TARIMDA 2018 TÜRKİYE’Sİ – 2

Söyleşi: Tuba Çameli
28 Aralık 2018
SATIRBAŞLARI

Tarım adım adım nasıl çökertildi, bu enkazın altından nasıl kalkılır? 30 Kasım’da CHP’nin, 1-2 Aralık’ta HDP’nin tarım sempozyumuna konuşmacı olarak katılan Çiftçi-Sen başkanı Abdullah Aysu’yla “Tarımda 2018 Türkiye’si” dizisinin ikinci bölümü ekranlarda…    
Aydın, Kızılcaköy’e yapılması planlanan Jeotermal Enerji Santrali’ne karşı direnen köylüler. Fotoğraf: Özer Akdemir

 

30 Kasım’da Muğla’da CHP, ardından 1-2 Aralık’ta  Mersin’de HDP tarım sempozyumu düzenledi. Nasıl geçti bu toplantılar, konuşmacı olarak neleri vurguladınız?

Abdullah Aysu: Her iki sempozyumda da Türkiye tarımının cumhuriyetin kuruluşundan beri yapısını anlattım. Ziraat Bankası’ndan Toprak Mahsulleri Ofisi’ne, Devlet Üretme Çiftlikleri’nden Tarım Satış Kooperatifleri’ne, ülke çapındaki tarımsal üretimi destekleyen organizasyonların, kurum ve kuruluşların geçmişteki işleyişini ve bugünkü duruma nasıl geldiğimizi dile getirdim. Bunlar ülke çapına yayılmış, düzenleyici ve destekleyici yapılardı. Şöyle bir örnek vereyim: Et Balık Kurumu 73 mağazası olan ve GİMA ile Ordu Pazarları’nın da et reyonlarını işleten 300 farklı alanda örgütlü bir kuruluştu. O zamanlar bizim talebimiz neydi? Aşamalı bir biçimde çiftçilerin örgütlenmesi ve buraların kooperatiflere devredilmesiydi. Bunu yapmadılar, tümüyle ortadan kaldırdılar. IMF ve Dünya Bankası’nın 17 ayrı kredisi ile bu düzenleyici ve destekleyici kurumlara son verdiler. Her bir kredi ülke çapına dağılan bu organizasyonların ortadan kaldırılmasına hizmet etti. “Et Balık Kurumu’nu kapatacaksın ve Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri’nin entegre tesislerini anonim şirketlere dönüştürerek özelleştireceksin” dediler. ‘Zirai Donatım Kurumu’nu kapatacaksın” dediler. “Ziraat Bankası’nın kredi seviyesini piyasa seviyesine yükselteceksin” dediler. Direktiflerin hepsini eksiksiz yaptılar ve tarımın yapısını çökerttiler. Bugün üzerinde konuşacağımız somut bir çerçeve ve muhatap kalmadı. Mesela, “Devlet Üretme Çiftlikleri tohum üretsin, damızlık üretsin” diyemiyoruz, çünkü onların önemli bir kısmı özel şirketlere kiralandı. Diğerleri bu görevlerini yerine getiremez hale getirildi. Toprak Mahsulleri Ofisi işlevsizleştirilmeden önce 8 milyon ton buğday satın almıştı –stokunda en az 5 milyon ton buğday olan bir kurumdan söz ediyoruz. Şimdi kendisine ait bir dirhem –yaklaşık 3 gr.– buğday yok. Alım yapmıyor; alım yapmadığı için de piyasayı regüle edemiyor. Alım yaptığı dönemde “fiyatı şöyle ayarlayın, alımları şu dönemlerde yapın, fiyatları önceden açıklayın” gibi somut şeyler konuşuyorduk. Şimdi bunları söyleyeceğimiz bir muhatabımız yok. Ortada kurum, kuruluş, kısacası muhatap olmayınca, biz somut değil, soyut konuşmaya başladık. Soyut konuşunca sadece laf konuşur olduk. Laf konuşmaya başlayınca da, kimin lafı daha çok kandırıyorsa, kitleleri manipüle ediyorsa onun sesi duyulmaya başlandı. Bir önemli şey daha oldu tabii: Tarımın ülke çapındaki organizasyonu bozulunca, tarımı ve gıdayı çokuluslu şirketler kontrol etmeye başladı.

