Türkiye’nin modern tarihi, siyasal alanda olduğu gibi kültürel hayatta da kesintilerle dolu. Bırakın yüz yıl öncesini, on-yirmi yıl öncesini bilmek bile meseleydi bir zamanlar. 12 Eylül’ün çorak ikliminde büyüyen Murat Meriç’in yakın müzik tarihine ilgisi de pösteki saymaktan farksızdı dolayısıyla. Gazete ve dergi yazılarıyla, söyleşileriyle, radyo ve televizyon programlarıyla, DJ’liğiyle tanıdığımız Murat Meriç, “Pop Dedik” ve “100 Şarkıda Memleket Tarihi” kitaplarının ardından yayınladığı “Hayat Dudaklarda Mey –Memleketin Anason Kokan Şarkıları” kitabı, yıllardır sürdürdüğü bu çabanın hülâsası, 231 şarkıda memleketin müzik ve kültür tarihi, “rakı geleneğimizin” canlı ve yaşayan bir hafızası. Üstelik yazıları okurken, QR kod marifetiyle ilgili şarkıya gidip ânında dinleyebiliyorsunuz ya da isterseniz şarkıların tamamına buradan erişebiliyorsunuz. Murat Meriç’le haliyle rakılı bir yılbaşı gecesi tertip ettik, yakın Türkiye tarihinden kendi mazisine, “Hayat Dudaklarda Mey” ve evveliyatına doğru 10+1 şarkılık bir gezintiye çıktık.
İlhan İrem – Konuşamıyorum (Sazlıklardan Havalanan)
Murat Meriç: İlhan İrem’in “Sen Bilirsin”i, kendimi bilerek aldığım, teyzeme aldırdığım ilk plak. Altı yaşındaymışım. Teyzemde, dayımda, bizim evde plak koleksiyonları vardı zaten. Dedemde bir pikap vardı, plakları tülbentlere sararak yüklüğe kaldırırlardı, “dede bize plakları çıkar” diye tuttururduk. Annem ilkokul öğretmeni, beni anneanneme bırakıp sabahın köründe çıktığında o da hep plak çalarmış. İki-üç yaşımdayken İlhan İrem’in “Boşver Arkadaş”ını, Füsun Önal’ın “Oh Olsun”unu çok severmişim…
80’lerin başında bir albüm yayınlandığında plağı değil, kasedi alınıyordu artık, çünkü arabada kasetçalar vardı. Ya da gidiyordun, plakçıya liste veriyordun, istediğin şarkılar kasede kaydediliyordu. Kaset artık daha işlevliydi, ama lisedeyken bile plak aldığımı hatırlıyorum. Harçlıklarımı biriktirerek aldığım ilk plak Paul Simon, Graceland. Zülfü Livaneli’nin İstanbul Konseri plağını alacakken onu almıştım, yabancı plak olmasına rağmen aynı fiyattı. (gülüyor) O aralar Stüdyo FM’de Yavuz Aydar habire bu albümü çalıyordu, ben de kasetlere kaydediyordum. Sonra Livaneli’nin plaklarını aldım ama, Zor Yıllar’dan geriye doğru giderek. Zor Yıllar toplatılmıştı, bu da insana cazip geliyor tabii.
15-16 yaşlarındasın, kızlara platonik aşklar besliyorsun, Nurtaç Düzgit – Grup Turbo’dan “Anlatamadım, seni sevdiğimi sana anlatamadım” gibi şarkılar dinleyerek hisleniyorsun. “Resimdeki Gözyaşları” canıma okudu tabii.
Plakları severdim hep, ama uzun dönem kasetlere mecbur kaldık. Deli gibi dinlediğim programlar vardı: Pazartesi-çarşamba-cuma akşam 6’da Stüdyo FM, hemen öncesinde Sebla Özveren’in hazırladığı Sizler İçin, pazar günleri 6’da İzzet Öz’ün Teleskop’u, Aykut Sporel’in gece programları, bunlardan yaptığım karışık kasetler… Çift kasetçalarlı teypte mikrofonu kullanmayı öğrendiğimde de kendi kendime radyo programları yapmaya başladım. İzzet Öz’müşüm gibi program sunardım. Radyoculuk temelim oralardadır. (gülüyor)
80’lerde yabancı müziğe ulaşmak mesela 60’lara göre daha mı zordu acaba?
Lisanslı plak yayınlama zorunluluğu getirilmişti çünkü. 60’larda her şeyi yayınlıyorlardı. 80’lerde korsanın önüne geçmek için büyük bir çaba var. Unkapanı’nda çok az şirket, onlar da temsil ettikleri plak şirketlerinin albümünü basabiliyordu. Biz de kendi korsanımıza yöneliyorduk, kasede kaydettirmeye devam ediyorduk: İzmit’te Stüdyo Metal, Melodi, Bursa’da Santana… Buralara liste götürürdük, ellerinde olanlara “var” diye işaret koyarlardı. Stüdyo Metal elinde olmayanların yerine kafasına göre şarkılar koyardı. Paul Simon, Sandra, Falco çektirirdin, en sonda birdenbire Iron Maiden, Megadeth! (gülüyor)
Cem Karaca – Gurbet
Bu şarkıyı Moğollar’la yaptı, ama Dervişan döneminin başında bu televizyon kaydı, 1974 olması lâzım. Cem Karaca’nın TRT’ye nadir çıktığı programlardan biridir bu. 1975’te Dervişan’la verdikleri bir canlı konser var, ama yazık ki o bant kayıp. TRT’de çok arayıp kutusunu bulduk, ama içinden bant çıkmadı. O dönem bir sürü programın ses kaydı saklanmış, ama o konserin ses kaydı da yok.
Müzikle en çok ilgilendiğin dönemlerde Cem Karaca Türkiye’de değildi. Sonra nasıl keşfettin?
Çok geç, Türkiye’ye döndükten sonra tanıdım aslında. Hey’de haberleri çıkardı, ama sorsan “yasaklı” derlerdi. Plakçılarda plakları da yoktu, yakılmış, yırtılmış, kırılmıştı plakları. 1970’lerin en popüler adamıydı halbuki. Ama vatandaşlıktan çıkarıldıktan sonra insanlar korkmaya başlıyor kasetlerinden, plaklarından. Dolayısıyla Cem Karaca’nın adı var, kendi yok gibi bir durum vardı 80’lerin ortasında.
Yakın tarihteki bu kara delik merakını celbetmiyor muydu?
