Ege Bölgesi’nde PTT’nin kargo ve dağıtım hizmetlerini yürüten Park Konak A.Ş.’nin patronu Yavuz Çakır, PTT-Sen üye ve yöneticilerini sendikal faaliyetlerinden dolayı tehdit ediyor, işten atıyor. En son, bir kadın işçiyi “gözüne yumruk patlatmak” ve “nefesini kesmek”le tehdit ettiği ses kaydını paylaştınız. Süreci biraz başa sararak anlatır mısınız?
Leyla Bihter Özenç: Park Konak patronu Yavuz Çakır’ın PTT’de ihaleyi aldığı 1 Ağustos 2020’den bu yana birkaç hamlesi oldu. Önce bağımsız bir sendika olan PTT-Sen (Posta, Telefon, Telekomünikasyon İşçileri Sendikası) yöneticilerini işten atarak işçiye bir gözdağı verdi. “Yöneticilerinize bunu yaptım, sıra size geldiğinde neler olur, siz düşünün” der gibi. Biz buna direnişle yanıt verdik. Yöneticileri işten atmakla sendikayı bitiremeyeceğini anlayınca bu kez sendikayı satın almaya çalıştı. Çünkü işçiler arasında hem güven duyulan hem de yetkili sendika biziz.
Sendikaya, size ne teklif etti?
Halit Büyük: Patron o kadar köşeye sıkışmış ki, Park Konak’ın avukatı beni aradı ve mağduriyetimi gidermekle beraber sendika yetkisini düşürmek gibi ahlâksız bir teklifte bulundu. Hepsini reddettik.
Özenç: Sendika yöneticilerine boşta geçen sürelerini vermeyi teklif etti. Tekrar işe alma vaadinde bulundu. Bir de “hediye çeki” gibi, aslında işçinin hiçbir yarasına tuz basmayacak, sosyal ve ekonomik koşullarını iyileştirmeyecek bir meblağ olan 200 liralık toplu sözleşme ücreti sundu. Bu, işçilerin ücretlerine zam yapmadan –örneğin, “yakacak yardımı” adı altında– her ay 200’er liralık bir ödeme anlamına geliyor. “İşçi 700 lira da alsa, 200 lira da alsa sendikanın aidatı aynı kalacak. Siz paranızı alın, bu işten çekilin. Sizin de bizim de başımız ağrımasın. İşçilere 200 lirayı bir şekilde kabul ettireceksiniz” diye bir teklifle geldi patron. Ama biz satın alabileceği bir sendika değiliz. Sırf laf olsun diye toplu sözleşme yapmak ya da kendimize aidat almak için bu kadar yükün altına girmedik. İşçi arkadaşlarımızın taleplerini, dertlerini ve sıkıntılarını aktarmak, bunlara bir çözüm bulmak için uğraşıyoruz. Zaten bunu anladığı an masayı yıkma, anlaşmama yoluna girdi ve devreye –aynı işkolunda kurulmuş olan– Öz Haber-İş adlı sendikayı soktu.
Öz Haber-İş nasıl bir sendika?
Özenç: Şirketin kurdurduğu bir sendika değil, ama PTT-Sen’in Ege Bölgesi’nde güçlenmesiyle birlikte şirketin satın aldığı bir sendika. Yavuz Çakır bu satın almayla beraber bazı şirket yetkililerini bu sendikanın temsilciliklerine, şube yönetimlerine getirdi. Nihayetinde karşımızda Öz Haber-İş diye bir sendika var. Yetkisi olmadığı için bu sendika aslında bir aparat. Ne zaman ki sahnede bir yeri olacak, o zaman ortaya çıkıyor. İşçilerle bir örgütlenme çalışması yapmak veya işçinin hakkını aramak gibi bir rolü yok.