Bu süreç ne zaman ve nasıl başlıyor?

1973-1979 arası Tokyo’da Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Antlaşması’nın gündeme geldiği toplantılarda tarımın serbest piyasa içine alınması tartışılıyor. Fakat Türkiye dahil tüm ülkeler reddediyor bu öneriyi. Çok değil, bir sene sonra, 1980’de, 24 Ocak kararlarıyla Türkiye tarımı serbest piyasasının içine alınacak biçimde organize ediliyor. İşte bu kararlarla birlikte tarımın olmazsa olmazı, tohumun kendisi de serbestleştirildi. Arkasından ithalatı serbest bırakıldı. Devletin başat genel müdürlükleri kapatıldı. Bunlar şimdi yaşadığımız sorunların çözüm yeri olan genel müdürlüklerdi. Örneğin, Türkiye’nin üç tarafı denizle çevrili, ama Su Ürünleri Genel Müdürlüğü kapatıldı. Şu anda ilaç kalıntıları sağlıksız diyoruz, eskiden kimse reçetesiz ilaç kullanamıyordu. Bunun yetkilisi olan Zirai Mücadele ve Karantina Genel Müdürlüğü kapatıldı. Gıdaların sağlıklı olup olmadığını denetleyen laboratuarlara sahip olan Gıda İşleri Genel Müdürlüğü kapatıldı. Çiftçiye bilgi götüren Ziraat İşleri Genel Müdürlüğü kapatıldı. Bu saydıklarım 1983’te Turgut Özal’ın ilk icraatları. Hayvancılık Bakanlığı kurulsun mu kurulmasın mı tartışmaları yapılırken, Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü kapatıldı. En önemlisi, Türkiye’nin arazilerinin haritalarının çıkarıldığı Toprak ve Su Genel Müdürlüğü kapatıldı. Toprak sahipsiz kaldı, isteyen istediği yere ev yaptı, fabrika kurdu, imara açtı. Çay-Kur’un tekel olma özelliği kaldırıldı, özel sektör girdi bu alana da.

IMF ve Dünya Bankası’nın 17 ayrı kredisi ile düzenleyici ve destekleyici kurumlara son verdiler. Direktiflerin hepsini eksiksiz yaptılar ve tarımın yapısını çökerttiler. Üzerinde konuşacağımız somut bir çerçeve ve muhatap kalmadı.

Özal’lı yılları izleyen koalisyonlar döneminde neler oldu?

DYP-SHP koalisyonu döneminde Et Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu ve Yem Sanayi özelleştirildi. Yem Sanayi’nin Türkiye’nin her tarafına dağılmış 28 fabrikası vardı. Et Balık, SEK, Yem Sanayi, ülkenin dört bir yanına dağılmış olmalarının ötesinde, hem sosyal hem de ekonomik değeri olan kuruluşlardı. Tüm bunlar özel sektörün eline geçti. DSP-ANAP-MHP hükümeti geldi, onlar da Kemal Derviş’in talimatıyla TEKEL, Şeker, Tütün ve Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri kanunlarını çıkardı. Çıkan bu kanunların sonucunda TEKEL gitti. Şeker fabrikaları özelleştirme rayına girdi. Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri de anonim şirketlere dönüştürülerek özelleştirildi. Bu birlikler Türkiye genelinde 16 noktada örgütlüydü; bunlar varken çokuluslu şirketlerin aktif olması, tarımsal ürün ve gıdalarda kontrolü ele geçirmesi mümkün değildi. Bu birlikler Türkiye’deki 500 firma içinde ilk 30’daydı. Birer kaleydi bunlar. Çiftçiler aidat veriyordu, yönetimi belirleyen çiftçiydi. Ancak başına bir genel müdür atanıyordu ve yönetimin üzerinde oluyordu bu kişi. Tarımsal alanda tüm kararları o veriyordu. Biz buna itiraz ediyorduk, “biz seçelim, atanmasın” diyorduk ve elde edilen gelirin tekrar tarıma aktarılmasını istiyorduk. Hükümet ne yaptı? Bu geliri batan şirketleri kurtarmak için kullandı. Hisarbank, Töbank… Bunların hepsi buradan gelen gelirle kurtarıldı. Bizim elimizde bankamız vardı, Denizbank oldu. Tarişbank’ın her tarafta şubeleri vardı, aldılar beş şubeli Denizbank’ı, ona şapka olarak giydirdiler. Biz o zaman önde kağnılarla 30 bin kişi İzmir Gündoğdu meydanına gittik. Bize “100 milyon yatırın, sermaye artışı yapın” dendi, o gece o para yatırıldı. Sabah yine de banka TMSF’ye devredildi.

