Türkiye İşçi Partisi, DDKO’dan sekiz yıl önce, 13 Şubat 1961’de kuruluyor, ertesi yıl partinin başına Mehmet Ali Aybar getiriliyor. 1963’te ise iki Kürt sosyalisti, Tarık Ziya Ekinci ve Canip Yıldırım TİP’e üye olup Diyarbakır teşkilatını kuruyor. Böylece “Aydınlar Grubu”, “Sendikacılar Grubu” ile birlikte TİP içinde “Doğulular Grubu” da oluşmaya başlıyor. Sonradan sizin de dahil olduğunuz Doğulular Grubu’nun parti içindeki etkinliği, çabası nasıl seyretti?
Ruşen Arslan: Aybar bu grupların hepsinin üzerindeydi ve hepsiyle ilişkileri iyiydi. O kadar saygınlığı vardı ki, herkes onu kendinden görürdü. Öte yandan, Kürtlerin bilinen isimlerinin katılmasıyla TİP bir ivme kazandı, kitleselleşti ve 1965’te genel seçimlere katıldı. Yasalara göre, en az 15 ilde tam teşkilatının kurulmuş olması gerekiyordu. TİP o dönemde Kars, Ağrı, Muş, Hakkâri, Dersim, Diyarbakır, Bingöl ve Urfa’da tam teşkilat kurmuştu. Buralardaki örgütlenmesi olmasa seçimlere katılamazdı. TİP’in çıkardığı 15 milletvekilinin beşi Kürt illerindendi. Aldıkları oylar da partinin Türkiye ortalamasının çok üstündeydi. Bu başarı Kürtlerin TİP içindeki ağırlığını artırdı.
1960’larda, TİP’in söylemi sol ideolojinin henüz yaygınlaşmadığı Kürtler üzerinde nasıl bir tesir yaratıyordu?
O zamanlar sadece radyo vardı ve seçim konuşmalarında “işçiler, köylüler, marabalar, ezilenler” diye hitaba başlayan sesi duyunca çok heyecanlanıyorduk. Çünkü bahsedilenlerin bizler de olduğunu biliyorduk. O yıllarda Ankara’da üniversite okuyordum, partiye üye olmak için 21 yaşında olmak gerekiyordu. Yaştan dolayı üye olamadığım halde, bir sempatizan olarak TİP için çalıştım, yaşım tutar tutmaz da üye oldum. Türkiye solunda, geçmişten beri devam eden Milli Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim kavgası TİP’e de taşınmıştı ve Kürtler MDD-Yön Dergisi çizgisine karşı sosyalist kanadı destekliyordu. MDD çizgisi orduya yaslanarak bir devrim yapmayı hedefliyordu ve Kürtler açısından böyle bir seçenek devrim olamazdı. Öte yandan, 12 Mayıs 1963’te Mehmet Ali Aybar’ın Gaziantep’te yaptığı halka açık konuşmadaki sözleri, hem TİP hem de Kürtler açısından bir dönüm noktasıydı.
O konuşmada ne söylemişti Aybar?
Aynen şöyle demişti: “Bir büyük meselemiz daha var. Doğu ve Güneydoğu illerimizde daha çok Kürtçe ve Arapça konuşan, Alevi mezhebinden milyonlarca vatandaşımız yaşıyor. Bunların doğurduğu çetin meselelerle karşı karşıyayız. Ulusal menfaatlerimize en uygun, en insancıl çözüm yollarını bulmak, ihmal edilmeyecek bir yurt vazifesidir.” Bu konuşma Aybar’ı Kürtler arasında çok popüler yapmıştı.
1967’de yapılmaya başlanan Doğu Mitingleri’nin öncüsü de TİP miydi?
Hayır, ama TİP’liler aktif olarak katılmıştı o mitinglere. Aslında Doğu Mitingleri’nden önce, 1966’da, Silvan’da yapılan Petrol Mitingi bir nevi Doğu Mitingleri’nin provasıydı. Doğu Mitingleri de 13 Ağustos 1967’de, Silvan’da başladı. Ardından 3 Eylül 1967 Diyarbakır, 24 Eylül 1967 Siverek, 8 Ekim Batman, 15 Ekim Dersim, 22 Ekim Ağrı, 18 Kasım Ankara diye gidiyor.
DDKO soldan ayrışma anlamına gelmiyordu. Pek çok DDKO’lu aynı zamanda FKF’liydi. Bir süre sonra kopuş hızlandı, ama DDKO tüzüğünün 2. maddesi olan “Nitelik ve Amaç” FKF tüzüğündekiyle neredeyse aynıydı. Sol bir perspektifle hazırlanmış olan bu tüzük yaşanan ayrışmanın çok ciddi bir ideolojik farklılığa dayanmadığını gösteriyor.
Silvan’daki ilk mitingi petrol işçileri mi yapmıştı?
Hayır, ama Mehdi Zana gibi isimler, “Kürtler neden Kürdistan’dan çıkan petrolden istifade edemiyor?” diyerek bu mitingi tertipliyor. Mitingin duyurusu nedeniyle Mehdi Zana ve TİP Genel Yönetim Kurulu üyesi, Muşlu Tahsin Avcı tutuklandı. Petrol Mitingi’nin ilgi görmesi üzerine Mahmut Okutucu, Abdulkerim Ceylan, Mahmut Yeşil gibi isimler, ki üçü de şeyhtir, meledir, “bu mitingin devamını getirelim” diyorlar. Mahmut Yeşil TİP üyesi değil, ama diğer ikisi TİP’li. O dönemde Diyarbakır’a gelen Aybar’a konuyu açıyorlar. Aybar bu öneriye sıcak bakıyor. Neticede, hem 1965’te kurulan Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) yöneticileri, hem TİP’liler hem de partili olmayanlar uzlaşıp Doğu Mitingleri’ni tertipliyorlar. Fakat mitingler sırasında bazı KDP’liler TİP’lileri konuşturmak istemiyor. Bu konuda ufak çaplı gerilimler oluyor, ama uzlaşıyorlar.
Fakat Kürt milliyetçileriyle TİP’li sosyalist Kürtler arasında mitingde kimlerin konuşup konuşmayacağı anlaşmazlığı üzerine, ihtilaflar ilk kez görünür hale geliyor, öyle mi?