Ediyordu tabii. Ama darbeyi yaşadım ben 1980’de. Dokuz yaşıma giriyordum, askerlerin insanları nasıl yaka paça götürdüklerini biliyorum. Çanakkale’de oturuyorduk, evimizin az ilerisinde bayıldığım bir kitapçı vardı. Bana Afacan Beşler, Gizli Yediler kitaplarını sevdiren, beni Yaşar Kemal’in, Vedat Dalokay’ın çocuk hikâyeleriyle tanıştıran orasıydı. Kitapçıyı işleten solcu bir kadındı, 12 Eylül’de kapadılar o kitapçıyı… Yasak denince Cem Karaca’ya da yaklaşmamam gerektiğini düşünüyordum. Sonra Türkiye’ye geldi, Hey için de tabii büyük bir haberdi. Anneler, Babalar ve Çocuklar diye bir programa annesiyle çıkmıştı, orada söylediği “Resimdeki Gözyaşları”na çarpılmıştım. Toto Karaca ise komik gelmişti bana, şiveli konuşuyor diye. Annem anlatmıştı o Ermeni diye, “bizim de Çanakkale’de Ermeni komşularımız vardı, çok tatlı insanlardı”… 15-16 yaşlarındasın, kızlara platonik aşklar besliyorsun, Nurtaç Düzgit – Grup Turbo’dan “Anlatamadım, seni sevdiğimi sana anlatamadım” gibi şarkılar dinleyerek hisleniyorsun. “Resimdeki Gözyaşları” canıma okudu tabii. Teyzem meğer üç plağını, “Resimdeki Gözyaşları”, “Adsız” ve “Unut Beni”yi saklamış. “Bunlar yasak değildi ki” diyor teyzem, “ama bir ‘Tamirci Çırağı’ vardı ki, roman gibi anlatırdı”… Deli gibi merak ettim tabii, ama bulamıyordum kaydını. 12 Eylül panzer gibi geçmiş her şeyin üzerinden, eskiye yönelik kaset de çıkarılmıyor henüz. Bandrol zorunluluğu yüzünden plaklar ortaya serilince bildiğim insanları alıyordum hâlâ, Sezen Aksu, Nilüfer, Barış Manço, İlhan İrem…
Ama mesela Barış Manço’nun tam bir diskografisini oluşturmak bile yıllar aldı.
Tabii, “Let’s Twist”leri filan çok yeni öğrendik sayılır. O dönemde ortada hiçbir şey yoktu. Eski plak toplama alışkanlığım da tam o zaman başladı. Ben ‘88’de okumaya Ankara’ya gitmiştim, annemler de İzmit’ten Bolu’ya taşınmıştı. Bolu’da bir plakçı keşfemiştim, bir sürü kayıt yapmıştım oradan, “Tamirci Çırağı”nı orada buldum. Sahiden roman gibi şarkıymış meğer.
Naim’in (Dilmener) de kulağını çınlatalım: Şarkının sözlerini yıllarca “ormandaki hayali…” diye dinlemiş.
(gülüyor) Evet, yazdı da bunu. Nasıl oluyor, hiç anlamadım. Gayet net halbuki, “o romandaki hayali”… (gülüyor) Bolu’da bulduğum Parka albümüydü, onu dinleyince hayatım değişti zaten. Bütün yasaklı şarkılar orada: “Parka”, “Mutlaka Yavrum”, “Beni Siz Delirttiniz”, “Tamirci Çırağı”… Cem Karaca’yı çok daha önceleri Yunan televizyonunda görmüştüm aslında, Melike Demirağ’la birlikte çıkıp Türkçe 12 Eylül aleyhine konuşmuşlardı, ama şarkı söylememişti. Yunan televizyonu çok önemliydi, Çanakkale’den izlerdik. Yılmaz Güney filmlerini de ilk orada izledim, bir kuşak vardı, Kanal, Maden, Deprem gibi filmleri de gösterirlerdi. Zaten bunları izleye izleye bilmeden solcu oldum galiba. Cem Karaca sayesinde şairlerle de tanıştım: Orhan Veli, Ömer Hayyam, Nâzım Hikmet, Bedri Rahmi… Sonra da Sait Faik’le tanıştım, hayatım bir başka yere doğru ilerledi. Türkçede tek bir yazar seç deseler onu seçerim.
Kitapta ortaya bir “rakı masasında dinlenmesi önerilen şarkılar listesi” çıkıyor. Bir şarkı kitaba girdiyse o listedeki yeri güzel olduğu için girdi. Ama tabii hikâyelerini de gözettik. “Olanlar Olmuş”tan Kramp’ın “Lan Noldu Be”sine geçiyorsak mesela, aynı zamanda 12 Eylül bağlantısı yüzünden.
Plak arayışın kitap arayışınla birleşti yani.
Evet, ama kitapta daha şanslısın, bir sürü kitap var aslında piyasada. Edip Cansever’in Bütün Şiirler’i, Cemal Süreya’nın Sevda Sözleri, Turgut Uyar’ın Büyük Saat’i… Şiirin okulda öğretilen şeyler olmadığını anladım böylece. Ankara’da yaşadığım için de şanslıydım. Tomris Uyar Mülkiyeliler Birliği’ne gidip arkadaşlarıyla içiyordu mesela. Öyle çok masa kesmişliğim, gidip yanlarına oturmuşluğum vardır, illa ki bir edebiyatçı masası olurdu. Hiç tanışmadım, ama hep kıyıcıklarına oturdum Tomris Uyar’ın, Ahmed Arif’in, Ece Ayhan’ın…
Bu arada konserler var tabii. Ankara’da ilk gittiğim konserlerden biri Zülfü Livaneli konseri. 1980’den sonra yasaklama denen şeyin devam ettiğini de o konser sayesinde öğrenmiştim. Atatürk Spor Salonu diye duyurulmuştu, iki hafta kala iki seans halinde Derya Sineması’na aldılar. Zülfü Livaneli çıktı: “Kitlelerle buluşmamız engelleniyor, su borularının tamiri bahanesiyle konserimizi yasaklayan devlete rağmen türkülerimizi bir ağızdan söyleyeceğiz!”
İki hafta sonra Ahmet Kaya, aynı yerde. Sürekli Yorgun Demokrat dinliyoruz, Başkaldırıyorum yeni çıkmış. Livaneli’nin arkasında kocaman bir orkestra vardı, Ahmet Kaya bir çıktı, elinde sazıyla küçücük bir adam! Nasıl olacak? Oturdu, sazın teline bir vurdu, bir alkış koptu… Meğer hiç orkestraya gerek yokmuş! Resitaller diye yayınladığı kaydın repertuarıydı.