“Siz paranızı alın, bu işten çekilin. Sizin de bizim de başımız ağrımasın. İşçilere 200 lirayı bir şekilde kabul ettireceksiniz” diye bir teklifle geldi patron. Ama biz satın alabileceği bir sendika değiliz. Laf olsun diye toplu sözleşme yapmak ya da kendimize aidat almak için bu yükün altına girmedik. Patron bunu anladığı an masayı yıkma yoluna girdi ve devreye Öz Haber-İş adlı sendikayı soktu.
Bütün bunların üzerine gelen ağustos ayındaki TİS sürecinde neler yaşandı?
Özenç: İlk toplantı 11 Ağustos’taydı, ama Park Konak patronu Yavuz Çakır o dönem Covid olduğu için toplantıya katılamadı ve çok fazla bir şey konuşulmadı. 15 Eylül’deki ikinci toplantıya PTT-Sen olarak tam kadro gittik. Müzakere yürütmek için gittiğimizi anlayan Yavuz Çakır’ın “servet düşmanısınız, ahlâksızsınız, işçinin hakkını savunmuyorsunuz” gibi hakaretlerine maruz kaldık. Buna rağmen özür dilendiği takdirde görüşmeye devam edebileceğimizi ya da farklı yollardan konuşabileceğimizi avukatlar aracılığıyla kendilerine ilettik. Bunun olmayacağı anlaşılınca da “bu şartlar altında toplantıyı sürdürmemizin imkânı yok” diyerek toplantının yapıldığı yerden ayrıldık. Anlaşma olmaması üzerine arabulucu atanması istemiyle düzenlediğimiz tutanaklarımızı İŞKUR’a sunduk. Resmi olarak arabulucu 28 Eylül’de atandı, 1 Ekim’de de bunun tebliği elimize ulaştı. 11 Ekim’deyse arabulucu görüşmelerine geçildi. Görüşmeler hâlâ sürüyor, 25 Ekim’de son halkası gerçekleşecek. Toplu sözleşme için 200 lirada bir diretme söz konusu olursa bu anlaşmazlık demek olacak. Sonrası için grev sürecini konuşacağız.
Greve gidilecek yani…
Özenç: Kanuni olarak arabulucuda anlaşamadığımız takdirde grev kararı almak durumundayız. İşçiler arasında yapılacak oylama sonucunda ya greve gidilecek ya da Yüksek Hakem Heyeti’ne başvurulacak. Eğer heyete taşınırsa durum, Yüksek Hakem işçiler adına bir TİS düzenleyecek. Heyetse heyet, grevse grev, işçilerin kararının arkasında olacağız, tüm imkânlarımızı seferber edeceğiz.
15 Eylül’de masanın devrilmesi sonrası işçiler üzerindeki baskı ne boyutta?
Büyük: İşçiler tek tek aranarak PTT-Sen’den istifaya zorlanıyor. “PTT-Sen’den istifa edeceksin, etmediğin takdirde işten atılacaksın” şeklinde tehdide varan aramalar bunlar. İstifa etmediği için işten atılan, sürgünlerle yıldırılmaya çalışılan birçok arkadaşımız var. Mesela, Bodrum’da çalışan işçi Milas’a, Milas’taki işçi Fethiye’ye sürülüyor. İzmir merkezde çalışan Çeşme’ye ya ya da Ödemiş’e “transfer” ediliyor. Manisa’daysa Turgutlu ve Gölmarmara ilçelerine sürülenler var. İşçi arkadaşlarımız ciddi bir baskı altında. Örneğin, İzmir-Bayraklı’da bir ambar var. Buraya motorlarını almaya gelen işçi arkadaşlarımızın telefonlarından zorla e-devlet‘lerini açtırıp PTT-Sen’den istifa ettirdiklerini ve Öz Haber-İş’e geçirdiklerini öğrendik. Zaten patron dik duran arkadaşlarımızı bizzat kendisi arıyor. Toplu sözleşme olacağından o kadar korkmuş ki, elinden geleni ardına koymuyor.
İşten çıkarılanlardan biri de sizsiniz. Sizin atılma süreciniz nasıl oldu?
