Garê’de tam olarak ne oldu, bir süre daha bilinemeyecek. Ama 13 polis, asker ve istihbaratçının hayatını kaybettiği “kurtarma operasyonu”nda, iktidarın fiyaskolara muhalefeti ortak etme taktiği bu defa tutmadı. Neredeyse altı yıldır rehin tutulan 13 kişiyi sağ salim evlerine getirmek için sayısız girişimde bulunan İnsan Hakları Derneği ise Meclis kürsüsünden İçişleri Bakanı tarafından “canı çıkasıcalar” denerek hedefe kondu. Garê operasyonunu, insan hakları örgütlerinin arabuluculuk rolünü, artan kaçırılma vakalarını İHD Eş Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan’dan dinliyoruz.
Garê’de PKK tarafından alıkonan 13 kişinin yaşamını yitirmesi sonrası İçişleri Bakanı Süleyman Soylu Meclis kürsüsünden İHD’yi doğrudan hedef gösterdi, “canı çıkasıcalar” dedi. Bu olayda neden hedeflerden biri de İHD oldu?
Öztürk Türkdoğan: Bu konuda Meclis’e bilgi vermesi gereken hükümetin, bilgi vermek yerine diğer partilerin kendi yanında yer almasını istediğini açıklamalardan anlıyoruz. Son açıklamalarda muhalefete, “keşke bu olayda yanımızda yer alsaydınız, dışarıya karşı tek vücut olsaydık” diye seslendiler. Biz insan hakları savunucuları her zaman adaletten ve hakikatin açığa çıkarılmasından yanayız. 15 Şubat’ta bu yönde bir açıklama yaptık, alıkonan kişilerle ilgili süreci olduğu gibi anlattık. Anlaşılan bu açıklamamızdan rahatsız olmuşlar.
O açıklamada devletin sorumluluğuna da dikkat çekiyordunuz…
Bu alıkonulma süreci Temmuz 2015’te başladı. 2015’ten itibaren sürekli, yılda en az birkaç defa, ailelerin başvurusu üzerine girişimde bulunup görüşmeler yaptık, ama her defasında iki sorunla karşılaştık. İktidar cenahı “ben terörle mücadele ediyorum, terör örgütünü muhatap almam” derken, örgüt “siyasi iktidar, devlet ya da Meclis’teki partiler bizi muhatap alsın, bir muhataplık ilişkisi kurulsun, çağrı yapılsın, onun üzerine biz bu kişileri bırakmayı gündemimize alalım” dedi. Hep bir kilitlenme yaşadık. Sayısız girişimimizde maalesef karşımızda keskinleşmiş iki taraf bulduk: hiç esnemeyen bir devlet ve örgüt. Maalesef bu son çok trajiktir, ama işin özü budur.
15 Şubat’ta yaptığımız açıklamada, örgütü zaten sorumlu tuttuk, fakat devletin ve hükümetin sorumluluğunu da ortaya koyduk. Çünkü alıkonulan 13 kişinin bulunduğu yeri bile bile oraya bir askeri operasyon yaparsanız, bunun sonuçlarından da sorumlu olursunuz. Biz bunu hatırlattık. İçişleri Bakanı Meclis kürsüsünden bizim iki tarafı aynı kefeye koyduğumuzu söyleyerek haksız ithamlarda bulundu. Oysa hem insan hakları hukukunda hem de insancıl hukukta taraf kavramı vardır. Siz çatışan iki tarafsınız. Karşı tarafın niteliğinin ne olduğunun ya da karşı tarafta bir silahlı güç varsa sizin bunu nasıl nitelendirdiğinizin önemi yok uluslararası hukukta. Dolayısıyla, devlet bu anlamda bir taraftır. İçişleri Bakanı uluslararası hukuku ne kadar biliyor, emin değilim, fakat danışmanlarının bunu bilmesi gerekir. Tabii ki, “sorumluluk hükümettedir” dediğimiz için buna çok kızmış. Çok haksız bir niteleme ve ithamla tepkiyi bizim üzerimize yöneltmek ve “canı çıkasıca İHD” diye yüklenmek çaresizliğini de ortaya koyuyor. Ama hükümet taraftarı medya dahi bakanın ithamlarına sahip çıkmadı. Ertesi gün, Cumhurbaşkanı devletin ve hükümetin sorumluluğunu kabul ederek bakanın konuşmasını boşa düşürmüş oldu.
