“Tek dil, tek millet, tek devlet” söylemiyle 24 Haziran’da tek adam rejimini kalıcılaştırmaya çalışan “Cumhur İttifakı” OHAL rejimiyle etnik ve dini azınlıkları da “sıfırlama” politikası uyguluyor. 2001-2005 arasında AB Uyum Yasaları çerçevesinde azınlıklara çay kaşığıyla verilen haklar, 21 Temmuz 2016’dan beri, OHAL’le birlikte kepçeyle geri alınıyor. Türkiye’deki etnik ve dinsel azınlıkların tarihsel ve güncel hakları ve bu haklara yönelik saldırıları Etnik ve Dinsel Azınlıklar –Tarih, Teori, Hukuk, Türkiye isimli kitabında kronolojik ve derinlemesine mercek altına alan Prof. Dr. Baskın Oran’ı dinliyoruz…
OHAL rejimiyle birlikte azınlık haklarına ilişkin araştırma veya talepler giderek daha az görünür hale gelmeye başladı. Tam da bu dönemde yayınlanan Etnik ve Dinsel Azınlıklar –Tarih, Teori, Hukuk, Türkiye (Literatür, 2018) isimli kitabınızda azınlık haklarına ilişkin tarihsel ve güncel uygulamaları ayrıntılarıyla ele alıyorsunuz. Bu kitapta, 2004 yılında yayınlanan Türkiye’de Azınlıklar isimli kitabınızda olmayan ne var?
Baskın Oran: Türkiye’de Azınlıklar, üç ciltlik Türk Dış Politikası, Küreselleşme ve Azınlıklar ile Batı Trakya Sorunu isimli dört kitabımdaki önemli yerleri çok genişleterek ve güncelleyerek tekrar yazmak gerekiyordu. Bu kitap, azınlıklar konusunu tüketici biçimde ele almayı amaçlıyor. Nitekim, Avrupa’da azınlık kavramının ve haklarının ortaya çıktığı 16. yüzyıldan itibaren hem Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu hem de Fransa örneğinde azınlık meselesini alıyor, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Millet Sistemi’ne getiriyor. 16. yüzyıldaki Millet Sistemi’ne kaynaklık eden Medine Sözleşmesi’nde getirilen azınlık hakları 6. yüzyılda kaldı. Millet Sistemi ise Müslümanları millet-i hakime, yani hüküm veren millet, gayrimüslimleri de millet-i mahkûme, yani hakkında hüküm verilen millet ilan etti. Millet Sistemi günümüzde de olduğu gibi devam ederken, Batı’da, 16. yüzyıldaki Protestan azınlık hakları LGBTİ haklarına varıncaya kadar bugünkü modern azınlık haklarına dönüşerek genişledi. Dolayısıyla 16. yüzyılda kalmadı, 21. yüzyılda genişleyerek devam ediyor.
Medine Sözleşmesi’nin 6. yüzyılda kalmasının ve Millet Sistemi’nin 16. yüzyıldaki halinin bugün de sürdürülmesinin İslâm’ın yapısıyla ilgisi var mı?
Var tabii. Millet Sistemi’nde azınlıklara “zimmi” denir. Zimmi ne demek? Müslümanların zimmetine konmuş demek. Zimmetine verilen şey iki nitelik taşır: Bir, sen onu istediğin gibi yönetebilirsin. İki, o senin zimmetindedir, mahvetmemen, koruman gerekir. Gayrimüslimler, Müslümanların korumasına konmuştur. Sen birisinin korumasına girdin mi, ikinci sınıfsın. Üstelik Batılı devletlerin bunları kullanarak Osmanlı devletine müdahalesi nedeniyle, İttihat ve Terakki’den beri bu “zimmiler”, “beşinci kol” olarak algılandı. 1915 neden bir felaket oldu? Avrupalılar, Anadolu’nun üçte birini kaplayan Ermeni yoğun bölgede devlet içinde devlet kurdular. Biri Norveçli, diğeri Hollandalı iki umumi vali yolladılar. Bunun üzerine İttihat ve Terakki sırf buna yol açan Şubat 1914 Yeniköy Antlaşması’nı iptal etmek için çarığı olmayan askerlerle savaşa girdi ve antlaşmanın öznesi olan Ermenileri ortadan kaldırdı. Avrupa da buna gıkını çıkarmadı.