Murat Budak: Ağustos ayındaki toplu sözleşmede uzlaşma olmayınca bizzat Yavuz Çakır’dan bir telefon aldım. Hal hatırdan sonra ilk sorduğu “akıllandı mı?” oldu. Bu sorunun gayesini sorunca “sen biliyorsun, sendikal sebepler” yanıtı aldım. “Bakanlık sayfası önümde açık, görüyorum, hâlâ PTT-Sen’in üyesisin, vazgeçmezsen işinden olacaksın” dedi. “Tamam, istifa edeyim” demem üzerine, “sadece istifayla olmaz, ayrıca seni bizde göreceğiz” yanıtı verdi. “Bizde” dediği Öz Haber-İş Sendikası. Bu yanıttan sonra ne PTT-Sen’den istifa edeceğimi ne de onların sendikasına geçeceğimi söyledim. Bu arada, bakanlık sayfasına erişiminin olamayacağını söylediğimde, kolunun uzun, arkasının sağlam olduğunu, istediği zaman her türlü belgeye ulaşabileceğini dile getirdi. Telefonu suratına kapatmamın üzerinden on dakika geçmeden şirketten “üst yöneticilerinizle üslupsuz konuşmanızdan dolayı işten çıkarılacaksınız” gibisinden bir mesaj aldım. Yarım saat sonra da şirket sorumlusu arayıp işime son verildiğini bildirdi.
200 lirada diretme olursa ya greve gidilecek ya da Yüksek Hakem Heyeti’ne başvurulacak. Eğer heyete taşınırsa durum, Yüksek Hakem işçiler adına bir TİS düzenleyecek. Heyetse heyet, grevse grev, işçilerin kararının arkasında olacağız, tüm imkânlarımızı seferber edeceğiz.
Patron işçinin hangi sendikaya üye olduğuna dair bilgileri bakanlık sayfasına girip rahatça görebiliyor, işçileri PTT-Sen’den istifaya zorlayabiliyor. Bunu nasıl, hangi ilişkilerle yapıyor? Yasak değil mi bu?
Budak: Kendisinin bizzat bana söylediği şu: “Bakanlığın sistemi benim önümde açık.” Bakanlık sayfasını görebiliyorsa arkasında kimlerin olduğunu tahmin etmek zor değil. Belli ki iktidardan birileri var. Kanunen buna bakamaması gerekir, yasak. Ama demek ki bir şekilde ulaşabiliyor. Ayrıca kendi denetiminde olan Öz Haber-İş’in yönetimindekilerinin birçoğu AKP’nin Bornova ve Bayraklı ilçe yönetiminde ya da gençlik kollarında. Özetle, onlar bu kanattan yürüyor. Oysa sendikalı olmak anayasal hakkımız. Bu hakkı kullanmak bu kadar zor olmasa gerek, ama gelin görün ki patron buna yanaşmıyor. Gerekirse toplu sözleşme yapmayacağını, devlete katbekat ceza ödemeye hazır olduğunu belirterek masaya oturmuyor. Toplu sözleşmeyi engellemek, sendikayı feshetmek için elinden gelen her türlü baskıyı yapıyor. İşçiyi nereden vuracaklarını çok iyi biliyorlar. Kimimizi aşımız ve işimizle, kimimizi de geçmiş dosyalarla, yani özelimizle vuruyorlar. Bu da kimi arkadaşlarımızda korkuya sebep oluyor.
“Üslupsuz konuşmak” gerekçesiyle, yani Kod-46 ile işten çıkarılmanızı nasıl yorumluyorsunuz?