Garê’deki bir “kurtarma operasyonu” idiyse, bunun başarısız bir “kurtarma” olduğu bir gerçek. Bütün uzmanlar böyle bir “kurtarma operasyonu” olamayacağını söylüyor. Orada bir suç işlendi. Bunun bir sonucunun olması gerekir.
Bakın, eğer bu bir “kurtarma operasyonu” ise, çünkü hükümet “biz kurtarma operasyonu yaptık” diyor, bunun başarısız bir “kurtarma” olduğu bir gerçek. Bütün uzmanlar böyle bir “kurtarma operasyonu” olamayacağını söylüyor. Orada bir suç işlendi. Bu başarısızlığın bir sonucunun olması gerekir. Biz açıklamamızda da bunu dile getirdik. Dedik ki, ya devlet bir idari soruşturma başlatır, bu operasyonda kimlerin kusuru ve ihmali olduğu araştırılır ve ona göre bir fatura kesilir ya da Adli Tıp Kurumu’na cenazelerin intikali ile birlikte başsavcılık soruşturma açar ve bu soruşturmanın sonucuna göre sorumlular hakkında dava açılır. Ancak, anladığım kadarıyla, devlet yetkilileri başkalarını suçlayarak sorumluluktan kurtulmaya çalışıyorlar. Kendi argümanlarını güçlendirmek için de derneğimize haksız ithamlarda bulunuyorlar. “Zaten bu dernek sivillere yönelik örgüt saldırılarında sessiz kalmış, kınamamıştır” dendi mesela. Saldırılara yönelik kınama ve açıklamalarımızın hepsi internet sitemizde görülebilir oysa. Ayrıca, İHD sivillere yönelik saldırılara, ihlâllere yıllık raporlarında yer veriyor. Bu bilinen bir şey. Neyse ki, kendi sorumluluklarını başkalarına atma girişimleri başarılı olmadı. Muhalefetin ilk defa iktidardan siyaseten hesap sorma noktasında bir araya gelmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Hukuki sorumluluk ayrı, o adli mekanizmaların işi, ama ortada bir siyasi sorumluluk var ve muhalefet bunun hesabını sordu. Türkiye demokrasisinin gelişmesi açısından bu bir kırılma anıdır.
Sözünü ettiğiniz nasıl bir kırılma?
Hükümet 2015’ten bu yana dış politikada ve Kürt meselesinde yaptığı her yanlış işte, her zaman muhalefeti yanında buldu. Ama ilk defa muhalefet bu konuda iktidarı yalnız bıraktı ve iktidardan siyaseten hesap sorulması gerektiğini söyledi. Bu açıdan, yeni bir döneme girdiğimizi söyleyebilirim. Bu oldukça önemli.
Siz Garê’de yaşamını yitirenlerin aileleriyle daha önce birçok kez görüştünüz. Bu görüşmelerde aileler sizden ne istiyordu, tepkileri nasıldı?
Evet, ailelerle defalarca görüştük, önceki benzer olaylarda bizim rolümüzü öğrendikleri için bizden çok umutluydular. Fakat biz, bu sefer durumun eskisi gibi olmadığını, örgütü ikna edemediğimizi, devletin örgütü muhatap alarak bu sorunu çözmesi gerektiği konusundaki görüşlerimizi hep anlattık. Çocuklarının videoları yayınlandı birkaç defa, mektupları geldi, o mektupları ailelere teslim ettik.
O video ve mektuplardaki mesajlar neydi?
Hep aynı şey söyleniyordu: “Hükümet, devlet, siyasi partiler bize sahip çıksın, bizimle ilgili kampanya başlatılsın, devlet ikna edilsin, sonra da insan hakları örgütleri gelip bizi alsın.” Mektup ve videolardaki mesajlar bizim arabuluculuk rolümüzün sınırını da ortaya koyuyordu. Esasen örgüt ile devlet ve siyasi partiler arasında muhataplık ilişkisi kurulmasında sorunun düğümlendiği o mesajlardan da anlaşılıyor. Ailelerin yıllarca çaresiz bekleyişi onlarda ciddi travmalara, büyük duygu kırıklıklarına sebep oldu. Bugün herkese tepkili olduklarını görüyorum. Bazı ailelerle görüştüm, bazılarıyla tekrar görüşeceğim; devlete, örgüte, sivil topluma, herkese tepkililer. Sonuç itibariyle çocuklarının cenazeleri geldi.
