: İBB-Miras. Bu teklik yüzünden mekânlara sahip çıkan özne olmaktan da çıkıyoruz. Dönüşen ve yenilenen birçok mekânın akıbeti de belirsiz. Sadece hayatta kalmalarını kutlayamıyorum bu yüzden.
Ekin: Kocaeli Üniversitesi’nde mimarlık eğitimi aldım. Herkes İçin Mimarlık’ın Gezi için yaptığı atölyeler ve Haydarpaşa Garı eylemlerindeki film gösterimleri gibi etkinliklerle İstanbul’a gelip gidiyordum. Ankara’da doğup büyümüş, sakin bir hayatı olan benim için İstiklâl Caddesi çok büyüleyiciydi. Beyoğlu’nda çok farklı insanların kimse tarafından yadırganmıyor oluşu çok hoşuma gidiyordu. Beyoğlu’ndaki akışın içinde kaybolmuştum. Beyoğlu’nun renkliliğinin tam olarak kaybolduğunu düşünmüyorum, ama daha tektipleştiğini söyleyebilirim. 2012’de İstanbul’a taşındım ve Haliç Tersanesi üzerine çalışmaya başladım. Evim de tersaneye çok yakındı. Emek Sineması’nın korunması için verilen mücadeleye tanık oldum. Hemen ardından Gezi eylemleri başladı. Gezi eylemlerinin başladığı ve güvenlik güçlerinin çekildiği dönemdeki gibi kendimi güvende hissedemiyorum artık. Kadınlar, lubunyalar ve hayvanlar için çok kaygılıyım. Öğrenci olduğum zamanlarda feminist eylemlere ve onur yürüyüşlerine geliyordum. O zamanki mekânların çoğulluğu şimdilerde yok. Mekânların azalmasıyla çeşitlilik de seyreldi. Bir hocam 80’li yılların Aksaray’ını tarif ederken “Aksaray’da kaybolabilirsin, o yüzden çok solcu vardır” demişti. Aynı şey Beyoğlu için de geçerli bence. Beyoğlu’nda kaybolacağınız, ayrıca var olabileceğiniz potansiyel hâlâ mevcut.
Gül: Lisans eğitimimi Yıldız Teknik Üniversitesi’nde, yüksek lisans ve doktora eğitimimi de İTÜ Taşkışla’da yaptım. Mimarlık eğitiminin mesaisi uzundur. Bazen sabahlara kadar çalışmak zorunda kalırsınız. Bu yüzden, Anadolu yakasında doğup büyümeme rağmen ilk gençlik yıllarım Beyoğlu’nda geçti. O zamanlardaki hatıralarım kültür ve kent tartışmalarına dair belleğimde önemli bir yer tutuyor. Son zamanlarda Beyoğlu ile ilişkimin zayıflaması Beyoğlu’ndaki çoraklaşma ve tektipleşmeden kaynaklanıyor. Eskiden çoğulluğun, paylaşımcılığın çok daha fazla olmasından dolayı daha çok vakit geçirebiliyordum Beyoğlu’nda. Misal, proje derslerinden çıkıp AKM’ye giderdik, gişede çalışan kişilerle arkadaş olmuştuk. Bazen bilet almadan AKM’deki etkinliklere katılabilirdik. Bazı şeyleri üç-beş kuruşa yapabilme olanağımız vardı. Bu bizim gibi öğrenciler için çok önemliydi. Şimdi Taşkışla’da bile bu olanak yok. Dönüşüm üniversite kampüsüne de sirayet etti. Gezi ve Emek Sineması süreçlerine annelik sorumluluğundan dolayı pek katılamadım. Ama yine de derslerimin bir bölümünü Gezi’de verebiliyordum. Gezi Parkı kent ve kültür politikasını tartışmak için bir eğitim mekânına dönüşmüştü.
