KADİR CANGIZBAY (1947 - 2023)

Söyleşi: İrfan Aktan
26 Temmuz 2023
SATIRBAŞLARI

Küreselleşme kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce küreselleşme nedir, ne değildir?

Kadir Cangızbay: Küreselleşmeyi kapitalizmden, pazar ekonomisinden bağımsızmış gibi, yeni bir olguymuş gibi görmek yanlış. Kapitalizm için ideal ortam, mümkün olan her yere, insanın varolduğu her yere uzanmak ve bütün dünyanın tek pazar haline gelmesi için de aynı birimlerin geçerli olduğu homojen bir ortam yaratmak. Önünde hiçbir engel olmamalı, her şey alınabilir, satılabilir olmalı, zira kapitalizmi, üretim değeri ya da emek bazlı değerle bir şeyin değişen değeri arasındaki artı-değer oluşturur. Alım-satım değeri sırasında kapitalistin kapitalistliği ortaya çıkar. O yüzden her şeyin alınır satılır hale gelmesi gerekir; her şey derken de vurgu, küreselleşme kelimesine ya da dünyasallaşmaya yapılmış oluyor. Yani vurgu, mekâna yapılıyor. Fransızlar da buna dayanarak “mondiyalizasyon” kavramını kullanıyorlar. “Mond” dünya, “mondiyal” dünyasal demek, yani dünyasallaşma. Halbuki, globalizasyonda esas, kapitalizmin mekân içinde genişlemesi değil, derinleşmesi, kapitalizmin her yere ulaşması değil, her şeyi kapsaması…

Küreselleşme deyince mekân içinde genişlemeye vurgu oluyor. Halbuki kapitalizmin derinleşmesi, yani her şeyi kapsaması, topyekûnlaşması, globalize olması söz konusu.

“Global”, topyekûn demek, her şeyi kapsayan demek; “glob” kelimesi, dünya, yerküre demektir. Küreselleşme deyince, kürenin tümüne yayılması anlaşılıyor. Oysa esas, topyekûnleşme, yani derinleşme, yani globalizasyon… Çin’e kadar uzanması önemli değil, ama her şeyin pazar içinde değişim değeri esasında mal haline getirilmesi… Kadının rahmi bile artık mal! İngiltere’de bir bulvar gazetesinin sponsorluğunda, Guinness rekorlar kitabına geçmek üzere, kadıncağız sekiz çocuğa hamile kaldı. İşte küreselleşmenin ne kadar yanlış bir kelime olduğu ortada… Globalleşme kelimesinin üzerinde bu yüzden bu kadar duruyorum. Küreselleşme deyince, sadece mekân içinde genişlemeye ve yaygınlaşmaya vurgu oluyor. Halbuki tam tersine, burada kapitalizmin derinleşmesi, yani her şeyi kapsaması, topyekûnlaşması, globalize olması söz konusu.

Peki globalleşmenin sonuçları neler sizce?

Globalleşme sürecinde, bir de bakıyorsun ki, kadının çocuk doğurması dahi pazarın malı haline geliyor. Her şey alınır satılır hale gelince, ister istemez sen de kendini bu pazara göre biçimlendiriyorsun. Nesneleşmek zorundasın ki, pazarda bir değerin olsun. Bu durumda o nesne kimin tarafından belirlenecektir? Tabii potansiyel müşteri tarafından… Satılabilmek için alıcının isteklerine hitap etmek zorundasın. Bu durumda kendi hayatını da, zevklerini de, yönelimlerini de, pazarda değer bulur mu bulmaz mı, buna göre düzenlemek zorundasın. Her şey mal esasında ölçülür, biçilir hale gelince de, ne kadar üretme imkânına sahip değilsen, satacak malın ne kadar azsa, pazara çıkarmak için elindeki tek şey kendindir. Ne kadar fakirsen, nesneleşme ihtimalin, zorunluluğun o kadar ağır basacaktır. Ayrıca kimin pazarda pazarlık etme gücü fazlaysa, kurallar onun tarafından belirlenir.