Budak: Zaten işten çıkarılmak değil de bu kod bahanesiyle çıkarılmak dokundu bana. En az altı-yedi sene bu kuruma emek vermiş insanlarız. Bunca yıldır hakkımızda ne soruşturma açılmış ne de tutanak tutulmuş. Hiçbir olumsuzluk yaşamamamıza rağmen içeriğinde “ahlâksızlık, hırsızlık, bilgi sızdırmak” gibi yüz kızartıcı maddeler olan Kod-46’yla işimize son verdiler. Sırf sendika üyesi, temsilcisi olduğumuz için bu kodla çıkarıldık. Hukuk birilerinin elinde maşa olmuş. Bu saçma düzeni diğer arkadaşlarımız da görerek veya yaşayarak anlıyor. Bu da yaşananların olumlu yanı aslında. Ülkenin gerçeklerini öğrenmiş oluyorlar.
Park Konak’ta kaç kişi çalışıyor, çalışanların kaçı PTT-Sen üyesi? Son dönemde kaç kişinin işine son verildi?
Özenç: Ege Bölgesi’nde, yani İzmir, Muğla, Manisa, Denizli, Aydın ve Uşak’ta toplamda 1582 işçi çalışıyor. Bizim ilk yetki başvurusu yaptığımız 2020 yılında bin küsur üyemiz mevcuttu. Teker teker aranarak istifaya zorlama gibi baskılardan sonra üyelerimizin büyük bir bölümü eritildi.
Büyük: Bu yılın şubat-mart aylarında toplamda 800 üyemiz istifa ettirildi. Çalışma Bakanlığı bu nedenle 1 milyon 566 bin lira para cezası kesti şirkete. Ayrıca, 9600 lira da sendika yöneticilerinin çıkarılmasından dolayı ceza kesti. Pandemi döneminde işten çıkarma yasağını ihlâl ettiği için şirkete toplamda 1 milyon 576 bin lira ceza kesildi. Ama patron bu cezalara rağmen dur durak bilmiyor, hâlâ işçileri tehdit ediyor. “Gerekirse devlete tekrar ceza öderim, bu toplu sözleşmeyi yapmam” diyor. Çalışma Bakanlığı şirkete ceza kesince ve biz de sendika olarak yetki alınca, üyeler bize geri geldi. Ancak, şimdi bu akış tekrar patron lehine döndü. Aynı süreci yeniden yaşıyoruz. Son bir ayda beş işçi arkadaşımız işten atıldı.
Çalışma koşullarınız nasıldı?
Budak: Yaklaşık yedi senedir bu kurumda çalışıyorum. Sürgün edilenler, işten atılanlar arasında 10 seneden fazla çalışanlar da var. İlk zamanlarda iş yükümüz bu kadar ağır değildi. Kayıtlı ve kayıtsız diye tabir edilen gönderiler var. Kayıtsız olanlar, telefon ekstreleri, faturalar vb. Esas işimiz bunların dağıtımıydı. Bir de taahhütlü yani kayıtlı dediğimiz evraklar var. Onlardan günde üç-beş tane çıkardı. Bunları dağıtır, işimizi bitirirdik. Son dönemde, özellikle Park Konak’ın gelmesiyle birlikte, motorla dağıtım yapan kuryeleri lağvettiler. Onların dağıttığı kargo paketleri, banka kartları gibi birçok gönderiyi bizim sırtımıza yüklediler. Personel sayısında bir artış yaşanmadı, ama işi yükü arttı. Dağıttığımız evrak sayısı 10-15’ten 100’lere, hatta 200’lere çıktı. Kargo sonuçta bir paket, bizler çantayla dağıtıma çıkan işçileriz. Bütün gün sokakta olduğumuzu da düşünürseniz, sırtımızdaki 20-30 kiloluk yükle altıncı, yedinci katlara – İzmir’de birçok bina asansörsüz– çıkmak durumunda kaldığımız oluyordu. Bu yükle sokak sokak dolaşıp yokuşlara, ardından apartmanlara çıkmak bayağı yorucu. Ama ne personel sayısında ne de maaşlarda artış oldu. Aksine “yapacaksınız, yapmak zorundasınız” gibi sert tutumlarla karşılaşır olduk.