2001-2005 arasında demokratik reformlar yapıldı. 2001 Ekim’iyle 2004 Mayıs’ı arasında AB uyum paketleri çıkarıldı. Bu uyum paketleri, özellikle 2013’ten itibaren ve esas olarak 2016 OHAL uygulamasından sonra hak ile yeksan edildi.
Kitapta, günümüz AKP iktidarının azınlık politikalarına ilişkin kapsayıcı tespitlerde de bulunuyorsunuz. Türkiye’de Azınlıklar’ın yayınlandığı 2004’ten bu yana azınlıklarla ilgili ne tür gelişmeler yaşandı?
Çok korkunç gelişmeler oldu. 2001-2005 arasında demokratik reformlar yapıldı. Türkiye’de birinci yukarıdan devrim, Kemalizmin 1920’lerde getirdiği Batıcı reformlardı. Bu reformlar Türkiye’ye muazzam bir sıçrama getirirken, demokrasiyi getirmedi. Hem iç hem de dış koşullar buna mani oldu. İçeride bir devlet ve bir millet kuruluyordu. Dış koşullar itibariyle de o dönemin Batı Avrupa’sını düşünün: Portekiz’de Salazar, İspanya’da Franco, Fransa’da General Boulanger’nin izleyicileri, İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler, Polonya’da Paderewski, Yunanistan’da General Metaksas. Bütün bunlar milliyetçi diktatördü. Dolayısıyla iç ve dış ortam Türkiye’ye uluslararası alanda sınıf atlatan reformların demokrasi getirmesini sağlayamadı. Türkiye, 2001 Ekim’iyle 2004 Mayıs’ı arasında AB uyum paketlerini çıkardı. Bu uyum paketleri, özellikle 2013’ten itibaren ve esas olarak 2016 OHAL uygulamasından sonra hak ile yeksan edildi. Selahattin Demirtaş’ın Nisan 2018’deki savunması Kürtler açısından sonuna kadar okunmalıdır.
Hangi bağlamda okunmalı?
Akil İnsanlar Heyeti’nde yer alırken bir buçuk ay boyunca Ege’yi gezdim. O süreç bizim açımızdan tam bir korku tüneliydi. AKP ortadan kaybolmuştu, MHP’liler ve CHP’nin “ulusolcuları” her toplantıya gelip saldırıyorlardı. Ben o zaman Erdoğan’ın çözüm sürecinden geri çekileceğini anlamıştım. Çünkü Erdoğan her hafta yaptırdığı kamuoyu yoklamalarından, Kürt yoğun bölgeler dışında ciddi oy kaybetmekte olduğunu gördü. Nitekim 7 Haziran 2015 seçimlerinde bu somutlaştı. Bunun üzerine Erdoğan politikasını tersine çevirdi ve Kandil’in hendekler konusunda yaptığı yanlışı kullanarak 1930’lardaki tenkil politikasına döndü.
Yani milliyetçi kesimler mi iktidara geri adım attırdı?
Karşılıklı bir durum söz konusu. Ortada toplumun iktidarlara baskısı ve iktidarların toplumu biçimlendirmesi, dolayısıyla bunun üzerinden şekillenen bir “biz – onlar” algısı var.
Kürtleri de Türklüğün içinde tanımlayarak asimilasyon politikalarına yönelen Kemalist ideolojinin başarısızlığından sonra Kürt varlığının kabul edilmeye başlandığını, ancak bu sefer de o varlığın dışlanmaya başlandığını söyleyebilir miyiz?