Bu yeni bir şey değil ki…

Küreselleşme hiç yeni değil, yani her şeyin değişim değeri esasında saptanması… İşte Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesi, evet, o kapitalizmin derinleşmesi. Çünkü Kore’ye gidecek her bir Amerikan genci için, Amerika’da 20 yaşına gelinceye kadar yapılan yatırım diyelim 5000 dolarsa, Türkiyeli genç için 500 dolardır. Orada Amerikalı ölünce toplam ekonomiden kaybolacak değer 5000 dolar, halbuki Türk ölürse 500 dolar. Al sana 4500 dolar kâr. İşte globalleşmeyi tutup da küreselleşme diye veya Fransızların da sandığı gibi mondiyalizasyon diye mekân üzerinde düşündüğünde, esas fenomeni yakalayamazsın. Globalleşme, insana ait her şeyi, beşeri olan her şeyi, değişim değeri esasında birbirine çevrilebilir kılmak yoluyla homojenleştirebilir. Yoksa bütün insanların, bütün kültürlerin damak zevklerini aynı hale getiremez.

Tarihin sonu tezi sizce nasıl değerlendirilmeli? Globalleşmeye “tarihin sonu” denebilir mi?

Az önce bahsettiğim olgu, “tarihin sonu” teziyle ve amacıyla uyuşuyor. İnsan tarihin başından itibaren olduğu gibi kalsaydı, hayvan kalırdı. Halbuki bugün olan şey tarihin ürünüdür. Tarih nedir? İnsanın hazır bulduğu şeyi, kendisi de dahil olmak üzere hiçbir şeyi olduğu gibi bırakmamasıdır. Bugünkü beşeri varlık alanında en ilkel kabileden, diyelim Fransa’sına kadar bütün insanlar, sonuçta tabiatın kendilerini ortaya attığı ya da ortaya çıktıkları şekilde değil, şu ya da bu ölçüde doğal veri durumunda buldukları
her şeyi kendi bilinçli müdahaleleriyle değiştirmiş olmaları sonucu ortaya çıkmıştır.

Küreselleşme hiç yeni değil, Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesi,  kapitalizmin derinleşmesi.  Kore’ye gidecek bir Amerikan genci için, Amerika’da 20 yaşına gelinceye kadar yapılan yatırım 5000 dolarsa, Türkiyeli genç için 500 dolardır. Orada Amerikalı ölünce ekonomiden kaybolacak değer 5000 dolar, Türk ölürse 500 dolar. Al sana 4500 dolar kâr.

Bütün diller de öyle ortaya çıkmıştır… İnsan genetik olarak ne birey bazında ne de toplum bazında ya da tür bazında konuşur olarak meydana gelmiş değildir. Oysa dünyanın en basit dili dahi mutlaka bir tarihsel üründür; öznesi de ne tarih ne de tabiattır, insandır. İnsan, olduğuyla yetinmeyip yaptıklarıyla insan olmuştur. Olduğu haliyle maymundan daha az kıllı, ayıdan daha zarif bir canlıdır, o kadar, insanın beşerileşmesi yaptıklarıyla gerçekleşmişken, tutup da farklılıkların yüceltilmesi gibi, aslında yanıltıcı ya da methedici bir kılıf altında teşvik edilen nedir? İnsanlar olduğu gibi kalacak, artık tarih üretmeyecek, zaten düzen kurulmuş, nihai düzen bulunmuştur! Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle sosyalizm öldü bunların fikrine göre. Dolayısıyla, bugüne kadar neysen o kalacaksın, yapıları değiştirmeye gerek yok…

Oysa insan, hayvansal verisinden farklılaşarak insan olmuştur, beşerileşmiştir. Halbuki globalleşmede homojenliği sağlamak, ancak ve ancak bütün insanlığın ortak bir medeniyet eseri üretmesiyle değil, tam tersine, üretilmiş bütün kültürel, evrenselliği ölçüsünde de medeniyetsel diyebileceğimiz bütün eserlerin ikinci plana atılıp tür bazında, yani hayvan bazındaki ortaklıklarına hitap etme esasında mümkün olabiliyor. Bu yüzden “desivilizasyon – medeniyetsizleşme”olarak nitelendirilebilir bir durum globalleşme. Topyekûn maymunlaşmayı getirebilir.

Kuzey-güney ülkeleri arasındaki refah seviyesi farkı ve Avrupa’ya güneyden göç akımlarının hızlanması, bu ülkelerin göçmen karşıtı yasalar hazırlamasıyla güney insanlarının kendi ülkelerinin açlığına mahkûm bırakılması, Huntingtonn tezini doğrulayacak sonuçlar doğurabilir mi?