Böylece, 2000’li yıllarda çiftçiler olarak muhatap alacağınız, çözüm üretecek kurum ve kuruluşlar kalmadı…

Son kilit şeker fabrikalarının özelleştirilmesiyle AKP tarafından vuruldu. Şunu da belirtelim: IMF ile başlayan süreç, 1994’te Dünya Ticaret Örgütü ile yapılan anlaşmayla, onun tasarruflarının uygulandığı düzleme evrildi. Sonra da AB Gümrük Birliği anlaşması ile onun uyum yasaları devreye girdi. Şimdi içeride muhatabımız olmadığı gibi, bir yandan ulus-üstü şirketlerin çıkarını koruyan DTÖ, bir yandan da AB normlarının çapraz ateşi arasına kaldık. Tüm bu süreç yasalar eliyle yapıldı. Hâlâ da öyle yapılıyor. Aydın’da jeotermal santral yapılmasına karşı direnen kadınlar ve onlara destek veren ekoloji alanında örgütlü yapılar var, biz de destek veriyoruz. Peki biz kime söylüyoruz derdimizi? Toprağı koruyacak bir mekanizma yok ki. “Toprak-su kurumu, bu toprağı neden koruyamıyorsun?” diyemiyoruz. Sular elimizden alınıyor, kime sesleniyoruz? Muhatabımız kim? “Şu işleri gel konuşalım” diyemiyoruz. Biz tüm bu kurum ve kuruluşlara karşı mücadele de verirdik, ama bir muhatabımız vardı. Şimdi “ben her şeyi yaparım” diyen hükümet ve başkan var karşımızda. Şu anda geldiğimiz noktada salt tarımda değil, her alanda şirket sahipleri, toprak sahipleri bakan oldu. Bunlar çokuluslu şirketlerin, ulus-üstü şirketlerin dilini iyi biliyor, bizler bilmiyoruz. Onlar aralarında rahat rahat anlaşıp “işi” götürüyorlar. Hem CHP’nin hem de HDP’nin tarım sempozyumlarında bunları söyledim. Ayrıca, yakın tarihimizde tarımı organize eden kurum-kuruluşları savunması gerekenlerin, sarı öküzü verdikten sonra mal derdine düşenlerin sosyal demokratlar olduğunu da ifade ettim. Çünkü yakın tarihe bakın, bu kurum-kuruluşların yok edilip alanları ulus-üstü şirketlere açılırken kırılma noktaları SHP-CHP veya DSP’nin hükümet ortağı olduğu dönemlere denk gelir. 

Son kilit şeker fabrikalarının özelleştirilmesiyle vuruldu. Şimdi içeride muhatabımız olmadığı gibi, bir yandan ulus-üstü şirketlerin çıkarını koruyan DTÖ, bir yandan da AB normlarının çapraz ateşi arasına kaldık.

Muhalefet partilerine geçmeden, tarımsal kurumlar birer birer kapatılırken veya işlevsizleştirilirken toplumsal muhalefet ne yaptı?