Görüştüğünüz ailelerin şimdi yorumları nasıl, ne söylüyorlar?
Çok detaya girmek istemiyorum, ama ailelerin çoğunluğu neyin ne olduğunu gayet iyi biliyor, bunu söyleyebilirim. Fakat Türkiye’nin bugünkü ortamında yüksek sesle bunları konuşabileceklerini zannetmiyorum. Bir acı yaşadılar, bu konuyu tekrar tekrar konuşarak acılarının tazeleneceğini düşünüyorlar.
İçişleri Bakanı sizi Meclis’te hedef alırken “aileleri alıp Irak’a, Erbil’e götürdüler, elleri boş döndüler” de dedi…
Bütün gayretlerimize rağmen sorunun niye çözülemediğine ikna olmaları için bir aile üyesini bir arkadaşımızla Erbil’e göndermiştik. “Gidin, orada kendi gözlerinizle görün, görüşmeye çalışın, durumu anlamaya çalışın” demiştik. Evet, içişleri bakanı bunu bile kürsüden söyledi. Mesele o değil ki, aileler defalarca ortak bir çağrıyla bu sorunun çözülebileceğini hükümet üyelerine aktardılar. Hükümet üyelerinin ailelere söylediği ise “sabredin, sabırlı olun, devlet büyüktür, size söz veriyoruz, çocuklarınızı kurtaracağız” oldu.
Geniş kamuoyunun bu kaçırılmalardan bihaber olduğu da ölümler üzerine ortaya çıktı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ailelerin çocukları sağken süren sessizliğe tepkisi var mıydı?
Bu da ailelerin bir hayal kırıklığı. Aileler çocuklarıyla ilgili medyanın bir kampanya yapmaması nedeniyle çok büyük hayal kırıklığı yaşadıklarını hep bize anlattı. Medyanın ne kadar hükümet ve devlet güdümlü olduğu bu olayda da ortaya çıktı. Son bir haftadır medyadaki tartışmalara bakıyorum, inanamıyorum. Bizim 2015’ten bu yana yaptığımız bütün girişimler en azından muhalif medyanın çoğunda yayınlanıyordu, hatta ara ara hükümete yakın gazetelerde de bu haberler yer aldı. Ama bazı gazetecilerin çıkıp “bundan haberimiz yoktu” demeleri beni hayrete düşürüyor. “Bir umut” diyerek bazı aileler Diyarbakır’da HDP binası önünde oturdu. Hükümete yakın medya bunu hep takip ediyor, ama konunun bu boyutu nasıl gündeme gelmiyor?
İktidar 2015’ten bu yana dış politikada ve Kürt meselesinde yaptığı her yanlış işte muhalefeti yanında buldu. Ama ilk defa bu konuda muhalefet iktidarı yalnız bıraktı. Bu bir kırılma anıdır. Yeni bir döneme girdiğimizi söyleyebilirim.
Yaşarken insanların gündem olmaması, ama öldüklerinde “şehitlik” miti üzerinden söylem oluşturulmakta kullanılmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Maalesef hem dini hem kültürel argümanlar bu şekilde kodlanmış. Askerler yaşamını yitirdiğinde “şehitlik” üzerinden sözler kuruluyor, silahlı militanlar yaşamını yitirdiğinde de yine “şehitlik” üzerinden söz kuruluyor. Bunun sorunlu olduğunu düşünüyorum, aslolan yaşamı savunmaktır. Ama bu coğrafyada sürekli çatışma ve savaş hüküm sürdüğü için savaşın dili egemen maalesef, “şehitlik” ve “kahramanlık” da bu dile dahil. Toplumda bunun üzerinden algı yaratılmaya çalışılıyor. Bizler tabii ki üzgünüz, insan hakları hareketi olarak yıllardır yaşam hakkını savunuyoruz, ama insanların yaşarken değerli olduğunu anlatma konusunda demek ki yeteri kadar etkili olamamışız. İnsanlar maalesef yaşamlarını yitirdiğinde Türkiye’de kıymetli oluyorlar.