Elbette söylenebilir. Kürtlerin dışlanmasına 1924 Anayasası’yla başlandı. Kurtuluş Savaşı boyunca Mustafa Kemal, Türk terimini değil, Türkiyeli sıfatını veya ismini kullanmaya çalıştı. Mesela “Türkiyeli kadın”, “Türkiyeli gençler”, “Türkiye ordusu” diyordu. Ne zaman ki Lozan yapılıp 24 Temmuz’da devlet, üç ay sonra da 29 Ekim’de rejim kuruldu, “zamanın ruhu” harekete geçti. Zamanın ruhu monist, tekçi devletti. Tek dil, tek millet ve tek devlet. “Tek devlet”i anlamak mümkün. Fakat “tek millet”, farklı olan millet unsurlarının alt kimliğinin reddi demek. Üst kimlik, birlik-beraberlik denen şeyin sağlanması için devletin vatandaşına biçtiği kimliğin adıdır. Alt kimlik ise etnik ve dinsel bakımdan farklı olanların anasından doğduğu zaman getirdiği grup kimliğidir. Eğer sen alt kimliği kabul eder ve bunun karşılığında da alt kimlikler üst kimliği kabul ederse, o zaman barış olur. Fakat üst kimlik alt kimlikleri inkâr ederse, o zaman kavga çıkabilir.
“Tek millet”, farklı olan millet unsurlarının alt kimliğinin reddi demek. Üst kimlik, birlik-beraberlik denen şeyin sağlanması için devletin vatandaşına biçtiği kimliğin adıdır. Alt kimlik ise etnik ve dinsel bakımdan farklı olanların grup kimliğidir. Eğer sen alt kimliği kabul eder ve bunun karşılığında da alt kimlikler üst kimliği kabul ederse, o zaman barış olur. Fakat üst kimlik alt kimlikleri inkâr ederse, o zaman kavga çıkabilir.
Ne zaman çıkar kavga?
Bir azınlık bilinci varsa çıkar.
Azınlığın tanımı nedir?
Azınlığın tanımı herkese göre değişir, ama bir sosyolojik tanımı var ki, dünyada çok yaygın kabul görmüştür. Bir azınlığın mevcut olduğunu söyleyebilmek için beş unsurdan bahsedilir. Bir: Etnik, dilsel veya dinsel bakımdan farklı bir grup olacak. Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra “ırksal, dilsel ve dinsel” deniyordu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “ırksal” tabirinin yerini “etnik” tabiri aldı. İki: Çoğunluktan sayıca az olacak. Yalnız bu azlıktan, birkaç yüz kişilik folklorik gruptan bahsetmiyoruz. Ama aynı zamanda yüzde 20’lik veya yüzde 40’lık bir gruptan da bahsetmiyoruz. Böyle bir durumda iki unsur söz konusu olur. Dolayısıyla, sayıca az olacak, ama ülkenin bazı bölgelerinde çoğunluk da olabilir. Üç: Bu farklı insanlar vatandaş olacak. Çünkü vatandaş olmazsa, hukuken yabancı tabiriyle anılır. Dört: Bu grubun bir azınlık bilinci olacak. Asimilasyonun çeşitli biçimleri vardır. Zorla asimilasyonun yanısıra gönüllü asimilasyon da vardır. Farklı bir grup, nasıl ki “ben farklıyım, farklı kalmak istiyorum” diyerek azınlık bilincini ifade ederse, “ben farklı görünmek istemiyorum, çoğunluğa asimile oluyorum” deme hakkına da sahiptir. Yalnız bu ikinciyi yaptığın zaman uluslararası terminolojide artık azınlık sayılmıyorsun. Dolayısıyla azınlığın farklılık bilinci olacak ve bu farklılığı korumak isteyecek. Beş: Bu azınlık başat olmayacak. Çünkü azınlık başat olduğunda artık azınlık-çoğunluk meselesinden değil, demokrasinin olmayışından bahsederiz. Bunun en tipik örneği, onyıllar boyunca süren Güney Afrika’daki Apartheid rejimidir. Yüzde 20 beyazlar, yüzde 80 renklilere kan kusturmuştur.
