6 Şubat depremlerinin üzerinden yaklaşık bir buçuk ay geçti. Zihninizde en çok ne yer etti?
Bülent Şık: Toplumsal sorunlara çözüm getirme gücünü yitirmiş kamu kurumlarına rağmen güçlü bir dayanışmanın varlığı. Sadece deprem bölgelerine gidip gıda ve malzeme deposu ya da revir kuran, sağlık desteği veren veya arama-kurtarma çalışmalarına katılan yurttaşlar değil, deprem bölgelerine gidemeyenler de büyük bir dayanışma gösterdi. Yurttaşların resmi organizasyonların, kurumsal yapıların dışında dayanışmayı örgütleyebilmesi umut verici.
İnsanların kamu kurumlarına hiçbir güveni kalmamış, örneğin mevcut siyasal yapıyla ilişkili kamu kurumlarına bağış yapmak istemeyen çok fazla yurttaş var. Bu epey düşündürücü. Sahaya baktığımızda kamu kurumlarının sorunlara çözüm üretmedeki beceriksizliği de aşikâr.
Bunları deprem bölgelerinde de bire bir gözlemlediniz mi?
Antakya’daki, Defne ve Samandağ’daki yıkımı görünce afalladım, dehşete kapıldım. Güya zihinsel olarak hazırdım, ama öyle olmadı. Samandağ’daki depremzedeler “Biz terk edildik. Üç gün kimse gelmedi” diyordu. Onların çaresizliği beni çok etkiledi. Derin bir üzüntü hissettim.
Neler yaptınız Samandağ’da? Nasıl bir ortam vardı?
Bir Arada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı (BAYETAV) ile depremin üçüncü günü Hatay’a gitmek üzere Antalya’dan yola çıktık. Sekiz kişiyle Samandağ’a yardım malzemesi götürdük. Yoldayken “Malzemeleri nereye indireceğiz?” diye düşünüyorduk. Bir tırı boşaltmak, malzemeleri tasnif etmek ve dağıtma başlı başına büyük bir iş. Bu işi açık alanda yapmak elverişli değil.
Yanımızda büyük bir çadır vardı. En kötü durumda, boş bir alana çadır kurup çalışmayı düşünüyorduk. Samandağ’da Bedii Sabuncu Anadolu Lisesi’nin yıkılmadığını ve yardım malzemelerini indirmek için okulu kullanabileceğimizi öğrendik. Okul müdürünün ve öğretmenlerin çabasıyla okulun kapalı spor salonunu gıda deposuna dönüştürdük. Sonraki beş gün Samandağ’da kaldım, nadiren kamu kurumlarının araçlarını gördüm. Köylere battaniye ve gıda dağıttık. Kentlerde gıda, battaniye ve çadır temel ihtiyaçtı. Ayrıca, kent merkezleri kalabalık olduğundan gıda ihtiyacı miktar olarak da yüksekti. Elektrik ve su yoktu. 9 Mart’ta bölgeye tekrar gittim ve aradan bir aydan fazla zaman geçmesine rağmen bazı bölgelerde hâlâ su yok, su olan yerlerde de çeşmeden akan suyu içmek güvenli değil.
İlk gittiğimizde telefonlarımıza yardım talep eden mesajlar geliyordu. Köyde yaşayan bir çocuk için ateş düşürücü ve antibiyotik istenmişti bizden. Köye doğru yola çıktık ve kaybolduk. Hasarlı ve yıkık evlerin yanından geçiyorduk, çaresiz insanları görüyorduk. Gıdaya, ilaca ve ısınmaya ihtiyacı olan çok fazla depremzede vardı. Sorunu sadece gönüllü dayanışmasıyla çözmenin zorluğunu fark ettim.
Antakya’daki, Defne ve Samandağ’daki yıkımı görünce afalladım, dehşete kapıldım. Güya zihinsel olarak hazırdım, ama öyle olmadı. Samandağ’daki depremzedeler “Terk edildik” diyordu. Onların çaresizliği çok etkiledi. Derin bir üzüntü hissettim.
İkinci gün, ilaç almak için Antakya’daki bir ecza deposuna gittik. Yolu bulmak imkânsızdı. Sokaklar, caddeler ortadan kalkmıştı. Ecza deposunu sora sora bulduk. Dönüş yolunda yine kaybolduk. Gerçekten kaybolduk. Her yer enkazdı. Bir saat harap olmuş şehirde dolandık.
Bir sürü duygu yan yana geliyor o anda. Yıkımın büyüklüğü karşısında ezilmek, bir şey yapamamak, dehşet duygusu… Korktum mesela. “Geliyorum” diyen bir felakete karşı devletin önlem almamasına kızdım. Kaybolduğumuzda, “Bakırköy’ün nüfusu bile Antakya’dan fazla, İstanbul’da böyle bir deprem olduğunda ne yapacağız” diye düşündüm.
Samandağ’da lojistik merkezi olarak kullandığınız okulda durum nasıldı?
Okulda 30 civarında gönüllü vardı. Gönüllülerin çoğu okulun öğretmenleri ve öğrencileriydi, onlar da depremzedeydi. Bahçede yedi-sekiz ağacın olduğu bir alan vardı. Oraya bir çay ocağı kurduk, büyük bir varilde ateş yaktık. 24 saat çay dağıtabiliyorduk. Çay ocağının bulunduğu alan bir dertleşme, soluklanma mekânına dönüştü. Gelen yardımları tırlardan indirip dağıtım işiyle uğraşıyor ve akşam olunca da çeşitli sorunları konuşuyorduk. Ancak, son deprem Samandağ’a büyük bir zarar verdi. Okulun bir kısmı hasar gördü ve malzemeler açık alana taşındı.
Çay ocağında neler konuşuluyor, anlatılıyordu? Genel hissiyat nasıldı?
Depremzedeler sürekli “Biz terk edildik” diyordu. Zamanla, öğrencilerle ilişkilerimiz güçlenince “Hocam üniversite sınavı ertelenir mi?” diye soruyorlardı. Ortada bir dünya sorun var, ama bir yandan da gelecek kaygısı var öğrencilerde, bunu gözlemledim. Samandağ’daki öğretmenlerle “Acaba burada bir dershane mi kursak?” diye düşündük. Ama dershane ebeveynlerini, evlerini kaybeden öğrencilerin sorununu çözmeyecekti. Öğretmenlerle “Çocukları başka kentlere yerleştirebilir miyiz?” diye düşünmeye başladık. Samandağlı Ali Sönmez hocamıza, “Burada sınava hazırlanan kaç öğrenci var? Acaba başka kentlere gelmeleri ve orada sınava hazırlanmaları mümkün mü” diye sorduğumda “Sadece bizim lisede 120 öğrenci var. Ailelerle konuşurum. Elimden geldiğince çok öğrenci göndermeye çalışırım” dedi.
Öğrencinin barınma ve gıda sorununu çözseniz bile bu çocuk hayatına nasıl devam edecek? Dayanışmayla, para toplayarak burs yaratmaya çalışıyoruz. Milyonlarca çocuğu ilgilendiren, sivil toplum örgütlerinin gücünü aşan bir sorunun içindeyiz.
Antalya’ya döndüğümde Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) depremzede öğrencilerle ilgili faaliyetlerini öğrenmeye çalıştım. Bir-iki gün araştırdıktan sonra, bakanlığın doğru dürüst bir şey yapmadığını anladım. Çeşitli sivil toplum örgütlerinin yurtlarını ayarlayarak barınma imkânı sağladık. Ali hocayı arayıp “Gelebilecek öğrencileri gönderebilirsiniz” dedim. Çeşitli kentlere olduğu gibi, Antalya’ya da çok sayıda öğrenci geldi. Üç haftadır bu öğrencilerin sorunlarını çözmeye çalışıyoruz.
Birkaç gün önce Antakya, Defne ve Samandağ’a tekrar gittik. Eğitimle ilgili bir faaliyet yok. Çocuklarda, özellikle de lise ve üniversite giriş sınavına girecek olan çocuklarda, ciddi bir kaygı hali var. Öte yandan, sağlam kalan okullara da ya valilik ya da kaymakamlık gibi kurumlar yerleşmiş. Bunu gördüğümde gerçekten çok öfkelendim. Git büyük bir çadıra kur makamını, okulu çocuklara aç. Bunca kaygılı çocuk varken bir kamu görevlisi olarak senin görevin o çocukların kaygısını gidermek çünkü.
Samandağ’da yaşayan öğretmenler ve gönüllülerle birlikte şimdi Festival alanına bölgedeki çocukların eğitim alabileceği bir okul inşa etmeye çalışıyoruz. Gelen çadırların bir kısmı alana kuruldu. Sadece birkaç gün içinde 1100 çocuk eğitim almak için başvuru yaptı ve sayı gün gün artıyor.
Eğitime devam etmek için Antalya’ya göç eden depremzede öğrenciler ne durumda geliyorlar?
Bütün kentlerden binlerce öğrenci geldi Antalya’ya. Örneğin, Samandağ’da tarım veya hayvancılıkla uğraşan ve o nedenle de bulundukları yeri terk etmek istemeyen, ama çocuklarını eğitimlerine devam etmeleri için başka kentlere gönderen çok sayıda aile var. Bu çocukların eğitimiyle ilgili sorun çok büyük.
Ailesi deprem bölgesinde kalan, eğitimini başka şehirlerde devam etmeye çalışan çocuklar olduğu gibi, ailesi deprem bölgesinde kalan ve eğitimine devam edemeyen binlerce çocuk var sadece Samandağ’da.Samandağ’dan ya da diğer kentlerden gelen çoğu çocuğun yanında hiçbir eşyası yok. Bazı öğrencilerin kimliği bile yok, geçici kimlik belgesiyle geliyorlar. Bütün eşyaları enkaz altında kalmış. Küçük bir çantayla geldikleri yabancı bir şehre uyum sağlamaya çalışıyorlar. Sivil toplum örgütleri ve gönüllüler dışında öğrencilere destek veren kamu kurumu yok.
Öğrenciler nasıl bir bürokratik süreçten geçiyor?
Kamu kurumları öğrencilere “AFAD’a kaydolun” diyor, ama bunun ne işe yaradığı belli değil. MEB’in il veya ilçe müdürlüklerine gitmeniz gerekiyor. Müdürlük öğrencilerin lise giriş sınavında aldığı puana göre, “Şu okula kayıt yaptırabilirsin” diyor. Yani, öğrencinin istediği okulu seçmesi, özellikle de yurt olan bir okula yerleşmesi, bütünüyle puanına bağlı.
Bazı okullarda yurt imkânı var, öğrencinin puanı o okula kayıt yaptırmaya uygunsa barınma sorunu hızlı çözülüyor. Ama çoğu okulda yurt yok. Öğrenci okula kaydoluyor, ama yurt başka okulda olabiliyor. Bu sefer ulaşım problemi doğuyor. MEB öğrencilere bir destek vermiyor. Depremzede öğrenciler her türlü maddi ihtiyaçlarını kendileri karşılamak zorunda.
Mevcut imkânlarla sorunları çözmeye çalışıyoruz, ama ne yazık ki gücümüz çok sınırlı. Bu öğrencilerin bir kısmı kısa sürede dönmek zorunda kalıyor. Görüyor ve bir şey yapamıyoruz. Bu durum ciddi bir eşitsizlik ve adaletsizlik demek. Bu çocukların sorunlarına çare olacak ve acilen hayata geçirilecek bir kamusal destek programına ihtiyaç var, ama MEB bunun adını bile anmıyor.
Deprem bölgesinden çıkamayan yoksul ailelerin çocukları uzun bir süre okula gidemeyecek. Üniversite sınavına girmesi gereken çok sayıda depremzede öğrenci var. Nasıl girecekler sınava? Okul, dershane, ev yok, çalışma ortamı yok. Adaletsizlik, eşitsizlik büyük.
Düşünün, öğrenci bu şartlarda “Eğitimime devam etmek istiyorum” diyebilir mi? Dolayısıyla çoğu öğrenci bulunduğu yerde kalmaya ve eğitim hakkından mahrum olmaya devam ediyor.
Birbiriyle ilişkili, çözülmesi gereken o kadar çok sorun var ki. Senelerdir tartışılmasına rağmen, çift devre eğitim sistemi devam ediyor. Öğrenciyi yurda yerleştirmekle de sorun çözülmüyor. Okul zili sabah 7’de çalıyor. Yurt ve okul arasındaki mesafe çoksa nasıl gidecek? Sabahçı öğrencilerin okula yetişmesi için 5 buçukta kalkmaları gerekiyor. Bu öğrenci kahvaltısını nasıl yapacak? Yapamayacak. Öğle saatinde okuldan çıktığında yemek yiyebileceği yer var mı? Yok. Yurtlarda üç öğün yemek çıkıyor. Ama çift devre eğitim sistemi nedeniyle öğrencinin sabah ve öğle öğünü ortadan kayboluyor, sağlıklı beslenme hakkı buharlaşıyor.
Öğrencinin barınma ve gıda sorununu çözseniz bile bu çocuk hayatına nasıl devam edecek? Öğrenciye az da olsa cep harçlığı nasıl verilecek? Bu sorunlar çözülmediği sürece öğrencilerin gittikleri yerlerde uzun süre barınma şansı yok. Zaten yurtlara yerleştirilen öğrenciler sadece bu eğitim dönemi için yerleştirildi. Seneye ne olacağı belli değil.
Bu ekonomik şartlarda, deprem bölgelerinin dışında bile çocukların sağlıklı gıdaya erişimi çok zorken, depremzede öğrencilerin gıda masrafını devletin karşılanması gerekmez mi?
Öyle olmalı. Çünkü depremzede öğrencilerin çok büyük bir kısmı ailelerinden maddi destek alamıyor. Zaten aileler tarumar olmuş durumda. Yoksul ailelerin depremden önce de çocuklarını eğitim için başka kentlere gönderme imkânı yoktu, böyle bir yıkımdan sonra hiç yok. Destek olmaya çalıştığımız ebeveynler bize “Çocuğumuza sahip çıksanız yeter” diyor.
Burs sorununu çözmesi gereken MEB öğrencilere “Ben seni bir okula yerleştireceğim” deyip aradan çekiliyor. Mesele öğrencilerin okula yerleşmesiyle bitmiyor ki. Nerede kalacak, ne yiyecek bu öğrenciler? Öğrencilerin ulaşım, kırtasiye, kıyafet giderlerinin de karşılanması gerek.
Ebeveynler çocuklarını cemaat-tarikat ilişkisi olduğunu düşündüğü yurtlara göndermek istemiyor. Cemaat yurtlarına güven sıfır. Biz devletin yurtlarına yerleştiriyoruz öğrencileri, ama devlet yurtlarının da tarikatlarla ilişkisi olup olmadığını anlamaya çalışıyorlar.
Öğrenciyi bir yurda yerleştirdikten sonra, koştur koştur belediyeye gidip ulaşım kartı çıkartıyoruz. Ama o karta her ay para yatırmak gerekiyor. Dayanışmayla, para toplayarak burs yaratmaya çalışıyoruz öğrenciler için. Milyonlarca çocuğu ilgilendiren, sivil toplum örgütlerinin ve inisiyatiflerin gücünü aşan bir sorunun içindeyiz.
MEB “Depremden etkilenen öğrencilere burs vereceğiz” demeli, bir program açıklamalı. Göç etmek zorunda kalan depremzede öğrenciler kaderine terk edilmiş durumda. Başta söylediğim terk edilme üzüntüsü, kızgınlığı depremzede öğrenciler için de geçerli.
Öğrenciler zaten yurt sorunuyla boğuşuyordu; yurtların durumu depremden sonra nasıl?
Yurtlar doldu. Muğla, Ankara, İzmir, Antalya ve Mersin’e çok fazla depremzede öğrenci geldiğini biliyorum. Antalya’ya 16 bin civarında öğrenci geldiği söyleniyor. Bu öğrencilerin bir kısmı akrabalarında kalıyor. Çoğu devlet yurtlarına yerleştirildi. Bazı özel yurtlar da kapılarını depremzede öğrencilere açtı.
Göç etmek zorunda kalan öğrencilerin cinsiyet dağılımı nasıl? Kız öğrenciler bu süreçte eğitimin dışına itiliyor mu?
Kaba bir tahminle, depremin etkilediği şehirlerde 5 milyona yakın çocuk olduğunu söyleyebiliriz. Net bir veriyle konuşmak için erken, ama genelde lise öğrencileri başka bir kente gönderiliyor. Ortaokul öğrencileriyle temasımız olmadı. Aileler ortaokul çağındaki öğrencileri gönderiyor mu, emin değilim. Erkek öğrencilerin başka kentlere daha fazla gönderildiğini gözlüyorum. Bu durumun kız çocukları için bir eşitsizliğe neden olduğu açık.
Dehşeti yaşayan aileler, kız ya da erkek fark etmiyor, çocuklarını yurtlara göndermekle ilgili güven sorunu yaşıyor. Aileleri düşünün, ortada bir ev yok, naylon brandaların içinde yaşayan çocuklar var. Aileler güven duymak istiyor. Birilerinin okula kayıt için bize yönlendirdiği ve çocuklarını göndermeden önce bizimle temas kuran ebeveynlerle telefonda konuşurken, yaşadıkları güvensizliği ses tonlarından hissediyorum.
Ebeveynler size en çok ne soruyor? Onları en çok ne endişelendiriyor?
Konuştuğum ebeveynler çocuklarını cemaat- tarikat ilişkisi olduğunu düşündüğü yurtlara göndermek istemiyor. Cemaat yurtlarına güven sıfır. Biz zaten devletin yurtlarına yerleştiriyoruz öğrencileri. Ama devlet yurtlarının da tarikatlarla ilişkisi olup olmadığını anlamaya çalışıyorlar. Kamu kurumlarına duyulan güven bütünüyle sarsılmış.
Göçmen ailelerin okul çağındaki çocukları ne durumda? Göçmen öğrencilerle temasınız oldu mu?
Göçmen ailelerin çocuklarıyla karşılaşmadım, ama depremden etkilenen bölgelerde göçmenlerin çok daha fazla sorunla boğuştuğunu söyleyebilirim. Göçmenler de kendi kaderlerine terk edilmiş ve zaten önceden de öyleydi. Ayrıca, deprem bölgelerinde çok ciddi bir göçmen karşıtlığı var. Bir arada yaşama tecrübesi tutmamış maalesef.
Antalya’ya gelen öğrencilere sağladığımız destekler var, ama sürekliliği nasıl sağlayacağımız başka bir mesele. İmkânlarımız çok az sayıda çocuğa yetiyor. Bir-iki ay sonra öğrenciler yıkılmış kentlerine geri dönmek zorunda kalabilir, eğitim hayatlarını sonlandırabilir. Geri dönüş çok daha büyük bir travma yaratacaktır.
Hayatlarının önemli bir eşiğinde böylesi bir altüst yaşayan lise çağındaki gençlerin psikolojik durumlarıyla ilgili gözlemleriniz nasıl?
Depremzede öğrencilerin yerleştirildiği okullardaki öğretmenler, idareciler başta olmak üzere, sorunun farkında olan, canla başla çalışan çok sayıda insan var, ama travma çok büyük, uzun vadeli bir takip ve gözlem gerekiyor. Ailelerini, arkadaşlarını, akrabalarını kaybeden çocuklar var. Bu çocukların psikolojik desteğe ihtiyacı var. Bir yakınını ya da arkadaşını kaybetmiş olmak bu çocukların ya da öğrencilerin büyük bir çoğunluğu için maalesef ortak bir durum. Her çocuğun tepkisi, yaklaşımı farklı.
Samandağ’da kaldığım dönemde, çocukların çok kaygılı olduğunu gördüm. Açıkta uyuyorlardı. Su ve yiyecek temini zordu. Güvensizlik ve belirsizlik hali egemendi, ama öğrencilerin barınma ve eğitimle ilgili sorunları çözüldükçe kaygılarının azaldığını da gözlemledim.
Bir genelleme yapamam, ama hayata devam etmenin, bir rutinin içinde olmanın çocuklara güven duygusu verdiğini söyleyebilirim. Bu yüzden, bir an önce kamusal bir destek programıyla eğitim sistemimizi gözden geçirip hızla çözüm üretmek gerekli.
En azından öğrencilerin eğitim hayatlarına devam etmelerini sağlamamız gerekiyor.Bu konularda deneyimli psikolog ve psikiyatrist arkadaşlar “Eğer çok ağır bir kayıp, travma söz konusu değilse, çocuklar kendilerini çabuk onarır” diyor. Öğrencilere güvenli bir ortam sağladığında onarma mekanizmaları hızla devreye giriyor. Devlet “Yaraları sararız” diyor ya… İşte tam da bu yarayı sarması gerekiyor. Şüphesiz çocuklarla ilgili meseleler sadece eğitim görenlerle de ilgili değil.
Yurtlara yerleşen çocukların “depremzede” olarak ayrımcılığa maruz kalma ihtimali de var mı?
Öğrencilere “Herhangi bir zorbalığa maruz kalıyor musunuz?” diye soruyorum. “Hayır” diyenler çoğunlukta, ama “Evet” diyenler de var. Çok iyi bir izlemeye, öğrencileri koruyup kollayan bir göze ihtiyaç var. Okullarda psikolog yok. Psikolojik izlemenin gereklilik olduğunu söyleyebilirim. Tabipler Odası bu konuda hassas ve desteğe hazır. Okul idarecilerinin inisiyatif alıp sahadaki psikologlardan yardım talep etmesi gerekiyor. Öte yandan, eğitim hayatı sekteye uğrayan, deprem bölgelerinden çıkamayan öğrencilerin psikolojileri çok daha kötü durumda.
Deprem bölgesinden çıkamayan yoksul ailelerin çocukları uzun bir süre okula gidemeyecek. Haziran ayında üniversite sınavına girmesi gereken, ama eğitim hayatı kesintiye uğrayan çok sayıda depremzede öğrenci var. Nasıl girecekler sınava? Okul, dershane, ev yok, çalışma ortamı yok. Adaletsizlik, eşitsizlik büyük.
“Depremden etkilenen kentlerde eğitimi nasıl sürdüreceğiz?” sorusuna yanıtın önceden verilmiş olması gerekirdi. Ama MEB depremin yarattığı sonuçlara müdahale etme konusunda rezalet durumda. Neyi, nasıl harekete geçireceklerine dair planları ve bütçeleri olmalıydı. Böyle bir eylem planı yok ortada.
Yıkım varolan eşitsizliklerin üzerine geldi. Depremin yarattığı yıkımın mevcut eşitsizlikleri iyice artırması ileride ne gibi sorunlar yaratabilir?
Samandağ’da bazı öğrenciler eğitim hayatlarına devam etmeme kararı almıştı. İş bulup çalışmayı düşünen çok öğrenci vardı. Aradan sadece birkaç hafta geçti ve öğrenim hayatına son veren öğrenciler olduğunu biliyorum. Devlet bu yıkımla baş edecek çözümler üretmezse öğrenciler yalnızlaşacak.
Antalya’ya gelen öğrencilere sağladığımız destekler var, ama sürekliliği nasıl sağlayacağımız başka bir mesele. İmkânlarımız çok az sayıda çocuğa yetiyor. Bir-iki ay sonra öğrenciler yıkılmış kentlerine geri dönmek zorunda kalabilir, eğitim hayatlarını sonlandırabilir. Geri dönüş çok daha büyük bir travma yaratacaktır.
Elbette arama-kurtarmayla ilgili sorunları gündemde tutmalıyız, ilk yapılması gereken insanları kurtarmak olmalı, bu açık. Ama böyle bir felâkete sadece arama-kurtarma odağından bakamayız. Tartışılması gereken çok sayıda meseleyi de atlamamalıyız. Bu depremlerin olacağı daha önce dile getirilmişti, öngörülüyordu. Dolayısıyla, hem önlem almada hem sorunlara müdahale etmede, bu kadar zaaf içinde olmamalıydı iktidar. Örneğin, “Depremden etkilenen kentlerde eğitimi nasıl sürdüreceğiz?” sorusu net bir sorudur ve yanıtının da önceden verilmiş olması gerekirdi. Ama şu anda MEB depremin yarattığı sonuçlara müdahale etme konusunda rezalet durumda. Neyi, nasıl harekete geçireceklerine dair planları ve bütçeleri olmalıydı. Böyle bir eylem planı yok ortada.
Gerçi ortada kamu kurumu var mı? Yok. Çeşitli sivil toplum örgütleri, inisiyatifler ve gönüllüler bir şeyler yapmaya çalışıyor. Mesela içinde olduğum BAYETAV, Antalya Ekoloji Ağı, Antalya Çağdaş Eğitim ve Kültür Vakfı gibi örgütler var. Gücümüz ölçüsünde sorunları çözmeye çalışıyoruz, ama mevcut durum ülkemizdeki sivil toplum örgütlerinin çözüm kapasitesini çok aşıyor.
Kamu kurumları işlevsizleştirildiğinde ve medya, akademi, yargı da enkaza döndüğünde, olacağı budur. Bu durum değişmek zorunda, aksi takdirde toplum bütünüyle çökecektir. Çöküş bir anda olmaz ki, on yıllar sürebilir. Böyle bir durumun içindeyiz. Ya düzelteceğiz bu durumu ya da bir arada yaşama imkânlarımız ortadan kalkacak.
Eğitim-İş’in 9 Mart’taki basın açıklamasıyla baştan sona yalan olduğunu öğrendiğimiz bir MEB videosu var. MEB Gaziantep’ten binlerce çadırı alıp üzerine “MEB” logosu bastırmak için Bursa’ya getiriyor. Öğrencilerle ilgili plan, proje yok, ama böyle de bir faaliyet var. Bu nasıl açıklanabilir?
Kamu kurumları işlevsizleştirildiğinde ya da bu kurumlarda görev yapanlar kendini kamuya karşı sorumlu hissetmediğinde ve bu kurumlara sorumluluklarını hatırlatacak medya, akademi, yargı gibi kurumlar da enkaza döndüğünde, olacağı budur. Kamu kurumlarının faaliyetlerinin soruşturma konusu olmadığı, hatta eleştirilemediği bir noktadayız, ama bu durum değişmek zorunda, aksi takdirde toplum bütünüyle çökecektir.
Çöküş dediğimiz şey bir anda olmaz ki, bir toplumun çöküşü on yıllar sürebilir. Biz de böyle bir durumun içindeyiz. Ya düzelteceğiz bu durumu ya da bir arada yaşama imkânlarımız ortadan kalkacak zaman içinde.
Kamu kurumlarının böyle bir felaket ortamındaki “yokluğu” ne anlama geliyor? Mesela AFAD, büyük imkânlara sahip, tek “yetkili”, ama arama-kurtarma çalışmaları gönüllülerin gayretiyle yürüyor. Çoğu yerde AFAD’ın açıkça geciktirici, engelleyici bir rol üstlendiğini görüyoruz. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
Samandağ’daki depremzedelerin sürekli “Biz terkedildik” dediğini söyledim.Depremzedeler üstü örtük veya açık bir şekilde devleti kastediyor. Depremin dördüncü, hatta beşinci gününde bile kamu kurumları yurttaşla hiçbir temas kurmamıştı. Depremin beşinci gününde bir tır şoförü geldi Samandağ’a. Yardım malzemelerini indirdikten sonra dertleşirken, “Bir gün boyunca İskenderun girişinde bekledim. Orada bekleyen 150’den fazla yardım tırı var. Çok sayıda tırın içinde iş makinesi var. Bazı tırlar iki gündür bekliyor. Şuraya gideceksiniz diyen bir yetkili yok” dedi. Tam bir plansızlık hali. Kamu kurumlarının ortadan kaybolması aşırı merkezileşmenin, gücün sarayda toplanmasının bir sonucu. Deprem kamu kurumlarının çöküşünü de açığa çıkarmış oldu. Öte yandan, daha deprem enkazları kaldırılmamış, insanlar cenazelerini almamışken Antalya’da, Türkiye’nin çok önemli tarihi mekânlarından Phaselis antik kentinde ağaçların kesilip bir tesis yapılmaya çalışıldığını görüyoruz. Phaselis antik kenti birinci derece SİT alanı, yapılan inşaat yasa dışı. Deprem bölgelerinde arama kurtarma faaliyetlerinde devletin yokluğunu, Antalya’da ise onca tepkiye rağmen Phaselis’teki inşaata izin veren ya da durdurmayan devletin polis gücüyle somutlaşan varlığını görüyoruz. Yapılan hukuksuzluğu kınamaya yönelik bir basın açıklamasına bile büyük bir polis-jandarma gücü yığılıyor. Yani, Antalya’da devletin varlığıyla deprem bölgesindeki yokluğu aynı şey aslında. Kamu kurumları artık başka bir işlev görüyor.
Nasıl bir işlev bu?
Kamu kurumları halk anlamındaki kamunun çıkarlarını ya da refahını sağlamakla mükellef değil artık. Bu konuda zaten geçmişte de iyi bir noktada değildik. Ama artık devletin kurumsal mekanizması, tüm imkânlarıyla oligarşik bir çıkar grubuna hizmet ediyor. Halkın güvenliği, refahı ve esenliği için az buçuk da olsa çalışan bir kamu idaresi yok. Halkın sorunlarına çözüm üretmekle mükellef kamu kurumları sahada değil. Somut gerçeklik bu.
Haklı olarak meseleyi önce can kayıpları üzerinden konuşuyoruz, ama insanların işlerinin, geçimlerinin, ekili dikili alanların, evlerin ve hayvanların kaybı da çok ağır sonuçlar doğuruyor. İnsanların geleceğe duydukları güveni, bir arada yaşama iradelerini aşındıran bir bürokratik mekanizmayla karşı karşıyayız. Yurttaş ne yazık ki enkaz altında kaldığıyla kalıyor.
Yem bulamayan çiftçiye Tarım Bakanlığı destek oluyor mu? Hayır. Hangi bölgede su ne düzeyde kirlendi, bu konuda Sağlık Bakanlığı bir çalışma yürütüyor mu? Bilmiyoruz. Deprem yeraltı sularında arsenik konsantrasyonunu artırmış olabilir mi? Olabilir. Var mı bu çalışmaları yapan bir kurum? Yok.
Samandağ’da bir çiftçi ağlayarak “Hayvanlarımın karnı doysun diye ekmek bulmaya çalışıyorum” diyordu depremin ilk haftası içinde. Birkaç gün önce yine bölgeye gittim ve durum daha da vahim. Peki, hayvanlarına yem bulamayan çiftçiye Tarım Bakanlığı destek oluyor mu? Hayır. Veya hangi bölgede su ne düzeyde kirlendi, bu konuda Sağlık Bakanlığı bir çalışma yürütüyor mu? Bilmiyoruz. Deprem nedeniyle farklı kimyasal niteliklere sahip akiferlerdeki sular birbirine karışmış veya yeraltı sularının kimyasal niteliği bozulmuş olabilir mi? Olabilir. Deprem yeraltı sularında arsenik konsantrasyonunu artırmış olabilir mi? Olabilir. Var mı bu çalışmaları yapan bir kurum? Yok.
Sağlık Bakanlığı’nın mobil laboratuvarlarla hızlı bir şeklide devreye girip sahadaki içme suyu kirliliğini test etmesi gerekirdi. Hiçbirine tanık olmadım. Beslenme bir başka mesele. Sağlık Bakanlığı’nın okul öncesindeki çocukları çok dikkatle takip etmesi gerekiyor. Kaç hamile kadın, kaç sıfır-bir yaş bebek, bir-üç yaş arası bebek var? Bunların kaçının beslenme hakkından mahrum kaldığının bilinmesi gerekir. Altı yaşına kadar bütün çocukların bilinmesi ve takibinin yapılması gerekir. Sağlık Bakanlığı’nın böyle bir çalışması var mı? Yok.
100 milyonlarca ton enkaz var. Bu enkaz ağır metallerden asbeste, binlerce toksik maddeyi barındırır. Enkaz kaldırma “Kepçeyle topla, kamyona yükle, çukur alanlara boşalt” şeklinde yapılıyor. Bu çevre faciasıdır. İlk facia depremzedelerin, alanda çalışanların asbest soluması.
Özellikle okul öncesi çocuklara gıda desteği sağlanması için çalışma yapılmalı. Gıda güvencesi ve sağlıklı beslenme günümüzde gelirle doğrudan bağlantılı, aileler gelirle ilgili sorunlarla boğuşuyor. Dolayısıyla, bu ailelerin tespiti çocuklar açısından hayati. Kamu kurumları bu çalışmaları yapmakla görevli değil mi? “Bu kurumlar nerede?” sorusunu sormayacak mıyız? Nereye gitti bu kurumlar? Hiçbiri yok. İçi boşalmış kamu kurumlarını yeniden yapılandırmak hayati bir zorunluluk.
Enkazlardan asbestin salındığı, insanların uzun süre cesetlerle yakın temas halinde bulunduğu, ölülerin geç ve çoğu zaman usulünce defnedilemediği bir ortamda kurumların yokluğu halk sağlığı açısından nasıl sonuçlar doğurur sizce?
Zaten şu anda deprem bölgelerinde salgın hastalıkların görüldüğünü söyleyebiliriz. Salgın deyince aklımıza tifo, kolera, dizanteri gibi hastalıklar geliyor. Tabipler Odası’ndan doktorlar deprem bölgelerinde soğuk algınlığı, çocuklarda pnömoni ve hijyenin sağlanamamasına bağlı mantar hastalıklarının sıklığındaki artıştan bahsediyor. Solunum sistemi hastalıklarının çok sık görülmesi de bir salgındır. Bu sağlıksızlık hali ve hijyenin sağlanamaması mevcut sorunların üzerine binecek.
Naylon seralarda, çadırda yaşamını devam ettirmek için kuvvetli, sağlam yapılı olmak lâzım. İnsanlar basit bir soğuk algınlığını derme çatma çadırlarda atlatmaya çalışıyor. Hastalıklar ağırlaşıyor, mesela çocuklarda ev koşullarında iyileşebilecek grip, zatürreye dönüşebiliyor. Ayrıca, hastalandığınızda tedavi olacağınız ortamlar da sağlıksız.
Tahminlere göre, 100 milyonlarca ton enkaz var. Bu enkaz ağır metallerden asbeste, binlerce toksik maddeyi bünyesinde barındırır. O nedenle enkaz toplama faaliyetlerinin titizlikle yapılması gerekir. Ama son gidişimde gördüm ki, enkaz kaldırma işi “Kepçeyle topla, kamyona yükle, çukur alanlara boşalt” şeklinde yapılıyor.
Bu yapılan konsantre kirlilik alanları yaratmak anlamına gelir. Toksik kimyasalların toprağa, havaya, suya bulaşması kaçınılmazdır. Bu çevre faciasıdır. İlk facia depremzedelerin, alanda çalışan işçilerin, gönüllerin asbest soluması. Asbest kanserojen bir madde ve solunması 10 ila 30 yıl arasında kansere yol açıyor.
Mesele böyle dile getirildiğinde bir umursamazlık doğuruyor, öyle ağır sorunlar var ki, yıllar sonra ortaya çıkabilecek bir kanser pek de ciddiye alınmıyor. Ama kanser dışında ortamdaki tozun solunmasının yol açtığı ve çok kısa süre içinde açığa çıkan ciddi solunum sistemi hastalıkları var bildiğim kadarıyla.
Ülkemizde üretilen boyalarda kurşun kullanılıyor. Kurşunlu boyalar çok ince partiküllere kadar ufalanır, parçalanır ve çevreye karışır. Havada sadece asbest partikülleri değil, kurşun da bulunur. Enkazın döküldüğü alanlardan toprağa ve suya oradan gıdalara kurşun bulaşması olacaktır zamanla. Kurşun çocuklarda sinir sisteminin gelişimine büyük zarar veren en önemli toksik maddelerin başında gelir.
Dolayısıyla, enkaz toplama işinin dikkatle yapılması, toplanan enkazın olabildiğince ayrıştırılması ve çevresel bulaşıyı olabildiğince engelleyecek şekilde bir alanda biriktirilmesi önemlidir. Ama şu da söylenebilir tabi: Çocuk sağlığına bu kadar çok zarar veren kurşunlu boyalar ülkemizde neden hâlâ üretiliyor? Daha en baştan kurşunlu boya olmasa kirlilik sorununu da konuşmuyor olurduk denebilir. Epeyce doğru bir bakış açısı bu.
Bu bakış açısını genişleterek şunu da söylemek gerekir: Toplanan enkazın da toksik kirliliğe yol açmasını önleyecek şekilde davranmalı şu anda. Ancak, halihazırdaki kamu kurumları sorunlar arasında bağ kuran ve bir gelecek tahayyülü içinde çözümler geliştiren bir işleyiş biçimine sahip değil. Öncesi de problemliydi, ama devlet yapısı içinde en fazla tahrip edilen şeylerden biri de bu.
Enkaz göz önünden kaldırıldığında sorun çözülmüş olmuyor yani. Sadece kurşunu örnek verdim, ama kurşun gibi çok sayıda toksik madde var. Bütün enkazı gelişigüzel toplayıp bir alana döktüğünüzde, o enkazın bünyesindeki toksik maddelerde olduğu yerde sabit kalmaz ki. Zamanla yağış ve rüzgârla etrafa yayılır. Yani mesele sadece asbest değil, yapılan iş baştan sona yanlış. Atık yönetimi bilinmeyen bir konu değil ki.
Enkaz kaldırma çalışmaları Tarım ve Orman Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Çevre Bakanlığı ve yerel yönetimlerin denetiminde. Nasıl olur da kamu bürokrasisi enkazın bu şekilde kaldırılmasına izin verir? Siyasal iktidarın temsilcileri atık boşaltma konusunda nasıl yanlış karar alabilir? Ama işin nasıl yapılması gerektiğini bilen bürokratik mekanizma da kalmamış ki. ‘90’larda Tarım Bakanlığı’nda çalıştım. Bürokratik işleyişi o zaman da eleştirirdim. Ama geldiğimiz nokta tam bir yıkım. En ufak bürokratik bir akıl yok. Muhtemelen yukarıdan birisi “Enkazı buraya boşaltın” diyor. Hepsi bu…
1999’daki Gölcük depremiyle 6 Şubat depremleri sık sık karşılaştırılıyor. Siz 99 depremiyle karşılaştırdığınızda ne gibi farklılıklar görüyorsunuz?
‘90’lı yıllarda, Tarım Bakanlığı bünyesinde, yanlış hatırlamıyorsam 26 tane yem fabrikası vardı. Bu fabrikalar Kamu İktisadi Teşekkülü (KİT) olarak faaliyetteydi. Turgut Özal iktidarında neoliberal iktisadi politikalar gereği bu kurumlar ya özelleştirildi ya da lağvedildi. Hatırlayalım, bir-iki sene önce Tarım Bakanlığı’nın şirketleşmesi, yani bir anonim şirkete dönüştürülmesi tartışılabildi bu ülkede.
1999’daki Gölcük depreminde bürokratik işleyiş şahane değildi elbette, ama afet olduğunda sahada hasar tespiti yapan Tarım Bakanlığı ekipleri olurdu. Hayvancılıkla uğraşanlara destek programları gündeme gelirdi. İrtibatta olduğum Samandağlı çiftçiler hâlâ kendilerine bir destek verilmediğini söylüyor. Bu inanılmaz bir vahamet. Kamu kurumlarının ortadan kalkışı tam da böyle bir şey.
Deprem bölgesinde görüştüğüm çiftçiler yem yokluğundan, yem alamamaktan yakınıyor haklı olarak. Ama unutmayalım, bu ülkede kamu kurumları eliyle yem üretiliyordu. Çiftçilere zor zamanlarda destek olan çok sayıda kamu iktisadi teşekkülü vardı. O kurumların özelleştirilmesi, lağvedilmesi devletin müdahale gücünü çok azalttı.
Esasen içinde olduğumuz yıkım halinin kamu kurumlarının yok edilmesiyle bağını görmemiz gerekir. Kamu kurumlarının varlığı ürettiği ilişki biçimleri ile kamusal düşünmeye de zemin oluşturur.
Çiftçiler yem diye talep yağdırıyor, ama kim, hangi kamu kurumları karşılayacak bunu? Mevcut şartlarda Tarım Bakanlığı’nın yapacağı şey parasal destek vermek olabilir sadece. 1980 darbesinden sonra adım adım ortadan kaldırılan kamu kurumlarının yokluğuna artık öyle alışmışız ki, nedense kamu kurumu olarak akla ilk AFAD geliyor depremde. Onun yaptığını ya da yapamadıklarını konuşuyoruz. Ama bu çok eksik bakmak olur meseleye. Afet durumlarında her bakanlığın sahada kendi çalışmasını yapması gerekir elbette. Ama yok, yok…
Phaselis antik kentinde bir tesis yapılmaya çalışıldığını görüyoruz. Phaselis birinci derece SİT alanı, inşaat yasa dışı. Bu hukuksuzluğu kınamaya yönelik basın açıklamasına büyük bir polis-jandarma gücü yığılıyor. Devletin Antalya’daki varlığıyla deprem bölgesindeki yokluğu aynı şey. Kamu kurumları artık başka bir işlev görüyor.
Sözünü ettiğiniz şirketleşme bazı kurumlar için çoktan gerçekleşti. Zihnimizde kamu kurumu olarak kalan, aslında şirketleşmiş, kâr odaklı bir Kızılay var mesela. Kızılay acil ihtiyaç olan çadır ve gıdayı yüksek meblağlara sattı, hâlâ satıyor. Bu ne anlama geliyor?
Ben 70’li yıllarda ilkokul öğrencisiyken sınıfta sosyal kollar olurdu. Spor kolu, müzik kolu gibi. “Kızılay kolu” öğrencilerin en çok girmek istediği koldu. Öyle ki, öğretmenimiz kura çekerdi hangi öğrenciler girecek diye. Zaman zaman ailelerimize Kızılay’a destek olmamız için sarı bağış zarfı gönderilirdi okul idaresinden. Yoksul bir aile olmamıza rağmen karınca kararınca yardım yapmak kutsal bir görev gibi algılanırdı. Kızılay toplum nezdinde böylesine olumlu bir imaja sahipti geçmişte ve şimdi ortadan kalkan bu düşünme biçimi, bu hissiyattır. Zor zamanlarda koşulsuz yardım yapmak amacıyla kurulan bir kurumun zaman içinde insanların acılarını paraya çeviren, felâketlerden kâr üreten bir şirkete dönüşmesi ülkemizin son 40 yıllık siyasal yıkım sürecinin de bir özeti aslında.
Sıklıkla söylenen “Gölcük depreminden hiç ders almamışız” sözünün ötesinde, kamu kurumlarının organizasyon ve sorun çözme kapasitesinin daha da geriye gittiği görülüyor.
Hem de nasıl! ‘99’dan daha geri bir noktadayız. Gölcük depreminden sonra, Bülent Ecevit’in başbakan olduğu hükümet halktan deprem vergisi toplamaya başladı. Kimilerine göre 40, kimilerine göre 90 milyar dolarlık deprem vergisi toplandı. Bu vergiler binaların güçlendirilmesi ve depremin yaratacağı zararların önlenmesi için kullanılacaktı.
“Deprem vergilerine ne oldu?” sorusu hâlâ cevaplanmayı bekliyor. Siyasal iktidar “Yol yaptım” diyerek cevap talep edenleri azarlıyor, çok üstelerseniz dava açıyor. Ama eninde sonunda işlemeyen bu siyasal sistemi, çökmüş kamu idaresini tartışmak zorundayız. Evet, yıkım büyük, ama öngörülmemiş bir depremden söz etmiyoruz. Çeşitli bilimsel raporlarda, depremin olabileceği, hatta yıkılacak bina sayısı bile tahmin ediliyordu. Siyasal iktidar “Asrın felaketi” demeyi tercih ediyor, ama bu doğru değil. Depreme hazırlık yapılmadığı çok açık. İstanbul depremi için de bu geçerli. Ne yapıldı şimdiye kadar? İstanbul olası depreme hazır mı? Hayır.
Devlet toplumun sorunlarına çare üretmek zorunda olan, bununla yükümlü kurumsal bir mekanizma. Peki, mevcut durumda devletin varlığından söz edebilir miyiz? Hayır. Çeşitli kurumlarca hazırlanmış, tarımdan gıdaya, depremden çeşitli afetlere kadar, ne yapılması gerektiğini tartışan çok sayıda strateji belgesi var. Muhtemel İstanbul depremi için de hazırlanmış raporlar var. Deprem olduğunda bu planları hayata geçirebilecek kurumsal sistem yoksa bu raporların ne anlamı var ki?
Kamu kurumları kamunun çıkarlarını sağlamakla mükellef değil artık. Devletin kurumsal mekanizması, tüm imkânlarıyla oligarşik bir çıkar grubuna hizmet ediyor. Halkın güvenliği, refahı, esenliği için çalışan bir kamu idaresi yok. Somut gerçeklik bu.
Peki, her felâkette bu işlemeyen sistemi mi konuşacağız? Yurttaşlar, STK’lar, meslek örgütleri, siyasal partiler “Deprem sonrasında ne yapacağız?” sorusuna takılıp kalmamalı. Deprem olmadan yapılması gerekenleri de tartışmalıyız. “Kamu binalarını nasıl güçlendireceğiz? Toplanma alanları nasıl belirlenecek? Enkazın tıkadığı semtlerden insanları nasıl tahliye edeceğiz?” gibi bir dizi soruya yanıt bulmamız gerekiyor.
En başta, “Samandağ’da ne gördünüz?” diye sordunuz. Kamu kurumlarının yokluğunun yarattığı derine işlemiş güvensizliği gördüm. Kaldığım toplanma merkezinde günde 1500 kişiye yardım malzemesi veriyorduk. İlk günlerdeki kargaşa hali kısa sürede düzeldi. İnsanlar tırlardan ihtiyaçlarını almak için kargaşa yaratmıyordu, iş birliği yapıyorlardı. Sıraya girip ihtiyaçlarını alıyorlardı. Bunu gördüm mesela. Bu beni çok düşündürdü.
Neler düşündürdü?
Depremzedeler güven duygusunu hissettiler. İnsanlara güven veren –kurum diyemesek de– gönüllülerin kurduğu bir yapı vardı. Çaresizlik içindeki insanlar kendilerine güven verecek bir yapı arıyor ve o yapı oluştuğunda kargaşa azalıyor. Bölgede çok sayıda sivil toplum örgütü ve inisiyatif çeşitli yapılar oluştursa ve bir dayanışma örmeye çabalasa da sivil toplumun gücünün sınırlı olduğunu atlamayalım. Bu kadar büyük meseleleri ancak kamusal bir bakışı olan kurumsal işleyiş çözebilir.
İnsanların sürekli “Biz terkedildik” demesine kulak vermek lâzım. Sanıyorum depremden önce de insanlar devletin kurumsal yapısının tahrip edildiğinin farkındaydı. Deprem insanların sezgisel olarak bildiği bir şeyi somutladı. Bu da farklı bir toplumsal ahval doğuruyor.
Uzun süredir tek adam rejimi tarafından baskılanan sivil toplum depremle birlikte dayanışmayla tekrar bir araya gelmeye başladı. İnsanların örgütlenerek toplumsal alana dönmesi gibi de görülebilir mi bu çaba?
Gölcük depreminde sahada çok daha fazla meslek örgütü, dernek ve sivil toplum kuruluşu vardı. Şu anda örgütlü sivil toplumun sahadaki varlığı daha zayıf. Ama dayanışma Gölcük depreminde yaşanandan daha geride değil. AKP’nin uzun yıllar süren iktidarı sırasında sivil toplumun daraldığı bir vaka.
Öte taraftan, tüzel kişiliğe sahip olmayan çok sayıda oluşum gıda, barınma veya ilaç tedariki için çalışıyor. “Deprem devletin yokluğunu ortaya çıkardı” gibi bir şey değil söylemek istediğim. Devletin yokluğunu hisseden insanlar depremle birlikte kendi başının çaresine bakmak zorunda olduğunu anladı. Afet sonrasında müdahale edebilecek bağımsız, organize olmuş, ne yapacağını bilen otonom yapıların önemi hatırlandı. Tüzel alanın dışında örgütlenen bir sivil toplumu görmek umut verici.
22 yıldır iktidardaki siyasal İslâmcı hükümetler bir arada yaşama duygumuzu ağır bir zafiyete uğrattı. Toplum olmayı hatırlamaya ihtiyacımız var. Cumhuriyet tarihinin en ağır toplumsal sorunuyla karşı karşıyayız. Bu sorunu çözebilirsek toplum olma vasfını yeniden kazanacağız.
Antakya’da yardım tırından gıda kolileri indiren bir gönüllü “Bu yaptığımız siyasi bir eylem gibi” demişti. Gıda kolisi taşımak elbette bir dayanışma, insanların bunu başlı başına siyasi bir eylem gibi görmesi de ilginç, değil mi?
İktidarın her türlü politik eylemi terörle ilişkilendirmesi ve hukukun aradan çekilmesi nedeniyle sivil toplumda bir daralma ya da çaresizlik hissinin baskın olduğunu söyleyebiliriz. 1980 darbesinden başlayarak, toplum olma vasfına ciddi bir savaş açıldı.
Özellikle 22 yıldır iktidardaki siyasal İslâmcı hükümetlerin bu savaşa katkıları büyük. Bir arada yaşama duygumuz ağır bir zafiyete uğratıldı. Toplum olmayı hatırlamaya ihtiyacımız var. Depremden sonra toplum önemli ölçüde politik olmayı hatırladı. Bunlar benim hissettiğim şeyler. Yanılıyor da olabilirim tabii. Ama kanımca, cumhuriyet tarihinin en ağır toplumsal sorunuyla karşı karşıyayız. Bu sorunu çözebilirsek toplum olma vasfını yeniden kazanacağız.
Son söz?
Deprem devletin işlevsiz bir hale dönüşmesini, sorun çözmekle mükellef kamu kurumlarının ortadan kayboluşunu gösterdi. Öte yandan, yıllardır sivil toplumun baskılanmasına rağmen, insanların bir araya geldiğinde sorunları çözebileceğini de gördük. O irade yerinde duruyor. Ama meselenin sadece dayanışmayla ilgili olmadığını görmek, özellikle kamu kurumlarının sorun çözmedeki beceriksizliğini tartışmak kritik bir sorumluluk.
Sadece sahada olan kurumları da değil, mesela akademik kurumlardan gıda, tarım, sağlık gibi alanlarda ses çıkmamasını manidar buluyorum. Deprem gibi bir büyük felâketin doğurduğu sorunlar hakkında konuşmayacaksa akademik kurumlara ihtiyacımız var mı gerçekten? Bu afaki bir soru değil.
Deprem çok değil, birkaç ay içinde mevcut gıda krizinin daha da derinleşmesi sonucuna yol açacak örneğin. Peki, sayısı 100’ü aşan gıda, tarım, beslenme alanında faaliyet gösteren akademik yapılardan tek bir ses, kurumsal bir görüş var mı? Milyonlarca çocuk eğitimden sağlığa çok ağır sorunlarla karşı karşıya, var mı bir ses veren akademik kurum?
Yoksulluğu, güvencesizliği, çocukların eğitimini, çevre kirliliğini, yani birbirini kesen sorunları birlikte düşünüp yeniden yapılanmaya ihtiyacımız var. Son 40 yıldır meseleleri ve çözümleri bireylere havale eden politik dilin yetersizliği, doğurduğu yıkıcı sonuçlar apaçık ortada. Kamusalın ruhunu tekrar yaratmak, işleyen, barışçıl bir kamu düzeni kurmak zorundayız. Toplum olmanın, toplum olarak kalabilmenin ya da bir arada yaşamaya devam edebilmenin gereği bu.