KIZILDERE KATLİAMININ 50. YILI: TEORİDE VE PRATİKTE THKP-C –IV

Özay Göztepe
31 Mart 2022
Soldan sağa: Saffet Alp, Nevzat Yüce, Ahmet Nart, Mehmet Alkaya
SATIRBAŞLARI

“Türk ordusu Mao’nun ordusu değildir ve olamaz. Bunlar her şeyi bozmuşlar. Yüzbaşılar, binbaşılar, teğmenlerin, üsteğmenlerin emrine girmişler.”[1]

12 Mart 1971 askeri müdahalesinin en önemli isimlerinden Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) tarihinin ilk ve tek Marksist örgütlenmesi olan Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü üyesi askerler için böyle diyordu.[2]

Peki, bu örgüt nasıl kurulmuştu, kimlerden oluşmuştu, neler yapmıştı?

Bilindiği gibi, 1970’e gelindiğinde, Süleyman Demirel hükümetinden duyulan hoşnutsuzluktan ötürü TSK’nin bir askeri müdahalede bulunacağı açıkça tartışılan bir durum haline gelir. Doğan Avcıoğlu yönetimindeki Devrim dergisiyle ilişkili “zinde güçler” bir “sol” cunta hazırlığı içindedir.

Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur’un önderlik ettiği bu girişime ordu içinden başka gruplar da –Sarp Kuray liderliğindeki deniz subayları gibi– destek vermektedirler. Ancak ordudaki “kıpırdanma” bunlarla sınırlı değildir. Çoğu yeni teğmen olmuş ve sosyalizmi benimsemiş bazı genç subaylar da hareketlenmeye başlamıştır.[3]

“Mahir’in yazıları çok heyecanlandırıyordu”

Cunta faaliyetlerinin dışında kalmayı tercih eden bu genç subaylar, sosyalist dünya görüşlerine uygun düşen kitapları, dergileri okurlar, TİP ve Dev-Genç içindeki etkili kişilerin yazılarını takip ederler. Deyim yerindeyse bir arayış içindedirler. İleride Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü’nün tüzüğünü hazırlayan kişilerden biri olan Nevzat Yüce bu dönemlerini şöyle anlatır:

Saffet Alp

Dünya çapında yaygın anti-emperyalist kurtuluş mücadeleleri de bizi oldukça heyecanlandırıyordu. Öğrenci iken Marksizm ile haşır neşir olanların sayısı üç beş kişi ya var ya yoktu. Ülke sorunlarına kafa yoranlar için genel olarak Kemalizmin anti-emperyalist ağırlıklı yorumu etkiliydi. En çok okunan, tartışılan kitap Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni’ydi.

Ülkemizde tam anlamı ile değerlendiremediğimiz gelişmeler yaşanıyordu. İşçi direnişleri, toprak işgalleri,  üretici mitingleri, gençlik eylemleri ve zirve 15-16 Haziran işçi direnişi. Ordu içinde ise çeşitli cunta oluşumları vardı. Bu süreç devrimci Marksist bilinçlenmemizin önünü açtı.

 6. Filo’nun İzmir’e gelişi ve protesto gösterisine katılan bir veya iki subay arkadaşımızın subay olduklarını belirtmelerine rağmen darp edilmesi bizleri harekete geçmeye teşvik etti adeta. Biz de bir bildiri yayınlamayı düşündük, konuyu görüşmek üzere arkadaşları toplantıya çağırdık. Ummadığımız ölçüde geniş katılım oldu. Hazırladığımız metni  tartıştık, metin pek kabul görmedi, ulusalcı bir yaklaşımın benimsenmesi bizi bildiriden caydırdı. 

Ama bu çabalardan devrimci bir grup ortaya çıkmıştı. Okuma, teorik çalışma ve tartışma grubu oluşturduk. Fakat daha sonra yurdun çeşitli bölgelerinde bizim gibi gruplaşmalar olduğunu öğrendik. Biz İzmir’deydik, Ankara, Eskişehir, Merzifon, Kütahya, Afyon ve Kayseri de vardı…

Bu süreçte, Mahir Çayan’ın yazılarıyla tanışırlar ve Nevzat Yüce’nin ifadeleriyle, “etkilenirler, heyecanlanırlar”. Bu etkilenme Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü’nün kuruluşuna giden yolun başlangıcıdır.  