Bu işin bir başka yanı da devletin bu konudaki ekonomik uygulamaları. Devlet insanlar yaşarken onların iyi bir yaşam sürmesi için yeteri kadar ekonomik tedbir almıyor. Fakat çatışma ve savaş nedeniyle yaşamını yitirenler için devletin kurduğu bir mekanizma var. “Şehit” olduğunuzda nakdi tazminattan tutun emekli aylığına, aileden bir kişinin işe yerleştirilmesine kadar kimi tedbirler söz konusu. Saldırılarda yaşamını yitiren siviller söz konusu olduğunda da mağdur ailelere tazminat ödeniyor, çeşitli tedbirler alınıyor. Bu ekonomik tedbirler toplumsal olarak karşılık buluyor, maalesef ahlaki olarak alınması gereken tutumun alınmaması sonucunu da doğuruyor. Köklü siyasi partiler de devletle karşı karşıya gelmek istemiyor veya hükümetin “terörle mücadele” söylemine teslim olmuşlar. İfade özgürlüğü tam da bunun için lâzım bize. İnsanların kurtarılması konusunda devletin resmi söylemine karşı koyabilecek bir özgürlük alanı bırakılmadı Türkiye’de. Devletin “terörle mücadele” söylemine karşı çıkıp uluslararası hukuktaki kavramları kullandığınızda hemen terör örgütü propagandasıyla suçlanıyorsunuz. Böyle olunca da birçok gazeteci bu konulara girmeye çekiniyor, otosansür uyguluyor. Nihayetinde, çok az sayıda kişinin üzerine kalıyor sorumluluk.
İHD’nin “potansiyel sorumlu” tutulmasında da bu durumun etkisi var mı?
Evet, sanki bu konularla sadece İHD ilgilenmek zorundaymış gibi bir algı oluşmuş. “Zaten bu olaylarla ilgili İHD var, eskiden Mazlum-Der ilgileniyordu, başka kim ne yapsın?” anlayışı var. Hiç kimse üzerine alınmıyor. Hiçbir siyasi parti “biz bu işi neden çözemedik?” demiyor. Hiçbir örgütlenme kendini bu konuda sorumlu hissetmiyor. Netameli konular söz konusu olduğunda elbette ki İHD ilgilenecek, ama kendisine sivil toplum örgütüyüm diyen her kuruluşun da bu ülkenin sivil halkının sorunlarıyla ilgilenmesi lâzım.
İHD gibi kurumlar rolünü tam anlamıyla oynayabilseydi, bunun önü açılsaydı, 13 kişi sağ salim oradan alınabilir miydi?
Biz üzerimize düşen görevi yaptığımızı hep söyledik, önümüzün açılması konusunda bu sefer bir sorun görmedim, önümüz açıldı. Zaten hükümet önümüzü açtığı için bazı girişimlerde bulunabiliyoruz. Hükümetin bilgisi olmadan biz girişimde bulunamayız. Ancak, bu sefer sorun örgütün doğrudan veya dolaylı muhataplık ilişkisi kurma isteğiydi. Öte taraftan, 2016’nın sonundan beri İHD Eş Genel Başkanı olarak cumhurbaşkanı ve içişleri bakanıyla görüşemiyorum. Bunun devletin belirlediği sert güvenlik politikasıyla bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Oysa, 90’larda bile İHD başkanları cumhurbaşkanı ve başbakanlarla görüşebiliyordu. Bugün adalet bakanıyla, AK Parti’nin grup başkanıyla görüşebiliyorum, ama doğrudan politika yapıcı olan cumhurbaşkanıyla beş yıldır görüşememenin ayrı bir sıkıntı olduğu kanaatindeyim. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ve otoriterleşme eğiliminin, dediğiniz anlamda önümüzün açılması konusunda bir sorun teşkil ettiği kanaatindeyim. Ama, öte yandan, devlet önümüzü açtı, girişimlerimize engel olunmadı. Eğer teslim alabilirsek güvenlik garantisi de verildi. Fakat bu seferki sorun devletin “terörle mücadele” söyleminin baskın gelmesiydi. Uzun zamandır devlet “terörle mücadele” söylemi nedeniyle hukuka aykırı işlemlerini kabullenmek istemiyor. Böyle bir devlet alışkanlığı oturdu. Biz buna cezasızlık diyoruz. Cezasızlık maalesef her olayda karşımıza çıkıyor.