Nâzım: 18-19 yaşlarımda Harbiye’de yaşamaya başladım. Ayaklarım beni Beyoğlu’na götürürdü. Şişli tarafına doğru yürümeyi hiç düşünmezdim. (gülüyor) Beyoğlu’nda eleştirel bir bakış zaten hep varmış. Çünkü Beyoğlu’nun sokakları insana bazı sorular sorduruyor. Beyoğlu enkaz hâlindeyken bile içinde bir şeylerin yaşadığı bir yerdi. O zamanlar sıklıkla gökyüzüne bakarak, gözüm Beyoğlu’ndaki binaların boş, terk edilmiş üst katlarına takılarak yürüyordum. “Beyoğlu İstanbul’un merkeziyse bu güzel binalar, muhtemelen çok da değerli binalar nasıl bu kadar köhne kalabiliyor?” diye kendime sorardım. Türkiye’de 90’ların başları, Ermeni soykırımı demenin çok zor olduğu zamanlardı. Doğrudan bilginin yokluğunda, ısrarla arayarak, sorup soruşturarak Beyoğlu’nda çok büyük bir gaspın yaşandığını anladım.
Bizler hâlâ o gaspın içinde yaşıyoruz. Bugün köhne haldeki o binalarda bir zamanlar oturanların çoğu artık yok, burada değiller. Rumların veya Ermenilerin Beyoğlu’ndan öldürülerek veya mallarına el konarak zorla uzaklaştırılmasından sonra, Beyoğlu’nda birlikte yaşamanın çok zor olduğu bir hal de oluştu. Tabii birlikte yaşama kültürü çok eski ve kuvvetliymiş ki, o kültür bir süre daha devam etti. Peki, o korkutucu soruyu soralım: Bu kaç kuşak daha böyle gider? Biz beraber yaşama kültürünü canlandıracak bir şey yapabiliyor muyuz? Maalesef karamsarım. Birlikte yaşama kültürünü geri döndürecek olan şeyin çok kuvvetli olması gerekir. Evet, biz kendi aramızda eşitlikçi ve şefkatli yaşamaya çalışıyoruz. Önemli olan şeylerden biri de bu. Mesela Hrant Dink “Mesele Türkiye’nin Ermeni Soykırımını illâ kabul etmesi değil. Sınırı açalım ki, insanlar birbiriyle buluşsun” demişti. Dink hükümetlere değil, insanlara güveniyordu. Bizler de insanların arasındaki bağı canlı tutmaya çalışıyoruz. Maksat insanların kuvvetli ayrımların ve yalanın olmadığı bir şekilde bir arada olabilmesi. Beyoğlu’nda 90’lardaki çöküntünün nedenlerinden biri de 12 Eylül 1980’deki askeri darbenin Beyoğlu’nda muhalif bir tabakayı silmesi. Gece hayatının koşullu bir şekilde bu silinmenin dışında kalması Beyoğlu’nu bir şekilde ayakta tutmuş. Ama Beyoğlu’na bakınca hep silinmiş katmanlar görüyoruz. Hayatta kalmış olan şeyler var. Çünkü çaba var.
Otosansür yaygınlaşıyor. Otosansürün biçimleri de değişiyor. Küratörün sanatçıya, kurumun küratöre, bazen de sanatçının başka sanatçıya dayattığı bir sansür mekanizması oluşuyor. Sansür mekanizmaları iç içe geçerek çalışabiliyor. Basit şeyleri, başka bir paylaşım yöntemini bile tahayyül etme gücümüz kayboldu.
Ana konumuz kültür kavramını siz nasıl bir çerçevede ele alıyorsunuz, nasıl tanımlıyorsunuz?