800 üyemiz istifa ettirildi. Çalışma Bakanlığı bu nedenle 1 milyon 566 bin lira ceza kesti şirkete. Ayrıca, 9600 lira da sendika yöneticilerinin çıkarılmasından ceza verdi. Pandemide işten çıkarma yasağını ihlâl ettiği için şirkete toplamda 1 milyon 576 bin lira ceza kesildi. Patron bu cezalara rağmen dur durak bilmiyor, hâlâ işçileri tehdit ediyor. “Gerekirse tekrar ceza öderim, bu toplu sözleşmeyi yapmam” diyor.
Sizi sendikalı olmaya iten süreç de böyle mi başladı?
Budak: Bu şartlarda işçinin hakkını arama yolu olarak elinde bir tek sendika kalıyor. Bu kadar kısa sürede üye artışındaki muazzam hızın sebeplerinden biri de bu. Bu iş karşılığında verilen ücret çok düşük. Yaya dağıtıcılar olarak, yağmurda, çamurda, güneşin altında sokak sokak dolaşanlar olarak emeğimizin karşılığını alamıyoruz. Bu yüzden sendikaya gerek duyuyoruz. Bizim derdimiz Yavuz Çakır veya Park Konak A.Ş. değil, başka bir şirket olsa biz yine hakkımızı savunacaktık. Sonuçta işçiyiz. Bizim için işveren önemli değil, yaptığımız iş ve bunun karşılığını alabilmemiz önemli.
PTT taşeron sistemin gaddarlığının en bariz örneklerinden. Yaşadığınız haliyle bu sistemi nasıl tarif edersiniz?
Büyük: PTT’deki taşeron sistem 25 yıldır var. Günbegün işçiyi güvencesizleştiren, patronları zenginleştiren bir sistem taşeron. Altı-yedi yıl önce kapalı zarf yöntemiyle ihaleler yapılıp, küçük çaplı şirketler bile ihale alabilirken, şimdi ihaleler adrese teslim! Siyasi gücü yüksek, iktidara yakın olanlar bu ihaleleri alıyor. Adrese teslim ihalelerden sonra ihale oranları da çok yükselmiş durumda. Eski dönemlerde sıfıra sıfır kâr ile ihaleler alındığını biliyoruz. Şu anki şirketlerse personel başına 1250 lira gibi kâr elde ediyor. Bu da patronun cebine aylık iki milyon liralık net kâr girdiğini gösteriyor. Ama yaptığımız merkez şube ziyaretlerinde gördük, işçi arkadaşlarımız içmeye su bulamıyor. Bildiğiniz su yok! Nedeni, su için yeni ihale açılmamış olması. Trajikomik. Arkadaşlarımız ceplerinden karşılamak zorunda kalıyor su masrafını. 181 yıllık koskoca kurumun düştüğü durum bu.
İşçi arkadaşlarımız içmeye su bulamıyor. Bildiğiniz su yok! Nedeni, su için yeni ihale açılmamış olması. Trajikomik. Arkadaşlarımız ceplerinden karşılamak zorunda kalıyor su masrafını. 181 yıllık koskoca kurumun düştüğü durum bu.
Bu sadece bizim gibi taşeron işçiler için değil, kadrolu memurlar için de böyle. Kurum kendi memurlarını dahi koruyamıyor, sahip çıkmıyor. Şu an PTT’yi tamamen şirketler yönetiyor. Geldiğimiz noktada şirket patronları kurumun yöneticilerini hizaya çekiyor. Eskiden tam tersiydi. Arada en fazla ezilense taşeron işçiler. 25 yıl geçmesine rağmen taşeron sisteminde hiçbir iyileştirme yok. Ücretler asgari ücretin yüzde 30-35 fazlası gibi olsa da bunun içinde yol ve yemek ücretleri de var. Yol ve yemeği düştüğümüzde asgari ücrete tekabül ediyor. Öyle bir düzenle karşı karşıyayız ki, işçinin bir saatlik fazla mesai ücretinden bile patronun cebine giren para var. Alın terini işçi akıtıyor, patron kazanıyor! Zaten bilgisayar, barkod okuyucu gibi bütün ekipman ve teçhizatlar PTT’nin elinde, personel de hazır. Taşeron şirket kurulu düzene geliyor, ay sonunda PTT’ye faturasını kesiyor ve iki milyon lirayı cebine indiriyor. Böyle düzen olmaz, buna dur demek lâzım. Bunun için uğraşıyoruz. Hedefimiz taşeron işçiye kadro verilmesi ve bu kadroyu alacağız.