Kürtlerin dışlanmasına 1924 Anayasası’yla başlandı. Kurtuluş Savaşı boyunca Mustafa Kemal, Türk terimini değil, Türkiyeli sıfatını veya ismini kullanmaya çalıştı. Mesela “Türkiyeli kadın”, “Türkiyeli gençler”, “Türkiye ordusu” diyordu. Ne zaman ki Lozan yapılıp 24 Temmuz’da devlet, üç ay sonra da 29 Ekim’de rejim kuruldu, “zamanın ruhu” harekete geçti. Zamanın ruhu monist, tekçi devletti.
Yoğun baskılar altında oldukları için azınlık haklarını talep edemeyenler veya asimile olmaya mecbur kalanlar da azınlık tanımının dışına mı çıkıyor peki?
Başta Ortadoğu ve Balkanlar olmak üzere, dünyada yaygın olarak Millet Sistemi geçerlidir ve Millet Sistemi de din ve hatta mezhep üzerine oturur. Eğer bir azınlık, çoğunluktan farklı bir dine sahipse, o asimile olmaz, edilemez. Örneğin Yunanistan’daki Batı Trakya Müslüman Türkleri asimile edilemedi. Ama Yunanistan’da Ortodoks bir azınlık olan Ulahlar asimile oldu. Ezici çoğunluğun Sünni Müslüman olduğu bir ülkede gayrimüslimlerin asimile edilmesi mümkün değildir. Ama şu da var ki, Türkiye’de gayrimüslimlerin sayısı yüz bin civarına düştü. Dolayısıyla bu insanlar kabuklarına çekildiler. Bu ülkede 2500 Rum kaldı yahu! Bu kitabın özelliği, hem resmi olarak tanınmış azınlıkları ve haklarını hem de resmi olarak tanınmayan, reddedilen azınlık haklarını ele alması. Kitap, azınlıkları, mezarlarına varıncaya kadar sayıyor.
Azınlık haklarından söz edilirken referans olarak Lozan Anlaşması gösterilir…
Lozan’da Kürtlerin hakları da var. Antlaşmanın 37 ila 45. maddeler arasındaki üçüncü kesiminin adı “Ekalliyetlerin himayesi”, yani azınlıkların korunmasıdır. Diyeceksiniz ki, azınlıkların korunması başlıklı bir bölümde nasıl oluyor da gayrimüslim vatandaşlar olarak tanımlanan azınlıklardan başka grupların hakları oluyor? Çok basit: Çünkü 1923 yılında uluslararası terminolojide insan hakları diye bir terim yoktu. 1945’teki Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın birinci ve üçüncü maddeleriyle insan hakları terimi geldi. Lozan zamanında sadece azınlık hakları terimi vardı. Azınlık ve azınlık hakları terimi 16. yüzyılda, insan hakları ve terimi 20. yüzyılın ortasında çıktı. Aralarında üç buçuk asır var. Dolayısıyla Lozan’ın 39. maddesinin dördüncü ve beşinci fıkraları fevkalade önemlidir.
Kitapta, TCDD’nin resmi web sitesinden alınma rakamlar var. Buna göre, 1950 öncesinde yapılan demiryollarının yüzde 80’inden fazlası doğuya gider. Tamamen asker nakli için! Bu, 1850’lerde Paris belediye başkanı Baron Haussmann’ın isyan eden işçi mahallelerini yıkıp 72 metre genişliğinde bulvarlar açmasına benzer.
Burada Kürtlerden söz ediliyor mu?
