Uzay rekabetinin sadece devletlerin at koşturduğu bir alan olduğu zamanlar geçmişte kaldı. Artık sahnede kıyasıya rekabet içindeki şirketler var. Bu rekabet son bir haftada iyice görünür bir hal aldı. Peki, süper zenginlerin uzayda ne işi var? Bu distopik fanteziler bize neler söylüyor?
2067 yılında, ekolojik yıkım ve gıda krizinin pençesinde kıvranan bir dünya çıkar karşımıza. Atmosferin bileşimi değişmekte, yerküre gitgide ölü bir gezegen halini almaktadır. Christopher Nolan’ın yönettiği epik bilim kurgu filmi Interstellar’da (2014) “kahramanımız” Joseph Cooper, geçmişte NASA’nın uzay programına katılmış bir pilot ve mühendistir. Fakat iklim krizi nedeniyle artık uzay araştırma programlarına katılacak cüretli kâşiflerden çok kanaatkâr çiftçilere ihtiyaç duyulduğundan, o da bilime ve keşfetmeye olan tutkusunu içine gömerek toprağa dönmüş ve mısır ekimiyle uğraşmaya başlamıştır.
Günlerden bir gün Cooper, NASA’nın “yeraltına” indiğini keşfeder. Gizli bir araştırma merkezinde bulunan Profesör Brand başkanlığındaki ekip Cooper’ın yıllar önce eğitildiği projeyi devam ettirmektedir. Brand’ın amacı Satürn halkalarında keşfedilen ve galaksiler arası seyahati mümkün kıldığı düşünülen bir “solucan deliği” (wormhole) aracılığıyla insanlığa evrende yeni bir ev bulabilmektir.
Brand dünyanın sonunun kaçınılmaz olduğuna ve çözümün yeryüzünde değil, gökte olduğuna Cooper’ı ikna eder. Neticede, sayısız badireyi atlatan, katedilmez mesafeleri aşan Cooper ve arkadaşları insanlığa yeni bir ev bulmayı başaracaklardır.
Yedek gezegen
İnsanlığın karşı karşıya olduğu felaketten ileriye, yani uzaya doğru sıçrayarak kaçması teması Christopher Nolan’ın buluşu değil. Mesela Stephen Hawking, son demeçlerinden birinde, insanlığın var kalmasının Dünya’dan başka bir yuva bulmasına bağlı olduğunu söylemişti. Ona göre insanlığın yeni bir ev, yani bir tür “yedek” gezegen arayışı daha fazla vakit kaybetmeden başlamalıydı: “Dünya’da yerimiz azalıyor ve evrende başka bir yerde yaşamamızı engelleyen teknik sınırları aşmak zorundayız.
Amerikalı yazar Petranek’e göre, uzaya çıkmak bir zaruret. “Sadece bir başka gezegende değil, başka güneş sistemlerinde de yaşayabilen, uzayda yolculuk yapan bir tür haline gelmeliyiz. Mars’a göç edecek olan ilk insanlar türümüzün hayatta kalması için elimizde olan en büyük umut.”
Amerikalı yazar Stephen L. Petranek de benzer bir görüşü savunanlardan. How We’ll Live on Mars (Mars’ta nasıl yaşayacağız) başlıklı kitabında Mars’ın kolonizasyonunun insan uygarlığı için bir sigorta sağladığını savunuyor. Petranek’e göre, ekolojik felaket, nükleer savaş ya da yerküreye bir asteroidin çarpması gibi tehlikeleri savuşturabilmek adına uzaya çıkmak bir zaruret. “Sadece bir başka gezegende değil, başka güneş sistemlerinde de yaşayabilen, uzayda yolculuk yapan bir tür haline gelmeliyiz. Mars’a göç edecek olan ilk insanlar türümüzün hayatta kalması için elimizde olan en büyük umut.”[1]
Günümüzde insanlığın muhtemel bir yok oluştan kurtulmak için uzayı kolonize etmesi gerektiğini savunan Mars Society ya da Coalition to Save Manned Space Exploration gibi etkili sivil toplum kuruluşları da var. George Clooney’in yönettiği Midnight Sky (2020), Alexandre Aja’nın yönettiği Oxygen (2021), Tim Fehlbaum’un yönettiği Tides (2021) gibi yakın dönemin bir dizi bilim kurgu filminde olduğu üzere bu “yedek gezegen” teması bilim kurgu sinemasında giderek daha sık işleniyor.