Nâzım: Raymond Williams’ın onlarca kültür tanımının mümkün olduğu sözünü akılda tutalım. Kültür konusunda uzlaşmak zor değil, imkânsız. Ama resmi kültürün varlığını atlamayalım. 12 Eylül askeri darbesinin etkilerini çok net hatırlıyorum. Hâlâ duyduğumuz “Tek ülke, tek devlet, tek millet” sloganını o zamanlar TRT’de naklen izliyorduk. Bu slogan hayatın içinde de aktifti. Bu slogana göre kurulmuş bir eğitim sisteminin, kavramların ve hiyerarşik ilişkilerin yani hayatın içinde yaşıyoruz. Bu kültürün sakladıkları, ezdikleri, sildikleri var. Resmi kültür toplumsal enerjiyi, arzuyu, ifadeyi, dürüstlüğü ve şefkati bastırıyor; bu iyi duyguların hepsini kriminalize ediyor. Ama bunun karşısında, hayatta ve sokakta gördüğümüz başka bir kültür de var. Kendine bakmaya cesaret eden, kendiyle dalga geçen bir kültür de var. Bu kültürün resmi kültürle uyuştuğu anlar olabilir. İşte burada belki de kilit kelime ifadedir. Kendini ifade edebilmek iktidar için hep bir sorundur. İktidarı eksik ve hatalı gösterecek bir şeyin çıkma ihtimali vardır. Yıkıntı içerisindeki muhteşem mahallemizi gördüğümde “Bu iktidar yapısının gücünün kaynağı nedir?” diye soruyorum. Kolaycı olmayalım. Bu gücün kaynağı sadece para değil. Çünkü çok parası olanın da elinden parayı aldılar. Dolayısıyla, bir şehri inşa edenlerin, yaşatanların elinden her şeyi alabilecek kadar şiddetin büyük olabildiği bir yerde yaşıyoruz. 1915 ve 6-7 Eylül’ün yanına 1 Mayıs 1977’yi de, 12 Eylül askeri darbesini de koyalım. Tüm bu tarihsel noktaların yanında o resmi kültürü kenara alan, “Herkes dayanışma içerisindeydi” dedirten an Gezi isyanıdır. Ekin’in vurgusu doğru, Beyoğlu’nun güvenli olduğu tek zamandı.
Özge: Kültür hem yıkılan hem de üretilen bir şey. Bizler de sanat yaparak kültür üretimine katkıda bulunuyoruz. Üretimin etkin özneleri olarak “Kültür için ne yapabiliriz?” sorusunu sormak iyi olabilir. Kültürün sürdürülebilirliği ve başka şeyler için işlevlendirilebileceği konusundan bahsediyoruz. “Kültürü yıkanlar kim, üretenler kim?” ayrımını yapmak da önemli.
Fırat: Buradan Nereye?’nin sekizinci forumunda Nâzım “Kültürün karanlık bir tarafı da vardır, sadece pozitif gelişmelerden ibaret değildir’’ demişti. Tarihten bunu çok iyi biliyoruz. Kültür politikalarını geliştirmek ve sürdürebilirlikle ilgili çabaları anlamakla birlikte, kültürün negatif tarafını da görmediğimiz takdirde, içi boş bir kabuk inşa etmiş oluyoruz.
Gül: ‘90’lar ve 2000’lerin başı bugünkü denli dışlayıcı değildi. Örneğin, Tarlabaşı’ndaki 360 projesinin inşası sırasında, yoksulların kriminalleştirilmesine rağmen, Tarlabaşı canlılığını hâlâ koruyordu. Şimdilerde Beyoğlu’ndaki soylulaşmanın geldiği yer korkunç. Sermaye belki bu dönüşümden kazandı, ama artık onlar bile bu dönüşümden kazanamayacak hâle geldi. Şu an verileni kabul ettiğin, sorgulamadığın, çoğunluğun içinde var olabilmek için uyumlanmak zorunda kaldığın, sessizleştiğin bir hal dayatılıyor. Bir diş çürüdüğünde çürük diğer dişlere de yayılır. O yapma biçimi kabul edilebilir olmaya başladığında diğer meselelere de sirayet ediyor. Çeşitli nedenlerle rıza göstermeye başlıyorsun. Birbirimize alan açabildiğimiz, uzlaşmasak da yan yana yürümeyi öğrendiğimiz bir itiraz kültürünü inşa etmemiz gerekiyor. Kendimizi ve ilişkilerimizi onarıp sisteme var gücümüzle saldırdığımız bir hali kurmaktan bahsediyorum.
Verileni kabul ettiğimiz, giderek sessizleştiğimiz bir ortamdan söz ediyorsunuz. Mevcut durum sanatçıların üretimine, üretimin içeriğine nasıl yansıyor?