Tam o dönemden bir başka konsere gidelim o zaman.
Selda Bağcan – Sivas Ellerinde Sazım Çalınır
Köln’deki konser! 1988’de tanıdım Selda’yı, Özgürlük ve Demokrasiyi Çizmek’le… 1989’da, Murat Karayalçın yeni seçildiğinde Ankara’da İnsan Hakları Haftası düzenlenmişti. Gençlik Parkı’nda bir tiyatro salonu vardı, sonra Melih Gökçek yıktı orayı, orada bir dizi panel yapılmıştı. Sansür meselesi konuşuluyordu, edebiyatta, müzikte, sinemada, sanatta… Mesela “edebiyatta sansür”e gelenlerden biri Musa Anter’di, ilk Kürtçe konuşmayı orada duydum. Tıklım tıklımdı salon. “İsterlerse tutuklasınlar, ben dilimden vazgeçmem” deyip başlamıştı Kürtçe konuşmaya… Müzik için konuşanlar arasında Selda Bağcan, Zülfü Livaneli filan vardı. Haftanın kapanış konserini Selda Gölbaşı Sineması’nda verecekti, ama biletli değildi. Selda’yla fotoğraf çektirmiştim panelden sonra. Ve bir davetiye vermişti, “gel bunu da izle, sen meraklı bir çocuğa benziyorsun” diye. O konser de Anadolu Konserleri diye yayınlanan kayıt.
Orada da aynı şey: Özgürlük ve Demokrasiyi Çizmek albümünü dinliyorsun, arkada İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası, bazı şarkılarda Ezginin Günlüğü, dehşet verici düzenlemeler… Ama Selda sahneye bir çıktı, elinde bir gitar! Sonra da gitarı bıraktı, yanında duran sazı aldı: “Şimdi biraz da deyişlerimizden örnekler dinleyelim mi?” Böylece Mahzuni Şerif’in de farkına varıyorsun, sonra onun konserine gidip bambaşka bir kitleyle tanışıyorsun, iz sürmeye devam ediyorsun…
Yıllardır müzik üzerine düşünüyorum, yazılar yazıyorum, öğrendiğim tek şey asla kesin yargıya varmamak. Tamam, Tülay German’ın “Burçak Tarlası” 1964’te Anadolu popun başlama vuruşu olabilir, ama öncesinde çok daha farklı bir sürü çalışma var. Kitapta hep bunları vurgulamaya çalıştım.
Selda 70’lerin sonundaki Mahzuni yorumlarıyla 80’lerin sonundaki deyiş albümleri arasında, özellikle Almanya’da yayınlanan albümleriyle sound olarak da çok etkili oldu aslında.
Zaten “özgün müzik” ismini uyduran da Selda. Özgün Müzik Şöleni diye bir kaset çıkarmasaydı, bu laf literatüre girmeyecekti bence. Fakat Selda’nın deyiş albümleri de müthiştir. Felek Beni Adım Adım Kovaladı ne güzel albümdür öyle. Hele Yürüyorum Dikenlerin Üstünde! Bence Selda’nın en değerli işi.
Selda’nın dünyada hak ettiği değeri nihayet görmesi şahane bir şey değil mi?
Mos Def’in aldığı sample, Finders Keepers’ın yeni baskıları, Guardian’daki “Ortadoğu’daki Joan Baez” yazısı olmasaydı Selda’nın farkına varmayacaktık. Selda’yı hep dinledim, hep çaldım, ama hiç benim kadar seven bulamazdım. Selda’da hep başka başka sound’lar var ve hepsi birbirini tamamlıyor aslında. Edip Akbayram mesela, aslında tek bir izleğin üzerinden gidiyor, ama yenileştirerek ilerliyor. Selda başka şeyler deneyerek gidiyor, ama en sonunda buluşturuyor hepsini.
Boom Pam’le buluşmaları da isabet oldu.
Şahidim onların ilk buluşmasına. Türkiye’ye ilk geldiklerinde Boom Pam’le çalmıştım, sonra arkadaş olduk, epey yerde de çaldık. Kadıköy Sahne’de Selda onları dinlemeye gelmişti, soundcheck’te bir denediler, sonra da yürüdüler. Boom Pam’li Selda’ya bayılıyorum. Boom Pam adını Aris Şan’ın şarkısından almış, zaten Erkin Koray, Selda çalıyorlardı. Ama bunu yaparken kendilerinden bir şey katarak yorumluyorlar. Bir şey aktarıyorlar, ama bunu özgün kalarak yapıyorlar. Şimdilerde çok konuşulan Altın Gün mesela, Zafer Dilek’in düzenlemesini alıyor, olduğu gibi çalıyor. Orijinalini dinlemeyi tercih ederim, ama Boom Pam’de öyle olmuyor. Selda’yla acayip bir iş çıkardılar. Velhasıl, bizim memleketteki mühim sesleri, türküleri, şarkıları, düzenlemeleri memleket dışından öğrenmemiz hali bana koyuyor. (gülüyor)
O kadar andık, bir de Ahmet Kaya konserine gidelim.
Ahmet Kaya – İçimde Ölen Biri
Rock’n’roll dönemi! “Depremler oluyor beynimde…” Özel televizyonlara Ahmet Kaya’nın çıkabildiği dönem, sakalları henüz simsiyah, en sevdiğim döneminin sonları…
Hatırlıyor musun, 2012’de Bir+Bir’in 17. sayısı için buraların müziğini çok iyi bilen İngiliz müzikolog Martin Stokes’a “Türkiye’yi özlediğinizde en çok kimi dinlersiniz” diye sormuştuk, tereddütsüz Ahmet Kaya demişti.
Öyle galiba hakikaten. Ben de Ahmet Kaya’ya çok düşüyorum. Bir dönem Berlin’de kaldım, uzaklarda en çok dinlediğim insanlardan birisiydi. Ülkücülerin de dinlediği doğru sahiden. Benim tanıdıklarım “komünist ama seviyoruz” derlerdi. Atatürk’ün Nâzım Hikmet için söylediği rivayet edilen laf gibi: “Önce asacaksın bunu, sonra da mezarının başında oturup ağlayacaksın.” Çok severmiş taş plaktan Nâzım Hikmet dinlemeyi.