“Tam anlamıyla değerlendiremediğimiz gelişmeler yaşanıyordu. İşçi direnişleri, toprak işgalleri, üretici mitingleri, gençlik eylemleri… Bu süreç devrimci Marksist bilinçlenmemizin önünü açtı. Teorik formasyonumuz yetersizdi. Ama Mahir’in yazıları bizi heyecanlandırıyordu. Sanki aradığımızı bulmuştuk.

“Mahir Çayan’ın Aydınlık dergisinin 15. sayısında yayınlanan ‘Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori’ yazısından oldukça etkilenmiştik. ‘Revizyonizmin Keskin Kokusu’, ‘Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine’; bu yazılar Türkiye sol-sosyalist hareketinin en önemli ana akımlarından birisini temsil edecek olan Mahir Çayan’ın Kemalizm ile arasına mesafe koyma uğraşı içerisinde olduğunun ifadesi idi. Bunlar sosyalizme olan yaklaşımımızda sıçrama yaratan yazılardı.

TİP’teki ayrılmaları izliyorduk. Tarafımız MDD idi, ama MDD formülasyonunun bizi en çok etkileyen yorumu, Mahir Çayan’ın yorumu idi. Tabii ki teorik formasyonumuz yetersizdi. Böyle önemli kararlar alabilecek donanımımız yoktu, ama gene de Mahir’in yazıları bizi heyecanlandırıyordu. Sanki aradığımızı bulmuştuk.

Diğer gruplarla iletişim kurunca onlarda da aynı eğilimi gördük. Ankara’daki arkadaşların zaten Mahirler’le ilişkisi varmış. Bunu öğrendikten sonra, Türkiye devrimci mücadelesinin Hava Kuvvetleri içindeki mücadele seksiyonu olarak ‘Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü’ adı ile örgütlendik.” [4]

Orhan Savaşçı

Hava Kuvvetleri’nde “Devrimci Proleter Örgütü”

THKP-C İddianamesi’nin[5] 87. ve 104. sayfaları arasında detaylı bir şekilde –Nevzat Yüce’nin ifadesiyle, “özellikle abartılarak”– anlatılan bu örgütlenmenin kuruluşunda, Ankara ayağı Mazhar Ataç, Mustafa Şahin, Orhan Savaşçı, Yılmaz Salih Veyisoğlu, Tayfun Orçun, Afyon-Kütahya ayağı Mehmet Alkaya ve Tamer Hazer tarafından oluşturulur. İzmir ayağı ise Nevzat Yüce, Saffet Alp ve Hasan Özgen’den meydana gelmektedir.

İzmir grubu daha sonra görev alacağı kıtalara gönderilir. Nevzat Yüce İzmit’e, Hasan Özgen Eskişehir’e, Saffet Alp İstanbul’a gider. Saffet Alp’in yeni görev yeri olan Füze Üssü’nde Selami Çetin ve Ahmet Nart da bulunmaktadır. Ayrıca, İstanbul’daki çalışmalara –sonradan dahil olan– İlyas Aydın ve Haldun Yeşil de katılır.

İlk hali daha çok okuma ve tartışma grubu olan bu yapılar zamanla genişlemeye başlar ve daha örgütlü bir hale gelir. Sıra çeşitli yerlerde oluşturulan örgütlenmelerin birleştirilmesine gelmiştir. Deyim yerindeyse, “örgüt genel sekreteri” gibi çalışan Mehmet Alkaya, ayrı ayrı yürütülen örgütlenmelerin birleştirilmesi için Ankara’ya giderek Orhan Savaşçı ile görüşür. Görüşmeler sonucunda Nisan 1970’te İzmir’de bir toplantı yapılmasına karar verilir.

İddianameye göre, bu toplantıda “Marksist-Leninist nitelikteki gizli örgütlerin ve grubun birleştirilmesine, ayrıca, oluşan yeni örgütün tüzüğünün hazırlanması ve örgütsel meselelerin bir neticeye bağlanılması amacıyla, Ankara’da ilk toplantının 1970’in mayıs ayında yapılmasına oybirliği ile karar verilmiştir.”[6]

İzmir toplantısında iki temel hususun belirginleşmesi sağlanmıştır: “Birincisi, ideolojik ve siyasal rotanın tayini, ‘proleter devrimci’ bir çizgi olarak örgütlenme, Kemalist ideolojiyle farklılıkların ön plana çıkarılması ve bir örgütsel yapının inşa edilmesi için çaba gösterilmesi. İkinci olarak, bu yapının Türkiye çapında oluşacak bir örgütlenmeyle (proletarya partisi) eklemlenmesi.”