Deniz: Saydığımız sıkıntıların yanında bir de sansür meselesi var. BB kendi sergi mekânında yaptığı sergiyi bizzat sansürledi. Tek Yön çok sanatçılı ve “genç sanatçılara destek oluyoruz” propagandasıyla açılan bir sergiydi. Sansür iktidardan gelince yeri göğü inletiyorlar, ama kendi mekânlarında sergilenen bir eseri sansürleyip sergi alanından kaldırıyorlar. Kimseden çıt çıkmıyor. Daha utanç verici olan, sanatçılara haber vermeden sergiyi ilan edilen tarihten önce bitiriyorlar. Bu muamele kabul edilemez.
Özge: Sanat soyut olanı düşünebildiğimiz bir alan. Dertlerimizin somutluğu arttıkça düşünce üretme potansiyelimiz azalıyor. Soyut alanı düşünemiyorum artık. Bir ara felsefe ve sanatı beraber konuşurdum, düşünürdüm. Resimdeki küçük bir leke üzerine uzun uzun tartışırdım. Artık bu anlamsız geliyor. Somut dertlerin kıskacında sanatı geliştiremiyorsun. Ayrıca, sürekli “Otosansür uygulamam gerekiyor mu? Nasıl bir dil kurmalıyım? Kurumlarla ilişkilerimde neyi gözetmeliyim?” sorularını düşünmek taviz vermeyi de beraberinde getiriyor. Peki, verdiğim tavizlerin yüküyle ilerdeki sözümü nasıl üreteceğim? Taviz vermezsen ya soyutlanıyorsun, kayboluyorsun ya da taviz verip sonraki sözünü söylemeye çekiniyorsun. Taviz vermediği için kaybolup giden bir dolu kıymetli sanatçı var.
Fırat: Otosansür yaygınlaşıyor. Otosansürün biçimleri de değişiyor. Küratörün sanatçıya, kurumun küratöre ve bazen de sanatçının başka sanatçıya dayattığı çok katmanlı bir sansür mekanizması gelişti. Sansür mekanizmaları iç içe geçerek de çalışabiliyor. Sansür veya otosansür mekanizmaları her zaman yukarıdan ve yönetici pozisyonunda işletilmiyor, her aşamada gözlemleniyor. Söylenemeyen şeyler ortak zeminimizi zayıflatıyor, kökümüzü kurutuyor. Sıfır ve bir arasındaki o geniş spektrum artık görünür bile değil. Ya sıfır var ya da bir. Başka senaryoları tahayyül etme gücümüz kayboldu. Klişe bir yerden “Ütopyalarımız kayboldu” demek istemiyorum, ama farklı ekonomik ve sosyal ilişkileri tahayyül bile edemiyoruz. Türkiye’nin ekonomik durumundan kaynaklanan bariyerleri anlıyorum, ama başka bir paylaşım yöntemini tahayyül edemememiz de garip geliyor. Sanatçılar genellikle çalışma-çalışmama veya bir yere dahil olma-olmama ilişkileri arasında gidip geliyor. Bu ikiye bölünmüş hal, bir tarafın sadece hayatta kalmakla ilgilenerek hissizleşmesi, diğer tarafın sanat dışı kalmasıyla sonuçlanıyor.
Nâzım: Kötüye gidiş olduğu malûm, çünkü piyasa sanat alanında çok belirleyici. Sanatın kişilerin veya grupların gerçekten inandıkları veya ilgilendikleri, ilham veren bir üretim alanı olmaktan çıkıp sanatçı olmayan insanların çıkarlarıyla doğrudan bağlantılı bir eğilimler dünyasına dönüşmesi en büyük sorun. Siyasi sansür tabii ki var. Güncel sanat 20 yıl öncesine göre çok daha fazla sansüre maruz kalıyor. Özgürlük meselesi bile bir sansür konusu oluyor. Ama çok büyük bir potansiyel de görüyorum.
Nasıl bir potansiyel var? Sizi esinlendiren kültür-sanat üretimleri veya yeni örgütlenme modelleri var mı?