‘90’larda esir askerlerin teslim alınma süreçleri nasıl oluyordu, İHD’nin rolü nasıldı?
O dönem bugünkü kadar büyümemiş olan Kürt hareketi demokratik kamuoyunun taleplerini daha rahat kabul ediyordu. İHD ve Mazlum-Der heyetleri, milletvekilleri ve aydınlarla birlikte yaptıkları girişimlerde hep sonuç aldılar. Ama her seferinde aracılara soruşturmalar açıldı. Soruşturma meselesi 2000’li yıllarda da devam etti. “Siz örgüt propagandası yapıyorsunuz” denerek dava açılan arkadaşlarımız var. O nedenle bazı vakalarda geri durduk. Daha sonra, iktidarın yönlendirmesiyle bazı vakaları çözdük. Örneğin, 2013’te İHD, Mazlum-Der ve dönemin BDP milletvekillerinden oluşan heyetle alıkonulan sekiz asker, polis ve kamu görevlisini almaya gittiğimizde bambaşka şeylerle karşılaştık. Sivil bir heyetin ne kadar önemli olduğu ortaya çıktı. Belki biz sivil bir heyet olarak orada olmasaydık sorun çözülemeyebilirdi.
Ailelerin yıllarca çaresiz bekleyişi onlarda ciddi travmalara sebep oldu. Bugün herkese tepkili olduklarını görüyorum. Bazı ailelerle görüştüm, bazılarıyla tekrar görüşeceğim; devlete, örgüte, sivil topluma, herkese tepkililer. Sonuç itibariyle çocuklarının cenazeleri geldi.
2015’te de 20 gümrük memurunun kaçırılarak alıkonması üzerine girişimleriniz de olumlu sonuçlanmıştı…
Evet, Temmuz-Ağustos 2015’te 20 gümrük görevlisi alınmıştı. İHD, KESK, DİSK, TMMOB olarak Hakkâri ziyaretimiz sırasında Hakkâri halkıyla beraber örgüte çağrı yaptık. O çağrı karşılık buldu. Bize haber gönderdiler, gidip alabileceğimizi söylediler. Bir heyet oluşturup Irak’a, Duhok’a gönderdik. Orada devlet devreye girdi, dört gün süren görüşme trafiğinden sonra heyetimiz devletin üstüne düşen görevi yapması sayesinde o 20 kişiyi teslim alıp getirdi. Fakat son 5-6 yıldır mücadele sertleşti. İnsan hakları örgütlerinin kamuoyu baskısı oluşturma etkisi azaldı. Türkiye’nin bütün büyük kitle örgütlerinin hep beraber yüklenmesiyle bir sonuç elde edilebilir miydi, emin değilim, o bile soru işareti.
Dünya örnekleri nasıl? Çatışmaların yaşandığı bölgelerde benzer kurumlar var mı, onlar böyle durumlarda nasıl hareket ediyor?
İç çatışma yaşayan ülkelerde insan hakları örgütleri benzer sorunlarla karşılaşıyor. Ancak, oluşturulan arabulucu heyetlerin yürüttüğü görüşmelerle sorunları çözmüşler. Birçok ülkede ulusal heyetler yeterli olmadığında uluslararası heyetlerle sorun çözülüyor. Ama Türkiye’deki kadar savaştığı tarafı yok sayan, “hiçbir şekilde dikkate almam” diyen örnek çok nadir. Dünya çatışma-çözüm deneyiminde bir ilke var; kiminle savaşıyorsanız er ya da geç onunla barışacaksınız. Savaşılan tarafı inkâr etmek, yok saymak eşyanın tabiatına aykırı. “Terörle mücadele” denen şey, Cenevre Sözleşmeleri üçüncü madde anlamında bir silahlı çatışma halidir. Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kararlarında, “bir devletin silahlı çatışma halinde olduğu bir örgüt uluslararası alanda terör örgütü olarak kabul edilse dahi Cenevre Sözleşmeleri uygulanır” deniyor. Fakat Türkiye’de devleti yönetenler hâlâ bunu benimsemiş değil. Hükümete herkes soruyor, biz de soruyoruz: 2014’te DAİŞ Musul konsolosluğunu bastığında ne yaptıysanız, o sorunu nasıl çözdüyseniz, bu 13 kişinin sağ salim kurtarılmasında da benzer bir yöntem izleyemez miydiniz?