Evet, bu söylenebilir. O dönemki KDP’liler, TİP’in iktidar olması halinde Kürtlerin haklarını teslim edeceğine yönelik söylemini üsttenci buluyordu. Ayrıca, zaten ideolojik olarak da aralarında ihtilaflar vardı. Buna rağmen TİP üyesi Kürtlerle KDP’lilerin birçok konuda ortak eylemleri vardı ve Doğu Mitingleri bunlardan biriydi. Doğu Mitingleri’yle birlikte Kürtler baskıcı devlet otoritesine karşı demokratik hakları için mücadele etme yollarını öğrenmeye, siyaset arenasında ve sokakta görünür olmaya başladı. Dediğim gibi, aralarında ideolojik ayrışmalar olduğu halde ortak hareket etmeleri söz konusuydu. Nitekim, Doğu Mitingleri’den iki yıl sonra DDKO’ların kurulabilmesi de ideolojik ihtilafların bir kenara bırakılması sayesinde mümkün olmuştu.
Kürt milliyetçileriyle Kürt sosyalistleri nasıl uzlaşabiliyordu?
Türkiye’de sağ ile sol arasında muazzam bir uçurum, uzlaşmaz çelişkiler var. Ama aynı çelişkiler Kürt milliyetçileriyle Kürt sosyalistleri arasında yok. Çünkü Türk milliyetçilerinin söylemi bir egemenlik, tahakküm ilişkisini hedeflerken, Kürt milliyetçileri ezilen bir ulusun ezilmekten kurtuluşunu hedefliyor. Kürt sosyalistleri açısından da aynı şey geçerli. Dolayısıyla, aralarında ideolojik ihtilaflar olsa da, nihayetinde hedefledikleri şey Kürtlerin devlet zulmünden kurtulması. Ayrıca, Kürtler açısından durum hayat-memat, varlık-yokluk meselesiydi. O yüzden de hayat onları belli konularda ortak hareket etmeye mecbur bırakıyordu. Dahası, aynı mecburiyet Kürt milliyetçileriyle Türk sosyalistlerinin ilişkileri için de geçerliydi. Türk sosyalistleri Kürt sosyalistleriyle ortak hareket ederken, Kürt milliyetçileriyle de dirsek teması içindeydi. Ortak düşmanları Türk milliyetçiliğiydi. Çünkü Türk milliyetçiliği halklar arasında hiyerarşiyi hedefleyen bir ideoloji.
1960’ların ortasında TİP ve Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) içinde oluşan Türk-Kürt sosyalistlerinin ittifakı, 12 Mart 1971 muhtırası öncesinde sarsılmaya başlıyor. Fakat TİP’in 29-31 Ekim 1970 tarihli dördüncü ve son kongresinde Kürtlerle ilgili alınan ve bugün için bile ileri sayılabilecek karar tarihi önemde. Çünkü bu karar hem Türkiye solunun Kürt meselesine yaklaşımını somutlaştırıyor hem daha sonra TİP’in kapatılma gerekçelerinden biri oluyor. Üstelik kararın alınmasında siz çok belirleyici bir rol oynuyorsunuz. Sürecin en önemli aktörlerinden ve tanıklarından biri olarak neler hatırlıyorsunuz?
Benim de Muş İl Başkanı olarak içinde yer aldığım TİP’teki Doğulular Grubu, partinin 4. Kongresi’nde Kürtlerle ilgili bir karar çıkarmak istiyordu. Bunun için kongre öncesinde TİP Diyarbakır İl Başkanlığı’nda bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya her ilden delegeler katılmıştı. Toplantıya KDP Genel Başkanı Sait Elçi ve DDKO temsilcileri de katılmıştı. Toplantıya katılanlardan Kemal Burkay, Teksif Sendikası Genel Başkan Yardımcısı Sait Burçin, Naci Kutlay, Tahsin Avcı ve Mehdi Zana aynı zamanda TİP Genel Yönetim Kurulu üyesiydi. Toplantıdan birkaç gün önce Tarık Ziya Ekinci, Musa Anter ve Canip Yıldırım tutuklanmıştı. Biz delegeler, TİP Kongresi’ne nasıl bir teklif götüreceğimizi tartıştık. TİP’in dördüncü ve son kongresi Ankara’daki YIBA Çarşısı’nda yapıldı. Tarık Ziya Ekinci, Canip Yıldırım, Musa Anter, Mehmet Ali Bozarslan da salondaydı, çünkü itiraz üzerine serbest bırakılmışlardı. Kongre sırasında Kürtlerle ilgili hazırlanan metinden tatmin olmadık.
Kürtlere yönelik korkunç bir baskı vardı. Silah ve firari arama bahanesiyle köylere giriliyor, işkenceler yapılıyordu. Erkekleri çırılçıplak soyuyor, cinsel organlarına ip bağlayıp kadınlara çektirerek köy meydanında dolaştırıyorlardı. DDKO bu olayları yakından takip edip raporlaştırıyordu.
Neden?
Biz doğrudan Kürt halkının varlığından ve haklarından bahsedilmesini istiyorduk. Mehmet Ali Aybar’ın 1963’te Kürtlerle ilgili dönüm noktası olan konuşmasının üzerinden yıllar geçmiş, arada Doğu Mitingleri yapılmış, DDKO’lar kurulmuş, Kürtlerin hem TİP hem FKF içindeki etkinliği artmış, özetle köprünün altından çok sular akmıştı. Aybar 1963’teki konuşmasını 1970’te yapsaydı, hiçbir önemi olmayacaktı artık. Hazırlanan tasarı hâlâ arşivlerde varsa bile bulamadım, ama o gün bize göre tatmin etmeyecek düzeydeydi.
Peki bunun üzerine ne yaptınız?
