“Sel gelmeden önce seti çekmeniz lâzım. Sel elbette seti aşacak, ama ikincil etkileri azaltmak için sel gelmeden seti çekmeniz gerekiyor.” Gelen nasıl bir sel, çekilmesi gereken nasıl bir set, dünyada durum ne, Türkiye ne yapıyor? Almanya Nörodejeneratif Hastalıklar Merkezi ve Dresden Tıp Fakültesi’nde görev yapan genetik bilimci Çağhan Kızıl’a bağlanıyoruz.
Ortaya çıkıp yayılmasının üzerinden üç ay geçen Covid-19 salgınının güncel durumu nedir? Vakalarda aşağı yönlü bir hareketten, azalmadan söz etmek ne zaman mümkün olacak?
Çağhan Kızıl: Aşağı yönlü bir hareket henüz yok. 5 Nisan günü itibariyle tanımlanabilen toplam vaka sayısı 1,2 milyonu, ölüm sayısı ise 68 bini geçmiş durumda. Bu rakamlar maalesef gittikçe artıyor. Ayrıca, tanımlı 1 milyon kişiyi test sayılarına göre söyleyebiliyoruz. Yani toplamda kaç kişinin gerçekten enfekte olduğunu kesin olarak bilmiyoruz. Modellemeler bir kişinin 100 ila 900 arası farklı kişiye bulaştırabileceğini söylüyor. Yani bir kişi sadece on kişiye bile bulaştırsa, bu, 10 milyon kişiye tekabül eder. Asya’daki hızlı yayılma artık yok. Ancak hızla Avrupa’da ve daha yüksek bir hızla da ABD’de yayılıyor. Türkiye tanımlanabilen vakalar açısından artış hızı en önde olan ülke. Yani Türkiye ve dünyanın geneli için bir azalmadan bahsedemeyeceğimiz gibi, belki de tüm dünyada hastalığın en şiddetli yaşanacağı aşamaya henüz gelmediğimizi bile söyleyebiliriz.
Asya’da yayılmanın yavaşlaması nasıl sağlandı? Ayrıca Çin’in gerçek rakamları gizlediğine dair çıkan spekülasyonlar gerçeği ne kadar yansıtıyor?
Çin ilk başta vakaları çok önemsemedi. 23 Ocak’ta 400 vakaya ulaşınca geniş çaplı karantina başlattılar. Geriye dönüp baktıklarında ise bu sayının aslında 400 değil, 2500 civarında olduğunu fark ettiler. Yani zaten karantinaya kadar çok hızlı bir yayılma olmuş. Dünya ise detaylarıyla birlikte o andan sonra öğrendi. Çin’in veya başka bir ülkenin paylaştığı rakamların gerçeği ne kadar yansıttığını bilemiyoruz. Şimdilik en şeffaf ülke Almanya; rakamların gerçeğe en yakın olduğu ülke olduğu düşünülüyor.
Sağlık sistemi özelleştiğinde her hastanenin bir “müşteri” profili oluyor. Dolayısıyla, hastaneler “müşteri” profiline göre uzmanlaşıyor. Bu hastanelerde her tip tedavi yapılmıyor ya da ventilasyon gibi cihazlar bulunmuyor. Bu tarz büyük hastalıklar için bir halk sağlığı planı da olmayınca, dünya çapında koordinasyon eksikliği ve bocalama yaşanıyor.
Çin neden ilk başta gizleme ihtiyacı duydu?
Neredeyse tüm ülkeler ekonomik kaygılardan kaynaklanan politik reflekslerle ilk başta çekingen ve inkârcı yaklaştılar. Bu tip hastalıklarda aklınıza gelen bir önlem varsa onu hemen almalısınız. Fakat birçok ülke, “önce bir görelim” diyerek, otoriter anlamının dışında bir genel tecrit önlemi olarak sokağa çıkma yasağı veya genel karantina gibi tedbirleri hayata geçirmedi. Çin de benzer nedenlerle bu hastalığı ilk başta gizlemiş olabilir. Ama bu kadar büyük bir salgına yol açacağını bilmelerine rağmen mi böyle yaptılar, yoksa bu durumu öngöremediler mi, bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Bu hastalık böyle devam ettiği sürece ne ekonomi sağlam kalabilir ne de insanlar. Dolayısıyla tedbirler alınırken neyi ön planda tutacağınız belirleyici oluyor. Birçok ülke, ekonomiden önce insanı ön planda tutuyor. İkna etmesi en zor liderlerden biri olan Trump bile iki gün önce “karantinaya girebiliriz” dedi. “Sürü bağışıklığı yapacağız” diyen İngiltere’de sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Yavaş yavaş da olsa bilim insanlarının önerdiği tedbirlere geçiliyor.
