İnanılması güç ama ABD’de her on kişiden dokuzunun idrarında ya da kanında tarımsal toksik kimyasal, yani pestisit kalıntısı bulunuyor. Pestisitler kadınların doğurganlık oranını, erkeklerde sperm sayısını düşürüyor, arıların toplu ölümüne neden oluyor, çocuklarda nörolojik bozukluklara kapı açıyor, suları belki de geri dönüşsüz bir şekilde kirletiyor. Gezegenin ağır çekim felaketinin önemli unsurlarından pestisitlere yakından bakalım.
Gıdalar pek çok besleyici unsurun yanı sıra toksik kimyasallar da içerebiliyor. Ağır metaller, poliklorlu bifeniller ve dioksinler gibi bazı toksik kimyasallar çevreden bulaşıyor. Pestisitler ve hayvancılıkta kullanılan çeşitli farmakolojik preparatlar (ilaç karışımları) ise üretimin belli bir aşamasında bilinçli olarak gıdalara katılıyor. Akrilamid ve furanlar gibi bazıları ise gıdaların hazırlanması-işlenmesi aşamalarında açığa çıkıp gıdalara bulaşıyor. Son yıllarda önem kazanmaya başlayan fitalatlar, vinil klorür gibi diğerleri ise ambalajlamada kullanılan malzemelerden gıdalara geçiyor. Tüm bu nedenlerle gıda ürünleri az veya çok oran ve çeşitte toksik kimyasallar içeren kokteyllere dönüşüyor. Bundan 100 yıl önce gıda maddelerinde bulunmayan binlerce toksik kimyasal önce gıdaların, sonra bedenlerimizin bir parçası haline geldi.
Gıdalardaki –ve sulardaki- toksik kimyasallar gerek çeşitli akademik disiplinlerde gerekse halk ve çevre sağlığıyla ilgili ulusal ve uluslararası kurumlarda beslenme, gıda-çevre güvenliği ve biyolojik çeşitliliği tehdit eden en önemli mesele olarak görülse de önleyici çalışmalar çok yetersiz. Zararlı olduğu bilinmesine rağmen on binlerce toksik kimyasal halen kullanımda. 1930’lu yıllarda dünyada kimyasal madde üretimi 1 milyon ton iken bugün 400 milyon tonu aşmış durumda. Bu kimyasalların sadece yüzde yedisinin insan ve çevre sağlığına etkileri araştırıldı. Geriye kalanlarını muhtemel olumsuz etkileri konusunda pek fazla bilgimiz olmasa da DDT, PCB’ler ve Atrazin gibi zararlarını iyi bildiğimiz bazı örnekler düşünüldüğünde durumun epeyce kaygı verici olduğu aşikar.
Biraz da bu yüzden burada toksik kimyasalların tamamına dair bir değerlendirme yapma olanağımız yok. Gelin şimdilik pestisit kullanımının yol açtığı ve şu sıralar çok tartışma konusu olan güncel bir soruna eğilelim. Öte yandan pestisitlerin zararlarının genelde toksik kimyasalların büyük çoğunluğu için de geçerli olduğunu, hatta bazılarının tehlikelerinin pestisitleri aştığını da unutmayalım.
2007-2016 arasında doğurganlık tedavisi gören 325 kadın üzerinde yapılan araştırmaya göre, yüksek oranda pestisite maruz kalan kadınların, diğerlerine göre gebe kalma olasılıklarının yüzde 18, canlı doğum yapma olasılıklarının ise yüzde 26 düştüğü belirtildi.
Bedenlerdeki pestisit
Pestisitler tarımsal üretimde 1950’li yıllardan bu yana yoğun olarak kullanılan toksik kimyasal maddelere verilen genel ad. İşlevlerine böcek öldürücü (insektisit), ot öldürücü (herbisit) veya kimyasal yapılarına göre çeşitli sınıflara ayrılan (organoklorlu, organofosfatlı, karbamatlı vs.) bu kimyasalların sayısı yaklaşık bin civarında.
Gıdalar, özellikle meyve ve sebzeler az veya çok çeşitli pestisitleri içerebiliyor. Pestisit maruziyeti oldukça yaygın bir sorun. Öyle ki, ABD nüfusunun yüzde 90’ının kan veya idrarında pestisit kalıntısı tespit edildiği belirtiliyor.
