KÜRESEL MEDYA GEZİNTİSİ

Ragıp Duran
6 Eylül 2020
SATIRBAŞLARI

Agatha Christie’nin On Küçük Zenci’sine tartışmalı anti-ırkçı revizyon, hükümranlık marşlarına paydos zili, Fanon’un akademideki popülerliği, Robespierre’e kısmi iade-i itibar, Jules Verne’in 2890 yılına dair öngörüleri, altı ünlü düşünüre liberal bakış… Küresel medyada haftalık gezinti…   
Maxmilien Robespierre, Agatha Christie, Frantz Fanon

Küresel medyada gezinti, haftanın beş günü tozlu paslı, daracık, havasız, sevimsiz bir ortamda biteviye saçma sapan işlerle uğraşmak zorunda kalan bir insanın püfür püfür esintide, ağaçların gölgesinde, dere kenarında, kuşlar cıvıl cıvıl öterken arkadaşlarıyla birlikte güzel içkiler içip sohbet etmesi gibi. O ortamda ne Covid var ne Navtext, kimse kimseyi dövmüyor, herkes gülüyor, eğleniyor. Dahası, insanlar okuyor, konuşuyor, tartışıyor, müzik dinliyor. Tabii sohbetler bin bir çeşit. Hoşu var, boşu var. İstediğini seçiyorsun, istemediğini taca atıyorsun. Top toplayan çocuklar yok bu sahada, taca çıkan top geri gelmiyor.

Gariptir, bu temiz hava ve geniş saha gezintisinde, o tozlu paslı, daracık, havasız, sevimsiz ortamı çağrıştıran bahisler “ben buradayım, gör beni” diye bağırıyor.

Entelektüel Güzin Abla

Mesela New York Times’da (25 Ağustos), “Etikçi Köşesi” var. New York Üniversitesi’nde felsefe hocası olan Kwame Anthony Appiah, okurlardan gelen mektupları yanıtlıyor. Bir tür entelektüel Güzin Abla. Bir kadın okur sormuş: “Irkçı görüşler savunan birisiyle arkadaş kalabilir miyim?

Hocam cevabında, mesleği gereği, konuya felsefi açıdan yaklaşmış, Aristo’dan yola çıkıp arkadaşlığın/dostluğun derin teorik ve pratik anlamı üzerinde durmuş. Irkçılığa karşı mücadele perspektifi dahil, süreç içinde kadın okurun “ırkçı arkadaşı”yla ilişkilerini tahlil etmeye çalışmış. Appiah’ın kesin bir cevabı yok, ama ırkçılıkla mücadele öneriyor.

On Küçük Zenci’den On Kişiydiler’e

Irkçılıkla mücadele, iyi güzel de nasıl? Huffington Post’un Quebec baskısında (26 Ağustos) çıkan bir haber ilginç: “Irkçılık: Agatha Christie’nin bir kitabının başlığı değiştirildi”.

İngiltere’de 1939’da, ABD ve Fransa’da 1940’da yayınlanan ve satış rekorları kıran romanın adı On Küçük Zenci’ydi. Agatha Christie’nin (1890-1976) yayın haklarını yöneten torununun oğlu James Prichard “Bundan böyle bir tek kişiyi bile yaralayabilecek sözcük ve deyimler kullanmamalıyız” dedi ve On Kişiydiler adıyla yayınlanan yeni baskıda orijinal eserde 74 kez geçen “zenci” sözcüğü değiştirildi.

Agatha Christie’nin yayın haklarını yöneten James Prichard “Bundan böyle bir tek kişiyi bile yaralayabilecek sözcük ve deyimler kullanmamalıyız” dedi ve On Kişiydiler adıyla yayınlanan yeni baskıda orijinal eserde 74 kez geçen “zenci” sözcüğü değiştirildi.