Musul’da nasıl bir yol izlenmişti?
Orada farklı uluslararası çevreler devreye sokulmuş, uzlaşı yolu bulunmuş ve Musul konsolosluğunda rehin tutulan insanlar serbest bırakılmıştı. Ne karşılığında serbest bırakıldıkları açıklanmadı, ama bir temas kuruldu ve muhatap alındı. CHP’den milletvekili olup sonra ayrılan Öztürk Yılmaz da o zaman rehindi, en iyi o bilir o süreci. Büyük bir coğrafyaya yayılmış silahlı çatışma varsa, örgüt birilerini alıkoyabilir, kaçırabilir. Sizin göreviniz böyle durumlarda vatandaşınızı sağ salim kurtarmaktır. İnsan hakları hukukunun gereğidir bu. Fakat “yapacağım girişim örgütü uluslararası alanda meşru kılar mı” kaygısı ağır sonuçlara sebep oluyor. 36-37 yıl geçmiş, bu kaygılarla hareket ederseniz hiçbir sorunu çözemezsiniz. Diyorsunuz ya “terör örgütü”, müttefikleriniz de aynı şeyi söylüyor. Peki, bu konuda müttefiklerinizden ne kadar yardım istediniz? Daha birçok soru sorulabilir. Devleti yönetenlerin artık insan hakları hukukunu ve uluslararası savaş hukukunu öğrenmeleri ve uygulamaları gerekiyor. Türkiye devleti ısrar ve inatla tarafı olduğu Cenevre Sözleşmeleri’nin bu olayda uygulanamayacağına dair 1980’li yıllarda belirlediği politikasını devam ettiriyor. Bu çok yanlış. Siz öyle deyince öyle olmuyor. Bu durum ileride Türkiye’nin aleyhine hukuksal süreçlerin gelişmesine de sebep olacaktır. O nedenle tıkanma yaşanıyor. Bu sorunları çözen ülkeler yeri geldiğinde BM’den, uluslararası kuruluşlardan, uluslararası insan hakları hareketlerinden yardım istediler. Bugün Türkiye de Filipinler’deki çatışma çözümünde uluslararası arabuluculardan biri konumunda. Uzun zamandır, “üçüncü göz” denen mekanizmada. Hatta Türkiye’den birkaç sivil toplum örgütü de uluslararası insan hakları örgütleriyle birlikte o süreçte gözlemci. Yani, Türkiye’nin elinde yeteri kadar tecrübe var, yok değil. Ama bu tecrübeyi Kürt meselesinde uygulamazsanız böyle ağır sonuçlarla karşılaşırsınız.
Bir de yakın tarihli Nijerya örneği var. Korsanlarca kaçırılan Türkiyeli denizciler kısa sürede geri alındı. 15 Şubat’taki açıklamanızda “15 Türk gemicinin kurtarılmasında uygulanan yöntem pek âlâ burada da uygulanabilirdi” diyorsunuz…
Ocak ayının sonuna doğru Nijerya açıklarında bir Türkiye gemisine baskın yapan korsanlar 15 denizciyi rehin aldı, bir kişi yaşamını yitirdi. Dışişleri bakanlığı devreye girdi, 15 denizciyi sağ salim teslim aldı. Korsanlar insanları mutlaka bir şey karşılığında kaçırır ve istediğini alınca serbest bırakır. Yani devlet isterse sorunu çözer, bunu anlatmak istiyorum. Devlet bütün bunları yaptığı halde örgüt elinde tuttuğu insanları vermemişse o zaman son çare “kurtarma operasyonu” yapılırdı. Bu sert güvenlik politikasının, karşı tarafı inkâra dayalı söylemin bir karşılığı yok. Kendi kendinize söylüyorsunuz, kendi kendinizi inandırıyorsunuz. Ve Türkiye halkına zarar veriliyor.
2015’ten bu yana yaptığımız bütün girişimler en azından muhalif medyanın çoğunda yayınlanıyordu, hatta ara ara hükümete yakın gazetelerde de bu haberler yer aldı. Ama bazı gazetecilerin çıkıp “bundan haberimiz yoktu” demeleri beni hayrete düşürüyor.