O sırada Doğulular Grubu’nun ileri gelenleriyle konuştuk, ama onlardan da metnin değiştirilmesi konusunda olumlu yanıt alamayınca iş başa düştü. Avukat olduğum için, kongre sürerken hapisteki DDKO’lularla görüşmeye gittim ve onlara da danıştım. Bizimle aynı fikirdeydiler. Bunun üzerine kongrede kabul edilmesini istediğimiz yeni bir teklif metnini kaleme aldık. Metnin altında benim ve bir ara FKF Genel Başkanlığı yapmış olan Zülküf Şahin’in imzası vardı. Elde iki metin vardı ve Doğulular Grubu arasında da çelişkiler ortaya çıktı. YIBA Çarşısı’nın üst katındaki düğün salonunda kongre yapılırken, Doğulu delegeler olarak salonun mutfağında, ayaküstü bir toplantı yaptık, benim ve Zülküf Şahin’in imzasının olduğu metinde mutabık kaldık. Ardından Doğulu delegeleri temsilen ve teklifin sahibi olarak kongrede söz alıp konuştum. Neticede teklifimiz kabul edildi ve TİP, 1970’li yılların şartlarına göre, Kürt meselesi konusunda son derece ileri bir karar aldı.
Söz konusu karar şu sözlerle bitiyor: “Kürt halkının anayasal vatandaşlık haklarını kullanmak ve diğer tüm demokratik özlem ve isteklerini gerçekleştirmek yolundaki mücadelesinin bütün antidemokratik, faşist, baskıcı, şoven-milliyetçi akımların amansız düşmanı olan partimiz tarafından desteklenmesinin olağan ve zorunlu devrimci bir görev olduğunu, Kürt halkının gelişen demokratik özlem ve isteklerini fade ve gerçekleştirme mücadelesi ile işçi sınıfı ve onun öncü örgütü partimizin öncülüğünde yürütülen sosyalist devrim mücadelesini tek bir devrimci dalga halinde bütünleştirmek için Kürt ve Türk sosyalistlerinin parti içinde omuz omuza çalışmaları gerektiğini, Kürt halkına karşı uygulanan ırkçı, milliyetçi, şoven-burjuva ideolojisinin, partiler, sosyalistler ve bütün işçi ve diğer emekçi yığınları arasında yerle bir edilmesinin sağlanmasının, partinin ideolojik mücadelesinin ve gelişmesinin temel ve devamlı bir davası olduğunu, TİP’in Kürt sorununa, işçi sınıfının sosyalist devrim mücadelesinin gerekleri açısından baktığını kabul ve ilan eder.”
Evet, hazırladığımız ve kabul edilen metin böyle bitiyordu. Bugün için bile çok ileri bir karardır.
TİP’in 12 Mart muhtırası sonrası, 20 Temmuz 1971’de kapatılmasının esas sebebi 4. Kongre’de alınan bu karar mıydı?
Partinin kapatılması konusunda gösterilen en büyük sebep buydu, ama elbette tek sebep bu değildi. 12 Mart darbesini yapanların TİP gibi bir partinin yaşamasına göz yumması zaten beklenemezdi. Öte yandan, maalesef yargılama safhasında parti yöneticileri bu kararın arkasında yeteri kadar durmadı. Oysa bizim metnimize Behice Boran, Sadun Aren bile oy vermişti. Karşı oy kullanan tek kişi Minnetullah Haydaroğlu olmuştu.
Sizin gibi Kürt gençleri bir yandan TİP içinde örgütlenirken bir yandan da FKF’de aktif olarak yer almıştı. 17 Aralık 1965’te kurulan FKF’nin Kürt solunun tarihi açısından önemi nedir?
FKF’nin Kürt meselesiyle ilgili özel bir çalışması yoktu. Fakat sosyalizmi hedefleyen Kürt gençlerinin böylesi bir örgütte çalışması çok önemliydi. Bizler örgütsel çalışmayı, kavgayı, ilişki kurmayı, seminer vermeyi FKF’de öğrendik. Ayrıca, bugüne kadar da gelen bazı çelişkiler orada görünür oldu. 23-24 Mart 1968’de yapılan genel kurulda, TİP MDD’cilerin adayı olan Atilla Sarp’a karşı Doğu Perinçek’i destekledi ve Perinçek başkan seçildi. Fakat Yusuf Küpeli’nin anlattığına göre, Perinçek daha ilk konuşmasını yaparken Sadun Aren Veysi Sarısözen’e dönüp “yanlış yaptık galiba” diyor. Nitekim, öyle de oluyor ve Perinçek FKF’yi sosyalist çizgiden saptırmaya, orduya yamamaya yöneldi. Sonuç itibarıyla, Perinçek FKF’nin başkanlığından atıldı ve yerine sosyalist bir Kürt olan Zülküf Şahin getirildi. Zülküf de başkanlıkta çok kalmadı, çünkü zaten olağan kongreye çok yakın bir tarihte bu değişiklik yaşanmıştı. 1960’ların sonuna gelindiğinde iç çekişmeler, ideolojik ihtilaflar TİP’e de FKF’ye de gelecek bırakmamıştı. Zaten MDD ve PDA’cıların (Proleter Devrimci Aydınlık) etkinliği de Kürtler açısından bağımsız örgütlenmeye yönelmeyi kaçınılmaz hale getirmişti. DDKO’ların kurulması böyle bir sürece denk geliyor.
DDKO’nun kuruluşuna öncülük eden Mümtaz Kotan, PDA’cıların yönetimindeki FKFnin 9-10 Ekim 1969’daki olağanüstü kongresinde saldırıya uğruyor…
Tabii, gerçi olağanüstü kongrede FKF’nin adı Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) olarak değiştirildi. Fakat daha önce, yani Ocak 1969’da yapılan kongrede FKF’ye hâkim olan PDA’cılar artık Kürtlerin buradan kopmasına yol açıyordu. DDKO’ların kuruluş çalışmaları FKF’nin bu kongresinden itibaren başladı. Zaten PDA’cılarla Kürt gençleri arasında kavgalar da başlamıştı. Sosyalist yapılardaki bazı hiziplerin Kemalist veya militarist yaklaşımları da cumhuriyet tarihinde ilk legal Kürt örgütlenmesi olan DDKO’ların kuruluşunu tetikledi. Ayrıca, hemşeri dernekleri içinde de artan bir siyasallaşma yaşanıyordu. Üniversiteye gelen Kürt öğrenci sayısı artıyordu. Özetle, hem siyasal hem sosyolojik zemin bağımsız örgütlenmeye çok müsaitti.