Hayır, ama 39/4’te deniyor ki, bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları yayında, basında, açık toplantılarda, ticarette istedikleri bir dili kullanırlar ve buna karşı hiçbir engelleme getirilemez. “Bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları” dendiğine göre, Kürtler de buna dahil. 39/5’te deniyor ki, “Türkçeden başka dil kullanan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilirler”. Aynı madde Sevr’de de var, ama orada “yazılı ve sözlü” diyor. Dolayısıyla anadili Türkçeden başka bir dilin kullanımından söz ediliyor. 39/4, çözüm süreci gibi belli aralıklar dışında hiçbir zaman uygulanmadı ve şimdiki OHAL’le birlikte tamamen geri alındı. Şu anda Kürtçe türkü söylemek yasak.
Yakın zamanda Diyarbakır yollarındaki Kürtçe tabelalar indirilip yerlerine sadece Türkçe olanlar asıldı.
Düğünde bile Kürtçe türkü söylemek yasaklanıyor!
“Kürtçe” ıslık çaldığı için hapis cezasıyla yargılanan öğrenciler de var…
Kitapta yakın dönemdeki bu uygulamaların örnekleri de var. Ama kitap çıkalı daha birkaç hafta oldu ve bu arada bu uygulamalara yenileri eklendi. Dolayısıyla AB uyum paketlerinin istisnai olarak getirdiği hava, OHAL tarafından tamamen dağıtılmış vaziyette.
Az önce Erdoğan’ın 1930’lardaki Kürt politikasına döndüğünü söylediniz. Peki 1930’larla 2010’lar arasındaki dönemi nasıl tarif ediyorsunuz?
1930’larda çok ciddi bir tenkil politikası var. O kadar ki, Dersim isyan etmediği halde “Dersim isyan etti” diyerek ortadan kaldırıldı ve 1935’te Tunceli Kanunu’yla adı bile değiştirildi.
Kitabınızda, iddia edildiği gibi 29 değil, başat birkaç Kürt isyanının olduğunu, diğerlerinin resmi tarih tarafından uydurulduğunu söylüyorsunuz.
Yahu iki tane Sason isyanından söz ediliyor! Bunlardan birini anlatayım. Vergi ödemeyi reddettiği söylenen kişilerin olduğu duyuluyor ve onların bulunduğu köye gidiliyor. Köyün ağasının evinde misafir kalıyorlar. O sırada bir yüzbaşı, evin gelinine tacizde bulunuyor. Gelin fırlıyor dışarıya ve bas bas bağırıyor. Bunun üzerine bütün heyet öldürülüyor. Bunun adı da resmi tarihe “Sason İsyanı” diye geçiyor! Başa dönelim: 1930’larda Kürtlerin alt kimliğinin reddi politikası var. Oysa Kemalizm eğer Kürtleri baskı altında tutmasaydı, bugün ciddi bir biçimde asimile edilmiş olabilirlerdi. Çünkü Kürtlerin yüzde 75’i Sünni Müslüman. Az önce dediğim gibi, Ortadoğu ve Balkanlar’da Millet Sistemi hâlâ geçerlidir ve bu sistem din ve mezhep üzerine oturur. Fakat Kürtler üzerine yapılan bu baskı, onların azınlık bilincine sahip olmasını sağladı. Aynı olay Aleviler için de söz konusudur. Sünni baskılar, Alevi bilincini canlı tutmalarına yaradı. Hiç istemedikleri halde köylerine cami yapıldı ve Sünni imam tayin edildi.
Baskıların Kürtlük bilincini yarattığı, milliyetçilik akımlarının Osmanlı’nın son döneminden itibaren oluşmaya başladığı tezinin hilafına bir tespit değil mi?