Jeff Bezos endüstriyel ve madencilik faaliyetlerini uzaya taşımayı hedefliyor. Bezos’a göre, dünyayı kurtarmanın tek yolu uzaya gitmek: “Kötüye giden bir dünyada yaşamak istemezsiniz. Nüfus artışını durdurmamız, enerji kullanımını sınırlandırmamız gereken bir Dünya’da yaşamak istemezsiniz.”
Aslında, insanlığın var kalmak için bir “yedek gezegene” ihtiyaç duyduğu fikri oldukça eski bir tema. Mesela Amerikalı yazar Homer Eon Flint, 1918 tarihli “The Planeteer” adlı öyküsünde uzayın kolonizasyonunu tam da bugüne yakın terimlerle aktarır. Gelecekte, dünya yirmi milyara ulaşan insan popülasyonuyla bir aşırı nüfus ve kıtlık tehdidiyle karşı karşıyadır. Dünya’nın kaynakları tükenme noktasındadır. Girişimci bir mucit bu durumdan kurtulmanın tek yolunun başka gezegenlerin kolonize edilmesi olduğunu öne sürer.
Bu öneri kabul görür (hatta bu konuda bir plebisit yapılır). Ancak, büyük bir engel ortaya çıkar. Benzer sorunlarla karşı karşıya olan Marslılar da başka gezegenleri kolonize etme çabasındadır. Neticede, Marslılar ile Dünyalılar Jüpiter gezegenini ele geçirmek için ölümcül bir rekabete girişir. Sonuçta kaybeden ve yok olan Mars olacaktır.[2]
Uzay yarışı
Günümüzde “uzayın fethini”, tam da Flint’in öyküsündeki gibi, gezegenimizin karşı karşıya olduğu çoklu krizlere bir yanıt olarak öne çıkaran girişimcilerin sayısı bir hayli fazla. Uzay rekabetinin sadece devletlerin at koşturduğu bir alan olduğu Soğuk Savaş zamanları çoktan geçti. Artık birçok şirket uzay çalışmaları yürütmek üzere büyük kamu ihalelerinden pay kapmak için kıyasıya rekabet içinde.
Bu rekabet şu son bir haftada iyice görünür bir hal aldı: Önce Virgin Galactic şirketinin sahibi “Sir” Richard Branson Unity adlı uzay aracıyla, hemen sonra da Amazon’un kurucusu ve dünyanın en zengin insanı Jeff Bezos, yine sahibi ve kurucusu olduğu Blue Origin adlı şirketin uzay aracıyla uzaya bir yolculuk yaptı.
Kimin ne kadar uzağa gidip uzayda ne kadar kaldığı gibi başlıklar etrafında “kızışan” bu “tatlı” rekabet, küresel haute bourgeoisie’nin eski ihtişam alâmetlerinin yerini alan yeni bir gösterişçi tüketim biçimi olarak geç kapitalist dekadansın bir emaresi sayılabilir. Ancak uzayın fethini yeni hedefleri belleyen süper zenginler bu girişimlerini iddialı bir fütüristik söylemsel ambalaja büründürmeyi de ihmal etmiyorlar.
Elon Musk “insanlığı kurtarmak için” Mars’ın (ve mümkünse başka gezegenlerin) kolonize edilmesi gerektiğini savunuyor. İklim değişikliği ve bir nükleer kıyamet gibi felaketler karşısında insanlığı koruyacak ve kurtaracak “yedek” bir gezegenin şart olduğunu ısrarla vurguluyor.
Mesela Bezos Hawking’in uyarısını ciddiye alanlardan. Blue Origin adlı uzay şirketi, endüstriyel ve madencilik faaliyetlerini uzaya taşımayı ve Ay’dan başlayarak dünya dışı koloniler oluşturmayı hedefliyor. Bezos böylece bu gezegenin kaynaklarını tüketerek onu yaşanmaz hale getiren çevresel sorunların önüne geçilebileceğini iddia ediyor.