Siyasal rota

Yüzbaşı rütbeli Orhan Savaşçı’ya göre, askeri örgütlenme açısından özel bir öneme sahip olan İzmir toplantısında iki temel hususun belirginleşmesi sağlanmıştır:

Birincisi, ideolojik ve siyasal rotanın tayini; genel olarak Silahlı Kuvvetler, özel olarak da Hava Kuvvetleri içinde ‘proleter devrimci’ bir çizgi olarak örgütlenme, Kemalist ideolojiyle (Doğan Avcıoğlu taraftarları) farklılıkların ön plana çıkarılması ve bir araya gelen bütün grupları kucaklayan bir örgütsel yapının inşa edilmesi için çaba gösterilmesi. İkinci olarak, oluşan bu yapının ileride Türkiye çapında oluşacak bir örgütlenmeyle (proletarya partisi) eklemlenmesi.”[7]

Yerel örgütlerin birleştirilmesine karar verilen bu toplantıdan bir ay sonra Ankara’da tekrar toplantı yapılır, kurumsallaşma yönünde önemli bir adım atılarak bir tüzük hazırlanmasına karar verilir. Bunun için Saffet Alp ve Nevzat Yüce görevlendirilir.

Haziran 1970’te yine Ankara’da yapılan toplantıda ise artık tüzüğü hazırlanmış ve ismi belirlenmiş bir örgüt vardır: Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü. Tüzüğe göre, Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü şu organlardan oluşmaktadır: Askeri Mahalli Örgütler, Askeri Genel Komite, Askeri Merkez Komitesi.[8]

Kayseri, lise yılları: Ayakta ortada Saffet Alp, sağda Sungur Ertan, önde sağda oturan Hüseyin İnan

İddianameye göre, bu toplantıda Orhan Savaşçı, Mustafa Şahin ve Nevzat Yüce Askeri Merkez Komitesi üyesi seçilirken, bir görev bölüşümü yapılır. Mehmet Alkaya, taşra birlikleri ve Kara Kuvvetleri’ndeki devrimci subaylarla, Saffet Alp İstanbul’da Hava Harp Okulu ve Deniz Kuvvetleri’ndeki devrimci subaylar ve askeri öğrenci kitlesiyle ilişki kuracak, kurulmuş ilişkileri devam ettirecek, örgütte bulunan ve örgüte kazandırılan kişilere teorik eğitim yaptıracaktır. Orhan Savaşçı sivil kesimde, özellikle Dev-Genç ve Aydınlık Sosyalist Dergi’deki ilişkisi bulunan kişilerle ilişkileri devam ettirecektir.

Saffet Alp ile birlikte tüzüğü hazırlayan Nevzat Yüce, bu organlarla ilgili şu açıklamaları yapmaktadır: “Evet, tüzükte yazıldı bunlar, ama hayata geçmedi. Fırsat olmadı daha doğrusu. Oturmamıştı hiçbir örgütlenme. Sivil kesim de öyle. Mesela THKP-C’nin Genel Komitesi de hiç toplanmadı. Tüzükteki birçok şey teknik konulardı. Siyasi içeriği yoktu. Yapılan Genel Komite toplantıları da aslında ya birleşme ya da Aydınlık Sosyalist Dergi’ye Açık Mektup’tan sonraki tartışmaların toplantılarıdır. İddianamede söylendiği gibi, resmi bir Genel Komite toplantısı filan değildir bunlar.”[9]

Ocak 1971’de yayınlanan “Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup” Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü üyesi sosyalist subaylar arasında da tartışılır ve daha öncesinde bu iki kesim arasında kurulmuş olan ilişkiler tek bir örgüt çatısında toplanır.

Tek örgüt çatısı

Kurtuluş Yayınları’ndan basılan “Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup”tan sonra, Mahir Çayan ve arkadaşları Kurtuluş Grubu olarak anılır. Ocak 1971’de yayınlanan “ASD’ye Açık Mektup” Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü üyesi sosyalist subaylar arasında da tartışılır ve daha öncesinde Orhan Savaşçı aracılığıyla bu iki kesim arasında kurulmuş olan ilişkiler artık tek bir örgüt çatısında toplanır.