Gazetede bile “zenci” sözcüğünün geçtiği yerlerde sadece “z..ci” yazıyor. Bu yenilik ırkçılıkla mücadele eden çeşitli kesimlerce olumlu karşılanırken, özellikle edebiyatçılar/sanatçılar cephesinde memnuniyetsizlik var. Hatta “saçmalık” olarak niteleyenler de. “Bir kitap yayınlandığı dönemin ürünüdür. Kitabı yargılayacağımıza okumakla yetinelim” demiş France 5 televizyonunun edebiyat programı sunucusu François Busnel.

Hükümranlık marşları iptal

The Guardian’da (23 Ağustos) aynı konuda bir başka haber: “BBC Proms’un Son Konserinde Rule Britannia çalınmayacak.

Siyah Hayatlar Önemlidir ilkesi, başta Anglo-Sakson ülkeler olmak üzere, bütün dünyaya ağırlığını koyarken BBC yönetimi geleneksel BBC Prom Konserleri’ni bu yıl dinleyicisiz gerçekleştirmeye karar verdi. Ancak, bu yıl önemli bir değişiklik daha var: Sömürgecilik ve kölecilikle algısal bağlantılar yarattığı düşünülen Rule Britannia (Britanya Hükümranlığı) ve Land of Hope and Glory (Umut ve Zafer Ülkesi) adlı marşlar repertuardan çıkarıldı. Her iki marş ırkçılıkla mücadele eden sanatçı ve STK’larca eskiden beri eleştiriliyordu. İki marşta da Britanya hükümranlığı altındaki halklar aleyhine ve ayrıca müstebitleri öven dizeler var(dı).

Fanon yaşıyor

Express’in yeni çıkan güz sayısında, Frantz Fanon’un (1925-1961) Siyah Deri Beyaz Maske kitabının Türkçe çevirisinin bir kez daha yayınlanacağını okuduğum gün, France Culture radyosunda bir Fanon dizisi yayındaydı.

Fanon, Fransa’nın Karayipler’deki sömürgesi Martinique’te doğmuş. 18 yaşında, II. Dünya Savaşı’nda Fransız Direniş hareketine katılmış, sonra Lyon’da tıp tahsil etmiş. 1953’te Cezayir’de psikiyatri hastanesinde çalışmaya başlamış ve Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’ne katılmış. Fanon bugün yine gündemde olan ırkçılık, sömürgecilik, yabancılaşma, sömürü mekanizmaları konularını irdelemiş. 1961’de yayınladığı Yeryüzünün Lanetlileri kitabının önsözünü yazan Jean-Paul Sartre.

Burjuva ve liberal düşünürler Fanon’un şiddet çağrısı yaptığını öne sürerek onu hemen marjinalize etmeye çalıştılar. Ama onun yazıları bugün hâlâ geçerli. Halen üniversitelerde giderek önem kazanan post-kolonyalizm / sömürgecilik-sonrası çalışmalarında Fanon başlıca referanslardan biri. Psikiyatrist-yazar-aktivist, Kara Panterler’den Filistinlilere, Güney Afrika’daki apartheid karşıtlarından Cezayirli bağımsızlık savaşçılarına döneminin bütün önemli mücadelelerinin bazılarında bizzat bulunmuş, diğerleri üzerine de derin ve zengin tahliller geliştirmiş. Bir ihtimal, bu nedenle Bordeaux gibi muhafazakâr bir kentte bir sokağa Frantz Fanon adının verilmesi Meclis tarafından reddedilmiş. Oysa mühim olan sokağın adı değil ki, sokağın kendisi!

Maximilien Robespierre’nin yaşadığı evin önü

Robespierre: 2-1

Hazır Fransa’dayken, bizzat ziyaret etmiş olduğum bir anıtla ilgili habere geçelim: Libération’un 20 Ağustos tarihli sayısındaki haberin başlığı “Robespierre: Arras’ın Büyük Şahsiyeti”.