Çoğu pestisit suda kolayca çözünme özelliğine sahip. Bu durum sucul ortamda yaşayan canlıların zarar görmesine neden oluyor. Özellikle hormonal sistem üzerinde bozucu etkiye sahip pestisitlerin yol açtığı su kirliliği en önemli sağlık sorunlarından biri olarak niteleniyor.
Pestisitlerin insanlarda üreme sağlığının bozulması ve çocuklarda nörolojik gelişim bozukluklarına yol açtığına dair kanıtlar da son yıllarda hızla arttı. Bu önemli meselelerden üreme sağlığı ile ilgili olanına bakalım.
2013-2014 arasında Antalya semt pazarlarındaki çeşitli gıda örneklerindeki pestisit kalıntılarını belirlemek amacıyla yapılan bir çalışmada, pestisit oranlarının Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın açıkladığından en az 10-15 kat daha yüksek olduğu belirtildi
Üreme üzerindeki vahim etkiler
2015 yılında 125 ülkeden uzmanlarını temsil eden “Uluslararası Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanları Federasyonu” (FIGO) bir bildiri yayınlandı. 7 binden fazla uzmanın imza attığı bildiride 1970’li yıllardan itibaren insanların toksik kimyasallara giderek daha çok maruz kalmasının üreme sağlığını tehdit eden en önemli sorun olduğunun altı çizildi. Toksik kimyasallara maruziyeti azaltacak önlemlerin alınmasının bir zorunluluk olduğu dile getirildi. Aciliyeti vurgulamak için yakın zamanda yapılan bir araştırmaya kulak verelim.
Saygın tıp dergisi Jama’nın geçtiğimiz ekim sayısında yayınlanan ve 2007-2016 arasında doğurganlık tedavisi gören 325 kadın üzerinde yapılan araştırmaya göre, yüksek oranda pestisite maruz kalan kadınların, diğerlerine göre gebe kalma olasılıklarının yüzde 18, canlı doğum yapma olasılıklarının ise yüzde 26 düştüğü belirtildi. Tarım emekçisi kadınların pestisitlere daha çok maruz kaldığı için daha yüksek kısırlık riski taşıdığı da vurgulanıyor.
Sorunlar sadece kadınlarla sınırlı da değil. Son yapılan bir araştırmada Batı toplumlarında yaşayan erkeklerin sperm sayısının 40 yıl içinde yüzde 60 azaldığı açıklandı.
Pestisitlerin doğal hayata ne ölçüde karıştığı, suları ne ölçüde kirlettiği, diğer canlılara ne düzeyde zarar verdiği ile ilgili Türkiye’de yapılmış doğru düzgün tek bir çalışma yok.
Muhayyel çözüm kudreti
Özetle tarım, endüstri, kentleşme, ticaret gibi pek çok alanda kullandığımız on binlerce toksik kimyasalın yol açtığı sorunların ciddiyetini yeni yeni tespit etmeye başlıyoruz. Çözümü çok zor belki de olanaksız sorunlar ortaya çıkıyor olabilir. Üstelik koruyucu, onarıcı ve önlem alan yaklaşım ve politikaların öne çıktığını söylemek de zor. Toksik kimyasalların kullanımı hızla artarken sorunları daha da derinleştirecek yöntemler kullanılmaya devam ediyor. Hatta pestisit kalıntılarını azaltacak bir cihaz geliştirilmek gibi absürt projelere kafa bile yoruluyor.
Karşımıza çıkan her sorunu çözebileceğimize dair çok kuvvetli bir inanç mevcut. Bazen bir meseleyi daha açık seçik kılmanın yolu içinde olduğumuz şartların dışından o meseleye bakabilmektir. Bunu sadece muhakeme etme yöntemlerimizle ilgili değil, fiziksel olarak da “dışarıya” çıkma manasında düşünebiliriz. Olup bitene bir süre uzaydan bakabilmek, yeryüzünde varlığını bile hissetmediğimiz fiziksel kuvvetlerin, biyolojik örüntülerin yokluğunun hayatı neye dönüştüreceğini anlamak adına benzersiz bir deneyim sağlayabilir. Gelin, bu deneyimin neye benzediğine işaret eden Simpsonlar animasyon dizisinin bir bölümüne (Sezon 5, Bölüm 15, “Uzayın Derinliklerinde Homer”, 1994) göz atalım.