Tarihin hızlı aktığı bir süreçtir. Mahirler Ankara’dan sonra İstanbul’da da eylemlere başlar. Mahirlerin İstanbul’a geçtiği sırada, 12 Mart’ta, beklenen askeri müdahale de gelir. Ancak “sol” cuntanın örgütleyicilerinden Faruk Gürler ve Muhsin Batur saf değiştirmişler, Memduh Tağmaç komutasındaki askeri faşist müdahalede kendilerine yer bulmuşlardır.

Peki, bu süreçte, Kurtuluş Grubu’ndaki subayların tutumları nasıl olmuştur?

Herkes gibi, sosyalist subaylar da “sol” bir cunta hazırlığı olduğunu bilmektedir. Hatta bu amaçla yapılan toplantılara davet edildiklerinde de gitmemezlik etmezler. Ancak amaç, darbeye destek olmak değil, gelişmelerden haberdar olmaktır. Bu toplantılara katılan Kara Kuvvetleri’ndeki sosyalist subaylardan biri olan Atilla Özsever, bunu şöyle ifade etmektedir:

Bizim esas amacımız, ‘sol cunta ne yapıyor, bir askeri müdahale yakın mı, değil mi?’ şeklindeki sorulara yanıt bulmak ve bu bilgileri bizim gibi düşünen sosyalist arkadaşlara aktarmaktı. Tanıdığımız kimi havacı arkadaşların da sol kesimdeki sivil devrimcilerle bağlantısı vardı. Edindiğimiz bilgileri bu arkadaşlarla da paylaşacaktık.”[10]

9 Mart gerçekleşmiş olsaydı buna cevabımız Amerikan Konsolosu’nu kaçırmak olacaktı. Bu, 9 Martçılara bir karşı hamle olacaktı. Peki neden böyle düşünüyorduk? 9 Martçıların yapacağı, kuracağı cunta da nezdimizde topluma karşıydı, çünkü askerin yapacağı hiçbir darbe toplum yararına olmaz, olamaz.”

“9 Mart gerçekleşmiş olsaydı”

Hava Kuvvetleri’ndeki subaylar ise sadece gelişmelerden haberdar olmak değil, aynı zamanda bunlara müdahil olmak gibi bir amaç da taşımaktadır. 9 Mart darbesi gerçekleştiği takdirde, İstanbul’a geçmiş olanlar ABD Konsolosluğu’na eylem düzenleyecek, Ankara’da kalanlar ise Emniyet Müdürlüğü’ne baskın yapacaktır. O süreçte İstanbul’da olan Ziya Yılmaz, planlarını şöyle anlatmaktadır:

9 Mart gerçekleşmiş olsaydı bizim buna cevabımız Amerikan Konsolosu’nu kaçırmak olacaktı. Bu hamlenin hazırlığını yapmıştık. Bu, bir anlamda 9 Martçılara bir karşı hamle olacaktı. Eylem başarılı olurdu yahut olmazdı, ama böyle bir eylem için hazırlık yapmıştık.

Peki neden böyle düşünüyorduk? 9 Martçıların yapacağı, kuracağı cunta da bizim nezdimizde topluma karşıydı, çünkü askerin yapacağı hiçbir darbe toplum yararına olmaz, olamaz.

THKP-C’nin asker içinde militanlarının olması başka bir şeydir. O arkadaşlar TSK’ya ve Genelkurmay’a resmi anlamda bağlı olsalar bile fiilen THKP-C’ye ve Merkez Komite’ye bağlıydılar. 9 Mart da aynen 12 Mart gibi halka karşı olacaktı doğası gereği, bu anlamda bize de karşı olacaktı.

Biz de, böyle bir durumda 9 Martçıların da NATO ve Amerikan güdümlü olacağını bildiğimiz için, özellikle Amerikan Konsolosu’na yönelik eylem yapacaktık. 9 Martçıların da aslen 12 Martçılardan çok bir farkı olmayacağını bu eylemle yahut benzeri eylemlerle ortaya çıkaracaktık. Fakat 9 Mart olmadığı için bu eylemi gerçekleştirmedik.”[11]

Nevzat Yüce ise ABD Konsolosluğu’na ve Ankara’da Emniyet Müdürlüğü’ne yapılması düşünülen eylemlerin gerekçesini şöyle açıklamaktadır:

“Krizi derinleştirmek şeklinde bir teorimiz vardı. Krizi derinleştirip halk kitlelerinin lehine gelişmesini sağlamak gibi bir görüşe sahiptik. Bunun yanında faydacı bir yaklaşımla da değerlendirildi. [Emniyet Müdürlüğü’ne baskın yaparak] Silah temin etmek ve polis arşivini ele geçirmek gibi düşünceler de vardı. Cunta fikrine ve oluşumlarına kesin olarak baştan itibaren tavır almıştık”.[12]

9 Mart gerçekleşmiş olsaydı buna cevabımız Amerikan Konsolosu’nu kaçırmak olacaktı. Bu, 9 Martçılara bir karşı hamle olacaktı. Peki neden böyle düşünüyorduk? 9 Martçıların yapacağı, kuracağı cunta da nezdimizde topluma karşıydı, çünkü askerin yapacağı hiçbir darbe toplum yararına olmaz, olamaz.”

Balyoz Harekâtı, yakalanma ve firar

9 Mart “sol” darbesi gerçekleşmediği için bunlar yapılamaz. Ancak, THKP-C nüvesi İstanbul’da eylemlerine devam etmektedir. Önce finansal sorunları çözecek birkaç eylem yaparlar. Ardından, 17 Mayıs’ta, İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırırlar ve talepleri karşılanmadığı takdirde infaz edecekleri ültimatomunu verirler.

Devletin buna tepkisi çok sert olur. 22 Mayıs’ta başlayan Balyoz Harekâtı ile yüzlerce aydın, sendikacı, devrimci gözaltına alınır. İstanbul’daki her ev didik didik aranır. 23 Mayıs’ta Elrom’un cesedi bulunur. Elrom’un taşınmasında kullanılan çuvaldan yola çıkan polis Necmi Demir, İlkay Demir, İrfan Uçar ve Necati Sağır, ardından Ulaş Bardakçı, Rüçhan Manas ve Ziya Yılmaz’ı yakalar. Saffet Alp ve İlyas Aydın kaçak duruma düşer ve Ankara’ya geçerler.

Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir ise ev aramaları sırasında fark edilirler ve kaçarak Maltepe’deki bir eve girerler. Sibel Erkan isimli kızı rehin alarak direndikleri eve 52 saat sonra yapılan operasyonda Hüseyin Cevahir öldürülür, Mahir Çayan ise ağır yaralı olarak ele geçirilir. Tarih 1 Haziran 1971’dir.

Niğde Cezaevi, 1978, soldan sağa: Münir Ramazan Aktolga, Demir Küçükaydın, Dündar Eren, Orhan Savaşçı, Ertuğrul Kürkçü, önde Osman Ağaoğlu

16 Ağustos 1971’de duruşmalar başlar. Hüküm verilmeden Mahirleri cezaevinden kaçırmak gerekmektedir. THKP-C’li subaylar bunun için canla başla çalışır. Önce Orhan Savaşçı açılan bir kurs sayesinde İstanbul’a geçer. Ardından da Mehmet Alkaya… Olcaytu Özsever aracılığıyla Maltepe Askeri Cezaevi’nde görevli subaylardan Sabahattin Sakman ile görüşülür. Sabahattin Sakman, Mahir Çayan’la dışarısı arasındaki ilişkiyi sağlar.

Bu arada, THKO’luların başlattığı tünel kazısında sona gelinmek üzeredir. Duruşmalar da sona doğru yaklaşmaktadır. Mahir Çayan’ın idam edileceği bellidir. Muhtemelen onunla birlikte birkaç kişi daha…

Dolayısıyla, firarın bir an önce gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Mahirler zaman kazanabilmek için savunmalarını uzatmaya çalışmaktadırlar. Bununla ilgili de Ulaş Bardakçı’yı görevlendirirler. O da Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni kitabından alıntılarla savunmayı şişirmektedir.

Ve sonunda, kararın açıklanmasına birkaç gün kala, 29 Kasım 1971’de THKP-C’den Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz, THKO’dan Cihan Alptekin ve Ömer Ayna firar eder.

“Krizi derinleştirmek şeklinde bir teorimiz vardı. Krizi derinleştirip halk kitlelerinin lehine gelişmesini sağlamak gibi bir görüşe sahiptik. Cunta fikrine ve oluşumlarına kesin olarak baştan itibaren tavır almıştık.”

“Yerimiz firar eden arkadaşlarımızın yanıdır”

Firardan sonra sadece büyük bir sürek avı başlamaz, aynı zamanda THKP-C içinde yıkıcı bir ayrılık da yaşanır. Mahirler tutuklandıktan sonra eylemlere devam etmeyen ve yapılmış olan eylemleri de eleştirmeye başlayan Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga örgütten ihraç edilir.