Uzayı Dünya’nın, amiyane tabirle, “yükünü hafifletmek” için kullanmayı savunan Bezos’a göre, dünyayı kurtarmanın tek yolu uzaya gitmek: “Kötüye giden bir dünyada yaşamak istemezsiniz. Nüfus artışını durdurmamız, enerji kullanımını sınırlandırmamız gereken bir Dünya’da yaşamak istemezsiniz.” Yapılması gereken, ileriye kaçmak, uzayı dünyayı sorunlarından kurtaracak şekilde kullanmaktır.
Uzayın kolonizasyonunu insanlığın karşı karşıya olduğu büyük meydan okumalara karşı bir çözüm olarak öne süren tek kodaman Bezos değil. Elon Musk sahibi olduğu ve çeşitli projelerde NASA ile işbirliği yapan Space X şirketi aracılığıyla Mars’ın kolonizasyonu için kapsamlı bir girişimin startını vermiş durumda. Musk, 2050 yılı itibarıyla, “kızıl gezegende” bir milyon insanı barındıran bir şehir kurmayı hedefliyor.
Musk da bu iddialı girişimi Bezos’a benzer sözlerle savunuyor: “Tarih iki yöne doğru çatallanacak. Birinci yol, Dünya’da sonsuza kadar kalırız ve sonra bir yok oluş yaşanır. Yakın bir kıyamet kehanetine sahip değilim ama, tarihin de gösterdiği gibi, eninde sonunda bir kıyamet olayı gerçekleşecek. Alternatifse, sizin de katılacağınızı umduğum gibi, gidilecek doğru yön, uzaya taşınan bir medeniyet ve çok gezegenli bir tür olmak.”
Musk “insanlığı kurtarmak için” Mars’ın (ve mümkünse başka gezegenlerin) kolonize edilmesi gerektiğini savunuyor. İklim değişikliği ve bir nükleer kıyamet gibi felaketler karşısında insanlığı koruyacak ve kurtaracak “yedek” bir gezegenin elde tutulmasının şart olduğunu ısrarla vurguluyor.
“Uzay yolculuğu” şimdilik yeni gelişen bir sektör olsa da, adeta milyarderler arası bir “uzay yarışını” kışkırtmış durumda. Bezos ve Musk dışında bu rekabette geçen hafta uzaya çıkan Britanyalı milyarder Richard Branson (Virgin Galactic) ve Rus milyarder Yuri Milner (Breakthrough Starshot) de var. Microsoft’un kurucularından biri olan ve 2018’de hayatını kaybeden Paul Allen de Stratolaunch şirketiyle bu yarışa dahil olmuştu.
Örümcek Adam, DNA kodlarını yeniden yazarak insanları dinozora çeviren bir teknoloji geliştiren Sauron adlı canavara “Bu teknolojiyi kanserin tedavisi için kullanabilirsin” diye serzenişte bulunur. Sauron’un cevabı: “Kanseri tedavi etmek istemiyorum. İnsanları dinozora dönüştürmek istiyorum.”
Richard Branson’ın kurucusu olduğu Virgin Galactic ticari uzay araçları geliştiriyor ve özellikle “uzay turistleri” için uzay uçuşları düzenlemeyi hedefliyor. Şirket misyonunu şöyle tanımlıyor: “Virgin Galactic güzel, ama kırılgan gezegenimizde yaşamı sürdürülebilir kılmak için karşı karşıya kaldığımız çoğu meydan okumaya cevabın uzayı daha iyi kullanmak olduğunu kabul ediyor.”
Bezos’un uzayı ve Ay’ı bir sanayi bölgesine çevirme ya da Musk’ın Mars’ı kolonileştirme projelerinin gerçekleştirilebilir olup olmadığı meselesini bir kenara bırakalım. Bunca kaynağın uzaya harcanırken neden Dünya’daki devasa sorunları çözmek için kullanılmadığı sorusunun ise pek bir anlamı yok.
Örümcek Adam, DNA kodlarını yeniden yazarak insanları dinozora çeviren bir teknoloji geliştiren Sauron adlı canavarla mücadelesinde bir ara ona, “Bu teknolojiyi insanları dinozora çevirmek için değil, kanserin tedavisi için kullanabilirsin” diye serzenişte bulunur. Sauron’un Örümcek Adam’a cevabını içeren kare, günümüzde tam da Elon Musk gibilerin kibir dolu “çılgın projeleriyle” alay eden çok popüler bir “meme” haline geldi: “Kanseri tedavi etmek istemiyorum. İnsanları dinozora dönüştürmek istiyorum.”