Gül: Haliç Tersanesi’nin büyük bir bölümü Haliç Port/Tersane İstanbul ile dönüştü, sermayeye devredildi. İBB’nin Şehir Hatları bünyesindeki kısım ise gemi üretimi açısından yavaş yavaş eriyor. Haliç Dayanışması’nın doğrudan tersaneler üzerinden savunacağı bir mekânsallık neredeyse kalmadı. Tabii Kasımpaşa, Okmeydanı, Beyoğlu’nun dönüşümü de derdimiz ve mücadele sürüyor. Ama biz de bu mekânsızlığın kendisini bir araç olarak kullanıp Yaşayan, Dönüşen, Üreten Haliç belgeselini farklı mekânlarda gösteriyoruz. Belgeselde şu anda yan yana olmayan grupların da görüntüleri var. Farklı ortaklıkların yan yanalığının zenginliğini göstermeye çalıştığımız bir yol izledik. Otuza yakın gösterim yaptık. Gösterimleri tamamen dayanışma usûlü yapıyoruz. Bana bu çok etkileyici geliyor. Gösterim mekânlarındaki karşılaşmalardan ve ilişkilerden etkileniyorum. Mekânsız bir hal-i pür-melalden, yersiz yurtsuzlaşıp göçebeleşerek, dayanışmacı buluşmalarla mekânları savunmanın çeşitli hallerini gösteren bir yola girmek önemli bence.
Nâzım: Bu söyleşi için önce Beyoğlu Gıda Topluluğu’nun (BGT) mekânında bir araya geldik, bugün Tokatlıyan Han’da söyleşiyoruz. Bahsettiğim kamusal potansiyelin mekânındayız. Tokatlıyan’da açılan Polifonik Bir Bahçe önemli bir sergi mesela. Sadece siyasal iktidarın değil, müze ve galerilerin dayattığı sanat tanımını ve mekânlarını reddedip sanatı başka bir mekânda başka bir şekilde kurmak gerekiyor. Beyoğlu’nda yaşayan ve çalışan sanatçıların belki de en önemli özelliği hiçbir zaman sadece sanatçı olmamaları, bu kötü bir şey değil. Hepimiz sergi kurmayı da sökmeyi de biliriz. Mesela Hafriyat Karaköy müze veya galeride sergi açma olanağı bulamayan, sergi açabileceğini bile düşünmeyen, hatta kendini belki de sanatçı olarak bile görmeyen kişilere veya gruplara mekân açmak için kurulmuştu. Farklı düşünme biçimlerine alan açıldığı takdirde elbet mekân da bulunur.
Fırat: Yeni değil ama, kültür-sanat aktörleri tarafından kurulan W.A.G.E “Sanatçılar neden yoksuldur?” sorusunu merkeze alan ve sanatçıların yoksullaştırılmasını belgeleyen bir girişim. Bu alanındaki eşitsizliği görünür hâle getiren, kurumların iklim kriziyle bağlarını sorgulayan veya kurum yöneticilerinin seçimiyle alâkalı kampanyalar yapan çok iyi başka örnekler de var. Ayrıca, bazı paylaşımlı envanter modelleri de yürürlükte. İzmir’de bu model denendi diye hatırlıyorum. Her oluşum elindekileri listeleyip diğerleriyle paylaşıyor ve bu listedeki eşyaların ortak kullanımı sağlanıyor.
Özge: Sanatçıların kendi aralarında kurduğu bir dayanışma biçimi var. Mesela resimlerimin fotoğraflanması gerektiğinde fotoğrafçı arkadaşlarımdan destek istiyorum. Ben de buna karşılık ya bir resim hediye ediyorum ya da bir işlerinde asistanlık yapıyorum. Birbirinin evini boyayan sanatçılar bile var. (gülüyor) Bunlar çeşitlenebilir.
Deniz: İlham verici hareketlerin azlığı yaşadığımız hayat açısından önemli bir gösterge. Kentsel hareketler ve sanat arasında eskiden kurulan örgütlü bağ zayıfladı. Beyoğlu Kültür Forumu’nun bu bağları güçlendirme gibi bir amacı da var. Emek Sineması mücadelesi öncesinde Gezi’ye de uzanan süreçte o bağlar güçlüydü. Mesela 2011’deydi sanırım, Grand Pera olarak geçen çakma Emek Sineması’nın olduğu binanın önüne sanatçılarla birlikte çadır kurarak “Soylulaştırma, çök” sloganıyla bir eylem yapmıştık. Bugün böyle bir eylemi yapmayı düşünemiyorum bile. Gezi daha önce düşünemeyeceğimiz fikir ve eylemleri açığa çıkarttı. Bugün ciddi bir ufuk kaybı var. Kendi adıma bir ilham bulamıyorum. İlham herhalde kent muhalefeti ile sanatçıların etkileşiminden doğacak.