Kitabınızda Kürt sosyalistlerinin bağımsız örgütlenme girişiminin 1965’e kadar gittiğini, sizin evinizde yapılan bir toplantıda Kürt yurtseverlerinin yönetimindeki mahalli dernekler arasındaki ilişkiyi düzenleyecek bir federasyon hedeflediğinizi, bunun için TİP üyesi de olan hukukçular Halit Çelenk, Niyazi Ağırnaslı, Rauf Çapan ve Minnetullah Haydaroğlu’na danıştığınızı anlatıyorsunuz. 1965’te bu örgütlenmeyi neden gerçekleştiremediniz?
Halit Çelenk ve diğer hukukçular Cemiyet Kanunu’nun böyle bir oluşuma cevaz vermediğini aktardılar. Böylece DDKO’ların kuruluşundan dört yıl önceye tekabül eden bir girişim sonuçsuz kaldı. Bu arada, 21 Mayıs 1969’da, Ankara ve İstanbul’da eşzamanlı kurulan ve daha sonra pek çok şehirde oluşturulan DDKO’lar ideolojik olarak soldan ayrışma anlamına gelmiyordu. Pek çok DDKO’lu aynı zamanda FKF’liydi. Bir süre sonra kopuş hızlandı, ama ilginçtir, DDKO tüzüğünün 2. Maddesi olan “Nitelik ve Amaç” FKF tüzüğündekiyle neredeyse aynıydı. Sol bir perspektifle hazırlanmış olan bu tüzük, yaşanan ayrışmanın çok ciddi bir ideolojik farklılığa dayanmadığını gösteriyor. DDKO’yu kuranların nasıl bir yaklaşım içinde olduklarına dair en somut veri, MİT’in o dönem yaptığı dinleme kayıtlarında bulunuyor. Bir avukat ve araştırmacı olarak elbette MİT’in raporlarına itimat etmezdim, ama MİT’in kayıtlarıyla o toplantıların katılımcıların anlatımlarını karşılaştırdığımda, kayıtların doğru olduğunu öğrendim.
DDKO’ları kapatsalar da Kürt gençleri arasındaki örgütlenmeyi yok edemediler. 1975’te, DDKO’nun devamı niteliğinde Devrimci Doğu Kültür Dernekleri (DDKD) kuruldu. Ayrıca, 1970’lerde çok sayıda Kürt sol örgütü ortaya çıktı ve Türkiye solundan bağımsız örgütlenme olağanlaştı. Türkiye solu “abi rolü”nü kaybetti.
MİT kayıtları DDKO kurucularının toplantılarına ilişkin ne tür bilgiler veriyor?
Tartışmalarda önce çıkan temel mesele Kürtlerin varlığının, dillerinin, kültürlerinin kabul ettirilmesi. Bu maksatla oluşturulacak gençlik örgütlenmesinin nasıl bir yol izleyeceği tartışılıyor. Kuruluş deklarasyonu hazırlanırken Kürdistan’da adı bilinen yurtseverlerin çoğuyla görüşmeler yapılıyor ve onların da düşünceleri dikkate alınarak çerçeve belirleniyor. Bütün bu süreci o günkü üniversite öğrencileri gerçekten de demokratik bir çalışmayla, istişare ederek, farklı kesimlerin görüşlerini alarak yürütüyor ve böylece önce Ankara ve İstanbul’da, ardından 23 Kasım 1970’te Ergani, 9 Aralık 1970’te Silvan, 6 Ocak 1971’de Diyarbakır, 10 Ocak 1971’de Kozluk, 18 Ocak 1971’de Batman DDKO’su kuruluyor.
O halde son kurulan DDKO’ların ömrü birkaç ayı geçmiyor, öyle mi?
Maalesef, 12 Mart 1971’de yönetime el koyan cuntanın ilan ettiği sıkıyönetimden sonra, 26 Nisan 1971’de DDKO’lar fiilen kapatıldı. İdari kararla kapatılmayan tek DDKO İstanbul’dakiydi. Netice itibarıyla, 21 Mayıs 1969’da kurulan ilk DDKO’lar toplam iki yıl faaliyet yürütebildi. Fakat kitaba da üst başlık olarak seçtiğim cümledeki gibi, “Ömrü kısa, etkisi büyük Kürt örgütlenmesi”ydi DDKO.
DDKO’nun Kürt siyasallaşmasına etkisi neydi? Bu kısa zaman aralığında ne tür faaliyetler yapıldı?
Bir kere üniversite gençliği içinde çok yoğun bir eğitim yapıldı. Özellikle sol gençlik örgütleriyle birlikte ortak eylemler, yürüyüşler, mitingler düzenlendi, ortak bildiriler yayınlandı. DDKO’nun çıkardığı bültenlere halk çok büyük ilgi gösteriyordu. Çünkü halk o bültenlere mahalli dertlerini yazıyor, karşılaştıkları sorunları aktarıyordu. Öte yandan, o yıllarda Kürtlere yönelik korkunç bir komando baskısı vardı. Silah ve firari arama bahanesiyle köylere giriliyor, işkenceler yapılıyordu. Erkekleri çırılçıplak soyuyor, cinsel organlarına ip bağlayıp kadınlara çektirerek köy meydanında dolaştırıyorlardı. Maalesef bunların hepsi yaşandı. DDKO bu olayları yakından takip edip raporlaştırıyordu. Daha sonra bu raporlar etrafında dönemin cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a komando zulmüne son verilmesi için telgraf çekildi. Cevdet Sunay da genel sekreteri aracılığıyla “şikâyetleri somutlaştırın” mesajı yolladı. Bunun üzerine bilgi ve belge toplanıp iletildi.
1970’lerde Kürtler bağımsız örgütlenmeye yönelmişti. Bunun tek istisnası İkinci TİP’in kuruluş dönemiydi. İkinci TİP’in kurucuları içinde Tarık Ziya Ekinci, Mehdi Zana yer alıyordu. Kemal Burkay ve Tahsin Ekinci de üyeydi. Fakat Kürtlerin Türkiye sosyalistleriyle beraber örgütlenme girişimi artık olası değildi. Zaten İkinci TİP de Kürt meselesini bir hayli arka plana itmiş, bu meseleyi konuşmaz olmuştu.
Sonuç alındı mı?