Musk ve benzerlerinden paralarını Mars’ın kolonizasyonuna değil de örneğin yoksulluğun önlenmesine ayırmasını beklemek, Sauron’un geliştirdiği teknolojiyi kanserin tedavisine vakfetmesini beklemek gibi bir şey. Bernie Sanders’ın çalışma arkadaşlarından Warren Gunnels’ın bir tweet’i durumu özetliyor: “Sınıf savaşı Jeff Bezos, Elon Musk ve Richard Branson’ın pandemi sırasında bir hemşireden daha az oranda vergi öderken 250 milyar dolar daha zengin olmaları ve gezegen yanarken ve milyonlarca insan sağlık, konut ya da yiyeceğe erişemezken kendi aralarında uzay yarışına girişmeleridir.”
Uzay: Son Sınır
Nolan’ın filmine dönelim. Interstellar (tam da Bezos, Branson ve Musk gibilerin düşünce yapısına uygun olarak) sınırsız büyümeye, genişlemeye dayalı sürdürülemez yaşam tarzının, yarattığı “maliyet” ne olursa olsun sürdürülebileceğini, “Amerikan rüyasının” ilanihaye devam edebileceğini ima ediyor. Sınırlı bir dünyada sınırsız büyüme ve genişleme güdüsünün yarattığı sorunların ancak bu dünyanın dayattığı sınırların üzerinden atlayarak, yani daha fazla büyüyerek, genişleyerek aşılabileceğini vazediyor.
Uzayın kolonizasyonu tartışmaları “yeni” öncülere yapılan atıflarla, ABD’nin batıya doğru genişlemesini meşrulaştırmış doktrinle yapılan mukayeselerle dolu. Uzaya kaçış fantezisi “sınır” retoriğiyle, “Batı’nın fethi” mitiyle örülü. Bezos’un uzay yolculuğu öncesinde ve hemen sonrasında kovboy şapkası takması tesadüf değil.
Aslında Interstellar’ın ve genel olarak uzayın fethi ya da kolonizasyonu anlatılarının ABD’nin oluşumu ve alâmet-i farikasını açıklamak için, 19. yüzyılın sonunda, tarihçi Frederick James Turner tarafından ortaya atılan ve sonrasında hayli popüler olan meşhur “sınır” tezinden esinlendiği rahatlıkla söylenebilir.
Turner’ın öne sürdüğü bu teze göre ABD demokrasisi ve bireyciliğinin kaynağı sürekli genişlemeye ve yeni sınırlara ulaşılmasına dayanmaktadır. Sınır deneyiminin yarattığı kâşif veya öncü tipolojisi Amerikan ayrıksılığının ve “yaratıcı enerjisinin” en büyük kaynağıdır. Sürekli genişleyen ve yeni ufuklara varılmasını sağlayan sınır hattı, Amerikalı kâşif ya da öncülerin oluşturduğu toplumun karakterinin, Avrupalı akrabalarının eski ve köhnemiş alışkanlık, kurum ve adetlerinden farklılaşmasını sağlamıştır.
Nolan’ın filmi de “sınırın” artık nihai olarak kapandığı düşünülen bir dünya tarihsel anda başlar. Filmin ilk bölümünde tasvir edilen koşullar, erişilecek, fethedilecek yeni sınırlar ortadan kalktığında Amerikan/insan karakterinin nasıl bir aşınmaya yüz tutuğunu gösterir. Cooper ve arkadaşlarının bilinmeze yaptıkları keşif yolculuğuysa insanlığın ufkunda tekrar ucu açık sınırların belirmesine yol açar. Zaten filmde “Vahşi Batı”ya ilişkin bu sınır mefhumu, yaşamın mümkün olabileceği gezegenlere ulaşıldığında dikilen ABD bayrakları ya da Satürn halkalarında inşa edilmiş yerleşimi koruyan askerlere “ranger” ismi verilmesi türünden göndermeler aracılığıyla akla getiriliyor.