Özenç: Taşeron sistemi, işçinin karşısında bir muhatap bulamamasıdır. İşçinin güvencesini sağlayacak olan ne, maaşı nerede belirleniyor, tüm bunların belirsizleştiği bir sistem taşeron. İşveren yeri geldiğinde şirket, yeri geldiğinde PTT. İşçiler ise üzerlerinde mavi, PTT logolu kıyafetlerle, “vatandaşın postasını, kargosunu taşıyan, bu ülkenin onurlu evlatlarısınız” masalıyla çalışıyor. Ama bu onurlu görevi icra ederken içmeye suları dahi yok! İşçi çalışıyor, taşıma ve postacılık hizmetlerine dair hiçbir donanımı olmayan şirketler de adreslerine teslim ihaleler alıyor, PTT ismi sadece tabelada görünüyor. Bize “181 yıllık koca çınar” hikâyesi anlatılıyor, onlar kurumu şirket şirket, taşeron taşeron yağmalıyor
Bu sistemi iktidar-sermaye ilişkisi üzerinden anlatacak olursanız, Park Konak patronu Yavuz Çakır nasıl bir profil, bu tabloda nereye oturuyor?
Özenç: “Taşeron patronu nasıl olur” meselesinde Yavuz Çakır’ın çok iyi bir karşılığı var. İşçi arkadaşlara kendi donanımını “Binali Yıldırım’ın kadrosundan” diye tarif edip, şöyle anlatıyor: “AKP’yle yakınlıkları olan, Ulaştırma Bakanlığı içinde köklü ilişkileri bulunan ve hatta gerekirse bir kaymakamı bile yerinden edecek kadar siyasi ilişkileri güçlü bir patronum.” İşçiler de Çalışma Bakanlığı’nın sitesine ulaşabilen, bir kaymakamı yerinden edebilecek, aslında inşaat ve petrol sektöründe olmasına rağmen PTT’de bu kadar kolay ihale alabilen bir patron imajını görünce, onun karşısında “tek başımıza hiçbir şeyiz” diye düşünüyor. Ama Yavuz Çakır’ın kendisini dayandırdığı PTT yönetimi ve AKP içindeki ilişkileri onun sonunu da hazırlıyor. Bunca hukuksuzluğun bizim gibi sendikalarca teşhir edilmesiyle birlikte bu sistem çökecek. Taşeron sisteminin bir noktada içeriden çökeceğini biliyoruz. Bunun için de “bunu nasıl hızlandırırız, nasıl taşerona kadro ve güvence getirebiliriz, biz bu yolu nasıl açabiliriz” diyerek bu yolda yürüyoruz.
Gördük ki, bir işçi kadının patronun karşısında dik durabilmesini kaldırabilen bir figür yok karşımızda. Dili hep “sen benim karşımda konuşabilecek insan mısın, sen kimsin, susacaksın!” şeklinde. Paylaştığımız ses kaydında “sesinizi kaydediyorum Yavuz Bey” diyen arkadaşımız, daha önce yine kendisinin karşısında dik durmuş, anayasal hakkını kullandığını vurgulayan bir kadın işçi. Bunun karşısında, patron “senin nefesini keserim, kaldırdığınız yumrukları gözünün üstüne indiririm” diyor. Tüm hâkimiyetin, bütün güç alanının kendi kontrolünde olmasını istiyor. Karşılarında bugün bir kişi, yarın üç kişi, ileride yüzlercesi olma ihtimali bütün taşeron patronların korkulu rüyası. Sesini kesmek istedikleri şey de bu aslında. Bir kadının ya da birkaç işçinin onlar karşısında dik durmasını istemiyorlar.