Herhangi bir sonuç alınmadı. Ayrıca, o dönemde halkın çok şikâyetçi olduğu konulardan biri de savaş uçaklarının alçak uçuşları. Devletin varlığını, korkutuculuğunu göstermek için belli bölgelerde alçak uçuş yaptırılırdı. Çocukluğumda, gençliğimde ben de çok tanık oldum. 12 Mart muhtırasından tam bir yıl önce, 11 Mart 1970’te, Güney Kürdistan’daki Mela Mustafa Barzani, Bağdat’la özerklik anlaşması imzalamıştı. Bunun Türkiye’deki Kürtleri etkilememesi için komando zulmüne, savaş uçaklarının alçak uçuşlarına ağırlık verilmişti. DDKO’lar bu baskılara karşı da kamuoyu oluşturmaya çalışıyordu. Ayrıca, DDKO’ların başından beri federasyonlaşma hedefi vardı. Yasalar bunun önünde engeldi, ama Kürt gençleri de bedelini ödeme pahasına bu örgütlenmeye yöneleceklerdi. Fakat 12 Mart’la birlikte bu hedef de akamete uğradı.
DDKO’nun kapatılmasının Kürt solu açısından sonuçları ne oldu?
DDKO’yu kapatsalar da Kürt gençleri arasındaki örgütlenmeyi yok edemediler. 1975’te, Ankara, İstanbul ve İzmir’de DDKO’nun devamı niteliğinde Devrimci Doğu Kültür Dernekleri (DDKD) kuruldu. Ayrıca, 1970’lerde çok sayıda Kürt sol örgütü kuruldu ve Kürtler açısından Türkiye solundan bağımsız örgütlenme artık olağanlaştı. DDKO ile birlikte Türkiye solu “abi rolü”nü kaybetti ve Kürt siyasi hareketleriyle ilişki kurmadan etkili muhalefet yapamaz oldu. 1960’larda durum tam tersiydi. Kürtlerin tecrübesi, birikimi kendi başlarına sosyalist bir haraket yaratmaya, yürütmeye yetmiyordu. O yüzden de Kürt solu Türkiye solu içinde vücut buldu. Öte yandan, 1968’e gelindiğinde tüm dünyada yükselen gençlik hareketinin estirdiği rüzgâr Kürt gençlerini de sola doğru akıttı. Böylece sol düşünce Kürtler arasında büyük bir ivme kazanmaya başladı. Belli bir süre sonra da Kürt solu artık kendi başına hareket edebilecek deneyim ve birikimi edindi.
Kürtlerin örgütlenmeye başlamasını devlet nasıl karşıladı?
Dava dosyalarından MİT raporlarına kadar pek çok belge devletin DDKO’dan epey tedirgin olduğunu gösteriyor. Çünkü 1930’ların sonundan beri, Kürtler ilk defa bağımsız bir örgütlenmenin aktörü haline gelmişlerdi. Devlet bunun nereye varacağını hesaplamaya çalışıyordu ve kapatma da bu sürecin bir parçasıydı. Kapatma sonrası yapılan yargılamalarda pek çok yöneticiye ceza verildi. Üstelik tıpkı 27 Mayıs cuntasının Demokrat Parti döneminde başlayan 49’lar Davası’nı af kapsamına almaması gibi, 12 Mart cuntası da 1974’teki genel affa DDKO hükümlülerini dahil etmedi. Fakat Anayasa Mahkemesi’nin ilgili kanun maddesini iptal etmesiyle DDKO’cular da aftan yararlanabildi. Demin söylediğim gibi, 1970’lerde artık Kürtler bağımsız örgütlenmeye yönelmişti. Bunun tek istisnası İkinci TİP’in kuruluş dönemiydi. Behice Boran’ların öncülük ettiği İkinci TİP’in kurucuları içinde Kürt siyasi kadrolarından Tarık Ziya Ekinci, Mehdi Zana yer alıyordu. Kemal Burkay ve Tahsin Ekinci de üyeydi. Fakat Kürtlerin Türkiye sosyalistleriyle beraber örgütlenme girişimi artık olası değildi. Zaten İkinci TİP de Kürt meselesini bir hayli arka plana itmiş, bu meseleyi konuşmaz olmuştu. İkinci TİP’in gelişememesinin sebeplerinden birinin de bu olduğunu düşünüyorum.
12 Mart ve DDKO sonrası Kürt örgütleri yeraltında mı faaliyet göstermeye başladı?
Devlet Kürtlerin legal örgütlenmelerine, DDKO’lara bile tahammül etmedi. Dolayısıyla, bu dönemde illegal partiler ortaya çıktı. Doktor Şivan önderliğindeki Kürdistan Demokrat Partisi, onun ölümünden sonra işlevsiz hale gelmişti. Ama Kürdistan’da çok önemli kadroları vardı. Bu kadrolar örgütü tekrar canlandırma girişiminde bulundular ve Kürdistan İşçi Partisi’ni (Partîya Karkerên Kurdistan) kurdular. Fakat daha sonra Abdullah Öcalan ve arkadaşları aynı isimle bir parti kurunca, Şivancılar o ismi kullanmaz oldu. 1970’lerdeki iç çekişmeler olmasa, DDKO kökenliler başta olmak üzere, geniş kadrolarla çok daha ciddi bir canlanma yaşanabilirdi. Ne yazık ki DDKO’lar kapatıldıktan sonra hem cezaevlerinde hem de dışarıda kalan kadrolar arasındaki çekişmeler bunu imkân dahilinden çıkardı.
Bunlar ideolojik çelişkiler miydi?
Doğrusu bunları ideolojik çelişki olarak görmüyorum. Cezaevindeki çelişkilerin en büyük kaynağı ortak savunma olayıdır. Bu konuda büyük ayrılıklar yaşandı. Bir grup Kürtleri yok sayan, onların tarihi, kültürel, sosyolojik gerçekliğini reddeden siyasi iddianameye karşı siyasi savunma yapma yanlısıydı. O sırada hapisteki DDKO’luların Ocak Komünü denen yapının içinde kalan İsmail Beşikçi de, bu iddianameye karşı siyasi bir yanıt verilmemesi halinde Kürt meselesinin tıpkı Ağrı İsyanı sonrasında “Muhayyel Kürdistan burada metfundur” yazılı karikatür gibi tekrar kapatılacağını söylemiş. Sosyalistler gibi Ocak Komünü de siyasi savunma yapma yanlısı. Ama sosyalist grup Ocak Komünü’ndekileri milliyetçi gördüğü için onlarla ortak savunma yapmayı reddediyor. Kürtler arasındaki sağ-sol ayrışması elbette DDKO’larla başlamadı. Bunun mazisi 1950’lerin sonundaki 49’lar Davası’na kadar gidiyor.