Bu durum Interstellar’a özgü değil. Uzayın kolonizasyonu tartışmaları “yeni” öncülere ya da hacılara (pilgrims) yapılan atıflarla, ABD’nin batıya doğru genişlemesini meşrulaştırmış olan “Aleni Kader” (Manifest Destiny) doktriniyle yapılan mukayeselerle dolu. Uzaya kaçış fantezisi “sınır” retoriğiyle, “Batı’nın fethi” mitiyle örülü. Bezos’un uzay yolculuğu öncesinde ve hemen sonrasında bir kovboy şapkası takması tesadüf değil.
Yukarıda andığım Coalition to Save Manned Space Exploration adlı örgütün kurucularından ve Trump’ın seçim kampanyası danışmanlarından Art Hartman’ın ifadesiyle, Mars’ın kolonizasyonu “girişim ruhu ve onunla atbaşı giden her şeyle alâkalıdır…. Bilinmeyen. Macera. İnsanları güvenlik ve refah içindeki hayatlarını terkedip şu sonraki dağın ardında ne olduğunu aramaya sevkeden budur. Batı’ya git genç adam!”[3]
Sermaye ve sınırlar
Interstellar, insanlığın doğayla ilişkisinde temel bir değişikliğe gitmeden, bugünkü biçimde varolmayı sürdürebileceğini, arkasında koskoca bir dünyayı “enkaz” olarak bıraksa bile yeni dünyaları fethederek yola devam edebileceğini vurguluyor. Tıpkı Bezos ve Musk gibi, yaşadığımız gezegenle barışmaktansa, bir enkaz haline “getirdiğimiz” yuvayı onarmaya çalışmaktansa yeni bir ev bulmanın, onu fethetmenin tutkusunu öne çıkarıyor.
Bu anlamıyla günümüz ekolojik krizinin, insanlığın mevcut üretim ve tüketim ilişkilerinde ve egemen toplumsal örgütlenme biçiminde radikal bir değişikliğe gitmeden teknolojik çözümlerle aşılabileceği inancıyla tam olarak örtüşüyor. Kapitalist modernleşme sürecinin şekillendirdiği mevcut toplumun ilerlemeye ve teknolojinin gücüne sarsılmaz inancını, teknolojinin fetişleştirilmesi, adeta seküler bir dine dönüşmesi sonucunda insan toplumunun doğal sınırları teknolojik inovasyonlarla aşabileceğine ilişkin yersiz iyimserliğini paylaşıyor. İnsanın ekolojik ve toplumsal ilişkilerinde köklü bir paradigma değişikliğine gerek olmadığını, doğayı yönetilebileceğini ve üzerinde denetim kurarak ona galebe çalabileceğini savunuyor.[4]
Nolan’ın filminde ya da Musk, Branson ve Bezos’un uzaya kaçış fantezilerinde Dünya’yı geride bırakarak sınırlarını aşması, yeni sınırları fethetmesi istenen “insanlık”, aslında sermayenin suretinde tahayyül edilen bir insandır. Başka bir deyişle, sürekli yayılmak zorunda olan ve bu uğurda hiçbir sınırlamaya, hiçbir sınıra tahammül edemeyen, o sınırları sürekli aşmaya ve alaşağı etmeye zorlanan “insan” değil, sermayedir.
Marx’ın belirttiği üzere, “zenginliğin genel biçiminin –paranın– temsilcisi sıfatıyla sermaye, kendisini sınırlayan engelleri aşmaya yönelik sonsuz ve sınırsız dürtüdür.”[5] Sermaye hiçbir sınıra hoşgörü gösteremez, hiçbir limiti kabul edemez. Sermaye “kendi dayattığı sınırların ötesine gitmek ister sürekli, bu yüzden de ne durulur ne de bir dengeye oturur. İflah olmaz biçimde kendi kendisiyle çelişir. Her nicel artış yeni bir sınırdır, hemen yeni bir engel haline gelen bir sınır. Sonra bu sınır/engel bileşimi yeni değer alanı ve yeni sermaye oluşumunun potansiyeli haline gelir; derken bu da bir başka sınır/engel bileşimi haline gelir ve bu böyle sonsuza kadar devam eder.”[6]
Bu yüzden sermaye sürekli “Batı’ya gitmeli”, sınırları aşarak yeni sınırlar fethetmelidir. Kapitalizm “kendi sınırlarını genişleterek, insafsız bir yersiz yurtsuzlaştırma gücü aracılığıyla var olur ve gelişir. Oysa sınırları artık tükenmektedir, yok edeceği hudutlar, sömüreceği doğa bitmektedir. Bu manyakça takıntılı ucuz kaynak arayışının mirası, sakinlerinin genişçe bir bölümü için kısa zaman içinde yaşanmaz hale gelecek harap edilmiş bir gezegendir.”[7] Bezos ve Muskgillerin gözlerini uzaya dikmesi bundan.