Budak: Patronun ne kendi gücü, ne siyasi gücü, ne de parası bizi satın almaya yeter. Maalesef birçok arkadaşımız iş korkusu, ekmek korkusu yaşıyor. Yoksa geri çekilmelerde patronun bağırarak gösterdiği gücünün bir etkisi yok, tamamen işçinin içinde bulunduğu ekonomik durumdan kaynaklanıyor. Bizi satın alamadı, direniş sergiledik ve sergilemeye devam ediyoruz.
Alın terini işçi akıtıyor, patron kazanıyor! Zaten bütün ekipman ve teçhizatlar PTT’nin elinde, personel de hazır. Taşeron şirket kurulu düzene geliyor, ay sonunda PTT’ye faturasını kesiyor ve iki milyon lirayı cebine indiriyor. Böyle düzen olmaz, buna “dur” demek lâzım.
Büyük: Burada PTT işçisinin profilinden de bahsetmek gerekiyor. Türkiye genelindeki PTT işçisinin yüzde 80’i referansla işe girmiş işçilerdir, ya AKP’den birilerinin vasıtasıyla, ya bir milletvekilinin ya da bir bakanın tanıdığı üzerinden… Bu işçiler “referanslarını” arasa, durumu anlatıp, “bizim oy verdiğimiz partinin temsilcisi bize bunu yapıyor” dese bile iktidara baskı oluşturabilirler. Ayrıca, işçi arkadaşlardan, “AKP’ye oy veriyorum, ama arkasında AKP olan adam hakkımı almamı engelliyor, bu nasıl bir sistem, nasıl bir düzen?” tepkileri yükseliyor ve bir daha oy vermeyeceklerini duyuyoruz. İşçinin kafası allak bullak.
Bu kafa karışıklığı başka türlü bir kırılma da yaratıyor mu?
Büyük:Bu çok önemli bir nokta aslında. İşçi neyin ne olduğunu görüyor ve elbette kırılmalar yaşanıyor. “Kendimi bildim bileli bu partiye oy verdim, lanet olsun bir daha oy vermem” diyen bir işçi kitlesi var. Ege Bölgesi’nde bu sorunu yaşayan 1500 işçi ve bu durumu izleyen Türkiye genelinde 14.500 taşeron işçiyle aileleri var. Ayrıca işçilerin tehdit edildiğini gören PTT’nin kadrolu memurları da bu durumu eleştiriyor.
Diğer yandan, işçiler ilk defa kendilerini savunan, haklarını almaya çalışan bağımsız bir sendika olduğunu görüyor, söylüyor. Patron bütün gücüyle bu sendikayı ekarte etmeye çalışıyor. Öz Haber-İş Sendikası işçinin hesabına yatırılan 200 liralık yakacak yardımını bile kendi üstüne almaya çalışıyor. Bu para biz şirkete baskı kurduğumuz için yatırıldı. Tehdit ettikleri, korkuttukları işçi de bunlara gülüyor. Bu sürecin yaşanması hem işçi için hem de bizler için tecrübe olmuş oldu.
Karşılarında bugün bir kişi, yarın üç kişi, ileride yüzlercesi olma ihtimali bütün taşeron patronların korkulu rüyası. Sesini kesmek istedikleri şey bu aslında. Bir kadının ya da birkaç işçinin onlar karşısında dik durmasını istemiyorlar.
Edindiğiniz tecrübeyi biraz daha açar mısınız? Bir hak arayışının baskıyla karşılanması işçiyi nasıl etkiliyor?