Subaylar ise, yargılamalar sırasında daha da ağır sonuçları –Mahir Çayan’ı karalamak, cezaevinde saldırmak gibi– olacak bu ayrılıkta, firesiz olarak Mahir Çayan’dan yana tavır alır. Yaşanan ayrışma sürecine dair Ankara’da yapılan toplantıda olan askerlerden Tayfun Orçun, bunu net bir şekilde dile getirir: “Bu tartışılacak bir şey değildir, yerimiz firar eden arkadaşların yanıdır!

Bu toplantının üzerinden tam elli yıl geçtikten sonra da, Tayfun Orçun aynı netlikte yanıt vermektedir: “Tabii ki tartışılamazdı! Ne yapacaktık? Mahir’i sıkıyönetimin kucağına mı atacaktık![13]

Mahirler tutuklandıktan sonra eylemlere devam etmeyen ve yapılmış olan eylemleri de eleştirmeye başlayan Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga örgütten ihraç edilir. Subaylar bu ayrılıkta firesiz olarak Mahir Çayan’dan yana tavır alır.

Subaylar Mahirlerden yana tavır almakla kalmazlar, aynı zamanda onların yerini alacak eylem timleri de oluştururlar. Çok yoğun bir saldırı devam etmektedir. Mehmet Eymür ve Hiram Abas liderliğindeki kontrgerilla güçleri terör estirmektedir. Yakalananlar günden güne artmakta, hareket etme imkânı azalmaktadır. İşte bu dönemde subayların eylem timleri oluşturması gündeme gelir. Orhan Savaşçı bunu şöyle anlatmaktadır:

Bu konu arkadaşlarımızın Kartal-Maltepe Askeri Ceza ve Tutukevi’nden kaçışı olayından sonra, Levent Menekşe Sokak’ta, Alankuş’ların evinde (İstanbul), Mahir, Ziya, Ulaş, Haldun (Yeşil) ve benim de bulunduğum bir görüşmede gündeme gelen konulardan bir tanesi (tahminen ocak ayı ortaları, 1972).

Cezaevinden kaçan arkadaşlarımızın güvenliği konusunda konuşurken Ziya ya da Ulaş bir öneri getirdi. Mealen ‘İçinde bulunduğumuz koşullarda, özellikle haberleşme, saklanma ve güncel pratik faaliyetlerin yürütülmesinde imkânlarımız daraldı. Karadeniz’deki arkadaşlarla da ilişki kuruyoruz. Bu sıkıntılı durum aşılana kadar, asker arkadaşlarımız da desteklerini biraz daha artırsınlar’ dendi.

Niğde Cezaevi, 1978: Arka sırada soldan ikinci Orhan Savaşçı, oturanlar Erhan Erdoğmuş ve Ertuğrul Kürkçü

Bu çerçevede yapılan konuşmalar sonucunda, cezaevinden kaçan arkadaşlarımızın en azından belli bir süre silahlı eylemler içinde yer almaması kararlaştırıldı. ‘Eğer ihtiyaç duyulursa, özellikle mali imkân temini konularında, bu tür faaliyetlerin örgütlenmesini askerler planlasın’ yaklaşımı daha bir öne çıktı. (…)

Sanıyorum iki-üç gün sonra Haldun’un Kızıltoprak’taki evinde, aramızda bu konuyu konuşarak bazı taslaklar hazırladık. Dört eylem timi tespit ettik.”[14]

Ancak askerlerin oluşturduğu eylem timleri harekete geçemez. Peş peşe yapılan operasyonlar sonucunda birçok asker gözaltına alınır, işkenceli sorgulardan geçirilerek tutuklanır. Önceden yapılan görev bölüşümüne göre İstanbul’da kalanlara dönük 19 Şubat 1972’de yapılan operasyonlarda Ziya Yılmaz yaralı yakalanır, Ulaş Bardakçı öldürülür.

Kızıldere katliamı ve Saffet Alp

Ankara’ya geçmiş olan Mahir Çayan, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna ise, Ankara’dakilerle birlikte, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamını önleyecek eylem arayışı içindedir. Ankara’da böyle bir eylemi yapamayacaklarını anlayınca, Ertan Sarıhan’ın verdiği bilgiler üzerine, Ordu-Ünye’deki NATO radar üssünde çalışan İngiliz istihbaratçıları kaçırmak üzere Karadeniz’e geçmeye karar verirler.