Maxmilien Robespierre (1758-1794) 1789 devriminin hâlâ tartışmalı kahramanı. Arras kenti de iki yüzyıldan uzun zamandır hemşerisini nasıl değerlendireceğini pek bilememiş. Üstelik yöre geleneksel olarak sağcıların egemenliğinde. “Dürüstlük timsali” lâkaplı avukat için Arras Belediyesi nihayet bir karar aldı: 2026 yılında hizmete girmek üzere, evi müze haline getirilecek.

Fransa’da komünist olmayan solun hemen hepsi Robespierre’e karşı çıkarken dokuz yıldır Arras’ın belediye başkanlığını yapan sağcı politikacı Frédéric Leturque (Türk değil, isim benzerliği sadece!) müze fikrini savunuyor: “Fransa’nın ve dünyanın Robespierre’i olduğu gibi görmesi, anlaması lâzım. Tarihi anlamadan geleceği inşa etmek mümkün değildir.”

Yeşiller Partisi milletvekili Alexandre Cousin de Robespierre’i hak ettiği konuma yerleştirmekten yana: “Robespierre nihayet inkâr edilmekten kurtulacak. Robespierre sağcı burjuvazinin karikatürize ettiği insandan da, aşırı-solun idol haline getirdiği siyasetçiden daha iyisini hak ediyor.”

Bu arada, müze kararı çıktıktan sonra belediye başkan yardımcılığından istifa eden de var, geçmişte Robespierre heykellerine kırmızı boya fırlatıp heykelin yanı başına giyotin maketi koyanlar da. ‘68 Mayıs’ında Paris civarında bir lise, öğrenciler tarafından Robespierre Lisesi olarak adlandırılmıştı.

Robespierre 1789’un hâlâ tartışmalı kahramanı. Arras kenti de iki yüzyıldan uzun zamandır hemşerisini nasıl değerlendireceğini bilememiş. Üstelik yöre geleneksel olarak sağcıların egemenliğinde. “Dürüstlük timsali” lâkaplı avukat için Arras Belediyesi nihayet bir karar aldı: 2026’da evi müze haline getirilecek.

Birkaç yıl önce, Paris’te yaşayan Türkiye edebiyatı uzmanı Timour Mouhiddine ve yazar arkadaşım Yiğit Bener’le Arras Kitap Fuarı’na davetliydik. Çocukluğunu ve ilk gençliğini Arras’da geçiren Timour bize bu kuzey Fransa şehrini gezdirmişti. Ve tabii ilk önce Robespierre’in evine gitmiştik.

Robespierre sokağı tek yön, devamında Hükümet Caddesi var. Kahramanımızın evinin tam karşısında da Maskeli Balo dükkânı bulunuyor. Vitrindeki afiş şöyle: “Kutlamalar, partiler, eğlenmek için her şey var burada.” Biz üçümüz Robespierre’in evinin önünde bir fotoğraf çektirmiştik. Timour’la ben Yurttaş ya da Yoldaş Maxmilien’e hürmeten sıkılı sol yumruklarımızı kaldırmışız göğe, Yiğit’in yorumu ise farklı. O sağ elinin işaret parmağını boğazına götürerek giyotine gönderme yapmış. Bu fotoğraf da tarihin farklı yorumlarını göstermiyor mu?

2890 yılında

2026’ya daha çok var derken 2890 yılını anlatan bir metin düştü önüme: “2890 yılında Amerikalı bir Gazetecinin Bir Günü.

G. Roux’un Jules Verne’in öyküsüne yaptığı illüstrasyon

Jules Verne’in siyasal, toplumsal, kültürel içerikli bir bilimkurgu öyküsünün adı bu. 1891’de yayınlanan bu fütürist metinde görüntülü telefon, podcast’lerin ilk versiyonu, ilkel bilgisayarlar, süpersonik jetler, Ay ve Mars’a seyahat ihtimali, evlere yemek servisi, “pnömatik” tabir edilen, yakın zamana kadar kullanılan, tüpler içindeki hava basıncıyla ulaştırılan posta zarfları veya küçük paketleri gönderme sistemi, gazete merkezlerinde devasa reklam departmanları ve belki de en önemlisi, insanın yaptığı işleri yapan robotlar var.