Konserde Livaneli’nin arkasında kocaman bir orkestra vardı, Ahmet Kaya bir çıktı, elinde sazıyla küçücük bir adam! Nasıl olacak? Oturdu, sazın teline bir vurdu, bir alkış koptu… Meğer hiç orkestraya gerek yokmuş!
Ahmet Kaya öldüğünde 43 yaşındaymış! Öldüğünde bana kocaman adammış gibi gelirdi. Hâlâ algılayamıyorum. Ve düşünsenize ne kadar çok iş yapmış. Yaşasaydı kim bilir daha neler yapacaktı. Şu an ondan beş yaş daha yaşlıyım, dönüp baktığımda onun tırnağı kadar olamamışım.
Ahmet Kaya’nın ünlü oluşu biraz da bağlama çalışından. Ruhi Su’nun “at teper gibi bağlama çalınmaz” deyişinden.
İlk konserinin başlığı “Bağlama böyle de çalınır”! Doğru mu bilmem, Ruhi Su’nun tam da öyle dediği rivayet edilir. Bağlama Ruhi Su’da eşlikçi, dımbır dımbır çalar altta. Ahmet Kaya’da başka bir şey. İlk izlediğim konserinde tellere ilk vuruşundaki his de öyle: Dannnn! Trash çalıyor aslında!
Müzeyyen Senar – Haydar Haydar
Arkada bir yıldızlar kadrosu var, Ercüment Batanay, Selim abi (Sesler), Selahattin Erköse… En sevdiğim Müzeyyen Senar albümü 1996’da Kudsi Erguner’le yaptıkları üçlü albüm, dinlemelere doyamam onu. AKM’deki son konserini izlemiştim, Münir Nurettin’le başlayan o tür salon konserlerinin sonuncusuydu, müthişti. Müzeyyen Senar ilk çıktığında sanat müziğini söyleme tarzını ve gazino anlayışını değiştiren bir kişi. Arkasında bir örnek yok aslında. Deniz Kızı Eftalya mesela, alaturkayla alafranga arasında.
Okuyuşunun giderek rahatlaması bundan mı acaba?
Başta çok ince, hatta çekingen, ürkek bir sesi varken kendine güveninin gelişiyle birlikte başka bir hat açıyor sanki. Daha ziyade 60’larda yaptığı plaklarla okuyuşu tam kıvamını buluyor galiba.
Kendi söylediği gibi, “şarkı söylemiyor, güfte anlatıyor”…
Tabii. Bu çok acayip bir şey. Üstüne basa basa söylemek bir onda var, bir de Zeki Müren’de. Müzeyyen şarkıyı ön plana çıkarıyor hep ve bunun için yapılması gereken her şeyi yapıyor.
Müzeyyen deyince rakımızdan bir yudum daha alalım ve Hayat Dudaklarda Mey’e gelelim. Yeni kitabın fikri nasıl oluştu?
Bir akşam bir masada “rakı sofrasında hep mi alaturka dinlenir” sorusu ortaya atılmıştı. Hayır dedim, Metin (Solmaz) de hayır dedi. Nitekim yirmili yaşlarımızın başında onunla Ankara’da rakı içerken AC/DC dinlerdik. Frank Zappa, Bob Dylan dinlerdik, araya mutlaka bir Tanju Okan sıkıştırırdık ve Neşet Ertaş’la bitirirdik. AC/DC tamam, bize gidiyor da, rakı masasında başka neler gider dendi. Bir başka masada rakıyla müziğin ilişkisini merak ettik. Eskiden ince saz eşlik edermiş rakıya, gazinolar bambaşka ortamlar, daha yeni nesil meyhaneler de yoktu ortada, ama rakı-fasıl geceleri çıkmıştı. Ben de çok bayılmam o gecelere açıkçası. Oralardan buralara nasıl geldik diye merak ettik. Metin bu konuda bir şey yazsana dedi, yazdım sonra küçük bir kitap ebadında bir şey. Ama baktık çok akademik oldu, biraz renklendirelim dedik. Mekân hikâyeleri kattık, Papazın Çayırı’nda Ahmet Rasim, Selahattin Pınar’ın Todori’de ölümü, Zeki Müren’in Valentino adlı bir bara gidip her akşam bir rakı içmesi… Bir baktık ki hikâyeler asıl mevzudan daha güzel, bunun içine niye şarkıların hikâyelerini katmayalım dedik. Bir liste yaptım, kitap sonra tamamen buna dönüştü. Şarkının hikâyesini bulamadığım yerde şarkıcıyı, o şarkıyı yaratan etkenleri ya da dönemin hikâyesini anlattım. Bazen de kendimden bahsettim. (gülüyor)
Şarkı formu senin ilgilerinin, yazarlığının, DJ’liğinin merkezinde duruyor. Ve 213 şarkıda cumhuriyet dönemi kültür tarihini anlatıyorsun aslında. Ve bir yandan da karekod sistemiyle şarkılara ânında ulaşıyoruz.
Evet. Ve ortaya bir “rakı masasında dinlenmesi önerilen şarkılar listesi” çıkıyor böylece. Bunun içinde “Tamirci Çırağı” da var, rakıyla hiç alâkası olmayan şarkılar da. Ama DJ’liğimden ve radyo programcılığımdan gelen bir alışkanlıkla, arka arkaya dinlendiğinde bir şey ifade eden şarkılar bunlar. Bazen masalarda nasıl dinleniyor diye test de ettim. (gülüyor) Yani aslında kitapta aslolan şarkı listesi. Bir şarkı kitaba girdiyse o listedeki yeri güzel olduğu için girdi. Ama tabii hikâyelerini de gözettik. “Olanlar Olmuş”tan Kramp’ın “Lan Noldu Be”sine geçiyorsak mesela, aynı zamanda 12 Eylül bağlantısı yüzünden.
27 Mayıs’ta Milli Birlik Komitesi, Müzisyenler Sendikası’yla birlikte çalışıyor. Yabancı müzisyen çalıştıran kulüplere en az o kadar Türkiyeli müzisyen çalıştırma zorunluluğu getiriliyor. Ayrıca kimse tutup da “sen türkü düzenleyeceksin”, “sen saz çalacaksın” demiyor, herkes herkesi serbest bırakıyor. Bu alan açılmasa Cem Karaca’yı, Barış Manço’yu, Erkin Koray’ı göremeyeceğiz belki.
“Pop nerede başladı” sorusuna ne diyorsun?