Cips paketini açmak ya da açmamak
NASA yetkilileri halkın uzay çalışmalarına karşı azalan ilgisini tekrar canlandırmak için halktan birini uzay uçuşlarına dâhil etmenin en uygun seçenek olduğu kanaatine varırlar. Elemelerden sonra Homer Simpson yolculuğa “halk kontenjanından” katılır. Simpsonlar dizisinin pek çok bölümü popüler kültüre göndermelerle dolu. Bu bölümde de Kubrick’in “2001: Bir Uzay Macerası” (Space Odysseus, 2001) filmine çok eğlenceli göndermeler mevcut. Kubrick’in filminde yer alan uzay gemisi içindeki ağır, uzun, sessiz ve hijyenik yeme içme sahnelerini anımsayanlar Homer’in iştahının yol açtığı bir dizi felakete gülümsemekten kendilerini alamaz.
“İnsan uzayda yaşasaydı, zaman içinde psikolojisi nasıl değişirdi?” “Bu soruyu “2001: Uzay Macerası” mı, yoksa “Homer Derin Uzayda” bölümü mü daha gerçekçi ele alıyor?” diye sorsalar, kuvvetle muhtemel cevap Simpsonlar olurdu. Uzay koşullarında mutlak bir gereklilik olan rasyonel mantığı “hiç” yitirmeme, sürekli hesap kitap yapma, dikkatli, sağduyulu davranma, strese girmeme, arzulara göre değil, önceden belirlenmiş protokollere göre davranma gibi pek çok davranış kalıbı önünde sonunda tavsayacaktır. Bu tavsamanın yeryüzü koşullarında büyük bir problem oluşturmayacağı ama uzayda hızla ucu felakete dönüşen bir sürece yol açacağı söylenebilir. “Homer Derin Uzayda” tam da buna işaret ediyor. Kısaca bakalım: Homer uzaya çıkarken yanına bir paket cips alır. Gemide paketi açmasıyla mekanın kısıtlı atmosferi uçuşan cips taneleriyle dolar. Homer meseleyi derhal çözmeye soyulur. Tıpkı Kubrick’in filmindeki uzun yemek yeme sahnesinde olduğu gibi Strauss’un “Mavi Tuna” bestesi eşliğinde uzay gemisi içinde süzülen Homer uçuşan cipsleri havada bir balerin gibi dans ederek yerken, kafasını kazara deney yapmak üzere getirilen karınca kolonisinin bulunduğu bölmenin camına çarpar. Cam kırılır. Şimdi artık uzay gemisi içinde hem cipsler ve hem de karıncalar uçuşmaktadır. Karıncaların bir kısmı geminin yön bulma sisteminin kısa devre yaptırır; gemi mürettebatı karıncalardan kurtulmak için kendini koltuklara sabitleyip uzay gemisinin kapısını açar. Cipsler ve karıncalar uzay boşluğuna savrulur; kendini koltuğuna sabitlemeyi unutan Homer ama son anda kapının kolunu yakalar. Ne var ki kapı kolu kırılır ve Homer tam uzaya karışacakken mürettebattan biri onu kolundan yakalar. Kulpu kırılan kapı artık tam olarak kapanmamaktadır. Homer kapıyı bir demir çubukla tutturur. Gemi kontrolsüz bir şekilde atmosfere doğru süzülür.
İçinde bulunduğumuz süreci anlatmak adına en iyi örneklerden biri tam da bu Homer’in yeme arzusunun zincirleme bir felakete yol açtığı animasyon. Küçük bir düzeltmeyle: Aslında Homer fail değil de mağdur konumda bulunsaydı, hikaye pestisitler konusundaki meramımıza daha iyi anlatırdı. NASA, bilim kurumları, hükümetler, medya ve halkla ilişkiler şirketleri çok az yer kaplayan, hafif, daha önce uzaya götürülen yiyeceklerden daha besleyici olduğunu iddia edip cipsi övse ve “uzayda yeme testi” için Homer’i seçseydi, işte o zaman içinde bulduğumuz durumun senaryosundan bahsedebilirdik..
Zararları hakkındaki literatürün muazzam boyutlara ulaştığı, üreme sağlığının bozulmasından arılarda toplu ölümlere varana değin pestisitlerin yol açtığı-açacağı felaket tam da Homer’in uzay gemisinden savrulup gitmesine benzer bir durumu andırıyor çünkü. Şüphesiz, çok daha yavaş gerçekleşen, olumsuz etkileri zamana yayılan bir süreç. Belki bu nedenle de olan biteni fark etmekte, önlem almakta yavaş davranılıyor. Üstelik hala başlangıç noktasındayız: Pestisitlerin kullanılmasının bir zorunluluk olduğuna, verimliliği artırdığına ve açlığa çare olacağına dair on yıllardır söylenegelen baskın akademik düşünce biteviye tekrarlanıyor. Risklerin “yönetilebilir” olduğu dile getiriliyor. Bu fasit daireye, içinden çıkmamız elzem tıkanmışlığa birkaç örnek üzerinden yakından bakalım.
Pestisitlerle ilgili olarak yapılan, yapılması gereken her türlü ölçüm, izleme ya da mümkünse temizleme, arıtma çalışmalarının maliyeti toplumun sırtına yükleniyor. Pestisit kaynaklı hastalıkların tedavi masrafları hastalanan kişi tarafından ödeniyor.
Ağır çekim felaket
Pestisit kullanımının zararsız olduğu, pestisitlerin piyasaya sürülmeden önce güvenlik testlerinden geçtiği iddia edilse de gerçek bu değil. Geçmişte tarımsal üretimde yıllarca kullanılan pek çok pestisit zaman içinde yasaklandı. Bir kimyasal maddenin sağlığa zararlı etkileri olduğuna yönelik şüphelerin ortaya çıkması ile kullanılmasını engelleme veya yasaklama arasındaki zaman dilimi genellikle aşırı uzun. Örneğin 1958 yılında piyasaya sürülen ot öldürücü Atrazin, 2004 yılında Avrupa Birliği üyesi ülkelerde yasaklanıncaya kadar (Türkiye’de 2011’de yasaklandı) kullanıldı. Atrazin, toksik etkisini çok uzun süre koruyor, örneğin sularda zararlı etkisini yitirmeden yıllarca kalabiliyor. Oysa atrazinin zararlı etkileri yasaklandığı tarihten 20-25 yıl önce çeşitli çalışmalarla dile getirildi. Daha o zaman şüpheci davranıp atrazini derhal yasaklamalıydı. Ama ne yazık ki, gıda güvenliği konusunda faaliyet gösteren ulusal-uluslararası kurumlar müteakip bir yazıda ele alacağımız pek çok nedenden ötürü yeterli kanıtlar sağlanana kadar eyleme geçmiyor.
Daha kapsamlı bir örnek vermek gerekirse, ABD’de gıda güvenliği ve çevre sağlığı ile ilgili konularda faaliyet gösteren Çevre Koruma Ajansı (EPA) 1972 yılında tarımsal üretimde kullanılan ve sağlığa zararlı olduğundan şüphelenilen 600 pestisiti gözden geçirme kararı aldı. EPA 1987 yılına kadar geçen 15 yıl içinde, 600 kimyasaldan sadece 30 tanesini inceledi. Bunlarda sadece beş tanesini yasakladı. Gözden geçirme çalışmaları henüz bitmeyen diğerlerinin kullanımı ABD dahil pek çok ülkede hâlâ devam ediyor.
Türkiye’deki durum
Türkiye’de kullanılan pestisit miktarı yıllık 30-40 bin ton arasında. İller bazında çok büyük farklar var. En çok kullanılan illerin başında yılda 4-5 bin ton ile Antalya geliyor. Gıdalarda pestisit kalıntılarını belirleme çalışmaları Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından; sularda ise Sağlık Bakanlığı tarafından yürütülüyor. Sağlık Bakanlığının pestisit kalıntıları üzerine yürüttüğü çalışmaların kapsamı ve sonuçları hakkında hiçbir bilgimiz yok. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ise çalışma sonuçlarını zaman zaman açıklıyor, mevzuata aykırı düzeydeki pestisit kalıntılarının yüzde 1-2 civarında olduğunu dile getiriyor. Ancak bu açıklamalar gerçeği yansıtmıyor. 2013-2014 yılları arasında Antalya semt pazarlarındaki çeşitli gıda örneklerindeki pestisit kalıntılarını belirleme amacıyla yapılan bir çalışmada, oranların ürün bazında değişkenlik göstermekle birlikte en az 10-15 kat daha yüksek olduğu belirtildi.
Pestisitlerin zararlarını belirleme açısından da çeşitli güçlükler var. Bu maddelerin kullanımı sonucunda açığa çıkan sağlık zararlarının ne boyutta olduğunu bilmiyoruz. Pestisitlerin gıdalarda bıraktığı kalıntılara ilişkin araştırma çalışmaları çok yetersiz. Pestisitlerin doğal hayata ne ölçüde karıştığı, suları ne ölçüde kirlettiği, doğada yaşayan diğer canlılara ne düzeyde zarar verdiği ile ilgili Türkiye’de yapılmış doğru düzgün tek bir çalışma yok. Örneğin son yıllarda arı ölümlerinin baş şüphelilerinden biri olarak gösterilen, 20 yıldır ülkemizde en çok kullanılan Neonicotinoidlerin doğaya ne kadar karıştığı, arı ölümlerindeki payının ne olduğu hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Bu konulardaki bilgisizlik epistemik güçlüklerden ziyade bu tip çalışmalara yeterli mali kaynak ayrılmamasından kaynaklanıyor.
Açığa çıkan zararı kimin tazmin edeceği de belirsiz Bu tip masraflar. “toplumsal ya da dışsal maliyetler” olarak adlandırılıyor. Yani pestisitlerle ilgili olarak yapılan, yapılması gereken her türlü ölçüm, izleme ya da mümkünse temizleme, arıtma çalışmalarının maliyeti toplumun sırtına yükleniyor. Pestisit kaynaklı hastalıkların tedavi masrafları hastalanan kişi tarafından ödeniyor. Doğada yaşayan diğer canlılara verilen zarar ya da arı ölümleri ise bir gazete haberi olmaktan öteye geçmiyor.
Oysa pestisit kullanımı sonucunda açığa çıkan zararlar, buna neden olan kişi ya da kurumlara, tarım şirketlerine ödetilse, sadece bu bile, pestisitlerin söz edildiği gibi “bir verimlilik artışına” yol açmadığını gösterilebilir. Pestisit kullanımına yönelik eleştirel ya da muhalif çalışmaların bu konudaki ısrarı, en etkili mücadele yöntemlerinden biri olabilir. Kamusal alanda şu sade gerçekleri bıkmadan usanmadan dile getirmeliyiz: “Pestisit kullanımı suları kirletiyor. Bu kirlenme bir süre sonra geri dönüşsüz olacak. Kirliliğin ne boyutta olduğu kamu kurumlarınca araştırılmıyor. Kirliliğin yol açtığı hastalıkların tedavisi için gereken para senden alınıyor. Her türlü temizleme gideri ya da başka su kaynakları için yapılan her türlü masraf da senden tahsil ediliyor…”
Karşı karşıya olduğumuz-olacağımız sorunlar kamusal çözümleri gerekli kılıyor. Dolayısıyla kamusal kurumların işlev ve yeterlilik açısından daha güçlü, kamuya karşı daha sorumlu kılınması gerekiyor.
Hayatı Fark Etmek
Üstelik mesela sadece insanlar da değil. Kuşlardan, balıklara, tozlaşma sağlayan arı gibi böceklere değin pek çok canlı zarar görüyor. Bu konuda da koca bir literatür var. Ancak bilmek, gizli gerçekleri faş etmek, yeterli değil. Hayatın sürekliliğini güvence altına alacak politikalar geliştirme ve uygulamaya koyma konusunda sorumluluğu uzmanlara, akademik kurumlara, siyasal örgütlere bırakamayız. Ya bu kurumların işleyişine müdahil olmalı ya da dayanışma grupları veya inisiyatiflerle gıda ve beslenme konusundaki sorunlara kendimiz çözümler üretmeliyiz.
Meselenin rasyonel düşünme ve doğru kararlar alabilme ile değil, insanın elindekilere sahip çıkma, değersiz olanı fark edebilme becerisi ile daha çok ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu becerinin dünyayı sağaltacak bir niteliğe kavuşması, doğadaki diğer canlıları da hesaba katıp meseleye daha geniş bir çerçeveden bakmayı gerektiriyor. Başka hayatların iyiliği için de çabalamak sadece insanı değil sayısız canlı türüyle birlikte yaşadığımız biricik gezegeni de sağaltabilir.