İttihatçılar zamanında Kürt milliyetçiliğinin nesi vardı? Evet, Kürt Teali Cemiyeti vardı, ama o da bir avuç Kürt aydını, daha doğrusu Bedirhan’ın oğulları tarafından kurulmuştu. Kürtler arasında böyle bir bilinç yoktu… 1930’lardaki politika, 1950-60 arasında, DP-Menderes döneminde yumuşadı. Bu dönemde Meclis’e Kürt yoğun bölgelerden gelen milletvekilleriyle seçmenleri arasında Kürtçe konuşulduğu duyulmaya başlandı. Fakat yukarıdan devrimin tek atımlık silah olduğunu bilmeyen ordu ortalığı perişan etti. Böylece doğal yumuşamayı ortadan kaldırdı. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980… Yukarıdan devrim tek atımlık silahtır. Eğer birden fazla kullanmaya kalkarsan, namlu yüzüne patlar. Nitekim o oldu. Yahu PKK, Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde doğdu. İstiklâl Marşı ceza olarak söyletilen, hela yalatılan o hapisten bir biçimde çıkabilen dağa fırladı. Ne zaman bir askeri darbe yapılsa, balyoz önce Kürtlerin başına indi ve Kürtlerde azınlık bilinci… İstersen buna azınlık bilinci demeyelim, çünkü Kürtler alınıyor. Aleviler ve Kürtler azınlık haklarını istedikleri halde azınlık olmayı reddediyorlar.
Bu, nüfuslarının azlığına işaret ettiği için mi?
Hayır, sebep o değil. Millet Sistemi’ne göre gayrimüslimler ikinci sınıftır. Hatta “haindir”, “Batılıların beşinci koludur.” Lozan’a göre sadece gayrimüslimler resmen azınlık sayıldıkları için, Alevilerle Kürtlere azınlık dediğin anda çok sinirlenirler. Onun için Etnik ve Dinsel Azınlıklar kitabı hem resmi olarak kabul edilmiş azınlık haklarını hem de resmi olarak reddedilen azınlık haklarını inceliyor. Bakın, Cemevleri konusunda Yargıtay, Danıştay ve AİHM’in verdiği kararlar ve bunların uygulanmayışı davaları var. Alevilerin mecburi din derslerine girmeyi reddetme hakları, gene Danıştay, Yargıtay ve AİHM kararları biçiminde, dava dava var… Kuşbakışı kronolojik zinciri sürdürelim: 2001-2004 arası bazı yaralara merhem sürüldü, ama 2013 ve özellikle 2016’dan sonra yara patlatıldı.
Neden?
Askeri vesayet bitti, sivil vesayet geldi. Askeri vesayet sırasında hiç olmazsa sıkıyönetim hukuku vardı, şu anki OHAL’in hukuku bile yok… Bakın, farklılık bilinciyle asimilasyon arasında çok önemli bir ters orantı vardır. Ulusal ekonomik pazar kurulmadan önce azınlık bilinci ortaya çıkarsa, asimilasyon çabaları büyük ölçüde başarısız olur. Bir etno-dinsel bilinç ortaya çıktıktan sonra sürdürülecek asimilasyon çabaları, o etno-dinsel kimliği, bilinci sivriltmek, kuvvetlendirmek dışında hiçbir etki yaratmaz. Ama ulusal ekonomik pazar, farklılık bilincinden önce ortaya çıkmışsa, asimilasyon mümkün hale gelebilir.
Bunu biraz somutlaştırabilir misiniz?