1961 yılında “Bak Bir Varmış Bir Yokmuş” adlı şarkının yazılmasıyla başladı! Genellikle böyle deriz. (gülüyor) Cemal Ünlü’ye sorarsak Estudiantina’dan başlatıyor, bu Rum topluluk Batı müziği sazlarıyla sokakta müzik icra ediyor. Sonrası kantolar, tangolar, revüler, çeşitli Türkçeleştirmeler. Aslında Deniz Kızı Eftalya’nın bir sürü şarkısı da pop.
Türkiye’de müthiş bir belleksizleştirme olduğu için buraları deşmek zor bir iş. Hayat Dudaklarda Mey’in arkasında ciddi bir araştırma emeği var.
Nilay Örnek söylemişti, çok hoşuma gitmişti: Benim yaptığım aslında bir müzik arkeologluğu. Çünkü hiç bilmediğin bir alanda top sektiriyorsun aslında. 1961’de Fecri Ebcioğlu’yla başladı bu iş demek çok kolay. Ama öncesinde bir sürü iş var. Bunlar münferit işler, doğrudur, 1961’de popüler oluyor bence de, ama 1967’ye kadar gene hiçbir şey yok. Bu durumda ilk popüler şarkı belki de 1967’nin “Her Yerde Kar Var”ı. 1973’te İlhan İrem’e, “Boşver Arkadaş”a çeksen, o da yalan olmaz. Şarkıyazarlığı anlamında Bülent Ortaçgil’e de çekebilirsin. Kırılma noktaları çok. Gökhan’a (Akçura) sorsan, aranjör… Cappuccino muydu?.. (gülüyor) Capocelli ile beraber Gülriz Sururi’nin annesi Suzan Lütfullah’ın Almanya’ya gidip Türkçe plaklar doldurması önemlidir, keşke yayınlansa onlar da. Lale-Nerkis Hanımlara kadar iniyoruz, Zeki Müren “Yaseminler Solmadan Gel”i 50’lerde filmde söylemiş, Celal İnce’de hem uyarlama hem türkü düzenlemesi var, ama zaten 1961’in öncesinde hiçbir şey yoksa Erol Büyükburç var. Anadolu popa bakarsan, o da Erol Büyükburç. Başlatan da “Adanalı”yla Celal İnce bence. Taner abinin (Öngür) ortaya çıkardığı şarkılar Türk popunun ilk örnekleri işte. Yıllardır müzik üzerine düşünüyorum, yazılar yazıyorum, öğrendiğim tek şey asla kesin yargıya varmamak. Tamam, Tülay German’ın “Burçak Tarlası” 1964’te Anadolu popun başlama vuruşu olabilir, ama öncesinde çok daha farklı bir sürü çalışma var. Kitapta hep bunları vurgulamaya çalıştım.
Acaba soykırım, mübadele, sürgünler olmasa nasıl bir müzik ortamı olurdu diye de merak ediyor insan. Konuştuğumuz dönemde Türkiye hayli kendi içine kapalı bir ülke.
Dünyaya açıldığımız nokta askeriye, düşünsenize. Deniz Harb Okulu üzerinden giriyor rock’n’roll Türkiye’ye. Acaba Gomidas tutuklanmasaydı, küstürülmeseydi nasıl ilerleyecekti hikâye? Rebetler sürülmeseydi?.. Türkiye’deki kırılma noktaları çok enteresan. 27 Mayıs mesela, bir sürü şey götürüyor, ama bir sürü şey de getiriyor. Milli Birlik Komitesi, Müzisyenler Sendikası’yla birlikte çalışıyor. O dönem yabancı orkestra çalıştırmak makbul, çünkü bu müziği biliyorlar. Fakat Türkiye’de de bu işe hevesli insanlar var. Yabancı müzisyen çalıştıran kulüplere en az o kadar Türkiyeli müzisyen çalıştırma zorunluluğu getiriliyor. Darbe, evet, korkunç bir şey, ama darbeyi yapan kurum bunu da yapıyor, Müzisyenler Sendikası’nı dinliyor. 1961 sonrasındaki o büyük hareket, bugün dillere pelesenk olan “yerli ve milli” hareket tamamen bu kararla alâkalı. Ayrıca kimse tutup da “sen türkü düzenleyeceksin”, “sen saz çalacaksın” demiyor, herkes herkesi serbest bırakıyor. Bu alan açılmasa Cem Karaca’yı, Barış Manço’yu, Erkin Koray’ı göremeyeceğiz belki. Gökçen Kaynatan, Süheyl Denizci Orkestrası bu kanaldan ilerliyor hep. Sonra 1980’de pop müzikte çok büyük bir kesinti var, bunun da sebebi darbe. Örneğin, ’80 öncesindeki büyük hit şarkıları yaratan insanlardan biri Şanar Yurdatapan. Bir yandan Melike Demirağ ile daha politik işleri var, bir yandan da Tuğrul Dağcı adıyla yaptığı işler, “Bim Bam Bom”, “Bu Ne Dünya Kardeşim”, “Koy Koy Koy”, “Dünya Dönüyor” gibi hitler… Dolayısıyla Şanar gittiğinde pat diye bir kesinti oluyor.
80’lerin ilk yarısında pop ne kadar renksizdir gerçekten.
Atilla Atasoy, Ersan Erdura, Neco, Osman Yağmurdereli… Çocukluğumun yılbaşı gecelerinde, Bizden Size gibi programlarda hep karşılaştığım isimler… İlhan İrem’i hiç radyoda, televizyonda göremedim, duyamadım, küpe taktığı için çıkartılmıyordu çünkü. Neyse ki İzzet Öz’ün Teleskop’u vardı da ayda bir kere, orada güzel işler izliyorduk.
Müslüm Gürses – Ben İnsan Değil miyim
Kitapta beş ana başlık var: Alaturka, halk müziği, rock, pop, arabesk. Müzeyyen Senar, Neşet Ertaş, Erkin Koray, Sezen Aksu ile beraber beş şarkıyla mercek altına alınanlardan biri de Müslüm Gürses.
Çok eski Müslümcüyümdür. (gülüyor) 1988’de Balgat’ta kaldığım öğrenci yurdunun hemen yanında bir pavyon vardı. Derme çatma, tahta çerçeveleri kışın muşambayla kapattıkları bir yer. Orada dönüşümlü olarak Bergen ve Müslüm Gürses sahne alırdı. Kaldığımız odada Müslüm Gürses dinleyerek uyurduk. Çok acayip gelirdi, Gülhane’de binlerce insana konser veriyor, niye gelip de burada çıkıyor? “Yazık, düştü” derlerdi, ama öyle bir şey değil o, başka bir şey. Sonra öğrendim ki halkla iç içe olmayı çok seviyor. Büyük sahnedense otuz kişilik mekânlarda çıkmayı tercih ediyor, çünkü birebir temas ediyor insanlarla.