Ertan Sarıhan’ın sürücünün yanında olduğu bir kamyonun kasasında Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü ve Ömer Ayna 18 Mart akşamına doğru Karadeniz’e ulaşırlar. Saffet Alp, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt ve Hüdai Arıkan bölgeye önceden gitmiştir.

25 Mart 1972’de, cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Denizlerin TBMM’de onaylanan idam kararını imzalar. Bunun üzerine eylemin ertesi gün yapılmasına karar verilir.

Saffet Alp

26 Mart günü üç İngiliz istihbaratçıyı kaçıran Mahirler, yanlarında rehinelerle birlikte Tokat-Niksar’ın Kızıldere Köyü’ne gider ve muhtarın evine yerleşirler. Yayınladıkları bildiride infazların derhal durdurulmasını, hiçbir devrimcinin asılmamasını ve bu kararın 48 saat içinde radyodan duyurulmasını talep ederler.  

İşkenceli sorgularla ve estirdiği terörle elde ettiği ipuçlarını takip eden kontrgerilla, sonunda Mahirlerin izine ulaşır. 11 devrimci, Kızıldere köyü muhtarı Emrullah Aslan’ın evinde kuşatılır. Sonrası malûm… On devrimci katledilir. Adı gibi kızıla bulanır Kızıldere köyü…

İki devrimci sağ kalır. Ertuğrul Kürkçü ve Saffet Alp. Ertuğrul Kürkçü samanlık tarafında olduğu için sağ kalmış ve orada saklanarak öldürülmekten kurtulmuştur. Saffet Alp ise yaralı olarak ele geçirilir ve derhal infaz edilir.

Her şey “bittiğinde”, THKP-C davası başlar. Yargılananların 100’den fazlası subaydır. Duruşmalarda önderlik kadrosunda yer almış bazı kişilerin ‘nedamet getirmesi’ büyük bir hayal kırıklığı yaratır. Ancak, bir kesim, yargılamalar sırasında fire vermeden davranır: Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü üyeleri.

Saffet Alp’in infazına tanık olan bir onbaşı, yıllar sonra o anları şöyle anlatacaktır:  

Verilen emir üzerine yağmur gibi mermi sıkılmaya başlandı o köy evine. Evden de marşlar, sloganlar söylediklerini duyuyorduk. Eve kurşun, bomba yağıyordu. Ev harabeye döndü, o kadar mermi, o kadar bomba, zaten köy evi, roket evin önünden giriyor taa arkasından samanlıktan çıkıyordu.

Sonra evin içinden marş slogan sesleri kesildi, hiç ses gelmez oldu. İçeridekilerin hepsinin öldüğü söylendi. Sonra yarım saat kadar beklendi, kimse eve giremedi. Mahir Çayan’ın içeride ölüsünün olması bile tedirginlik ve korku veriyordu. Bir yüzbaşıydı galiba, “ben girerim” dedi. Çelik yelek giydi, eve kapıdan girdi. Ama operasyon sırasında eve bazuka, roket, makineli tüfek atışları dışında sis ve gaz bombası da atılmış. Komutan girdi, ama hemen çıktı; yanında yaralı biri vardı. Kapının böyle iki üç metre önünde durdular. Komutan yaralıya çok ağır hakaretler etmeye başladı, küfür de edince yaralı, komutana doğru bir yumruk hamlesi yaptı. Komutan geri çekildi, korktu da. Herhalde erlerin, bizlerin önünde düştüğü duruma sinirlendi. Tabancasını çekti, yaralı vaziyetteki o insanı alnından vurdu. Kurşun alnına gelince yere yığıldı cansız halde, hemen ölmüştü. Sonradan öğrendik, teğmenmiş o yaralı haldeyken vurulan. Donduk kaldık, genç bir insan gözümüzün önünde vurulup infaz edilmişti. Yaralıydı, ama ölecek gibi değildi. Vurulmasaydı yaşardı herhalde.”[15]

Saffet Alp’in yaralı haldeyken öldürüldüğünü, operasyon sonrasında hükümet tabibi olarak eve götürülen Şehsuvar Savuran da doğrulamaktadır.[16]

“Biz üzerimize düşeni yaptık”

Her şey “bittiğinde”, THKP-C davası başlar. Yargılananların 100’den fazlası subaydır. Duruşmalar sırasında sivil kesimden –önderlik kadrosunda yer almış ya da kendisine umut bağlanmış– bazı kişilerin nedamet getirmesi büyük bir hayal kırıklığı yaşatır.[17] Başta Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga ve İrfan Uçar’ın tutum ve açıklamaları, THKP-C (ve elbette Dev-Genç) davasından yargılananlar arasında büyük öfkeye ve kırılmaya neden olur.