Ama asıl takıldığım yeri aktarayım: Amerikalı basın imparatoru Rus büyükelçisine 2890’daki Rusya’nın sınırlarını şöyle tarif ediyor: “Ren nehri kıyılarından Çin sınırına, Atlas Okyanusu’ndan Karadeniz’e, Boğaz’dan Hint Okyanusu’na…” Uzun Adam-Putin ilişkisine bonjour. Gitti Boğaz!

Gazetecilik ve akademisyenlik

Gazetecilikle akademisyenliğin kesiştiği alanlar var, ama iki ayrı dünya, iki ayrı meslek, iki ayrı zihniyet. İkisi de fikir emekçisi ve kamu için çalışıyor ama… Gazeteci kaçınılmaz olarak yüzeysel, akademisyen mecburen derin. Gazeteci hep hızlı davranmak zorunda, akademisyen ise sağlıklı bir bakış açısı için her zaman mesafeye ve süreye ihtiyaç duyar. Gazeteci sürekli olarak en geniş kitleye hitap etmek ister, akademisyenin derdi ise hitap ettiği kitlenin kalabalık olup olmaması değil, hitabetin içeriği, yani kalitesi. Daha birçok ortak ve farklı noktalar var. Ne var ki birbirinin yerine geçebilecek iki faaliyet değil gazetecilikle akademisyenlik.

Evet, üniversite hocaları, çoğunlukla sosyal bilimciler, kendi uzmanlık alanlarında popüler medyada, vülgarize edilmiş bir şekilde zaman zaman yazı yayınlıyor, demeç ya da söyleşi veriyor. Ama aktif bir gazetecinin üniversitede ders verip öğrenci yetiştirmesi pek rastlanan bir olay değil.

Jules Verne’in bilimkurgu öyküsünde, Amerikalı basın imparatoru Rus büyükelçisine 2890’daki Rusya’nın sınırlarını şöyle tarif ediyor: “Ren nehri kıyılarından Çin sınırına, Atlas Okyanusu’ndan Karadeniz’e, Boğaz’dan Hint Okyanusu’na…”

Bu girizgâh Le Monde’un kültür bölümü uzmanlarından gazeteci Jean Birnbaum içindi. Aslında velut bir yazar. 1974 doğumlu. Babası tarihçi ve sosyolog. Devlet, iktidar, Cumhuriyet, Musevilik üzerine çok sayıda kitap yayınlamış. Kendisi ise halen Le Monde’un kitap ekini yönetiyor. Gazetenin “Felsefe Günleri”ni düzenliyor. Kuşaklararası ilişkiler, devrimcilik konularına meraklı. Jacques Derrida ile son uzun söyleşiyi yapan gazeteci.

Maoccident (Mao batıcıları) –Fransız Muhafazakârlığı başlıklı kitabı tartışma yaratmıştı. Birnbaum’un istediği de buydu zaten. Kitabında post-modern liberal perspektifle Fransa’daki Maocu akımları değerlendirmişti. Daha doğrusu değersizleştirmişti. Eski bir Maocu olarak (Pardon, hiçbir şeyin eskisi makbul değil, şarap ve kitap hariç!) Mao tabii ki eleştirilecek, ama “Fransız muhafazakârlığı” payesi de galiba flaş çakmak, skandal yaratmak, ilgi odağı olmak için yapıştırılmış. Post-modern liberaller Maoculardan çok daha muhafazakâr aslında. Neyse…

Altı düşünüre editör komplosu

Jean Birnbaum bu sefer iddialı bir işe girişmiş: Le Monde’da güzel illüstrasyonlarla tam sayfa olarak yayınlanan yazlık dizide, “Nüansın Cesareti” başlığı altında altı düşünürü/yazarı sahneye çıkarıyor. 23-28 Ağustos tarihli nüshalarda yayınlanmış. Işık, dekor, kostüm, reji hatta metin Jean Birnbaum’dan. Aslında yeni, orijinal, aslına sadık yorumlar olsa, her birini tek tek hatta uzun uzun aktarmak isterdim.