Bob Dylan senelerdir onca iş arasında “Never Ending Tour” yapıyor, iki günde bir olmadık yerlerde sahneye çıkıyor.
Paraya mı ihtiyacı var, hayır. Ama şarkı söylemeyi, çalmayı seviyor. Bir yandan da nefret ediyor gibi söylüyor. (gülüyor) Üç kere geldi Türkiye’ye, ikisini izledim. Hele ikinci Açıkhava konserinde küfreder gibi söylüyordu sanki. Ve ama hiçbir zaman da inmiyor sahneden. Müslüm öyle değil, o herkesle sahiden temas ediyordu, konuşuyordu.
Yurdun yakın olması bir yana, arabesk uzak bir dünya mıydı sana?
Arabesk de dinleyen bir aileden geliyorum. Orhan Gencebay plakları vardı bizde, Ferdi Tayfur’u sahnede izledim İzmir Fuarı’nda. İzlediğim ilk konserdi, bayılmıştım, “Yaktı Beni” dönemleri.
Arabeskçiler içinde en hakkı yenen o galiba. Hep “ağlak” bulunur, halbuki şarkılarının dramatik yapısı, ritmik kıvraklığı, melodik çeşitlemeleri çok güçlüdür.
Bence de öyle. Bir kere yanında Özer Şenay var, bu çok önemli. Arka arkaya bir sürü Ferdi, bir sürü Müslüm şarkısı sayabilirim, ama Orhan Gencebay’da tıkanırım. Fakat her zaman “kare as” içine sokulmayan Hakkı Bulut’u tercih ederim ben, ama klasik dörtlü arasında da Ferdi’dir adamım. Müslüm’ü, yorumculuğunu çok sevdim, ama en çok Ferdi’nin şarkılarını dinledim.
Müslüm de Müzeyyen Senar’ın andığımız sözündeki gibi değil mi biraz?
Tamamen öyle. Müslüm Gürses tam bir yorumcu, o yüzden Murathan Mungan’ın yaptığı proje (Aşk Tesadüfleri Sever) çok tuttu. Türkülerle başlıyor aslında, nasıl söyler mesela “Haydar Haydar”ı. Söylediği her şarkıyı çok güzelleştiriyor. Dinledikçe de güzelleşiyor…
İlk DJ’lik yaptığım günden beri yılbaşı geceleri çalışıyorum. Yılbaşı çalmaları diğer gecelerden tamamen bağımsız bir şey. Herkes aşırı eğleniyor, ben de bütün komplekslerimi, “şunu çalmam, bunu çalmam”larımı bir kenara bırakıyorum, kim ne isterse çalıyorum.
Çok konuşkan değildi Müslüm Gürses. Kulisine de gittim, durur derinlere bakar, düşünür, bir soru sorsan jestlerle cevap verir… Ama sahneye adımını attığı andan itibaren bülbül kesilir. Üç dakika şarkı söylese üç dakika konuşur. Herkese dokunmayı, herkesin yanına gitmeyi, hal hatır sormayı sever, sahneden inmediği programı yoktur. Soru sorar, cevabını beklemeden gider. “Memnun musunuz? Memnunsunuz memnunsunuuz…” “Seviyor musunuz, hoşlandınız mı? Hoşlandınız hoşlandınıız…” (gülüyor)
Hakkı Bulut’ta sevdiğin ne?
Şarkı sözleri, tavrı, yorumu… Bir kere çok düz.
Özellikle ilk çıktığında bir tür proto-punk, bir nevi Jonathan Richman gibi. Bir darbuka, bir elektro bağlama…
White Stripes! (gülüyor) Hoşuma giden de o zaten. Derdiyoklar’dan çok daha önce yapmış bunu. Öğretmen aslında, ama çok kısa sürüyor öğretmenliği, solcu diye tutukluyorlar. Solcu bilinen sanatçılar arasında da ilk tutuklanan, en uzun tutuklu kalan o. Hem çok düz söyleyişi güzel, hem de çok şiirsel. “İkimiz bir fidanın güller açan dalıyız” muazzam bir dize değil mi?
Arabesk utanılacak bir müzikmiş gibi anlatıldı hepimize. Gençken mensubu olduğum bir siyasi oluşumda bir arkadaşımla sohbet ederken arabesk sevdiğimi söylediğimde ileri gelenlerden birisi duymuş bunu, bizden iki gün sonra savunma istendi. Benden o savunmayı isteyenler yıllar sonra ben Ankara’da, Fikrim’de çalarken gelip Orhan Gencebay şarkıları istediler. Böyle de bir saçmalık.
Neşet Ertaş – Yazımı Kışa Çevirdin (Leylam)
Neşet bambaşka bir hikâye bence. Onu diğerlerinden ayıran herkesin onu çok seviyor oluşu. Müslüm’ü, Orhan’ı ya da Mahzuni’yi herkes sevmiyor. Solcusu seviyor, sağcısı sevmiyor mesela. Neşet’i herkes seviyor. Barış Manço da onu yorumluyor, Neşe Karaböcek de, Müslüm Gürses de, Selda da. Ve kimse sağcı mıdır, solcu mudur diye bakmıyor. O yüzden Neşet Ertaş çok önemli, çok değerli bir şarkı yazarı.