Gül: “Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği” sözüne kendimi yakın hissederim. Bir şeyler yapabilme iradesine sahip olmak ve bu enerjiyi yayabilecek yan yana duruşlar geliştirebilmek gerekiyor. Kendimizi dönüştürürken toplumsal ilişkileri de dönüştürebilmeyi hep önemsedim. Hayatı dönüştürmeye dair yapılan her şey beni motive ediyor. Sadece şikâyet etmek apolitik bir tutum. Bazen eleştirdiğimiz şeylerin benzerini üretebiliyoruz. Yan yana olduklarımıza baskı uyguladığımız ya da kendi kurduğumuz alana herkesin gelmesini beklediğimiz veya başka alanlardaki kesişme noktalarında da kendimizi dayattığımız halleri gözlemliyorum. Bazen geri çekilip muhasebe yapmak gerekiyor. Çünkü birbirimize güvenli ve şefkatli bir ortam sunabilmek son derece önemli. Ancak böyle olunca birbirimizin arasındaki enerjiyi toplumsala da yayabiliyoruz.
Kent hareketlerinin ürettiği inisiyatifler, savunmalar, meclisler kısa sürede çözülüyor. Tecrübelerinize göre, muhalif siyasal yapıların içindeki sorunları nasıl özetlersiniz, bunlar nasıl aşılabilir?
Fırat: Kendimizi, özeleştiri yapabilen oluşumlar olarak konumlandırıyoruz fakat özeleştirinin pratikteki uygulanışı zayıf olabiliyor. Her hareketin favori eylem biçimleri ve kullandığı dile dair yerleşik refleksleri var. Yaptığımız her eylemin, birilerini ister istemez dışladığını kabul etmemiz ve bu durumu dengelemeye çalışmamız çok önemli. Her şeyi kapsayamayabiliriz elbette, ama bu durumu en azından dürüstçe dile getirebiliriz. Buradan Nereye? forumlarında bazen itirafkârlığı konuşuyoruz. “Biz bir şeyleri öncelikle kendimize itiraf edebiliyor muyuz? İtiraflarımızı kendi oluşumumuza yansıtabiliyor muyuz?” diye tartışıyoruz. Kırgın olduğumuz durumları paylaşmak da bana önemli geliyor, yani radikal bir aksiyon olarak ‘’itiraf etmek’’. Deniz’in “Meclislerin hakkını veremiyoruz” sözünü şöyle düşünelim; peki, bir şeyi sessizce kabul etmenin, kırılgan olmanın ve itiraf etmenin hakkını verebiliyor muyuz?
Gül: Emek mevzusunun hiyerarşi oluşturma riski de var, bir şeye çok emek veriyor olmak bir hiyerarşik pozisyon üretebiliyor. Bazı insanlar 7/24 aktivizm yapabiliyor, ama diğeri yapamıyor. Peki şimdi ne olacak? Daha fazla emek veren özne, hareket içinde karar verici konuma geçiyor. Bu hiyerarşi çok yaralayıcı da olabiliyor. Eşitlikçi bir ortam kurulamıyorsa, yapıya zarar veren bir durum ortaya çıkıyor.
Ekin: Kişilerin muhakkak bir sorumluluğu var, ama toplamın da sorumluluğuna inanıyorum. İktidar olma bazen bir kişinin bazen de bir grubun üstlendiği rol olabiliyor. Toplamın bu sorunları eleştiriye açma gibi bir rolü olmalı. Bazen rahatsız olduğum konuları tartışmaya açmak konusunda geç kaldığımı hissediyorum. Çünkü bunu tartışmaya açmak da bir emek ve zaman demek. Ayrıca, ruhsal olarak da ciddi bir mücadele gerektiriyor, çünkü bu tartışmalar yaralayıcı olabiliyor. Hayal kırıklığı ve kırgınlıklar iç içe geçiyor. Bazen öfkeli olabiliyorum, taciz ediyorum insanları. Kindarım, kim ne yapmışsa aklımda tutarım. (gülüyor) Samimiyetsizlik öfkemi artırıyor. Mesela, İnan Güney’in Grand Pera’daki açılışlara katılmasına çok öfkeleniyorum, kabul edilemez olduğunu düşünüyorum. Bazen yöntemleri değiştirmek, mücadeleyi farklılaştırmak veya ortaklaştırmak gerekiyor.