Bir kere Huntington, ClA’den veya Pentagon’dan maaş alan görevli adamcağızın teki, önce bunu koyalım. Burada çok alçakça bir ideolojik cehalet ve namussuzluk var. Medeniyetler çatışacak, kültürler çatışacak. Bu şekilde çatışan kim oluyor? Eski Yunan mitolojisinde olduğu gibi, insanüstü tanrılar olmuş oluyor. Oysa gerçekte çatışanlar, insanlar. Kim kiminle çatışıyor? Gerçekte sömürenle sömürülen, egemenle köleleştirilen çatışıyor. Sen bu egemenle köleleştirilen arasındaki çatışmayı medeniyetlere taşırsan, kimi kurtarmış oluyorsun? Gerçekte sömüreni kurtarıyorsun. Hedef şaşırtmış oluyorsun.

Simone Signoret 90’ların Türkiye’sinde olsaydı, 60’ların, 50’lerin Fransa’sındaki gibi yürüyüşlere, bildirilere katılabilir miydi? Çok basit, örneği gözümüzün önünde: Ahmet Kaya…

Medeniyetler çatışması tezi, fevkalâde ideolojik hedef şaşırtıcı namussuzluktur. Kültür kültürle, medeniyet medeniyetle çatışmaz. Fikirler, ideolojiler gerçek tarih özneleriymiş gibi gösteriliyor, aslında gerçek sömürenler kurtarılmaya çalışılıyor. Sen tutup da diyelim cumhuriyetin kuruluşundaki jakobenizme –ne demekse o– küfrederken, kabahati onda bulurken, aslında kimi kurtarmış oluyorsun? Bugün yaşayan, iliğini sömüren Sabancı’yı… Aynı namussuzluk, aynı numara. Çünkü fikirler özne değildir, ki bunu Auguste Comte, insan zihninin gelişmesinin ikinci aşaması olarak görmüştür. Yani metafizik denen şey… Orada fikirlerle, düşüncelerle toplum açıklanır, dünya yorumlanır. Ama en azından adam diyor ki, bu geride kalmıştır. Mesela İsmet Berkan bundan dört-beş sene önce yazmıştı: “Ah, Tanzimat aydınlarımız hep Fransızcayı değil de, biraz da İngilizceyi tanısalardı, böyle merkezi devlet yapısı falan olmazdı.” Fikirleri özne haline getiriyor. Halbuki orada sınıfsal, grupsal bir gerçeklik var…

Hayır, medeniyetler çatışmaz, insanlar çatışır! Huntington’ın tezi, gerçek çatışanları gizlemek amacındadır…

ABD’nin özellikle 11 Eylül’den sonra benimsediği terör tanımı, sizin “terör kavramı daima sübjektiftir” sözünüzü doğruluyor mu?

Oligarşik rejimlerin kendi varlıklarını sürdürmesi, insanların başkaldırmasını engellemesi ancak terörle mümkündür. Yani terörle mücadele terörü! İnsanları o hale getireceksin ki, karşındaki ya savaş esiri sayılacak –ki orada Cenevre Sözleşmesi’nin hükümlerini uygulamak zorundasın, yani yine bir hukuk, savaş hukuku vardır–, ya da vatandaş haklarına sahip olacak. Fakat ABD’nin terör tanımına göre, terörist adam bu hakların hiçbirine sahip değildir. Halbuki savaşın da hukuku vardır. Egemen güçler ancak ve ancak hukuksuzlukla ayakta kalabilecekleri için terör diye kategori, bir suç kategorisi, terörist diye bir insan veya ülke kategorisi çıkardılar. Teröristse, hiçbir haktan yararlanamaz, hiçbir hukuk çerçevesinde değerlendirilemez. İşte bu terörle ayakta kalabilir düzen… Terörize etmek zorunda, çünkü terör kavramıyla ancak insan terörize edilebilir.

İşte terör bu: Her an işinden atılabilirsin, her an teröre yardım-yataklıktan suçlanabilirsin, başörtülü kızı sınıftan atmadığın için irticacı diye işinden olabilirsin. Bu ülkede her an başına bir şey gelebilir.