12 Mart döneminde, birlikte gözaltında kaldığımız Doğan Avcıoğlu’yla arada sohbet ederdik. Bir sohbetimizde “Kürtler için pek bir şey fark etmedi. Siz başarsaydınız biz gene burada olacaktık” demiştim. Avcıoğlu aynen şunu söyledi: “Doğru, rahat durmadığınızda yeriniz burası olurdu.”
Sosyalist DDKO’cuların argümanları nelerdi?
1971-72’deki yargılamalar sırasında sol görüşü temsil edenler işçi sınıfına dayanan, bu söylemi öne çıkaran ve sosyalist bir devrimi hedefleyen bir yaklaşım içindeydi. Mela Mustafa Barzani’nin 11 Mart 1970’de Bağdat’la yaptığı otonomi anlaşmasına da diğerleri kadar hevesli yaklaşmıyorlardı. Çünkü Güney Kürdistan’da devam eden ulusal devrim sürecine ağaların da, şeyhlerin de dahli vardı ve silahlı bir mücadele veriliyordu.
Siyasi savunma yapmama yanlısı olan grubun gerekçesi neydi?
Onlara göre siyasi savunma yapmak çok uzun yıllar hapis yatmakla eş anlamlıydı ve bu politik insanların hapiste değil, halkın arasında olması gerekiyordu. Neyse ki tüm bu tartışmalar sürerken af çıktı ve düğüm çözüldü. Ama hapisteki o ayrışma dışarıda da devam etti. İçeride ortak hareket etmemiş olanlar dışarıda da ayrı siyasi yapılar yaratmaya giriştiler. Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin yeniden toparlanmasında bunun da etkisi oldu. Daha sonra Kemal Burkay’ların Türkiye Sosyalist Kürdistan Partisi (Partîya Sosyalîstên Kurdistan) kuruldu. Ardından da 1970’ler boyunca pek çok başka siyasi hareket ortaya çıktı.
DDKO’nun kurucularından olmadığınız halde, o dönemde siz neden tutuklandınız?
Ben Diyarbakır’dayken TİP kongresindeki konuşmamdan ötürü gözaltına alındım. Oradan İstanbul’a, ardından Ankara’ya getirdiler beni. Neyse ki kongreye sunduğum önergeler ellerinde yoktu. 49 gün gözaltında kaldım. 12 Mart döneminde İstanbul-Davutpaşa ve Ankara Yıldırım Bölge Komutanlığı’nda birlikte gözaltında kaldığımız Doğan Avcıoğlu’yla arada sohbet ederdik. Bir sohbetimizde kendisine “Biz Kürtler için pek bir şey fark etmedi. Eğer siz başarsaydınız biz gene burada olacaktık” demiştim.
Avcıoğlu’nun cevabı neydi?
Aynen şunu söyledi: “Doğru, rahat durmadığınızda yeriniz burası olurdu.” Doğan Avcıoğlu samimi bir insandı ve cümleyi de samimiyetle kurdu.
DDKO’nun kapatılmasının üzerinden 53 yıl geçti. Bu ilk legal örgütlenmenin bıraktığı mirası nasıl özetlersiniz?
DDKO’nun büyük mirası Kürtlerin bağımsız örgütlenme dönemini açmış olmasıdır. 1990’larda HEP ve ardılları sahneye çıkana kadar Kürtler arasında bağımsız örgütlenme eğilimi hâkimdi. HEP’le birlikte ortak mücadele düşüncesi yeniden yaygınlaştı. Öte yandan, bugünkü HDP dahil, bu geleneğin önceliği Kürt meselesinin çözümü yönündedir. Bu geleneğe Türkiye solunun katkısı ve etkisi çok azdır.
Herhangi bir Kürt hareketinin işçi sınıfına dayanarak ulusal bir mücadeleyi örgütlemesi, olmayan bir sınıfa yaslanmak demekti. Devlet Kürtçeyi yasakladığında ağanın da, marabanın da dili yasaklanmış oluyordu. Aynı şey eğitimsizlik için de geçerli. O yüzden farklı sınıf ve katmanları kapsayan programlar, örgütlenmeler kaçınılmazdı. Aksi halde bugünkü gibi bir Kürt hareketi olmazdı.
Bazı Türkiye sosyalistleri DDKO’dan itibaren yaşanan ayrışmayı, bağımsız örgütlenmeyi milliyetçileşmeyle irtibatlandırarak eleştiriyor. Bu eleştirileri nasıl yorumluyorsunuz?
O dönemde ortada bir Kürt işçi sınıfı yoktu. Türkiye’de bile işçi sınıfı çok zayıftı. Herhangi bir Kürt hareketinin işçi sınıfına dayanarak ulusal bir mücadeleyi örgütlemesi, olmayan bir sınıfa yaslanmak demekti ki, bu da pek akla yatkın olmazdı. Devlet Kürtçeyi yasakladığında ağanın da, marabanın da dili yasaklanmış oluyordu. Aynı şey eğitimsizlik, okulsuzluk için de geçerli. O yüzden ulusal mücadele aşamasında farklı sınıf ve katmanları kapsayan programlar, örgütlenmeler kaçınılmazdı. Aksi halde bugünkü gibi bir Kürt hareketi olmazdı. Ayrıca, Kürtlerin antiemperyalizmiyle Türklerin antiemperyalizmi aynı olamıyor. Cumhuriyet tarihi boyunca Türk devleti Kürtlerin haklarını ortadan kaldırmak, onların taleplerini yok etmek için emperyalistlerle işbirliği yaptı. 1925’teki Şeyh Said direnişi sırasında, o dönemde Suriye’ye egemen olan Fransızlar, Türk askerlerinin kendi egemenlik bölgelerine geçişine izin vermişti. Ağrı İsyanı’nı bastırmak için Türk devleti İran’da Şah’la anlaşma yapmıştı. İngilizlerle de benzer anlaşmalar yapıldı. Bütün bu kuşatma karşısında çeşitli ilişkiler geliştirmek zorunda kalan Kürtler, Türk solcuları tarafından emperyalizmin maşası olarak yaftalandı. Güney Kürdistan’da bir Kürt devleti oluştuğunda, onu ABD ve İsrail’in Ortadoğu’daki uydu devleti olarak damgaladılar. Fakat meseleye Kürtlerin penceresinden bakıldığında durum çok farklı. Kürtler Körfez Savaşı öncesinde nasıl bir durumdaydı, şimdi nasıllar? Körfez Savaşı öncesinde İran’da sürgündeydiler. Halepçe’de soykırıma uğradılar, sağ kalanlar Türkiye’de sığıntı oldular. Böyle bir kuşatma altında Kürtlerin Türklerinki gibi bir antiemperyalist yaklaşımı gerçekçi değil. Bu, Kürtlerin Türkiye, Irak, Suriye, İran rejimlerinin insafına terk edilmeleri demek. Bunun da ne demek olduğunu tarih bize gösteriyor. Üstelik tüm bunlara rağmen bugün Türkiye’de solun en dinamik, etkin, devrimci unsuru yine Kürtlerdir.