O dönem asıl bakmamız gereken yere bakmadık. Asıl bakmamız gereken yer tarımı regüle eden kurumların tek tek yok edilerek sistemin değiştirilmesiydi. Sol, emekten yana olanlar bu sürece sadece kim kazanç sağlıyor, kime peşkeş çekiliyor diye baktı. Sistemin neoliberalleşmesini istemiyoruz diye saf tutmalıydık. Muhatap kalmadığı için muhalefet oluşturacak bir zemin de kalmadı. Bugün böyle bir hafıza da kalmadı artık. O gün sistemin değişmesine yönelik karşı çıkışımız daha güçlü olsaydı, bugün en azından o noktadan mücadele başlatabilirdik. Elimizde eğri bir ok vardı, hedefi vuramadı. Biz hedefi vurmaya çalıştığımız yerde kavga verirken egemenler çoktan hedefine ulaşmış oluyor. Biz hâlâ o eğri okumuzla vurduğumuz yerdeyiz ve soyut konuşmaya devam ediyoruz. Öte yandan popüler siyasetin aktörleri –iktidarda veya muhalefette olsun– uluslararası sermayeye hep koltuk değneği oldular. Enerji bunun en iyi örneklerinden biri. HES, JEST, RES, GES için ne dediler, yarımızdan fazlası her yerde yenilebilir temiz enerjiye inandı, hatta savundu. Doğru uygulamaları gündeme getirinceye kadar atı alan Üsküdar’ı geçti. Kuş göç yolları gitti, ekolojik denge bozuldu. Biz çiftçiler olarak bunlara karşı çıktığımızda söylemediklerini bırakmadılar. Mesela, organik tarım konusu: Türkiye’deki üretimin yüzde 1’i organik, bunu da yirmi firma gerçekleştiriyor. Bu yüzde 1’in yüzde 99’u ihraç ediliyor. Kalan yüzde 1 iç piyasaya sürülüyor, ona da parası olan erişiyor. Anayasal olarak sağlıklı gıda herkesin hakkı kâğıt üzerinde. Sonuç: Varlıklı bir azınlık erişebiliyor organik besine. Herkes için sağlıklı gıda üretmeyi öncelersen, ne böyle kontrolsüz ilaç kullanabilirsin ne de istediğin yere RES yapabilirsin. Büyük resmi görmeyip elimizdeki eğri oku oraya buraya atmaya çalışıyoruz.

Bu oku düzeltmenin ve doğru yere nişan almanın yolunu bu konferanslarda önerdiniz mi?

Bir kere artık soyut durumdan çıkıp somuta dönmemiz gerektiğini söyledim. Tarımı regüle edecek yapıların yeniden kurulmasının yolunun açılması gerek. Bunun yapılabilirliğini beklemeyelim, yaşama geçirelim, kendimiz yapalım önerisini getirdim.

Soyut laf söylemeyelim, ülke çapında tarımsal yapının yeniden kurulmasını talep edelim, eşzamanlı olarak biz de üreticiden tüketiciye bu ağı kuralım. Bunun embriyonları var.

Nasıl olacak? Bu rejimde bakanlar kendi bakanlıklarına görevlendirme bile yapamıyor. Bakanlıklar da, bakanlar da aslında yetkili değil. Kurullar var, onların da üzerinde saray var.