Enteresan da bir karakter. Babasının ona köçeklik yaptırması üzerine kızıyor, ama içine atıyor. Kendi kendine şarkılar yazıyor, türküler söylüyor, utancından babasına söyleyemiyor, “beğenmezse kahrolurum” diye. Bir noktada gidip Ankara’da kendine bir hayat kuruyor, bir ustanın yanında saz yapımını öğreniyor. Aşık olup evleniyor, sonra da pişman olup “Kendim ettim kendim buldum”u yazıyor. Almanya’ya gitmeden önce Cem Karaca “Tatlı Dillim”i, Erkin Koray “Kendim ettim”i, Barış Manço “Gönül Dağı”nı okumuş, ciddi bir popülaritesi var. Sonra bir anda ortadan kayboluyor. Almanya dönüşü şaşaalarla karşılanıyor ve en popüler yılları başlıyor. Bütün bu süreçte, ilk türküsünü söylediği andan itibaren hep göz önünde aslında, türküleri hep söyleniyor. Bir tek onun sesinden dinlemiyoruz belki. Onun sesinden dinlememiz Kalan’ın yaptığı albümlerle başlıyor bence. O albümlerin sonrasında Açıkhava’yı doldurdu, ama o zaman bir utanç vardı üzerinde, seyircilerle aynı seviyede olmamaktan dolayı. Göz göze bakmayı seviyor çünkü. Bir gece Fikrim’e gelmişti, sahneye çıkmayı reddedip yan masada çalıp söylemişti. Sazı bir kere eline alınca da bırakmıyor, sabaha kadar söylüyor. Tek saz çok darbuka, o da öyle çıkıyor sahneye.
Yeni kuşaklar bir kere her şeyi dinliyor, müzikte çok özgürler. Bu arabesk olur, bu halk müziğine girer gibi şeylere hiç takılmıyorlar, ne isterlerse onu yapıyorlar ve istedikleri sözü yazıp söylüyorlar. Bence şu anda güzel bir hikâye var.
Kalan Müzik için “kültür bakanlığı gibi çalıştı” yakıştırması yalan sayılmaz.
Kesinlikle. Bir sürü şeyi de onlardan öğrendik. Kendi adıma öyle bir albüm basmadan önce Tahtacılardan haberim yoktu mesela. Eski kayıtları ortaya çıkarması muazzam. Son yaptığı Zeki Müren albümü bile çok değerli bence, radyo kayıtlarını ortalığa çıkardı.
Bir yandan da onyıllar boyunca Grup Yorum’u yayınlamaktan vazgeçmedi.
Tabii. 1989 olmalı, ODTÜ’de bir Grup Yorum konseri açıklandı. Gökkuşağı Konserleri adı altında Azmi Toğuzata da var, Grup Yorum da, Bulutsuzluk Özlemi de, Mozaik de. İki gün sürecek, çok cüzi bir bilet parası var, ama paran yoksa da giriyorsun, para tamamen öğrenci derneğine kalıyor. Bulutsuzluk Özlemi’ni ikinci izleyişim, Uçtu Uçtu’nun hemen öncesi, Mozaik’i hiç duymamışım. Fakat Grup Yorum o gün gelemedi. Çünkü bir önceki konseri Mersin’deydi ve orada tutuklandılar. Hızla yeni bir Grup Yorum oluşturuldu, Ankara’da Grup Ekin vardı, onlar geldi filan ve sahneye bir grup geldi. Dediler ki “biz asıl Grup Yorum değiliz, arkadaşlarımız tutuklu ve size oradan gönderdikleri şarkıyı ilk kez söyleyeceğiz”. Ve “Cemo”yu söylediler. “Çıkıp Mersin dağlarında türkü söylemek var ya” diye dinlemiştim, Mersin’de de tutuklanmışlar ya, Dersim filan bilmiyorum daha. (gülüyor) Koşup hemen üç kasetlerini de almıştım.
Grup Yorum’un bütün kadrolarını sahnede izlemiş insanlardan biriyim, çoğuyla da arkadaş oldum. Şu anda bazıları hâlâ tutuklu, kimi yurtdışında. Daha yakın zamanda karşılaşmıştık, Bir Kar Makinesi kitabının üçüncü cildini yazar mısın demişlerdi, seve seve demiştim. İlk çıktıklarından bu yana Grup Yorum’un gördüğü farklı muameleler, Türkiye’nin demokratik durumunun göstergesi oldu hep.
Gaye Su Akyol – Bir Yaralı Kuştum
“Agora Meyhanesi” gibi girdi.. Orhan mı yoksa?.. Aaa Gaye! (gülüyor) Yeni kuşaklar hep farklı farklı şeyler yapıyor, hepsini ayrı ayrı konuşmak lâzım. Gaye’nin yeri ayrı, Ceylan’ın (Ertem) yeri ayrı, Sedef Sebüktekin’in ayrı, Ekin Beril bambaşka bir noktada. Yüzyüzeyken Konuşuruz’a baksan çok acayip bir yerde. Hikâye büyük. Kırılma noktası Büyük Ev Ablukada bence. Gaye’nin ilk albümünü onlar yapmıştı. Çok uzun süredir tanıyorum Gaye’yi, kendince bir tür yarattı ve orada tek hâlâ.
Kitapta rakı eşlikçisi olarak genç kuşaklara cömert bir bölüm ayırmışsın.
Hatta son anda giren bir bölüm var, yeni kuşaktan bir kısım isimleri anayım diye. Yeni kuşaklar bir kere her şeyi dinliyor, müzikte çok özgürler. Bu arabesk olur, bu halk müziğine girer gibi şeylere hiç takılmıyorlar, ne isterlerse onu yapıyorlar ve istedikleri sözü yazıp söylüyorlar. Sevişmekten de bahsediyorlar, asilikten de, memleket meselerini de şarkılarına yediriyorlar. Bence şu anda güzel bir hikâye var. Mazhar Fuat Özkan’cıydım Duman çıkana kadar. Ama şimdi de Adamlar diyorum. Üç albümlerinin üçü de birbirinden güzel ve her seferinde yeni bir şey yapmayı beceriyorlar. “Utanmazsan Unutmam” bence tam da bu yılların şarkısı.
Baba Zula – “Sulukule’ye selam olsun”
Yılbaşı programında sona yaklaşıyoruz. Dansözsüz olmaz.
Ben canlı izledim Nesrin Topkapı’yı! O Ferdi Tayfur konserinde işte. Onlarla beraber Belkıs Akkale, Barış Manço. Nesrin Topkapı için sahne boşaltıldı, bomboş bir sahneye çıktı. O güne kadar sadece televizyonda görmüşüm. Sonra çok dansözle temasım oldu, çok dansözle de sahneye çıktım Baba Zula’yla beraber çalarken. Babylon’da elli tane Japon dansöz beraber çıkmıştı sahneye. (gülüyor)
Nesrin Topkapı ilk ne zaman çıkmıştı TRT’ye?