Ancak bir kesim yargılamalar sırasında fire vermeden davranır: Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü üyeleri.

Uzun vadeli ve planlı bir mücadeleyi savunmalarına ve THKP-C’yi de bu bağlamda görmelerine rağmen, bu sosyalist subaylar kendilerini bir fırtınada sürüklenir halde bulmuşlardır. Buna karşın her maaşlarını buraya harcamışlar, tutuklanan arkadaşlarının firarını sağlamışlar, barınma ve iletişim sorunları çözmüşler ve –Saffet Alp örneğinde olduğu gibi– ölmüşlerdir de. Belki de bu yüzden konuştuğum birçok subay hep aynı cümleyi kullanmaktadır: “Biz üzerimize düşeni yaptık!”


[1] Aktaran Orhan Savaşçı, Cepheden Anılar: Orhan Savaşçı’nın THKP-C Anıları, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2018, s.22.

[2] O dönem TSK içindeki tek sosyalist örgütlenme Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü değildir. Ayrıca, Kara Kuvvetleri Devrimci Subaylar Örgütü gibi örgütlenmeler de vardı. Ancak hem Hava Kuvvetleri’ndeki örgütlenme daha kapsamlıdır hem de daha etkilidir. Zaten Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü üyesi askerler gibi Kara Kuvvetleri Devrimci Subaylar Örgütü üyesi askerler de THKP-C içinde faaliyet yürütmüşler, THKP-C davasından yargılanarak cezalandırılmışlardır.  

[3] Subayların neredeyse tamamı teğmendir. Ancak Orhan Savaşçı, İlyas Aydın, Haldun Yeşil gibi yüzbaşı rütbesinde olanlar da vardır.

[4] Murat Bjeduğ, Devrimci Bir Subay: Saffet Alp Kitabı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2021, s. 98.

[5] T.C. Sıkıyönetim Komutanlığı, İddianame: Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi Davası, İstanbul: K.K.K. Basımevi, 1973. (Bundan böyle kısaca İddianame olarak anılacaktır.)

[6] İddianame, s.95.

[7] Orhan Savaşçı, Cepheden Anılar: Orhan Savaşçı’nın THKP-C Anıları, 2018, s.25.

[8] Dikkat edilirse Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü’nün organları THKP-C’ninkinden daha önce oluşturulmuştur. Her ne kadar Merkez Komite ifadesi evrensel bir nitelik taşısa da, Genel Komite, o zamana kadar kurulmuş örgütlerde tarif edilmiş bir organ değildir. Bu yönüyle ilk askerlerin tarif ettiği Genel Komite’nin THKP-C’de oluşturulan Genel Komite’ye esin vermiş olması yüksek olasılıktır.

[9] Nevzat Yüce ile görüşme, 13 Şubat 2022.

[10] Atilla Özsever, Mesele Teslim Olmamakta, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2021, s. 43.

[11] Barış Mutluay, Ziya Yılmaz: TİP’ten THKP-C’ye, Fatsa’dan Türkiye’ye, Ankara: Nota Bene Yayınları, 2014, 184.

[12] Nevzat Yüce ile görüşme, 13 Şubat 2022.

[13] Tayfun Orçun ile görüşme, 6 Şubat 2022.

[14] Orhan Savaşçı, Cepheden Anılar, s. 99-100.

[15] Murat Bjeduğ, Devrimci Bir Subay: Saffet Alp Kitabı, s. 53-54.

[16] Koray Düzgören, THKP-C ve Kızıldere, İstanbul: BDS Yayınları, 1988, s. 140

[17] Nedamet getirenlerin başında Yusuf Küpeli, Münir Aktolga ve İrfan Uçar vardır. Mahkeme sürecinde Süleyman Demirel’in takdir edilmesinden II. Abdülhamit’in övülmesine, namaz kılınmaya başlanmasından Mahirlerin “anarşist, goşist, bireysel terörist” olarak suçlanmasına kadar bir dizi “çarpıcı” durum yaşanır.

^