Bezos ve Musk gibilerin uzayda kurmayı planladıkları, kendi yasaları olan, uluslararası hukuktan bağımsız şirket kolonileri henüz sadece birer fantezi. Ancak, uzayın kolonize edilmesi henüz mümkün olmasa da bu distopik fanteziler insan geleceğinin ne olacağına ve ne olması gerektiğine dair düşüncelere şekil veriyor.
Dünyadan kaçmak
Hannah Arendt, 1958’de yayımlanan İnsanlık Durumu adlı ünlü çalışmasına, bir yıl önce SSCB tarafından Dünya’nın yörüngesine fırlatılmış Sputnik’i anarak başlar. Sputnik, malûm, SSCB’nin uzay çalışmaları aracılığıyla teknolojik ve bilimsel üstünlüğünü dosta düşmana ilan etmesi anlamına geliyordu. Başlıca rakibi tarafından Dünya yörüngesine yapay bir uydunun fırlatılması, ABD’yi “geride kaldığı” yolunda bir korkuya sevkederek agresif bir uzay yarışına sokacaktı.
Arendt’in Sputnik’e yaptığı atfın bu Soğuk Savaş mülahazalarıyla yakından uzaktan bir alâkası yoktu elbette. Onun için Dünya denen gezegenin bu ilk yapay uydusu, “önem bakımından hiçbir şeyin, hatta atomun parçalanmasının bile ikinci plana itemediği” bir hadiseydi. Ancak, Arendt için Sputnik uğursuz bir işaretti. ABD gazetelerinde beliren yapay uydunun “insanların yeryüzüne olan mahkûmiyetlerinden kurtulmak üzere ilk adımı” olduğu yorumu bir tesadüf değildi. Sovyet uydusu dünyadan kaçmak, “insanlık durumundan kurtulmak” yöneliminin, insanlığın insanlığı ortadan kaldırmak eğiliminin bir tezahürüydü.
Oysa Arendt’e göre, “yeryüzü insanlık durumunun tam da tözünü oluşturur”, “yeryüzü doğası insanoğluna evrende hiçbir çaba harcamadan ve insan yapısı bir katkıda bulunmadan içinde hareket edebileceği, soluk alıp verebileceği bir yaşam alanı sunmak bakımından benzersiz ve yegâne yerdir”. Bu açıdan insan olmak dünyalı olmak, dünyaya bağlı olmaktır. İşte Sputnik’in sembolize ettiği, bu bağın kopması, (genetik mühendislik ya da yaşlanmayı önleme konularındaki bilimsel çalışmalarda da görülen) yaşamın “yapay” hale getirilmesi ihtimaliydi. Yani tehlike, “insanı doğanın çocukları arasına dahil kılan son bağı da koparmak” yönündeydi; Dünya’dan yüz çevirmenin, insanlık durumundan kaçmanın anlamı buydu.[8]
Dünya’yı terk edip giden (şimdilik) yok elbette. Süper zenginler tarumar olmuş Dünya’yı arkalarında bırakarak yeni ufuklara yelken açmayı henüz gerçekten planlamıyor. Bezos ve Musk gibilerin uzayda kurmayı planladıkları, kendi yasaları olan, uluslararası hukuktan bağımsız şirket kolonileri henüz sadece birer fantezi. Ancak, Batı dışı dünyanın sömürgeleştirilmesinde Doğu Hindistan Kumpanyası gibi özel şirketlerin oynadığı karanlık rol düşünüldüğünde hiç de olmayacak şey değil.