Bu tablo bize ne anlatıyor?
Bir askeri operasyon planlıyorsunuz, savaş ölçeğinde bir askeri operasyon bu, ama buna hiçbir hukuk kuralının uygulanamayacağını iddia ediyorsunuz ve Türkiye’deki hiçbir yargı kurumu bununla ilgili en küçük bir söz söylemiyor. Bu olacak iş değil. Kuvvetler ayrılığı bunun için lâzım. Devlet içinde bu gibi meselelerde iktidarı frenleyecek bir mekanizma kalmamış durumda.
2015 sonrasında değişen politikalardan bahsettiniz; aynı yıl itibariyle kaçırma ve zorla kaybetme vakaları da duymaya başladık…
Kamuoyunun gündemine hiç gelmeyen vakalar var. Çok sayıda sivil kaçırılıyor. Özellikle 15 Temmuz 2016’daki darbe teşebbüsünden sonra, “FETÖ” kapsamında davası olan birçok kişi Ankara’da kendisini polis ya da güvenlik görevlisi diye tanıtan kişiler tarafından sokak ortasında kaçırılıyor. Bu insanlar aylarca işkenceye uğradıktan sonra ya serbest bırakılıyor ya da bir şekilde Emniyet’te ortaya çıkıyor çoğunluğu. Bugüne kadar 10 kişinin ailesi bize başvurdu. Bir başka grup da kısa süreliğine kaçırılanlar. Birkaç saatliğine kaçırılıp işkenceyle muhbirlik dayatmasına maruz bırakılıyorlar. Derneğimizin rakamlarıyla bu durumdakilerin sayısı yılda 150-160 kişi, ama çok daha fazla aslında. Bu konuda ilgili prosedürü yerine getiriyoruz. Uluslararası mekanizmalara bildirim yapıyoruz, ayrıca içeride hükümeti uyarıyoruz.
Hükümete nasıl bir uyarıda bulunuyorsunuz?
Yusuf Bilge Tunç Ağustos 2019’dan beri kayıp, Hüseyin Galip Küçüközyiğit 27 Aralık 2020’den beri kayıp, Gökhan Güneş ocak ayında kaçırılıp, bırakıldı… Bunlarla ilgili içişleri bakanından randevu istedim, ama 4 Şubat’ta bakan yardımcısıyla görüşebildim. Bütün tespitlerimizi aktardım. Devlet içinde yine yasadışı bir birim meydana geldiğini, bu birimin kaçırmaları gerçekleştirdiğini, bunun mutlaka önlenmesi gerektiğini ifade ettim. İçişleri bakanlığı da konunun araştırılacağını söyledi.
Benzerlikler bir yana, bugün yaşananları ‘90’lardakinden ayıran ne?
90’larda kaçırılanlar infaz ediliyordu. Şimdi infaz yok, ama işkence var.
Gökhan Güneş örneğinden bahsettiniz; altı gün kaybediliyor, bu sürede işkence görüyor, sonra da yol kenarına atılıyor arabadan. Bununla ilgili bir açıklama yapmayan bakanlık nasıl bir soruşturma yürütebilir?
Bir devlet işleyişi var. Biz raporla talepte bulunduğumuz için soruşturma yapmak zorundalar. Çünkü yapmazsanız, ileride iktidardan düştüğünüzde yargılanırsınız. O kadar basit değil bu işler. Mutlaka bir soruşturma açılacak. Birinci grup, yani uzun süre kaçırılanlar konusunda içişleri bakanlığı ne yapabilir, emin değilim, ama ikinci gruptaki kaçırmaları yapanlar, kendini polis olarak tanıtan, insanları tehdit edip işkence yapanların bakanlık içindeki ekiplerle alakası vardır. Yoksa bu kadar çok vaka olamaz. Sadece bize yapılan başvurular yıllık ortalama 70-80 civarında, tespitlerimiz 150-160, ama bir de hiç tespit edemediklerimiz var, yani yüzlerce vakadan bahsediyoruz. Bunun polisle ilişkisi olmaması mümkün değil. O nedenle bakanlık mutlaka bunu soruşturacaktır. Bakalım ne sonuç çıkacak. Ama 4 Şubat’ta yaptığımız görüşmenin üzerinden birkaç hafta geçmeden, Ankara’da üç üniversiteli genç aynı şekilde kaçırıldı.