Terör sübjektiftir. Diyelim Amazonya yerlisi bir çocuk, helikopter gördüğünde “Tanrı geldi” diye yerlere kapanır. Oysa benim gördüğümde dehşete kapılacağım timsahtan o benim köpekten korktuğum kadar korkar. Terör dehşet demektir, daima ve daima kim teröre kapılıyorsa, kim korkuyorsa ona göre değişen, dolayısıyla nesnel içeriğini tanımlamanın mümkün olmadığı bir kavramdır. Bunu bir suç kategorisi olarak koyduğunuz zaman, kimin terörist olduğunu yada neyin terör olduğunu yasa koyucu belirler. Fiil esnasında nesnel olarak tanımlanması mümkün olmayan bir kavramdır terör. Benim için terör yaratan timsahken, Amazon çoçuk için benim çocuğumun bile beş-altı aylıkken dehşet duymadığı helikopterdir. Terörün içeriğini evrensel ve nesnel olarak tanımlamak mümkün değildir; terör adı altında bir suç kategorisi, aslında insanları terörize etmek için ihdas edilmiş bir suç kategorisidir. Çünkü ne yaptığından bağımsız olarak pekâlâ suçlanabileceksen, bu durumda en çıkar yol hiçbir şey yapmamak ya da yokmuş gibi, ölüymüş gibi yapmaktır. Tarih üretmeyen, hiç çıkıntılık yapmayan varlıklar…

Eşek de tarih üretmez. İnsan da tarih üretmeseydi, hayvan kalırdı. Bizi hayvanlaştırmak istiyorlar, tarihin sonuna getirmek istiyorlar. Terör suçunun hukuksal bir kategori olarak bulunduğu bir ülkede terörist olarak suçlanmamanın tek çıkar yolu ölüymüş gibi yapmaktır, daha doğrusu, aynı hayvanlarda olduğu gibi, doğaya, verili zeminin kurallarına birebir uymak, hatta hayvandan da öte, su gibi, nerede eğim varsa oraya akmak, nerede çatlak varsa oraya girmek… Bu, aynı zamanda insanı özne olmaktan çıkarıyor.

Egemen güçler ancak ve ancak hukuksuzlukla ayakta kalabilecekleri için terör diye bir suç kategorisi, terörist diye bir insan veya ülke kategorisi çıkardılar. Teröristse, hiçbir haktan yararlanamaz, hiçbir hukuk çerçevesinde değerlendirilemez. İşte bu terörle ayakta kalabilir düzen… Terörize etmek zorunda, çünkü terör kavramıyla ancak insan terörize edilebilir.

Küreselleşme karşıtı olmaktan ne anlıyorsunuz?

Globalizasyon, zaten kapitalizmin, hem de kapitalizmin en azgın ve artık insanı çok basit bir talep öznesi olmanın ötesinde hiçbir özne yanı bulunmayan bir tüketici, ama tüketebilmek için de kendisini satıcı, mal haline getirmeye yönelik halinin bir aşaması. Solcuysan, emekten yanaysan, sömürüye karşıysan, en baş düşmanın kapitalizmdir. Kapitalizmin en azgınlaşmış haline karşı olmayıp da ne olayım?

Küreselleşme tartışmalarında ulusalcı solla enternasyonalistler arasında solun parçalandığı veya iki kutba ayrıldığı söylenebilir mi?

Solun ulusalcısını gâvurcaya çevir, onların ne mal olduğunu ortaya çıkartırsın: Nasyonal sosyalist!

Antonio Negri’ye göre solun temel problemi, göç hareketlerini takip edememek. Negri, eğer sermaye küreselleşiyorsa, emek gücü de bu şekilde küreselleşir diyor. Sizce emek küreselleşebilir mi? Avrupa ve ABD’de göçmenlik karşıtı yasalar, göçmenlik olgusunu ortadan kaldırabilir mi? Bu bir çözüm olabilir mi?

Her şeyden önce dünyada açlık, sefalet varken, sırça köşk olarak Avrupa’nın kendini dünyadan soyutlayamayacağı çok açık. Türkiye bazında da öyle! En güzel restorana gitsen, birileri gelip seni rahatsız edecektir. Sonuçta bu kadar gelir dağılımı bozukluğu varken dünya rahat edemeyecek, ama belki de göçmenleri toplu halde öldürecekler. Amerika’nın o gücü var. Bunu yapar mı, yapabilir mi, bilemiyorum. Ama Avrupa’yla diğer dünya arasındaki ilişkilerde göçmen meselesi, gelir dağılımındaki korkunç farklılıklardan kaynaklıdır tabii.