Bezos ve Musk’ın dünyada sahip oldukları işletmelerde iş güvenliği ya da işçilerin sendikalaşma hakkı gibi konularda sergiledikleri performans, bir gün uzayda yaşanabilecek fecaate dair ipuçları veriyor zaten. Ancak, uzayın kolonize edilmesi henüz mümkün olmasa da, bu distopik fanteziler insan geleceğinin ne olacağına ve ne olması gerektiğine dair düşüncelere şekil veriyor. Zenginlerin insanlığın gelecekte karşı karşıya kalabileceği felaketler karşısında tasarladığı kaçış yolları, kapitalist fütürizmin uğursuzluğu, aslında tam da günümüzde hâkim olan felaketi tasvir ediyor.
Süper zenginlerin uzay fantezileri, bu sınıfın ekolojik çöküş, nükleer felaket ya da benzeri bir varoluş krizi durumunda kullanılacak süper sığınaklar inşa etme modasıyla aynı varsayımları paylaşıyor. Bu insanlar dünyanın karşı karşıya olduğu ve kendi hâkimiyetlerindeki düzenin sorumlusu olduğu potansiyel felaketlerle yüz yüze gelmektense bunları mevcut iktidar ve sömürü ilişkilerini muhafaza ederek atlatmanın yollarını arıyor.
Kapitalizm güçlü bir karşı basınçla karşılaşmadığı takdirde, pekâlâ yerküreyi tahrip etmeye devam edebilir ve sonuçta tüketilmiş bir Dünya olmaksızın da yaşayabileceği kaçış yolları, Arendt’in tabiriyle, “insanlık durumundan kurtulmanın” yolunu bulabilir. Küresel siyasal ve iktisadi elitin, tahayyül edemeyeceğimiz büyüklükte felaketler pahasına da olsa kapitalizmin hayatta kaldığı bir gelecek tercihinde bulunduğu açık.
Fetişist kıyametçilik
Amerikalı medya teorisyeni Douglas Rushkoff birkaç yıl önce katıldığı ilginç bir toplantıyı aktardığı bir yazıda, dünyanın süper zenginlerinin zihin dünyasında söz konusu tercihin nasıl yankılandığına dair “içeriden” bilgi verir. Rushkoff, “süper lüks” bir özel tatil yerinde düzenlenen ve yüz kadar yatırım bankacısını katılacağını düşündüğü, “teknolojinin geleceği” konulu bir toplantıda açılış konuşması yapmak üzere davet edilir. Toplantının gerçekleştirileceği yere gelince apar topar bir odaya alınır. Mikrofon takılıp bir sahneye çıkarılmayı beklerken, konuşmacısı olduğu toplantının o odada gerçekleştirileceğini anlar. Dinleyicileriyse yatırım fonu dünyasının en üst tabakasından beş süper zengin beyaz erkektir.
Rushkoff baştaki kısa sohbetten katılımcıların teknolojinin geleceğiyle ilgili hazırladığı konuşmayla öyle pek de alâkadar olmadığını fark eder. Onlar toplantıya kendi sorularıyla gelmişlerdir. Ethereum, bitcoin, kuantum programlama üzerine fikir alışverişinin ardından, muhabbet dinleyicilerin asıl ilgi çekici bulduğu konulara kayar. İklim krizinden en az etkilenecek yerin Yeni Zelanda mı, Alaska mı olacağı konuşulur. Ekolojik çöküş, nükleer felâket, yapay zekânın insanlara karşı dönmesi ya da durdurulamaz ölümcül bir virüs gibi kıyamet senaryoları tartışılır.
Sonunda, bir aracı kurum CEO’su baklayı ağzından çıkarır: Yeraltında inşa ettirdiği sığınak tamamlanmak üzeredir ve kafasını kurcalayan soru, felaketten sonra bu sığınakta görevli olacak özel güvenlik şirketi mensuplarını nasıl disiplin altında tutabileceği meselesidir. Tartışma bu soru ekseninde bir saat kadar sürer. Dinleyiciler bir felaket durumunda sığınaklarını öfkeli kalabalıklardan koruyacak muhafızlara ihtiyaç duyacaklarının pekâlâ farkındadır. Ancak, paranın önemini yitirdiği bir çöküş senaryosunda, bu muhafızların kendilerine olan bağlılığını nasıl garantiye alacakları bir muammadır. Gıda stokunun muhafazasında özel kombinasyonlu kilitler kullanılması ya da özel güvenliğe disipline edici bir tür elektronik tasma takılması gibi senaryolar üzerinde durulur.