Tanıtalım Birnbaum’un altı kahramanını: Hannah Arendt, Raymond Aron, Roland Barthes, Georges Bernanos, Albert Camus, ve Germaine Tillion.

Albert Camus, Raymond Aron, Hannah Arendt

Dizinin özü, 20. yüzyılda dogmatizme şu ya da bu şekilde karşı çıkan düşünürlerin, yazarların tutumları ve eserleri. Güzel. Ne var ki Birnbaum, “Kuşkunun Cüreti” altbaşlığı ile ele aldığı isimleri hem yaşadıkları bağlamdan soyutluyor hem de bu düşünürlerin temel niteliğini ikinci plana atıp “kuşkuculuklarını” övüyor.

Marx da zaten “her şeyden şüphe edin” diye uyarmıştı bizi. Güzel, doğru. Ama bir farkla. Mesela Marx’ın kapitalizmin işçileri sömüren, mahveden bir siyasi-ekonomik sistem olduğu konusunda hiç kuşkusu yoktu. Kuşku, temel ilkeleri olan insanlar için düşünceyi geliştirici bir araç, bir boyut. Yoksa temel bir fikriyatı, esaslı bir dünya görüşü, sağlam bir ideolojisi olmayan insan, her şeye kuşkuyla yaklaşırsa, Mazhar Osman’ın talebeleri için bir vaka çalışması konusu olabilir ancak. Sürekli kuşku içinde olan fikir insanı ne üretebilir ki?

Birnbaum’un Arendt, Camus, hatta Aron gibi son derece açık, belirli bir ideolojisi, perspektifi olan isimleri daimi kuşkucu, belirsizlik müdavimi gibi göstermesi, bu filozofları betimlerken kendisini aynanın karşısında hissetmesinden olabilir mi?

Birnbaum’a göre, mesela Arendt’in temel özelliği “dostluk”. Hannah abla herhalde bu nedenle eski hocası ve sevgilisi Heidegger’e, Hitler döneminde Nazizme verdiği maddi ve manevi katkılarına rağmen, Martin’in 50. meslek yılında hâlâ sadakatini belirten bir yazı yazabiliyor.

Ya da, Fransa’da muhafazakâr sağın önemli ideologlarından Raymond Aron “aşırı ılımlı” olarak tanıtılıyor. Camus yazısında Sartre’a küçük bir çamur sıçratmayı ihmal etmeyen Birnbaum Yabancı ve Veba’nın büyük yazarını, ayrıca son derece önemli bir gazeteciyi, “kuşku duyma görevi” ve “topyekûn denge” gibi kavramlarla tanıtıyor.

Zaten dikkat ederseniz, seçilen altı ismin hiçbiri sıkı solculuğuyla ünlü şahsiyet değil. Akademide, lisans üçüncü sınıfta yıl sonu ödevi ya da yüksek lisans tez önerisi olarak sunulsa, ciddi bir hocanın “bu yazılar hem bir sürü maddi hata içeriyor hem de çok sübjektif yargılar barındırıyor” diyeceği türden metinler. Le Monde’da böyle bir filtre namevcut.

Başta söylediğim gibi, küresel medyada hoş yazılar da var, boş metinler de. Gazetecinin görevi ne varsa onu sergilemek. Tabii neyin hoş neyin boş olduğuna karar verecek merci okur. Bu haftanın küresel medya gezintisi böyle…

^