1978’i ‘79’a bağlayan yılbaşı gecesi hem o çıkıyor hem Orhan Gencebay, TRT bir anda bütün yasaklarını delmeye karar veriyor. İzzet Öz yönetiyor o programı. Nesrin Topkapı TRT diye çok kapalı bir kıyafetle geliyor hatta, İzzet Öz biraz daha rahatlamasını söylüyor hatta. Yıllar sonra 1988’i ‘89’a bağlayan gece böyle bir yasakların kaldırılması durumu var, Zülfü Livaneli ilk kez TRT’ye çıkıyor, Ferhan Şensoy çıkıp 12 Eylül esprisi yapıyor, İbrahim Tatlıses çıkıyor… Dansözü, arabeski bütün bir yıl yasaklıyorsun, yılbaşı gecesi halka hediye gibi sunuyorsun, bu da acayip bir şey.
Tek kanallı televizyondan sonra yılbaşı eğlenceleri farklılaştı, değil mi?
Tabii. Eskiden pek dışarı çıkılmazdı zaten. Akrabalar, arkadaşlarla bir evde toplanılır, kocaman bir sofra kurulur, bir noktada babalar rakı içer, çocuklar yanda oynar, bir noktada herkes tombalaya katılır ve TRT izlenir. Ve evlerdeki insanlar da TRT’de rakı masasında kadeh tokuşturan birilerini izlerdi. TRT Arşiv açıldığında bütün yılbaşı programları oraya kondu. İki hafta sonra kaldırdılar hepsini.
Her yılbaşı gecesi bir yerde çalıyor musun?
Yılbaşı geceleri bizim ekstramız. (gülüyor) İlk DJ’lik yaptığım günden beri yılbaşı geceleri çalışıyorum. İlk DJ’liğim 31 Ocak ‘99’dur, çok iyi hatırlıyorum, çünkü eve dönmüş ve Barış Manço’nun öldüğünü öğrenmiştik. O yıl Alper’le (Fidaner) iki-üç gece yapmıştık, sonra düzene bindirdik. Çaldığım ilk yılbaşı gecesi 2000’i 2001’e bağlayan gece herhalde. Yılbaşı çalmaları diğer gecelerden tamamen bağımsız bir şey. Herkes aşırı eğleniyor, ben de bütün komplekslerimi, “şunu çalmam, bunu çalmam”larımı bir kenara bırakıyorum, kim ne isterse çalıyorum.
Sen de TRT gibi yılbaşında salıyorsun yani.
Tabii, aynı. (gülüyor) Ama Serdar Ortaç hâlâ çalmıyorum. Ahmet Kaya meselesinden beri çok sinirliyim kendisine. Sonradan özür diledi falan ama, yok, o geçmeyecek… Yıllarca Adana’da çaldım bu arada yılbaşlarında, bir arkadaşım vardı orada. Çok eğlenirdik.
Adana’da şalgam festivalinin dahi yasaklanmasına ne diyorsun?
“Kültürümüzde yoktur” diye yasakladı adam! Koca kitap yazdık işte, rakının kültürümüzde nasıl varolduğunu göstermek için. (gülüyor)
Zeki Müren – Gitme Sana Muhtacım
1984 yılbaşı! Sahnede izleyemediğim için üzüldüğüm insanlardan biri Zeki Müren. Bodrum’da gördüm, el salladım, el salladı, o kadar. İstanbul Belediye Konservatuarı Pop Orkestrası mı yazıyor o arkada?.. (gülüyor)
Hayat Dudaklar Mey’de en çok iltimas geçilen isim Zeki Müren, 10+1 şarkıyla…
Haklı olarak. Bir defa, bütün türlerde örnek vermiş tek isim. Arabesk var, halk müziği var, Anadolu pop desen “Mühür Gözlüm”ü yapmış Batı enstrümanlarıyla, pop hatta ilk örnekleriyle var… Tango bile var. Zeki Müren başka bir şey. Derya’nın (Bengi) dediği gibi, bugünkü aklımla söyleşi yapabilmeyi çok isterdim onunla.
Zeki Müren’in hayatı hep gizli gibidir, ama eşcinselliği de her zaman aleni…
Zeki Müren’i biz Zeki Müren’in bize gösterdiği kadar tanıyoruz. Çevresi de son derece kapalı, sır tutan insanlar. Bu da korkudan değil, saygıdan aslında.
Ve Türkiye’nin Sanat Güneşi. Yıllarca yılbaşı deyince saat 00:00’da çıkması itiraz edilmeyen bir normallik.
70’lerin sonundan beri, 12 olur, Zeki Müren çıkar, yeni yıl mesajını verir, şarkısını söyler, sonra dansöz çıkar. Sonra da Orhan Gencebay… Herkes tarafından kabul edilebilen tek isim Zeki Müren. Hiçbir muadili yok. Giysileri, sahne tavrı, yorumu, sesi, yaşam tarzı, bilgisi… Her şeyi de biliyor, her şeyi konuşabiliyorsun onunla, seni şaşırtabiliyor. Herkes hakkında kötü konuşabilirsin, ama onun hakkında asla.
En çok hangi dönemini seversin?
Tam da bu dönemini, Eskimeyen Dost albümü zamanlarını. Sonra Kahır Mektubu, Masal, Gözlerin Doğuyor Gecelerime… 80’ler Zeki Müren’i yani, son iyi dönemi. Sonra “Sorma”, “İki gözüm iki çeşme”, “Belalım” söylerken başlıyor kendi kendini taklit etme hali.
BONUS TRACK: Duran Duran – Wild Boys
İlkgençliğinin yılbaşı TRT’sine nazire yapalım. Artık programın sonuna yaklaşıyoruz, neredeyse sabah olacak.
Ooo, hastasıyım bu şarkının, ezbere söylerim hâlâ. Bir de Bon Jovi’nin “You Give Love a Bad Name”i bana aynı coşkuyu verir. Ama sonuçta Falco’cuyumdur tabii. (gülüyor) Yılbaşı gecesi TRT sabah 5’te Peter’s Pop Show’a bağlanırdı, sene 1985-86-87, Sandra’yı, C.C. Catch’i, Bad Boys Blue’yu, Modern Talking’i, Duran Duran’ı ilk kez yılbaşı gecesi izledik. Başka yabancı müzik programı yoktu ki. Ben yine şanslıydım Yunan televizyonu ERT’den dolayı, Falco’nun “Jeanny”sini izlemiş adam diye dolanıyordum ortalıkta. Hey fotoroman olarak yayınlamıştı klibi kare kare, “Türkiye’de göremeyeceksiniz, dergi sayfasından izleyin” diye. Yılda bir kere dansöz gibi yabancı klipler izlerdik sabaha karşı, ne günlermiş. (gülüyor)