Kürtlük bilinci 1950’lerin sonuyla ’60’ların başında kesin olarak ortaya çıktı. Unutmayın, Türkiye İşçi Partisi komünistlikten değil, bölücülükten kapatıldı. Ulusal ekonomik pazar ise Özal zamanında, yani 1980’lerde kurulmaya başlandı. Ulusal ekonomik pazar, İstanbul’da yapılan Arçelik buzdolabının Hakkâri’de, Hakkâri’de yapılan otlu peynirin de İstanbul’daki Perşembe Pazarı’nda her zaman aynı fiyata bulunması demektir. Bakın, Kürt bölgelerinin zaten coğrafi ve topografik nedenlerle tecrit edilmiş halde olmasının üzerine 1930’larda ve ‘40’larda Mareşal Fevzi Çakmak’ın buraları tecrit politikası bindi. Fevzi Çakmak diyordu ki, Arnavutlar ne zaman dünyaya açıldılar, bize hemen isyan ettiler. Mareşal, eğer oralara yol yapılırsa, Kürtler dünyaya açılırsa –doğrudan bu terimi kullanmadı ama– bilinç kazanırlar, dolayısıyla oralara yol yapılmayacak diyordu. Bu, Birinci Dünya Savaşı öncesi bir anlayıştı. Mareşal, geri kalmış bir adamdı. Mesela Antalya’dan Ankara’ya yol yapılmasını da engelledi. Çünkü İtalyanlar Antalya’ya çıkarsa Ankara’ya kolay ulaşır diye düşünüyordu. Yahu hava kuvvetleri, paraşütçülük diye bir şey çıkmış! Bunların farkında değildi. Mustafa Kemal ise bunları biliyordu, ama Fevzi Çakmak’a ilişmiyordu. Çünkü Mareşal Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Mustafa Kemal’e sadakatinin sürdürülmesini sağlayan kişiydi.
Fakat o dönem Erzurum’a, Sivas’a, Dersim’e o kadar demiryolu yapıldı…
Bunlar da sırf asker taşımak için yapıldı. O demiryolları 1936-37’de bitti ve 1937’de Dersim harekâtı başladı. Dersim’i kuzey, batı ve güney yönlerinden saran demiryollarıdır onlar. Kitapta, TCDD’nin resmi web sitesinden alınma rakamlar var. Buna göre, 1950 öncesinde yapılan demiryollarının yüzde 80’inden fazlası doğuya gider. Tamamen asker nakli için! Bu, 1850’lerde Paris belediye başkanı Baron Haussmann’ın isyan eden işçi mahallelerini yıkıp 72 metre genişliğinde bulvarlar açmasına benzer. Çünkü Ortaçağ’dan kalma sokaklara bir yük arabası devirdiğin anda barikat oluyordu.
Bir azınlığın mevcut olduğunu söyleyebilmek için beş unsurdan bahsedilir. Bir: Etnik, dilsel veya dinsel bakımdan farklı bir grup olacak. İki: Çoğunluktan sayıca az olacak. Üç: Bu farklı insanlar vatandaş olacak. Dört: Bu grubun bir azınlık bilinci olacak. Beş: Bu azınlık başat olmayacak.
Aynı şey Diyarbakır-Sur’da da yapıldı…
Tabii, o da var. Sur’da da Baron Haussmann ve Cumhuriyet demiryollarından ders alınmış olsa gerek. Yalnız bundan sadece altyapı, demiryolu veya yol olarak söz etmek yanlış. Oralar Kürtsüzleştirilecek. Oraya, Suriye’den gelen Sünni Müslümanlar yerleştiriliyor. Olay bu!
Baskılar azınlık bilincini ve hak talebini tetiklediğine göre, Türkiyeli Ermeniler ve Rumlarda da böyle bir uyanış söz konusu oldu mu?
Hrant’a ve Agos’a varıncaya kadar Ermeniler çok kötü biçimde sindirilmişlerdi. Öyle ki Artin Penik adlı bir Ermeni, 1982 yılında Taksim’de üzerine benzin döküp kendini yaktı. Bu yakış, ASALA’yı protesto olarak yorumlandı. Oysa tersine, Artin Penik, ASALA yüzünden Ermenilere yönelik artan baskıya cevap olan bir bunalımdan yaktı kendini. Hrant’ın getirdiği ve Agos’un devam ettirdiği özgüven, önce Ermeniler, sonra da Rumların içinde bir rönesansa yol açtı. Rumlar arasındaki rönesans, mesela Laki Vingas’ın gayrimüslim vakıflarını temsilen Vakıflar Genel Müdürlüğü Meclisi’ne girmesini sağladı. Oysa daha önce gayrimüslim vakıflarının temsilcisi yoktu orada. Ve VGM, devlet açısından gayrimüslim vakıflarını öldürmenin en önemli aracıydı.