Rushkoff milyarderlerle olan bu toplantının üzerinde bıraktığı etkiyi şöyle özetliyor: “O baylar için, teknolojinin geleceğine dair bir toplantıydı bu. İlhamlarını Mars’ı kolonize etmek isteyen Elon Musk, yaşlanma sürecini tersine çevirmek isteyen Peter Thiel ya da bilinçlerini bir tür süper bilgisayara yüklemek isteyen Sam Altman ve Ray Kurzweil gibilerden alarak, dünyayı daha iyi bir yer haline getirmekle hiçbir ilgisi olmayan bir dijital geleceğe hazırlanıyorlardı. İlgi duydukları, insanlık durumunu bütünüyle aşarak iklim değişikliği, deniz seviyelerinin yükselişi, kitlesel göçler, küresel pandemiler, yerlici (nativist) panik ve kaynakların tükenmesi gibi reel ve halihazırda mevcut tehlikelere karşı kendilerini koruma altına almak. Onlar için geleceğin teknolojisi gerçekten tek bir şeye dair: kaçmak.”
Bezos gibilerin uzay tutkusu da bu kaçma eğiliminin bir tezahüründen başka şey değil. Hamilton Nolan’ın deyişiyle, “Amerika’nın en zenginlerinin yeni uzay yarışını finanse etmesi bir tesadüf değil. Onları motive eden teknoloji aşkı, hatta uzayı bir girişim fırsatı olarak görmeleri bile değil. Bunun ne olduğunu gelin açıkça söyleyelim: Buradan basıp gitmenin planlarını yapıyorlar. Her iyi milyarderin evinde silahlanmış birer kaçış odasının ya da mesela yatları batarken onları kurtarmak için hazır bekleyen helikopterlerinin olması gibi Dünya’da işler ters gittiği takdirde bir çıkış yollarının olmasını istiyorlar.”
Srecko Horvat bu kaçış eğilimini, “fetişist kıyametçilik” olarak adlandırıyor. Dünyanın muktedirleri, adeta bildiğimiz dünyanın sonuna hazırlık yapıyor. Belki daha doğru bir ifadeyle, mevcut toplumsal üretim ilişkilerinin bizleri felâkete sürüklediğini pekâlâ biliyorlar, ancak bu gidişi durdurmak için bir şey yapmaktansa, bu felâketler içinde kendi hâkim konumlarını muhafaza etmeye odaklanıyorlar.
“Esas soru, iklim değişikliği post-apokaliptik bir Waterworld’e ya da The Day After Tomorrow’a yol açarsa dünyadaki yoksullara ne olacağı değil, zenginlerin kaçmayı nasıl başaracağıdır. Burada herhangi bir kamu çıkarı yok, sadece özel çıkarlar var. Fetişist kıyametçilik, kıyametten kaçınmak için şimdi ne yapabileceğimize dair sorularla kendisini meşgul etmez. Onun mega zenginlerin kıyametvari bir hadise gerçekleştiğinde nasıl hayatta kalacağı sorusuyla ilgilenir.”[9]
Muktedirlerin “dünyadan kaçış” eğilimi hiç de bir bilim kurgu paranoyası sayılıp burun kıvırılacak şey değil. “Dünya ya da kapitalizm” ikileminden kapitalizmin posasını çıkarmış olduğu gezegenimizi ardında bıraktığı bir başka genişlemeyle (uzayın fethi) çıkması, günümüz için uç bir senaryo olsa da pekâlâ mümkün. ABD ordusunda yeni bir kuvvet komutanlığı olarak Uzay Kuvvetleri’nin (Space Force) kurulduğu, uzay madenciliğinin emperyalistler arası bir rekabet konusu olarak öne çıktığı günümüzde bu ihtimali düşünmek hiç de garip değil.
Distopik muhtemel geleceklerin günümüze musallat olduğu, bugünü şekillendirdiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu tüyler ürpertici geleceklere ilişkin şimdiden tıpkı Bezosgiller gibi hazırlık yapmak, onları engellemek için bugünde mücadele etmekten başka yol da, çare de yok.