Bir de daha önemlisi, emperyalist merkezlerin dışında bulunan ülkelerde egemen güçlerin insanlarına terör uygulayarak iktidarlarını devam ettiriyor olmaları. Yani burada daha ziyade siyasal bir kaçış var. O ülkelerdeki faşizmler, despotizmler gevşemediği sürece, Avrupa’ya göçmen akımı devam edecektir. Göçmenlik, aynı zamanda siyasal bir sorundur. Sermaye sahibi olmayan insanların örgütlenmesinin, haklarını istemesinin siyasal bazda yasaklanması, bastırılması devam ettiği sürece, gelir adaletsizliği artacaktır. Göç, gerek ülke içinde, gerekse ülkeler arasında gelir adaletsizliği devam ettiği sürece artacaktır. Tabii göç edenler sonuna kadar öldürülmezse.

Terör suçunun hukuksal bir kategori olarak bulunduğu bir ülkede terörist olarak suçlanmamanın tek çıkar yolu ölüymüş gibi yapmaktır, daha doğrusu, hayvanlarda olduğu gibi, doğaya, verili zeminin kurallarına birebir uymak, hatta hayvandan da öte, su gibi, nerede eğim varsa oraya akmak, nerede çatlak varsa oraya girmek… Bu, aynı zamanda insanı özne olmaktan çıkarıyor.

Negri İmparatorluk adlı kitabında bugünün entelektüelinin muhalif hareketlerin dışında kalıp onları yönlendirme gibi altın bir rütbelerinin olmadığını, kalabalıklar içine karışmasını gerektiğini ileri sürüyor. Sizce Türkiye’de böyle bir entelektüel dinamik var mı?

Negri, kalabalığa karışınca entelektüelin öldürülmediği ülkelerden konuşuyor. Burada milletvekilinin yaka paça dövüldüğü bir ülkedeyiz. Mahmut Alınak’ı Meclis kürsüsünde dövmeye kalkıştılar; hapisten çıktıktan sonra, bir yürüyüşte adamı yaka paça dövdüler. İşte terör bu: Her an işinden atılabilirsin, her an teröre yardım-yataklıktan suçlanabilirsin, başörtülü kızı sınıftan atmadığın için irticacı diye işinden olabilirsin. Bu ülkede her an başına bir şey gelebilir.

Fakat örneğin Cezayir savaşı sırasında Sartre, Gurvitch benzeri düşünürler, yazarlar, bildirilere imza atıyorlardı, yürüyüş yapıyorlardı, “savaşa son, zulme son” diye. Ama bunlar işinden atılmadı, faili meçhule kurban gitmediler. En fazla, yayınladıkları bildiriler yasaklandı. Tabii entelektüellik eylem gerektirir, aktif tavır almayı gerektirir. Acaba Simone Signoret bir sanatçı olarak 80’lerin, 90’ların Türkiye’sinde olsaydı, 60’ların, 50’lerin Fransa’sındaki gibi yürüyüşlere, bildirilere katılabilir miydi ya da iyi kötü bir şeyler söyleyebilir miydi? Çok basit, örneği gözümüzün önünde: Ahmet Kaya…

Peki Türkiye’nin AB’ye girme çabaları ve bu bağlamda yapılan “girelim mi, girmeyelim mi” tartışmalarında sol hangi tarafta olmalı?

Ben Türkiye’de tehdit edilmeden, terörize edilmeden yaşamak istiyorum. Tabii bazı hukuksal düzenlemeleri AB de istiyor. Allah razı olsun, biz de bunları istiyoruz, bakalım ne olacak…

Türkiye AB’ye girerse kaybedecek bir şeyi olabilir mi?

Neyimiz var ki, neyi kaybedeceğiz? Sadece kazanabiliriz. En azından işkence belki biraz azalır. AB’ye girersek, devlet terörünün biraz azalması sayesinde hak arama imkânı artacak; belki daha dinamik bir ülke, daha dinamik bir ekonomi haline gelebiliriz. Bir tek bu olabilir.

Türkiye’de Avrupa Birliği’ne karşı ulusalcılık veya örneğin İran, Orta Asya ülkeleriyle işbirliğini öneren askeri ve siyasi çevreler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Onlar Avrupa Birliği’ne de karşı değil, İran’dan, Rusya’dan yana da değil. Onlar insana, insan haklarına karşı. Seni, beni insan olarak görmeye karşı.

Express, sayı 15, Temmuz 2002

^