Alevilerin azınlık bilinci nasıl oluştu?
1950’lere varıncaya kadar bir Alevilik bilincinden bahsedilemez. Çünkü kendi köylerinde, kapalı devre yaşıyor, cemlerini, semahlarını yapıyorlardı. Fakat 1950’yle başlayan ve gecekondulaşmayla sonuçlanan bir şehre akına tabi oldular. Şehre gelince karşılaştıkları baskılarla Alevi olduklarını anladılar. Dağın tepesindeki köylünün kimliği yoktur. Ne zaman o köylü şehre iner ve farklı kimliklerle karşılaşır, o zaman “ben şuyum” der. Aleviler de 1950’lerden sonra şehirlerde kendilerine yapılan baskılardan dolayı Aleviliği bilinçli olarak yaşamaya başladılar.
Artin Penik adlı bir Ermeni, 1982 yılında Taksim’de üzerine benzin döküp kendini yaktı. Bu yakış, ASALA’yı protesto olarak yorumlandı. Oysa tersine, Artin Penik, ASALA yüzünden Ermenilere yönelik artan baskıya cevap olan bir bunalımdan yaktı kendini. Hrant’ın getirdiği ve Agos’un devam ettirdiği özgüven, önce Ermeniler, sonra da Rumların içinde bir rönesansa yol açtı.
Kitabınızın son bölümünde, çözüm sürecinin bitişi ve OHAL’le birlikte kayyımların Kürdistan’daki uygulamalarına yer veriyorsunuz. Kayyım politikasının bir sonraki yerel seçimlerle birlikte hükümsüz kalacağı, seçilmişlerin tekrar belediyelerin başına geçeceği düşüncesi hâkim. Siz, AKP’nin mevcut Kürt politikasının nereye varacağını düşünüyorsunuz?
Tekrar ediyorum: Ulusal ekonomik pazar kurulmadan çıkan farklılık bilincini durduramazsın. Asimilasyon çabaları o bilinci güçlendirmekten başka bir işe yaramaz. Asimilasyon yumuşak ve sert olmak üzere ikiye ayrılır. Yumuşak asimilasyon, ulusal ekonomik pazarın her yere yayılmasıyla ve gönüllü asimilasyon uygulamalarıyla gerçekleşir. OHAL’in yaptığı ise sert asimilasyonun doruk noktasıdır. Türkiye Cumhuriyeti anayasal tecrübesine ve kanunlarına göre, olağanüstü dönemlerde çıkarılan kurallar, sadece olağanüstü dönemlerde uygulanır. OHAL uygulamaları şekil ve içerik bakımından anayasaya aykırıdır. İçerik bakımından aykırıdır, çünkü bir ay içinde TBMM’ye sunulması gerekir. Bunu yapmak yerine Meclis’i tatile soktular. Oysa Meclis tatildeyse de çağrılıp görüşmen lâzım. Biçim bakımından da aykırıdır. Çünkü OHAL kararnameleri, sadece ve sadece OHAL’i gerektiren konularda çıkarılabilir. OHAL kararnameleriyle üniversite kapatıp üniversite açtılar, üniversite adı değiştirdiler yahu! Bütün bunlar OHAL’in kaldırılmasıyla keenlemyekun olacaktır! Onun için OHAL’i kaldırmıyorlar. Ama bu yönetim o kadar ileri gitti ki, artık dayanamaz. O yüzden gittikçe sertleşmek ve böylece kendini de mahvetmek zorundadır. Önümüzdeki birkaç yıl cehennem, ondan sonrası cennet! Neden mi? Çünkü Türkiye şimdiye kadar askeri darbelere aşılandı, şimdi sivil vesayete, sivil darbeye karşı aşılanıyor. Aşı yaptığın zaman acı verir ve ateş yapar, şimdi o ateşle yanıyoruz. Ama bunun devam etmesi mümkün değil. Sür-dü-rü-le-mez!