Büyük: Bu sendikayı kurduğumuzda bu kadar zor süreçlerle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Sendikacı olduğumuz için bizi işten atacaklarını göze almıştık. Fakat anayasada sendika yöneticilerinin güvence altına alınmış olduğuna dair maddeden dolayı bir şey yapamayacaklarını düşünüyorduk. Beklediğimiz süreci yaşadık, işten atıldık. İşçilere bir gözdağı verildi. Burada anayasal bir hak var ve hakkımızı arıyoruz, ama arkamızda kimsenin durmadığını görüyoruz. Arkamızda devlet yoksa bu yasa niye var? O zaman biz niye bu anayasal hakkımızı kullanıyoruz? Hakkımızı aramak için alanlara çıkınca “terörist” ilan edildik. Bu süreçler bize tecrübe kazandırdı. Destek veren partileri de uzak duranları da gördük. Biz bu sendikayı bağımsız kurduk, her siyasi görüşten insanı bir çatı altında bir araya getirdik. İnsanları etnik kökenlerine ayıran sistemi de bozduk aslında. Öz Haber-İş Sendikası bunun tam karşısında yer alıyor; Türk, Kürt, Laz, Çerkez diye ayrıştırmaya çalışıyorlar işçiyi. Oysa biz bu algıyı yıktık, işçi bunun bilincine vardı. İnsanlar hiçbir siyasi ayrım gözetmeden birlik olursa yıkılamayacak bir güç yok.
Bir tarafta devletin anayasasını çiğneyen bir patron var, bir tarafta kurumun gerçek sahipleri olan bizler varız. Anayasal hak çiğnenirken, üst işveren olarak PTT’nin taşeron şirkete “dur” demesi lâzım. Bizlerin sırtından balya balya paraları kazanan onlar, bizlerse emek verip açlık sınırında yaşayanlarız.
“Tüm PTT işyerlerini eylem alanına çevireceğiz” diyerek başladığınız bir direniştesiniz. Eylemleriniz nasıl devam edecek?
Büyük: Sesimizi duyurmak istediğimiz yer PTT ve bağlı olduğu Ulaştırma Bakanlığı. Karşı karşıya kaldığımız haksızlıklar sadece taşeron işçilerin sorunu değil, PTT’deki tüm çalışanların sorunu. Sorunu daha görünür kılmak için, kamuoyunun gündemine taşımak için, hem PTT’nin hem Ulaştırma ve Çalışma bakanlıklarının müdahil olması için PTT şubelerinin önünde direnişimizi sürdüreceğiz. Özellikle, daha merkezi ve kalabalık yerlerde direneceğiz. Patronu teşhir etmeye devam edeceğiz. PTT’nin bu patronlara bir şey yapmadığını, taşeron işçiye ve kendi memuruna sahip çıkmadığını her yerde dile getireceğiz. Bu devletin bir anayasası var. Bir tarafta devletin anayasasını çiğneyen bir patron var, bir tarafta kurumun gerçek sahipleri olan bizler varız. Anayasal hak çiğnenirken, üst işveren olarak PTT’nin taşeron şirkete “dur” demesi lâzım, devletin yetkili mercilerinin de bu duruma derhal müdahil olmaları gerekiyor. Biz bunun için elimizden gelen tüm çabayı göstereceğiz. Yavuz Çakır’ı her yerde teşhir etmeye, bu şirketin arkasında kimlerin olduğunu, bu gücü nereden aldığını kamuoyuna duyurmaya devam edeceğiz.
Mesai arkadaşlarınıza bir çağrınız var mı?
Budak: Bizler işçiyiz, bizim bir işe ihtiyacımız olduğu kadar, işverenin de işçiye ihtiyacı var. Biz bir işverene muhtaç değiliz, ama onlar bize muhtaç. Bizlerin sırtından balya balya paraları kazanan onlar, bizlerse emek verip açlık sınırında yaşayanlarız. O yüzden asıl korkması gerekenler işverenler olmalı. Arkadaşlarıma sesleniyorum: Korkmayın, yılmayın, direnin. Sendikanızın, sürgün edilen, işten çıkarılan arkadaşlarınızın arkasında durun.