Kapitalist ekonomilerin günübirlik kazançlarını feda etmeyi göze alamadıkları için karantina uygulamalarına geçmeye direnmelerinin insanlığa olan maliyeti ne oldu sizce?
Gerçekten de devletlerin refleksi ilk başta bu şekilde gelişti. Hastalığın bu kadar çok yayılmasında da bir nebze bunun payı var. Bekle-gör politikası izlendi. Seyahatler durdurulmadı, fabrikalar kapatılmadı, çalışanlar sosyal yaşamdan hemen çekilemedi. Bir yandan da ülkelerin karar almasını engelleyecek tartışmalar gibi iç dinamikler etkili oldu. Ayrıca kapitalist ekonomilerde sağlık sistemi özelleştiğinde her hastanenin bir “müşteri” profili oluyor. Evet, hasta değil, müşteri! Dolayısıyla hastaneler “müşteri” profiline göre uzmanlaşıyor. Kalp-damar, kadın doğum gibi alanlara odaklanıyorlar mesela. Bu hastanelerde her tip tedavi yapılmıyor ya da ventilasyon gibi cihazlar bulunmuyor. Bu tarz büyük hastalıklar için bir halk sağlığı planı da olmayınca, dünya çapında koordinasyon eksikliği ve bocalama yaşanıyor.
Çin yayılmayı nasıl önleyebildi?
Bunun birkaç nedeni var. En önemlisi genel karantinayı yapmış olmaları. Çünkü bu hastalık insandan insana damlacık yoluyla bulaşıyor ve Çin bunu zamanla engelledi. Ayrıca çok yüksek sayılarda test yaptılar. Paralel bir biçimde de sağlık kapasitelerini artırdılar. 23 Ocak’ta karantina uygulamaya başladıklarında bin kapasiteli bir hastane yapmaya başladılar ve 6 Şubat’ta bitirdiler. O günlerde vaka sayıları 14 bin civarındaydı. 28 Şubat itibariyle artış ivmesi düzleşti. Bu da bize şunu gösteriyor ki, her önlemi zamanında ve doğru alsanız bile bu hastalıkla uzun bir süre mücadele edeceksiniz. Yani bugün ülkeyi kapatsanız, artışın sabit hale gelmesi dört-beş hafta sürer. İtalya ve Fransa şu an bunu yaşıyor. Çin ise çok erken müdahale etti. Aynı şekilde Güney Kore ve Singapur da bunu başardı.
Çin’de bu virüsü taşıyan bir kişi bile kalmış olsa er ya da geç tekrar bir salgının başlaması kaçınılmaz diyebilir miyiz? Eğer öyleyse bu durum ne zamana kadar sürecek?
Teknik olarak bu doğru. Ancak hiçbir zaman ilk baştaki gibi bir pandemiye yol açmayacak. Çünkü şu an iyileşen ve iyileşecek olan insanlar artık bağışık olacaklar ve yayılım azalacak. Çin şimdi yavaş yavaş insanları dışarıya çıkarmaya başladı ve enfeksiyon artacak mı diye takip ediyor. Çünkü sosyal yaşama dönmemiz lâzım. Tüm dünya bu şekilde karantinada kalamaz. Aşı çok kısa bir sürede üretilemeyecek, ama belirli ilaçlarla bunu önlemeyi başarabilirlerse, Covid-19 insanların birlikte yaşayacağı bir virüs olacak. Ama şu an için nasıl durdurabileceğimizi, ne şekilde nüksedeceğini, sosyal hayata nasıl tekrar döneceğimizi bilmiyoruz.
Modellemelere göre, dünya nüfusunun yarısı bu hastalığı kapacak, ama bunun bir seneye yayılması için uğraşmalıyız. Bir yıla yayıldığında, bu süre zarfında mücadele teknikleri de gelişecek. Sadece aşı değil, belki ilaçlar da geliştirilecek. Domuz gribi ve kuş gribinin de aşısı yok, ancak anti-viral ilaçlar alıp iyileşiyoruz. Covid-19’da da bu aşamaya gelebilirsek kontrolü sağlarız.
Eninde sonunda dışarıya çıkacaksak ve bu virüse yakalanacaksak, risk grupları için tehlike hiçbir zaman bitmeyecek. Dolayısıyla, bu salgının ancak aşıyla sonlanacağını söyleyebilir miyiz?
Tamamen öyle diyemeyiz. Tüm dünyada sağlık sistemleri bu tarz hastalıklarla daha önce de uğraştı. Tabii Covid-19’un özelliği çok hızlı yayılıyor olması. Ayrıca, bu hastalığa özgü semptomlar yeni. Dolayısıyla, sağlık profesyonellerinin önce bunu öğrenmesi gerekiyor. Örneğin bazı insanlarda iki hafta sonra zatürreye çeviriyor. Peki bu hastalarda önce neler değişiyor? Zatürre olanlar ve olmayanlar arasında ne gibi farklar var? Bunlara önceden müdahale edip ölümleri azaltabilir miyiz? Bu soruların yanıtlarına odaklanmayı zorlaştıracak düzeyde fazla hasta var maalesef. Bir hastaneye beş hasta gelmesi ile beş bin hasta gelmesi arasında çok büyük bir fark var. O yüzden şu an öncelik, bu hastalığın yayılımını yavaşlatmak. Modellemelere göre, dünya nüfusunun yarısı bu hastalığı kapacak, ama bunun bir seneye yayılması için uğraşmalıyız. Bir anda tüm dünyaya yayılmasını hiçbir sağlık sistemi kaldıramaz. Bir yıla yayıldığında, bu süre zarfında mücadele teknikleri de gelişecek. Dolayısıyla, sadece aşı değil, belki ilaçlar da geliştirilecek. Domuz gribi ve kuş gribinin de aşısı yok, ancak anti-viral ilaçlar alıp iyileşiyoruz. Covid-19’da da bu aşamaya gelebilirsek kontrolü sağlarız. Şu anda evde kalmamızın nedeni sağlık kapasitesinin çökmemesini sağlamak. Çünkü ventilasyon aletleri ve onları kullanabilecek sağlık personeli sınırlı sayıda. Elinizde beş tane varsa ve on hasta buna ihtiyaç duyarsa, doktorlar maalesef bir karar vermek zorunda kalacaklar. İtalya’dan böyle hikâyeler duyuyoruz. Eğer son aşamadaysanız ve ventilasyona bağlanamıyorsanız ölme ihtimaliniz çok yüksek.
İnsanlık veba ve 1918’deki İspanyol gribi gibi pek çok virüsle, kitlesel kırımlara yol açan salgınlarla karşılaştı. Fakat insanlığın bu tür salgınlarla boğuşmasının müstesna olduğu söylenir. Soruyu tersten soralım; sizce insanlık neden bu tür felaketlerle çok sık karşılaşmıyor?
Bu güzel bir soru. Virüs veya bakteri olsun, her patojenin yayılma dinamiği farklı. Bu pandemide yayılma çoğunlukla seyahat ile gerçekleşiyor. SARS ve MERS’te de yayılım insandan insana temasla gerçekleşiyor ve öldürücülük oranları daha yüksek. Ama bu virüs insanlarda ağır semptomlara yol açmadığı için farkına varmadan insanlar bunu yayıyor. Diğerlerinde ise iki-üç gün içinde ağır belirtiler görülüyor ve hasta ya karantinaya alınıp yayılım önleniyor ya da zaten vefat ediyor. Bu virüs enfeksiyon kapasitesi olarak grip gibi daha zayıf, ama daha uzun süreye yayılıyor. Dünya tarihinde çok fazla salgın hastalık oldu. 165 yılında Antuan vebası yaklaşık 5 milyon kişiyi öldürdü ve o zamanki dünya nüfusunu düşününce bu büyük bir rakam. Justinyen vebası 50 milyon, Kara Veba 200 milyon, İspanyol gribi ise 50 milyon insanı öldürdü. Ama örneğin AIDS ve HIV de pandemi ve halen devam ediyor. Önleyemiyoruz, ama onlarla yaşamayı ve bulaştırmamanın yollarını öğreniyoruz. Büyük ihtimalle Covid-19 da buna dönecek.
Aşı üretmek meselenin ticari boyutu; bir arz ve talep dengesi söz konusu. Bir önceki SARS için birçok araştırma yapıldı, ancak hâlâ bir aşımız ve ilacımız yok. Çünkü o hastalıktan “sadece” 900 kişi öldü. Salgının etrafı çevrildi ve yayılması önlendi. Şu an dünyada hiç kimsede SARS COV-1 olmadığı biliniyor. Dolayısıyla, o araştırmalar devam etmedi.
Pek çok bilimsel öngörü Covid-19 benzeri bir salgının kapıda olduğuna işaret ediyordu. Hatta Almanya’da şimdikine benzer bir salgının senaryosunun bile yazıldığı, öngörülerin birebir tuttuğu söyleniyor. Dolayısıyla, Covid-19’un hem bilim hem de devletler açısından sürpriz olmadığı söylenebilir. Buna rağmen neden önleyici çabalar, aşı araştırmaları yapılmadı?
Öncelikle, pek çok komplo teorisinde dile getirildiğinin aksine, bunun insan eliyle yapılmış ve dağıtılmış bir biyolojik silah olmadığını söyleyebiliriz. Bunu gösteren hiçbir kanıt olmadığı bilimsel makalelerle de anlatıldı. Bu, doğal bir evrim sonucunda, önceki korona virüslerden evrilmiş bir virüs. Bir önceki SARS COV-1’e çok benziyor. Sadece belli yerlerde değişiklikler var. SARS’tan önce de insanlarda olan korona virüsler ve başka hastalıklar var. Almanya’da ve dünyada birçok enstitü ve enfeksiyon hastalıkları merkezleri var. Buralarda birçok hastalığın temeli üzerine çalışılıyor. Fakat aşı üretmek meselenin ticari boyutu; bir arz ve talep dengesi söz konusu. Bir önceki SARS için birçok araştırma yapıldı, ancak hâlâ bir aşımız ve ilacımız yok. Çünkü o hastalıktan “sadece” 900 kişi öldü. Salgının etrafı çevrildi ve yayılması önlendi. Şu an dünyada hiç kimsede SARS COV-1 olmadığı biliniyor. Dolayısıyla, o araştırmalar devam etmedi.
Yani aşı çalışmaları “müşterisi” olmadığı için mi durduruldu?
Bir önceki virüse karşı aşı geliştirmek için Pasteur Enstitüsü bir metod geliştirmiş, patenti orada duruyor, ama fon alamadıkları için aşı yok. Çünkü dünyada olmayan bir hastalık üzerine aşı geliştirmek için maalesef fon alamıyorsunuz. Ama akademik çalışmalar devam ediyor, bazı yayınlar çıkıyor.
Eğer SARS’a ilaç veya aşı bulunsaydı SARS COV-2’ye, yani Covid-19’a karşı aşı geliştirme olanağı daha fazla artar mıydı?
Bir önceki SARS ile bu SARS virüsünün hücreye giriş mekanizmaları bildiğimiz kadarıyla çok benziyor. Dolayısıyla, evet, şu anda çok daha iyi bir yerde olabilirdik.
O halde insanlığın bugünkü felaketinin bir sorumlusunun da, kâr amacı güderek hareket ettikleri için SARS’a karşı aşı geliştirmekten geri duran ilaç firmaları olduğu söylenebilir mi?
Böyle de denebilir tabii. Öte yandan, işin bilimsel boyutuyla ilaç firmaları ve kâr amaçlarını birbirinden ayırmak gerekiyor. Bilim sihirli bir değnek değil. Yanılgıları var, uzun zaman sonuç alınamayan deneyler var. Bilimin temeli anlamak. Bilim anladığı şeyi toplumla paylaştığında bunun sağlık sistemine nasıl adapte edileceği, ticari boyutu, aşıların patenti gibi konular bilimin dışında gelişiyor. Bazı enstitü veya ülkelerce aşılar bedava da dağıtılabiliyor. Yani patentin ticari amaçla kullanılıp kullanılmaması, işin bilimsel yanıyla değil, ekonomik ve siyasi yanıyla ilgili. Bilim insanları çok büyük fonlarla yapılabilen bu araştırmaların masraflarını kendi ceplerinden karşılayamazlar. Fon nereden geliyorsa, devlet veya özel şirketler, onların istekleri doğrultusunda araştırma yapılıyor. Tabii hepsi böyle değil. Çok romantik, insancıl bilim yapan, doğayı anlamak üzerine araştırmalar yürüten yerler ve insanlar da var. Fakat bunlar gittikçe azalıyor. Dolayısıyla, evet, SARS’a karşı aşı geliştirilseydi, ona odaklanılsaydı, bugün işimiz çok daha kolay olabilirdi, ama bugünün sorumlusu bilim insanları değil, bahsettiğiniz unsurlar.
Şu an dünyada her beş kişiden biri tam karantina önlemleri ile yaşıyor, ama Türkiye bu aşamada değil. 65 yaş altı serbestçe dışarıya çıkabiliyor. İnsanlara evden çıkmayın deniyor, ama 65 yaş altı milyonlarca kişi çalışıyor. İşyerlerine gidiyor, toplu taşıma kullanıyor, birbiriyle temas kuruyor.
Çin’deki beslenme kültürüne atıf yapılarak yer yer ırkçılığa varan çeşitli beyanlar var. Hatta Trump bir süre ısrarla Covid-19’dan “Çin virüsü” diye bahsetti. Bu virüsün kaynağı özünde Çin’in mutfak kültürü mü? Virüsün ortaya çıkışında insan etkisi söz konusu mu?
Öncelikle herhangi bir virüsü veya hastalığı bir topluma mâlederek ayrımcılık yapmak kabul edilemez. Bu bir Çin virüsü değil. Evrimsel çalışmalar oradan çıktığını gösteriyor, fakat buna Çin virüsü demek ülkelerin kendi sorumluluklarını ortadan kaldırmaz. Gerekli tedbirler en baştan alınsaydı bu kadar yayılmayabilirdi. Öte yandan, bu virüsün insana nasıl geçiş yaptığını henüz tam olarak bilmiyoruz. Örneğin, yarasalar ve insanlardaki SARS COV-1’de, genetik analizlerde yüzde 99 civarında dizi benzerliği vardı. Sonra yabani kedilerde yüzde 99,8 benzerlik görüldü. Yani yarasalardan başka konaklara geçtiği anlaşıldı. SARS COV-2 için de yarasalarla benzerlik yine var, ama pangolinlerdeki benzerlik daha yüksek. Pangolin cildinde pulları olan bir memeli. Yani yarasadan ziyade başka bir yerden insanlara geçtiği düşünülüyor. Ayrıca, birisi yarasa çorbası içti ve insana geçti diyemeyiz, çünkü kaynattığımız herhangi bir şeyde virüs yaşamıyor. Bu tip geçişler genellikle temasla, kan yoluyla olabilir. Bir patojenin –virüs veya bakteri– insana geçme ihtimali her gün var. Çünkü doğa böyle bir şey. Evrimsel olarak virüsler insanlardan önce vardı. Bir canlıya geçip evrimleşiyor, sonra başka canlıya geçiyor. Şu an korona virüs bize geçti ve bizdeki evrim süreci ne olacak, göreceğiz.
Bizde de mi evrimleşecek?
Evrimleşiyordu zaten. Çin’de çıkan virüsün bir referans genom dizisi, 29 bin nükleotid dediğimiz ünite var. Bunlar virüsün tekrar kendini üretmesini sağlayan proteinleri de oluşturuyor. Fakat birçok yerde bu dizilerin mutasyona uğradığını biliyoruz. Örneğin, Fransız hastalardan virüs alıp frekansını çıkardığınızda Çin’dekinden biraz farklı olduğu görüyorsunuz. Almanya’dan aldığınızda farklı, ABD’den farklı. Dünyada 2 binden fazla hastadan alınan genetik analiz aynı zamanda virüsün yayılış yollarını da ortaya koyuyor. Nitekim, Çin’deki virüs tipinin bir tanesi ilk önce ABD’ye gitmiş, orada bir mutasyon geçirmiş. ABD’deki hastaların çoğunda bu mutasyon var, ama Avrupa’da yok. Avrupa’da başka bir mutasyon var örneğin. Avrupa’nın neredeyse yüzde 90’ı bu mutasyona sahip. Zaten virüslerin ana evrimsel adaptasyonu bu mutasyonlar, bunu yapacaklar zaten.
Bu durum ilaç geliştirmeyi de zorlaştırıyor mu?
Bu mutasyonların virüsü güçlendireceğini veya zayıflatacağını henüz bilemiyoruz. Grip virüsü de öyle çok mutasyona uğruyor ki, kendisini birkaç senede bir değiştiriyor. Siz grip kapıp tedavi olunca bağışıklık kazanıyorsunuz, fakat iki sene sonra yeniden enfekte olabilirsiniz. Bunda da öyle olabilir. Eğer ilaç, virüsün hücreye girmesi veya kendini çoğaltması gibi hücresel bir mekanizmaya yönelikse, virüsün mutasyona uğraması ilacın etkisini değiştirmez. Fakat plazma veya antikor tedavilerinde olduğu gibi virüsün kendisini hedefliyorsanız, o zaman mutasyon nedeniyle bu tedaviler bazı insanlara etki etmeyebilir. Bunu anahtar-kilit ilişkisine benzetebiliriz. Küçük bir değişiklik anahtarın işe yaramayacağı anlamına gelir.
Bu bir yaşlı hastalığı değil, herkes ölebilir. Sağlık Bakanı ölenlerin yüzde 82’sinin 65 yaşın üstünde olduğunu belirterek genç nüfusa “sana bir şey olmaz” mesajı veriyor. Ayrıca ölenlerin yüzde 18’inin 65 yaş altında olması da çok büyük bir rakam… Türkiye bu salgını durdurmak istiyorsa özellikle genç nüfusu sosyal yaşamdan çekmeli. Dünya bunu yapmaya çalışıyor.
Salgınla birlikte virüsü tanrının gazabı olarak yorumlayan dincilerin bilim karşıtı söylemleri de arttı. Kimileri ise salgını doğanın intikamı olarak görüyor. Bir bilim insanı olarak bu tür yaklaşımları nasıl yorumluyorsunuz?
Bir bilim insanı olarak benim formasyonum, anlaşılabilir pozitif bilgilere, yani evrende olan her şeyin temelini anlama çabasına dayanıyor. Dolayısıyla, meseleyi inanç üzerinden okumak, inancı deneye ikame etmeye çalışmak ve evrende olanları kanıtlanamayacak herhangi bir algı ve düşünüş biçimiyle açıklamak kabul edilemez. Bilim hiçbir zaman “en doğruyu biz biliyoruz” demiyor. Aksine, bilim her şeye tez-hipotez üzerinden yaklaşır. Bir olgu yanlışlanabildiği sürece, bilim açısından sonuç yoktur. Bilimin hipotez kurma aşaması zaten negatiftir. Çürütemediğiniz oranda bir hipotez geçerliliğini korur. Bilim insanları aslında en temelden yaptıkları deneylerle her şeyi çürütmeye çalışır. Bir konunun “gerçekliği” üzerine bin tane destekleyici argüman bulabilirsiniz. Ama onu desteklemeyen veya yanlışlayan bir tane argüman olduğu an, bilim açısından o işin “gerçekliği” biter! İnanç sisteminde ise bu iş tam tersine işler. “Böyle düşünüyorum” yahut “böyle inanıyorum” demek zaten temelden bilimle çelişmektir. O açıdan da şu salgın sürecinde en çok bilime ihtiyacımız var, safsataya değil.
Türkiye’nin virüsle mücadele politikasını eleştiriyor ve önleyici tedbirlerin alınmadığını söylüyorsunuz. Şu anda gelinen noktayı nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’de alınan önlemlere tek tek baktığımızda, yanlış değil, fakat geç kalındı. Sel gelip çarptıktan sonra önüne set kuruluyor. Şu an dünyada her beş kişiden biri tam karantina önlemleri ile yaşıyor, ama Türkiye halen bu aşamada değil. 65 yaş altı serbestçe dışarıya çıkabiliyor. İnsanlara evden çıkmayın deniyor, ama 65 yaş altı milyonlarca kişi çalışıyor. İşyerlerine gidiyor, toplu taşıma kullanıyor, birbiriyle temas kuruyor. Dünya Sağlık Örgütü ve tüm bilim çevreleri sosyal mesafenin önemine dikkat çekerken bunu yapmadığınızda yayılımı azaltamazsınız. Ayrıca, test sayılarının çok önceden artırılması gerektiğini söyledik. