ÇAYAN DEMİREL’İN DOSTLARI ANLATIYOR

Söyleşi: Ayşegül Oğuz, Yiğit Atılgan
26 Şubat 2020
SATIRBAŞLARI

38, Dr. Şivan, 5 no’lu Cezaevi, Bakur gibi filmleriyle, Türkiye belgesel sinemasına yaptığı büyük katkılarla tanıdığımız Çayan Demirel, 2015’te geçirdiği kalp krizi sonucunda bugün hayatını yüzde 99 engelli olarak sürdürüyor. Ertuğrul Mavioğlu ile birlikte yönettikleri Bakur filminin terör propagandası yaptığı gerekçesiyle suçlandıkları davadan 4 yıl 6 ay ceza aldı. İstinaf mahkemesine giden davanın sonucunu bekleyen Çayan Demirel, 27 Şubat 2020’de bir başka mahkemede bir başka mücadeleyi de sürdürüyor. Yarın saat 10’da Çağlayan Adliyesi 36. İş Mahkemesi’nde Çayan Demirel’in malulen emeklilik hakkıyla ilgili duruşma görülecek. “Emeklilik Çayan’ın hakkı” demek, Çayan Demirel’in gündelik hayatında yaşadığı zorlukları göstermek, kamuoyunu bilgilendirmek için Arkadaşımız Çayan filmini hazırlayan kolektiften Berke Baş ve Enis Köstepen’le davanın seyrini, filmin çıkış öyküsünü, belgesel sinemanın yaşadığı zorlukları konuştuk.


Arkadaşımız Çayan
belgeselini yapma fikri nasıl doğdu?

Enis Köstepen: Bakur belgeseline 18 Temmuz’da verilen cezadan sonra Barış İçin Sinemacılar’dan evrilen Barış ve Sinema Platformu kurulmuştu. Bakur davasından çıkan cezaya ve sonrasında neler yapılabileceğine dair bir toplantı yaptık, toplantıda Çayan’ın eşi Ayşe Çetinbaş da vardı. Çayan’ın şu anki günlük hayatını yansıtacak bir video çekmek toplantıya katılanlardan birinin fikriydi. Daha önce hiç düşünmediğimiz bir şeydi, çünkü dava boyunca Çayan’ın rahatsızlığı ve engelli durumu ön plana çıkmamıştı. Tartışma daha ziyade “Belgesel sinema yargılanamaz” sloganıyla ifade özgürlüğü ve sinemadaki özgürlük alanı üzerinden ilerliyordu. Ancak ceza çıkınca ve mahkeme Çayan’ın yüzde 99 engelli raporunu kaale almayınca bu durumun artık kamuoyuyla biraz daha paylaşılabileceğini düşünmeye başladık. Aklımıza gelen en uygun isim Çayan’ın hem çok yakın arkadaşı hem de filmlerinin görüntü yönetmeni olan Koray Kesik’ti. Çayan’la birlikte çok zaman geçiriyorlar. O zamanları bir yandan da kameraya çekerse zaten bir güncenin oluşacağını düşündük. Koray’ın kamerasının olaya dahil olduğu, bir yönetmen figürününse çok net bir şekilde ortaya çıkmadığı bir film olmasını istedik. Zaten Surela Film’in belli bir ofisi ve kurgu seti var. Çayan’ın filmlerinin kurgucusu Burak Dal da işin içinde. O yüzden filmi yapmaya karar verdikten sonra ekstra bir organizasyon ve prodüksiyon sürecinden geçmedik. Burada filme dair biz konuşuyoruz, ama Arkadaşımız Çayan bir kolektif film yapma örneği.

Çayan’ın yüzde 99 engelli olduğuna dair rapor var, ama küçük detaylara takılarak, uyuşmazlıklar yaratarak süreçleri uzatıp sürüncemede bırakıyorlar. Bu raporları ve belgeleri görüp “iş yapabilir, engeli yoktur” kararı verebilen kurullarla, bu akılla mücadele ediliyor.

Filmi çekerken göstereceğiniz ya da göstermekten kaçınacağınız şeylere dair kriterlerinizi nasıl belirlediniz?

Berke Baş: Bahsettiğimiz toplantıya kadar Çayan’ın hastalığı biliniyordu, ama ön plana çıkarılmıyordu. Bu bilinçli bir karardı, zira iki yıldır konuşulan şeyler demokratikleşme, belgesel sinemanın Türkiye’deki durumu ve sansürle mücadele gibi konulardı. Çayan’ın malulen emeklilik haklarını alamıyor ve gündelik hayatındaki temel ihtiyaçlarını gideremiyor olması gibi hayatını an be an etkileyen gerçekler unutulmuş gibiydi. Toplantıda mahkeme ve tedavi süreçlerini anlatan, hızlı bir şekilde üretip internete ve sosyal medyaya koyacağımız bir bilgilendirme videosu yapmayı da tartıştık. Sonuç olarak daha kişisel bir yerden, yakınından, evinin içinden bakabileceğimiz bir iş yapmaya karar verdik. Tabii hepimizin kafasında bir şüphe vardı. Çayan tedavilere ve mücadeleye devam ediyor. Fizik tedavisi ya da nöropsikologla yaptığı tedavi çok ağır süreçler. Bazen müthiş hayal kırıkları yaşanıyor ya da müthiş bir gerileme oluyor. Çok keskin duygusal iniş çıkışlar söz konusu. Çayan, hayatını birinin yardımı olmadan sürdüremiyor. Bunları açık bir şekilde ortaya koyarsak ajitasyon tuzağına düşüp düşmeyeceğimizi çok tartıştık. Ama bunu Çayan’a sevgiyle ve koruma hissiyle yaklaşan arkadaşlarının, onu bilen insanların yaptığını düşünüp bir noktadan sonra rahatladık. Bakur’un dava sürecini verdiğimiz üç dakikalık bir videonun yanısıra, yargısal süreci dışarıda bırakıp Çayan’ın gündelik hayatına odaklanan bir film yapmakta karar kıldık.

Berke Baş ve Enis Köstepen

Çayan’ın kamerayla ilişkisi nasıldı?

Baş: Çayan çok rahattı, tabii ki bu işe onun bilgisi dışında girişilmedi, o da böyle bir şeye hazırdı. Kamerayla ilk çekim yaptığımız zaman biraz huzursuz hissettim. Kamerayı ona yöneltmek, uzun uzun tutmak, durumunu bir çerçeveye sıkıştırmak insana zor geliyor. Birinin çok mahrem alanına girmiş gibi oluyorsunuz. Ama Koray yıllardır onun filmlerinin kameramanı olmasının ötesinde Çayan’ın can dostu, ona en çok emek harcayanlardan biri, güçlü bağlarının çerçevesinde durumu çözdüler. Filmin bir yerinde Ayşe Çayan’a kameralardan heyecanlanıp heyecanlanmadığını soruyor, Çayan da “hayır, kameralara alışkınım” diyor. Aslında Çayan’la hastalık öncesi dönemde de zaman geçiren biri onun başka türlü bir yaklaşıma izin vermeyeceğini çok iyi bilir. Biz “arkadaşımız Çayan” diyerek onun arkadaşı olma halimize sığınıyoruz. Herhangi biri gelip Çayan’la ilgili film yapmıyor. Bu filmin onunla birlikte zaman geçiren, ayağını uzatıp Çiçek Abbas’ı dinleyen birini kameraya alan birinin deneyimiyle çıkması arzusunda olduğumuz için bir hastalığa ya da acze bakıyormuşuz gibi düşünmedik. Tabii ki insanın aklına “burada duygu sömürüsü var mı” gibi sorular geliyor, ama çeken Koray, kurguyu yapan Burak, etrafta da bizler olduğumuz için aslında biz filmi Çayan’ın aklına da sığınarak yaptık, onun yapabileceği bir film olarak görmeye çalıştık.

2015’teki sloganımız “Sansüre karşı özgür sinema” idi. “Bakur”a dava açıldığında biraz daraldı, “Belgesel sinema yargılanamaz”a dönüştü. Ceza çıkıp Çayan’ın hapse girme ihtimali somutlaşınca iyice daralıp “Çayan ile dayanışma” sloganına döndük. Şu an bütün mücadele Çayan’ın hayatı ve onun yaratıcılığı üzerinden dile geliyor.

Köstepen: Ben hep Ayşe’den cesaret aldım. Ayşe, gündelik hayatlarının nasıl olduğunun ve Çayan’ın hayatına birisinin yardımı olmadan devam edemediğinin anlaşılmasını ve görülmesini istiyordu. Hatta bazı kurgu aşamalarında “acaba Çayan olduğundan daha mı iyi gözüküyor?” gibi sorular sordu. Çünkü bu durumun tanınmasına dair bir ihtiyaç var. Biz arkadaşları olsak da o kadar yaklaşabileceğimiz bir durum değil, o yüzden Koray’ın varlığı çok önemliydi. Ek olarak, filmin sonundaki bulunan, Çayan’ın sağlıklı halini gösteren bölümü bize Ayşe yolladı. Bizim aklımıza gelmemişti, Çayan’ın sağlığından bir görüntüyü filme koymak zor bir şey, ama Ayşe esprili bir şey olsun istedi.

Baş: O görüntünün yeri bile çok önemli. Filmin başına koysaydık ajitasyon olacaktı, ama sonuna konduğu zaman filmin Çayan’ın bilgisi, aklı ve gözüyle yapıldığı duygusunun uyandığını hissettim.

Çayan’ın ilk izlediğiniz filmi hangisiydi? Sizde ne uyandırmıştı?

Baş: İlk olarak 5 No’lu Cezaevi’ni (2009) izledim, sonra da geri dönüp 38’i (2006). 5 No’lu Cezaevi’ni izlerken çok şaşırmıştım, bizim hâlâ uzaktan baktığımız, saf bir şekilde anlatılıp konuşulamayacağını düşündüğümüz meselelere doğrudan gözünü dikip son derece vurucu bir şekilde anlatmasına hayran kalmıştım. Diyarbakır Cezaevi’ni ancak o belgeseli izledikten sonra idrak ettim. 38’i de Çayan’ın Dersimli olduğunu bilerek ve içinde olduğu o hikâyeleri anlatma arzusunu hissederek izledim. Belki belgeselin arşiv görüntüleri ve söyleşilerle ilerleyen düz bir anlatısı var, ancak filmdeki her karakterin öykülerini kameraya dalarak anlattığına şahit oluyorsunuz. Çayan 38’i “gerçeğin üzerindeki örtüyü kaldırmak” şeklinde açar. Bu, bence bizim gerçekle ilişkimizi sorgulamamız açısından, belgesel sinemanın aslında nasıl bu bilginin taşıyıcısı olabileceği ve anlatılmayan birçok şeyi ortaya koymada nasıl güçlü bir dile dönüşebileceği açısından çok yol açıcı. O belgeselleri yaptığı yılları da düşünürsek, bu anlamda öncü ve ilham verici filmler. Aslında tarz olarak çok uyuşmayız, biz sırtımızı gerçeğe dayamaktan vazgeçmeden kurguda daha fazla oyunun, mizansenin, yaratıcı şeylerin peşine düşebiliyoruz. Çayan ise ne anlatmak istediğini çok iyi bilir ve çok nettir. Daha doğrudan bir anlatıyı tercih eder, küçük oyunlara yer vermeden karakterlerine güvenir, gerçeğin kendi şiddetiyle ortaya dökülmesine izin verir.

 


Köstepen:
O dönemlerde belgesel anlatılarında insanların başka arayışları vardı. Çayan ise arşiv ve röportaj odaklı, daha klasik bir yaklaşımla çok güçlü ve bazen de bu yaklaşıma ihtiyacımız olduğunu gösteren filmler yaptı. Konu ettiği meseleler iyi kötü kamusal siyasi tartışmalarda çok temel konular arasında yer alsa da, bu konulara dair belgesel alanında derli toplu filmler olmadığını da ortaya koydu.

Bakur barış süreci esnasında çekildi. Ancak 2015’te iklim değişmeye başladı ve o sene İstanbul Film Festivali’nde gösterimi yasaklandı. Siz o süreci nasıl yaşadınız?

Köstepen: O sürecin Çayan’ın rahatsızlığıyla beraber yaşanıyor olması çok trajik. Ayşe hep anlatır, filmin gösterilip gösterilmeyeceğine dair İKSV’deki toplantıya hastaneden gidiyor. Aslında gösterim tarihinde barış süreci henüz resmen bitmemişti, masa dağılmamış, 7 Haziran seçimleri olmamıştı. Bence Bakur’un gösterimine verilen tepki, barış sürecinin biteceğine dair sembolik bir işaretti. Toplumsal olarak umutlu olduğumuz bir sürece dair büyük bir hayal kırıklığıydı, ayrıca çok yakın hissettiğimiz dostlarımızın önüne bir bariyer konuyordu. Festival zamanında güçlü bir tepki çıktı. Ondan önce 2014’te Antalya’da Reyan Tuvi’nin belgeseli (Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek) programdan çıkarılmıştı, ardından istifalar ve boykot gelmişti, zaten birikmiş bir öfke vardı. Atlas Sineması’nda çok kalabalık bir toplantı oldu. O toplantıdan çok şey bekleniyordu, ama meslek birlikleri bir önceki sene Lars von Trier’in İtiraf filmi yasaklandığı zamanki taleplerinden farklı olmayan taleplerde bulundu.

Çayan, hayatını birinin yardımı olmadan sürdüremiyor. Bunları açık bir şekilde ortaya koyarsak ajitasyon tuzağına düşüp düşmeyeceğimizi çok tartıştık. Ama bunu Çayan’a sevgiyle ve koruma hissiyle yaklaşan arkadaşlarının, onu bilen insanların yaptığını düşünüp bir noktadan sonra rahatladık.

Baş: Artık bir şeyler elimizden kaçıyor dediğimiz bir andı. Bir dalga bize doğru geliyor ve biz bu dalgaya karşı sinemacılar ve izleyiciler olarak direnebilecek miyiz? Bir kırılma noktasıydı ve bence bir gidişatı belirlemiş oldu, sonra da hiçbir şey hayırlı olmadı. Özellikle de belgesel sinema için.

Köstepen: Yine de o dönem filmlerin yarışmalardan çekildiği seanslarda forumlar yapıldı, festivalin kapanışına doğru Galatasaray Meydanı’nda toplanıldı, bir yürüyüş oldu. Başka bir zamandı, bunlar bugün pek hayal edemediğimiz şeyler. Abbasağa Parkı’nda Deniz Yeşil’in 70’lerde sinemacıların sansüre karşı İstanbul’dan Ankara’ya gerçekleştirdiği yürüyüşe dair belgeseli Yollara Düştük gösterildi. O yüzden bence o dönem sinemacılar tepkilerini ellerinden geldiği ölçüde gösterdiler. Tabii o zamanki tartışma tamamen eser işletme belgesi üzerine odaklanmıştı, zira gösterim festivallerin yerli filmlerden bu belgeyi isteme zorunluluğu olduğu mazeretiyle engellenmişti. Boykot kararı “biz bu belgeyi ibraz etmeyi reddediyoruz” cümlesi etrafında çıktı. Ancak bu açıkçası bu cümlenin arkası gelmedi. Hemen ardından Adana Film Festivali’ne katılan uzun metraj filmler bu belgeyi aldı. Yapımcıları arasında olduğum Abluka da bunlardan.

Baş: Ben de bir sene sonra Bağlar’ın !f’te gösterilmesi için bu belgeyi aldım, yani tıpış tıpış gidip o eser işletme belgesini aldık.

Köstepen: Oradaki resti sinemacılar olarak devam ettiremedik. “Biz bir şey kazanmıyoruz, bu boykotla filmlerimiz ve seyirciler kaybediyor” noktasına geldik. Eser işletme belgesi hikâyesi son Sinema Yasası ile beraber festivallerde bir şekilde çözüldü. Filmler festivallerde +18 kısıtlamasıyla gösterilebiliyor. Ama sonuç olarak valilikler istedikleri gösterimi güvenlik sebebiyle ya da başka bir sebeple engelleyebiliyor. En son Ermeni devrimci Orhan Bakır’ın yaşamını konu alan Armenak belgeseli yasaklandı. Daha önce Mustafa Emin Büyükcoşkun’un Suruç katliamı üzerine belgeseli Gitmek’in gösterimi engellendi. Gürcan Keltek’in Meteorlar belgeseli dünyanın dört bir yerinde gösterildi, ama Türkiye’de kamusal bir gösterimi yapılmadı. Yapılıp bekleyen başka belgeseller de var.

Vedat Yıldırım ile Bajar konserinde

Özay Şahin, Kazım Kızıl, Oktay İnce, Veysi Altay, Kazım Öz, Kutbettin Cebe, Yunus Ozan Korkut, Hacı Orman… Filmleri yasaklarla karşılaşan ya da haklarında yasal süreç başlatılan uzun bir sinemacılar listesi mevcut. Eser işletme belgesi için bir ara çözüm geliştirilse de, yasada “komisyonun onaylamadığı hiçbir film ticari dolaşıma sokulamaz ve gösterilemez” diyen bir madde de var.

Köstepen: O maddede bir değişiklik olmadı. İtirazımız bir kurula bir filmi yasaklama yetkisi verilmemesine dair. İstiyorsa 18 yaş sınırı koysun. Ek olarak, şu an geçerli olmasa da söz konusu belge hem sınıflandırmayı yapıyor hem de eserin kime ait olduğunu tespit ediyor. Bunlar aslında iki ayrı süreç, ama bu şekilde filmin yasal olarak telif hakkının alınması da engelleniyor. Mesela şu an Bakur’un eser işletme belgesi yok, başvurusu da yapılmadı, bir yanıyla film tanınmıyor. Belki internet üzerinden izlendi, izlenmesi engellenemedi, ama film suçlu haline getirildi. Barış sürecine dair tekrar toplantılar ve paneller yapılmaya başlandığı zaman keşke Bakur gösterilebilse, çünkü o döneme dair çok önemli bir belge. Ama filmin gösterimi ve paylaşımı şu an mümkün değil.

Sansüre karşı yapılan yürüyüşteki tartışmalar sonraki dört-beş yılda nasıl şekillendi? Şu an belgesel sinemacılar neyi tartışıyor?

Köstepen: Açıkçası 2015 yazı ile başlayan ağır çatışmalar, üzerine gelen darbe girişimi ve OHAL derken o tartışmalar yaratılan baskının altında ezildi. 2015’te bu tartışmaları bıraktığımızda nasıl bir temsil kurmamız ve bu işin öznesinin kim olması gerektiği gibi şeyleri konuşuyorduk. Aynı dönemde Barış Akademisyenleri metnine destek veren sinemacılara ve bakanlık desteklerine dair bir kara liste ortaya çıkınca ve soruşturmalar başlayınca, saflar da başka bir şekilde kurulmaya, herkes kendini korumaya almaya başladı.

Biz sırtımızı gerçeğe dayamaktan vazgeçmeden kurguda daha fazla oyunun, mizansenin, yaratıcı şeylerin peşine düşebiliyoruz. Çayan ise ne anlatmak istediğini çok iyi bilir ve çok nettir. Daha doğrudan bir anlatıyı tercih eder, küçük oyunlara yer vermeden karakterlerine güvenir, gerçeğin kendi şiddetiyle ortaya dökülmesine izin verir.

Baş: Biz şu an film yapıp yapamamayı konuşuyoruz, daha sansüre gelemedik. Demokratikleşme ve ifade özgürlüğünü tartışabilmemiz için önce filmlerimizi üretip onları gösterebilmemiz lâzım. Ancak önümüzde çok fazla engel var. Türkiye’de belgesel sinema yapma pratiğinin problemleri baki. Örneğin belgesellerin finans ve yapımcı olmadan, kişisel ve ailevi çabalarla yapılıyor olması. Hâlâ orada takılıp kalmış durumdayız. Bunun üzerine gelen baskılar mevcut. Belgesel çekmek için yola çıktığınız zaman artık kameranızı çantanızdan çıkarırken iki kere düşünüyorsunuz. Bu sadece Diyarbakır, Mardin, Cizre için geçerli değil, İstanbul’da da aynı durum mevcut, sürekli polisler tarafından çekiliyoruz. Cesaretimiz azaldı, korkuyoruz ve o korkuyu nasıl dönüştüreceğimizi bilemiyoruz. Ateşli bir şekilde çalışan arkadaşlarımız var, evlerimize kapanmadık, yine filmlerimizi çekip bir şekilde hayatımızı devam ettiriyoruz. Ama post-prodüksiyonun nasıl yapılacağı, filmlerin nerede gösterilebileceği gibi film yapma süreciyle ilgili problemlerimizi çözmüş değiliz.

Köstepen: Festivaller de belgesellerin görünürlüğünü artırmak açısından önemli alanlar. Bu sene Antalya Film Festivali’nden 2014’te iptal olan belgesel yarışmasını yeniden başlatmasına dair bir talep vardı, ama hiç öyle bir jest göstermek istemediler.

2015’te Bakur’un başına gelenleri konuştuk, ama asıl sonrasında Batman’da açılan dava var. Mücadele açısından her defasında taktik değişiyor, daha sınırlı bir alana çekilmek zorunda kaldığınızı düşünüyor musunuz?

Köstepen: O dava Batman’daki gösterim için açıldı, ama ne oradaki savcı ne de hakimler filmi izlemiş değiller. Eğer dava gösterimden açıldıysa niye yönetmenler sorumlu tutuluyor? Eğer yapım şirketi sorumluysa dava neden İstanbul’da değil de Batman’da görülüyor? Davaya dair net olmayan birçok hukuki nokta var. Batman’da katıldığım duruşmaların ilkinde Ertuğrul Mavioğlu ve Çayan Demirel savunmalarını yaptı. Ama karar duruşması mazeretleri olmasına rağmen avukatların yokluğunda yapıldı, savunma hakkı çiğnenerek karar verildi. Avukatlar kararın zaten usûlen bozulması gerektiğini söylüyor, dosya şu an istinaf mahkemesinde. Yeni yargı paketiyle birlikte, karar istinaf mahkemesinde onaylansa bile sonrasında Yargıtay’a gidilebilecek. Bu durum bir lanet ya da bela gibi üzerlerinde asılı durmaya devam ediyor. Ayşe de, Çayan da biraz daha kamuoyu oluşturup bir an önce bu belayı def etmek istiyor.

Baş: İkisinin de önlerini görmeye çok ihtiyaçları var. Davalar sadece bir mahkeme dosyasında durmakla kalmayan, insanların hayatını doğrudan etkileyen şeyler. Bu meselelerin çözülmesinin aciliyeti var. Bir kararın alınması için bir buçuk yıl bekleniyor, hukuki sürece dair o kadar çok emek harcanıyor ki. Herkesin hayatını devam ettirmesi gerekiyor, hastanın ekonomik bir yükü de var. Ayşe’nin çalışması lâzım, ama zamanının çoğunu tedavi ve hakların alınması için harcıyor. O yüzden dosya istinafa gidince “bir yere attık, bekleyelim” diye düşünmüyorlar. Bazı şeyler çözülüp ayak bağı olmaktan çıksın, normale dönülsün.

Köstepen: Örneğin Ayşe ve Çayan filmdeki merdivenli evden daha düz ayak bir eve taşınmak istiyor. Bir ev bulunuyor, ama tam sözleşme imzalanacakken ev sahibi Google’da isimlerini aratınca evi kiralamaktan vazgeçiyor. Bu küçük bir örnek. Çayan’ın malulen emeklilik hakkının verilmemesi, sağlık haklarına dair taleplerinin reddedilmesi gibi durumlar var, bunlar hep siyasal kararlar. O yüzden filmle dile getirdiğimiz şey sadece ifade özgürlüğü mücadelesi olmaktan çıktı.

Ayşe ve Çayan filmdeki merdivenli evden daha düz ayak bir eve taşınmak istiyor. Bir ev bulunuyor, ama tam sözleşme imzalanacakken ev sahibi Google’da isimlerini aratınca vazgeçiyor. Bu küçük bir örnek. Çayan’ın malulen emeklilik hakkının verilmemesi, sağlık haklarına dair taleplerinin reddedilmesi gibi durumlar hep siyasal kararlar.

Baş: Evet, bu artık hayatı idame ettirme meselesi. Haklarını alıp önlerini görebilmeleri gerekli. Devletin Çayan’ın hastalığını kabul etmeme iradesine karşı mücadele ediyorlar. Ortada Çayan’ın yüzde 99 engelli olduğuna dair rapor var, ama küçük detaylara takılarak, uyuşmazlıklar yaratarak süreçleri uzatıp sürüncemede bırakıyorlar. Bu raporları ve belgeleri görüp “iş yapabilir, engeli yoktur” kararı verebilen kurullarla, bu akılla mücadele ediliyor.

Köstepen: Ayşe, Çayan’ın Batman’da duruşmaya katılmasını mahkeme heyetinin Çayan’ın sağlığının ne durumda olduğunu kendi gözleriyle görmesi için istedi. Ama bu bile “sanığın mahkemeye geldiği ve kendini savunabildiği görülmüştür” diye bir şeye dönüşüyor. Bahsettiğiniz değişen taktikleri de değişen sloganlar üzerinden düşünüyorum. 2015’teki sloganımız “Sansüre karşı özgür sinema” idi. Bakur’a dava açıldığında biraz daraldı, “Belgesel sinema yargılanamaz”a dönüştü. Ceza çıkıp Çayan’ın hapse girme ihtimali somutlaşınca iyice daralıp “Çayan ile dayanışma” sloganına döndük. Şu an bütün mücadele Çayan’ın hayatı ve onun yaratıcılığı üzerinden dile geliyor.

Çekimler sırasında ya da kurgu masasında sizi en çok zorlayan ne oldu?

Baş: Çayan’ın bir rengi seçebilmesi saatler sürüyor. Ortada aslında o kadar sabır var ki. Hem kendisinin azmi, hem de etrafındaki onu çok seven ve destek olmak isteyen insanların onu bekleyişi… Biz bunu filmde zamana yayarak işleme arzusundaydık, önemli olan şey o zaman duygusunu bir şekilde hissettirebilmekti. Çünkü bir adımı atabilmek için haftalar geçebiliyor. Yapabilecek mi, yoksa yine bir yenilgi mi yaşanacak? Biz şanslıydık, çekerken Çayan o adımları atabildi. İlk başta Koray’la merdivenden inerken kızıyor, “bırak beni” diyor, gerçekten inemiyor. Sonra dayısıyla yürürken bir kedi engeli var, adım atıp atamayacağını bekliyoruz. Bir ayın sonunda da merdivenden Ayşe’yle inmeyi başarıyor. Ama bu çok gidip gelmeli bir süreç, tam tersi de olabilirdi. Bizim filmde gösterdiğimiz onların her zamanki tecrübesine denk gelen bir temsil değil.


Filmin kahredici tarafı aynı zamanda bir ispat amacıyla da yapılmak zorunda olması. Çayan’ın bir belgeselci olarak hikâyelerini anlatmak istediği, tarihin içinden çıkarıp getirdiği, izini sürdüğü hayatlarla ortak bir kader paylaştığı hissine kapılıyor musunuz?

Baş: Kesinlikle. Anadil hakkı, Kürtlerin yurttaşlık hakları… Çayan’ın içinden geçtiği süreç de süregelen bir hak arayışı ve adaletsizliğin başka bir boyutta yansıması. Tabii devlet izleyecek mi, bilmiyoruz. Belki mahkemede ya da başka bir yerde kanıt olarak kullanılmayacak, ama bizim için önemli olan en azından bir kamuoyu oluşması. Bu insanın hayatına tanık olunsun ve bu adaletsizliğe karşı en azından bu filmi görenlerde bir tepki oluşsun. Mühim olan farkındalık, bu insanlara yaşatılan zulüm böyle bir şey demek.

Köstepen: Çayan’ın kalbinin durması Bakur’un kurgusunu tamamlamasının hemen sonrasında gerçekleşiyor. Ben bunu tesadüf olarak görmüyorum. Bu, Dersim’in, Kürt hareketinin taşıdığı yükün altına girmiş bir cesaretin tezahürü. Bu elbette trajik bir bakış açısı ve bu düşünceyi uzaklaştırmaya çalışıyorsunuz. Çünkü bir yandan da hayat var, hayata devam eden dostlarınız olduğu zaman trajedi şemasına girmek istemiyorsunuz. Son sahnede Ayşe’nin kendi sağlık sorunlarından dolayı Çayan’a şımarması, oradaki yakınlıkları filmin illa bir mağduriyete odaklanmak amacında olmadığını, hayattaki başka şeylere yaklaşabildiğini göstermesi açısından önemli. Filmi devletin izlemesini beklemiyoruz. Çayan’ı seven çok insan var, ama herkes hastalığın ne durumda olduğunu bilmiyor. Bize de Çayan’ın nasıl olduğunu, neleri yapıp yapamadığını soruyorlar. O yüzden bu film Çayan’ı seven insanların onun nasıl olduğunu görmesi için de yapıldı.

Baş: Bu sorulara yanıt verirken insan tıkanıyor. Çayan çok şey yapıyor, bunun hakkını vermek istiyoruz, ama “göremiyor” dediğiniz zaman “yazık” tepkisi oluşuyor. Hayır, yazık değil, Çayan renkleri ayırıyor diye mutluyuz. Bizim insanlara vermek istediğimiz haber o. Filmi izleyenlerin de tepkisi böyle oldu, “Çayan’ı gördük, ona kavuştuk” hissi oluştu, aynı duygu bizim için de geçerliydi. Çayan’a dokundu insanlar, amaç biraz da oydu. Çıkış noktamız belki tüm süreçle ilgiliydi, arka planda mahkemeyi düşünüyorduk, ama geldiği noktada insanları Çayan’la buluşturan bir film oldu. Aslında çok küçük bir prodüksiyon, ivmeyi kaybetmemek adına çok hızlı yaptık, fakat bir beklentiyi karşıladı. Çayan’ın filmleriyle ve yaşanan süreçle ilişkilendirebildiğimiz daha uzun soluklu bir şeye dönüştürme fikri de baki. Şu an bu filmle ne yapabileceğimizi tartışıyoruz. Dayanışmanın sınırlarını aşıp yurtdışından belgesel kurumlarına ve festivallere göndererek onlarla işbirliğini büyütmeyi, belgesel dünyasının desteğini alabileceğimiz bir noktaya getirmeyi hedefliyoruz. Çayan’ın filmografisindeki işler Türkiye’nin yapıtaşlarını da açıklayan işler olduğu için amacımız bu film özelinde Türkiye’deki sinemacıların yaşadığı baskılara dair daha büyük bir resmi de yansıtmak. Türkiye’deki belgesel sinemasını da haritaya yerleştirmek gerekli.

^