Gül: Üniversiteden ihraç edildikten sonra karşılaştığım en yıkıcı şeylerden biri, kendi oluşturduğumuz yapılardaki kabalık halleriyle baş etmeye çalışmaktı. Henri Lefebvre “Mekânın bizi biçimlendirdiği gibi biz de mekânı biçimlendiririz” diyor. Kabalığın olduğu bir ortamda ben de kabalaşmaya başladım, ya da ben ilk kabalık yaratan oldum. Bundan kendimce bir çıkış yolu buldum; kendimi akışa ve hareketliliğe bırakıyorum. Oluşumlar sittin sene sürmek zorunda değil. Bir noktada tıkandığımızda, hepimizde olan karanlık güçler ortaya çıkmaya başladığında, o yapıların içinde durmak zorunda hissetmiyorum kendimi. “Başka bir yerde başka bir şey yapayım” diyorum. Sonuçta, mücadele ve direniş hep biçim değiştirecek. Hareket, mücadele her yerde. Bu yüzden, az önce söz ettiğim Haliç’teki mekânsallık kaybı konusunda çuvallama veya yenilmişlik hissine kapılmıyorum. Eyleme biçimimi dönüştürmek benim elimde ve olduğum yer direniş mekânı. İki kişi de yan yana gelse örgütlenme türeyebilir. Ama bazen arkadaşlarım “Terapi almalısın, olan biteni kabul etmiyorsun” da diyebiliyorlar bu sözlerim karşısında. (gülüyor)
Nâzım: Mücadele alanlarındaki yapılarımızda minnacık bir iktidar konumuna gelmiş kişiler sanki kral olmuşçasına başkasına emir veren, kaba davranan bir karaktere bürünüyor. Bu duruma çok çabuk öfkeleniyorum. Siyasal mücadelemizde bunun üstünün örtülmesinden hoşlanmıyorum, kabullenemiyorum. Bir seçenek geri çekilmek, ama çekilince inandığınız mücadeleye emek vermediğinizi düşündüğünüzden kendinizi sorumsuz hissedebiliyorsunuz. Diğer seçenek de bu olumsuz durumu doğrudan kaba davranan insanlara söylemek, ki bu duruma hiç alışık değiller. Oysa kabalığı ve hiyerarşik emir komuta zincirini kabul etmediğimizden bu işe girdik. Barış bildirisine imza attıktan sonra pek çok Barış Akademisyeni üniversitelerden atıldı, bazılarımız çalışamaz hale getirildi. Biz “Üniversite dışında da eğitimin mümkün olduğunu göstereceğiz” demiştik. Dayanışma Akademileri ve daha başka yapılar kuruldu. Bu yapılar çok güzel şeyler yaptılar. Ama özellikle biz sanat ve kültür alanında çalışanlar yetersiz kaldık, daha iyisini yapabilirdik. Bu imkân hâlâ var. Üniversitede ders verdiğim dönemlerde de “Neden yeni bir tür sanat akademisi oluşturamıyoruz?” sorusuna hep takıldım. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti 19. yüzyıl Fransız eğitim modelini veya Bauhaus modelini kendine uyarlayarak almış. Ama sonrasında gelen daha özgürlükçü, ifade özgürlüğünün kuvvetle telaffuz edildiği eğitim modellerini kaldıramamış sistem. Mevcut eğitim sistemi içerisinde özgürlükçü modelleri inşa etmemiz hayli zor artık, ama farklı kamusal alanlarda, söyleşinin başından beri konuştuğumuz ilkeleri gözeterek bir başka eğitim, aktarım yapısını kurmamız lâzım.