Kürtlerin Türklerinki gibi bir antiemperyalist yaklaşımı gerçekçi değil. Bu, Kürtlerin Türkiye, Irak, Suriye, İran rejimlerinin insafına terk edilmeleri demek. Bunun da ne demek olduğunu tarih bize gösteriyor. Üstelik tüm bunlara rağmen bugün Türkiye’de solun en dinamik, etkin, devrimci unsuru yine Kürtlerdir.
12 Mart muhtırasından bir ay sonra, 17 Nisan 1971’de, Ankara Atatürk Orman Çiftliği’nde, MİT Başkanı Fuat Doğu yeni yönetime bir rapor sunuyor. Bakanlar Kurulu’na sunulan “Türkiye’de aşırı sol gruplar” tablosunun “Kürtçüler” grubu içinde şu isimler sıralanıyor: “Tarık Ziya Ekinci, Naci Kutlay, Kemal Burkay, Tahsin Ekinci, Mehdi Zana, Ruşen Aslan.” “Amaçları” kısmında da “bağımsız Kürt devleti; destekçileri DDKO, KDP, aşırı Aleviler, Barzani” deniyor. Buradaki “Ruşen Aslan” siz misiniz?
Evet, benim.
Siz ne yapıyordunuz da bu önemli listeye girdiniz?
MİT’in o raporunda benimle ilgili bir abartma söz konusu. O zaman çok gençtim. Ne bilinç düzeyim, ne sosyal mevkim bu listeye girmeyi gerektiriyor. Aşiret reisi değilim, bir tabanım da yok. Fakat sanırım TİP kongresine sunulan teklifin altında imzam olduğu, bununla ilgili konuşmayı yaptığım için o listeye sokulmuşum. TİP’in Muş il başkanıydım ve üyeliğim parti kapatıldığı gün sona erdi. 12 Mart’taki yargılamalardan sonra Komal Yayınları’nı kurdum. Daha sonra, Kürt halkının kendi kaderini belirleme hakkını savunan Rızgari dergisinin sahipliğini yaptım. Bu nedenle 1979’da tekrar tutuklandım, 12 Eylül’de yargılandım ve on yıl hapis cezasına çarptırıldım.
Ne kadarını yattınız?
Altı sene yattım. 12 Eylül darbesi yapıldığında Diyarbakır Cezaevi’ndeydim ve oradaki bütün vahşeti yaşadım. İşkenceci yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran geldiğinde oradaydım yani.
Diyarbakır Cezaevi’nde neler yaşadınız?
Orada yapılan işkence türlerine dair çok şey yazıldı. Devlet başından itibaren her on yılda bir Kürtlerin başına bir balyoz indirme konusunda kararlıydı. 1920’lerde Şeyh Said İsyanı, 1930’larda Ağrı ve Dersim üzerinden bu yapıldı. Ardından Kürtlerin yirmi yıllık fetret devri başlıyor. 1950’lerin sonundan itibaren 1960, 1970, 1980, 1990, 2000, 2010’lar… Her on yılda bir Kürtlerin başına balyoz indirildi. 12 Eylül cuntasının anlayışı da bunun bir uzantısıydı. Bu anlayışa göre normal bir insan siyasetle uğraşmazdı. Eğer siyasetle uğraşıyorsa normal değildi. Normal bir insan okuluna gider, mezun olur, meslek sahibi olur, aile kurar ve devletine hizmet eder. Fakat o kişide aileden gelen bir “bozukluk” varsa sosyalist, bölücü, yıkıcı hareketler içinde bulur kendini. Onlara göre, Kürtlerin hakları için mücadele yürütenler olsa olsa kişilik bozukluğu içindeydi.
Diyarbakır Cezaevi’ndeyken iki tane ankete tabi tutulduk. “Annen babanı döver miydi”, “Baban yeterince harçlık veriyor muydu” gibi sorular soruluyordu. Esat Oktay Yıldıran geldikten sonra bir anket daha yapıldı. Bu sefer bir de “sülalenizde Ermeni var mı, kökeniniz nedir” sorusu vardı. Daha sonra mahkemeye çıkarıldığımda hâkim “seni araştırdık, temiz çıktın, sülalende Ermeni yokmuş” dedi.
Cezaevinde bu “bozukluğu” çözmek için mi vahşet uyguluyorlardı?