İçişleri Bakanlığı’yla yaptığımız görüşmeden önce, Ocak 2020’de Meclis İstihbarat ve Güvenlik Komisyonu Başkanı Selami Altınok’la görüşmüştüm. Bu komisyon 2014’te, MİT kanunu değişikliğinden sonra kuruldu. MİT’e çok geniş yetkiler verilince istihbarat örgütlerinin denetlenmesi sorunu tartışıldı ve o kanunla Meclis’te daimi bir komisyon kuruldu. Bu komisyonun görevi devlet istihbarat kurumunu denetlemek. Fakat o zaman biz “Meclis nasıl etkili denetim yapacak?” diye uyarmıştık. Çünkü iktidar çoğunluğunun olduğu bir Meclis yapısı var. Komisyonlar da öyle belirleniyor. Dolayısıyla “siz kendi kendinizi nasıl denetleyeceksiniz?” demiştik. Sonuçta, istihbarat örgütleri sadece kâğıt üzerinde denetleniyor. Onlar yıllık rapor sunuyor, komisyon da bu yıllık raporu kâğıt üstünde değerlendiriyor. Biz komisyon başkanına 15 Temmuz darbesinden sonra çok sayıda insanın kaçırıldığını, aylar sonra bırakılanların uğradığı işkenceyi, devlet içinde yeni bir birim oluştuğunu, bunun açığa çıkarılması gerektiğini söyledik. “Ajanlaştırma” adı altında gençlere, gazetecilere, siyasi muhaliflere yönelik tehdit amaçlı işkencenin giderek arttığını da anlattık. Herhangi bir sonuç çıkmadı.
İnsanların kurtarılması konusunda devletin söylemine karşı koyabilecek bir özgürlük alanı bırakılmadı. Devletin “terörle mücadele” söylemine karşı uluslararası hukuktaki kavramları kullandığınızda terör örgütü propagandasıyla suçlanıyorsunuz.
Bazı kaçırma vakalarında faillerin “ben istihbaratım, devletim” dediğini duyuyoruz, okuyoruz. Bahsettiğiniz MİT kanunu değişikliğinin bu yaşananlarda nasıl bir etkisi var?
Yasa çıktığında kesinlikle anayasaya aykırı olduğunu, yurttaşların yaşam hakkı güvencesinin ihlâl edilebileceğini, işkence ve kötü muamele yasağının delinebileceğini, adil yargılanma konusunda, savunma hakkı konusunda sıkıntılar çıkabileceğini, özel hayatın gizliliği ve haberleşme hürriyeti konularında daha büyük sorunlar yaşanabileceğini belirtmiştim. MİT’e bu kanunla terör ve casusluk suçlarında adli kolluk yetkisi verildi. Tam olarak böyle denmiyor, ama adli kolluk yetkisi anlamına gelebilecek yetkiler verildi. Ki buna “yetki” de dememek lâzım, başka bir kavram gerekiyor, çünkü her yetkinin bir sınırı vardır. Fakat burada bir sınır yok. Böyle olunca da yargı içinde burayı soruşturacak bir mekanizma kurulması gerekiyordu. Madem böyle bir düzenleme yaptınız, bunu denetleyecek “özel savcılık” mekanizması kurmanız gerekirdi. Böyle bir şey yok. Her soruşturma cumhurbaşkanının iznine bağlı. İzin verilmediği sürece soruşturma açılamıyor. Ama etkili soruşturma yapılırsa bütün ihlâller açığa çıkar. Her tarafta güvenlik kameraları var. Her kamu görevlisinin kullandığı telefonun mutlaka HTS kayıtları vardır. İstihbaratçı da olsanız telefon kullanıyorsunuz. Her şey istenirse bulunur, yeter ki soruşturma konusu yapılsın. Bunları yapanlar devlet olarak görüyor kendilerini, o rahatlıkla hareket ettikleri için çok delil bırakmışlardır. Biz kaçırılma meseleleriyle ilgili üç yıldır rapor yayınlıyoruz. Bu raporlarda o kadar çok vakaya yer veriyoruz ki, hepsi tek başına soruşturma konusudur. Bugünkü iktidar bunu sona erdiremezse, bundan sonra gelecek iktidar bunları soruşturma konusu yapacaktır.