Ve hepsinin üzerinde çokuluslu şirketler var. Bu yapının tümü çokuluslu şirketlerin işlerini yapmakla yükümlü kılındı. Bunun tedavisi şu: Küreselleşmenin panzehiri yerelleşme. Yerelde üretim yapanla tüketimi aracısız bir şekilde bir araya getirelim. Gücümüz yeter yetmez, yettiği noktaya kadar yapalım. Bu zinciri kurmaya başladığımızda da, diyelim ki, “bakın olabiliyor”. Böylece hem fiyatlar düşecek hem de ilk halkadan, yani çiftçiden başlayarak son halkaya kadar izlenebilir, güvenli gıdaya ulaşabileceğiz. Üretimden tüketime kadar tüm toplumu da örgütlü yapılar altında bir araya getirebileceğiz. Soyut laf söylemeyelim, ülke çapında tarımsal yapının yeniden kurulmasını talep edelim, eşzamanlı olarak biz de üreticiden tüketiciye bu ağı kuralım. Bunun embriyonları var. Kadıköy Kooperatifi, Boğaziçi Kooperatifi, kırsaldaki köy kalkınma kooperatifleri öncü adımlar. Bunların tümüyle görüşülerek, beraberce bir sonraki adımın onların öngörüsüyle atılabileceğini söyledim. Sendikal olarak bizim için de iç hukuk düzenlemesinin sonuçlandırılması gerektiğini ilettim. Ayrıca, çiftçilerin üç ana örgütü var: Ekonomik kuruluşlar olarak kooperatifler, her ne kadar tarım bakanlığının yan kuruluşu gibi de olsa ziraat odaları ve hak arama örgütleri olarak sendikalar. Bizim avantajımız şu: Üyemiz olanlar öbür iki kuruluşun da üyesi. Bunların da bu mücadelenin içinde yer alması mümkündür. Açıkçası herkesle bunları paylaşmak iyi oldu, her iki toplantıda vekiller de vardı. İlgi, katkı ve katılım yüksekti.

Bazı yerel yönetimler Belediye Yasası’nın tüm sorunlarına karşın getirdiği bazı fırsatları değerlendiren uygulamalar yaptı, tarım müdürlükleri kurdu. Bunlar olumlu gelişmeler. Şimdi bunları gören bir yerden, hak arama örgütleri ve kooperatiflerle beraberce hareket edilmesi halinde, üreticiden tüketiciye örgütlenmeleri oluşturmak mümkün olabilir.

Konferanslar muhalefetin daha somut öneriler getirebileceği yönünde umut verdi mi?

Bunları karşılıklı konuşmak, etkileşim içinde olmak önemli. Ben bu mücadelede hep umutlu oldum zaten, yoksa örgüt olarak faaliyet gösteremeyiz. Partilerde bu konuda bir kıpırdanma görülüyor. Mesela, bazı yerel yönetimler Belediye Yasası’nın tüm sorunlarına karşın getirdiği bazı fırsatları değerlendiren uygulamalar yaptı. İzmir Seferihisar ve Bursa Nilüfer belediyeleri tarım müdürlükleri kurdu. Hatta bu uygulamanın bir eseri olarak çiftçiler için ortak makine parkı bile kuruldu. Bunlar tarım adına olumlu gelişmeler. Şimdi bunları gören, deneyimleyen bir yerden, hak arama örgütleri ve kooperatiflerle beraberce hareket edilmesi halinde, sözünü ettiğim gibi, üreticiden tüketiciye örgütlenmeleri oluşturmak mümkün olabilir.

Sözünü ettiğiniz tartışmanın yürütülmesi için yerel seçimler önemli bir fırsat olabilir mi?

Kesinlikle. Büyükşehir Yasası’yla birlikte çiftçilerin kendi ortak varlıkları, meralar, otlaklar, yaylaklar çiftçinin elinden alındı. Bugün aynı yasanın “belediyeler tarım ve hayvancığı geliştirir ve destekler” maddesi çerçevesinde, bu ortak varlıklar sözgelimi 49 yıllığına çiftçilerin kurdukları yapılara, kooperatiflere kiralanabilir. Böylece çokuluslu şirketlerin çıkarlarını gözeten politikalara karşı yerelde çiftçi desteklenebilir. Her iki partinin de düzenlediği toplantılardan anladığım, gelen öneriler çerçevesinde detaylı bir tarım programı hazırlanacak. Bu konuya eğilmiş olmaları ve çiftçileri bu toplantılara taşımış olmaları önemliydi. Özellikle HDP bildik bir toplantı yapmadı. Birinci gün konuştuk tartıştık, ikinci gün atölyeler yaptılar. Konu bazında sorunlar tartışıldı. Bir sonuç bildirgesi hazırlanıyor, yakında çıkar. Bunun sonucunda bir tarım programı oluşacak. Muhalefet partileri bunu yapamazsa artık gayya kuyusuna dönen tarımın üzerine taşı koyalım, kuyu kapansın.

 

^