Elbette sadece bu değil, ama sürecin bir parçası da buydu. Diyarbakır Cezaevi’ndeyken iki tane ankete tabi tutulduk. “Annen babanı döver miydi”, “Baban yeterince harçlık veriyor muydu”, “Hayvanla cinsel ilişkin oldu mu” gibi sorular soruluyordu. Bize verdikleri soru kağıtlarının arkasındaki boş sayfada “Türkiye’nin kalkınması için düşünceleriniz nelerdir” sorusu vardı. O kısmı yanıtlamadığımı gören yarbay nedenini sordu. Ben de “tam da bunun için dergi çıkarıyordum, alıp hapse attınız” dedim. Esat Oktay Yıldıran geldikten sonra ikinci bir anket daha yapıldı. Sorular benzerdi, ama bu sefer bir de “sülalenizde Ermeni var mı, kökeniniz nedir” sorusu vardı. Daha sonra mahkemeye çıkarıldığımda hâkim “seni araştırdık, temiz çıktın, sülalende Ermeni yokmuş” dedi. Kendisini sivilden de tanıyordum. Avukatken askere gitmiş, orada ihtiyaç olunca teskereyi aldıktan sonra askeri hâkim olmuştu. Dedim ki, “Sen savunduğum düşüncelere bak. Haksız mıyım, haklı mı? Ermeni, Kürt, Türk, Alman, İngiliz olsam ne yazar?” Bir ara Abdullah Öcalan için de “Ermeni dölü” deniyordu. Diyarbakır Cezaevi’nde herkes çırılçıplak soyulur, sünnetli olup olmadığına bakılırdı. Şayet sünnetsizse, Ermeni sayılıyordu ve onlara daha fazla işkence yapılırdı. Üstüne üstlük sünnet edilmekle tehdit ediliyorlardı. Hatta bizim koğuşta Ermeni bir genç vardı, işkence ve tehditler karşısında koğuşta bir cenaze gibi dolaşırdı. Bütün amaçları insanları düşüncelerinden vazgeçirmek, Kürtleri sadece Türk yapmak değil, milliyetçi Türk yapmaktı. Türklük andını, İstiklâl marşını, bayrağı işkence aracı olarak kullandılar. Sekiz ay tek kişilik hücrede tutuldum. Hücremin önünde, tutuklanmış bir Almana Türk andı ezberlettiklerini gözlerimle gördüm. “Ulan Hans, oku bakalım andımızı” diyorlardı. Alman genç de başlıyordu, “Tirkim, dogriyim, caliskhanim” demeye. Yönetmen Çayan Demirel Diyarbakır 5. No’lu Cezaevi belgeseli için benimle görüştüğünde ona “Hans’ı” bulmasını önerdim. Gidip buldu ve görüştü kendisiyle… Türkçe bilmeyen bir Almana bile Türklük andı ezberletilen bir anlayıştan söz ediyoruz.
Cezaevinden çıktıktan sonra yaşadıklarınızın etkisi ne kadar sürdü?
Etkisi hâlâ üzerimde. 1978’lilerin girişimiyle Milli Birlik Komitesi üyeleri ve işkenceciler hakkında şikâyetçi oldum. Şişli’deki adliyede Cumhuriyet savcısıyla görüştüm. “İşkence gördüğünüzü iddia ediyorsunuz, bunu araştıracağız” dediler. Bunun için MR çektirdiler, muayene ettiler. Daha sonra elips bir masanın etrafında toplanmış heyetle görüştüm. Adli Tıp uzmanlarıydı, sorular sordular. Dayaktan iki parmağımın ucu eğridir hâlâ, onları gösterdim. Bir de bel sakatlığım var. Bu fiziksel problemleri anlattım. “Manevi olarak üzerinizde ne tür izler kaldı” diye sorduklarında, dedim ki, “bugün bile güzel bir sofraya oturduğumda tedirgin olurum.”
Diyarbakır Cezaevi’nde günlerce aç bırakılırdık. Midelerimiz iyice küçüldüğünde bu sefer karavanalar dolusu yemek getirirlerdi. O yemekleri bitirmek zorundasın. Fakat mide küçük, almıyor. Kalan yemekleri tuvalete dökerdik. Fakat logarları kontrol ediyor ve yemeği döken koğuşları işkenceden geçiriyorlardı. Zorla yedirerek midemizi büyütürlerdi. Ardından tekrar aç bırakmaya başlarlardı.
Neden?
Diyarbakır Cezaevi’nde günlerce aç bırakılırdık. Kırk kişiye dört somun, 100-200 gram zeytin, bir parça peynir verilirdi. Midelerimiz iyice küçüldüğünde bu sefer karavanalar dolusu yemek getirirlerdi. O yemekleri yiyip bitirmek zorundasın. Fakat mide küçük, almıyor. Kalan yemekleri tuvalete dökerdik. Fakat logarları kontrol ediyor ve yemeği döken koğuşları işkenceden geçiriyorlardı. Zorla yedirerek midemizi büyütürlerdi. Ardından tekrar aniden aç bırakmaya başlarlardı. Ben hâlâ fazladan yaşıyormuşum gibi hissederim. Hapiste öyle bir hale düşüyorsun ki, ne öncesini hatırlarsın ne sonrasını tahayyül edersin. Sanki orada doğmuşsun ve hapishane dışında bir hayat yokmuş gibi hissedersin. Bundan kurtulmak için bazen kafamda hikâyeler, makaleler yazar, onları düzeltir, siler, tekrar yazardım. Birçok insan işkenceden öldü, pekâlâ ben de ölebilirdim. Son yıllarda biri ölümcül, üç trafik kazası geçirdim. Bir an olsun korkuya kapılmadım. Korku insani bir duygu ve senden o duygunu bile almışlar. Öte yandan. gördüğüm işkenceler kendime olan güveni çok arttırdı. Çünkü onca şeye rağmen düşüncelerimden, ideolojimden vazgeçmedim.
Bu özgüven duygusunun 1980 sonrası pek çok Kürt gencinde de arttığını söyleyebilir miyiz?
Kesinlikle öyledir. Zaten boşuna dağ kadrosunun kaynağının Diyarbakır hapishanesi olduğunu söylemiyorlar. Hapisten çıkıp dağa giden binlerce insan var. Cezaevinde öylesine korkunç bir vahşet uygulandı ki, kelimelerle anlatılmaz. Cezamın son dönemlerinde Gercüş Cezaevi’ne gönderildim. Üç ayım kalmıştı. Avukat olduğum için haklarımı çok iyi biliyordum. Mesela bir ay kala iş arama izniyle sabah çıkıp akşam dönebilirdim. Ama bu izni asla kullanmadım. Başgardiyan gelip “avukat bey, sizin ön bahçeye çıkma hakkınız var, isterseniz sizi çıkarabilirim” dediğinde de reddettim. Çünkü çok iyi biliyordum ki, cezamın bitimine bir gün bile kalsa, o bahçeye çıktığımda firar edecektim. Bir daha oraya dönmek istemeyecektim. Ama düşünün ki bu duyguya rağmen insanlar çıktığında düşüncelerini terk etmediler. Normal bir devletin bundan ders alması gerekir, ama Türkiye’de bu ders alınmadı.
1. Bölüm: “Müstemleke tarzı idare”ye direniş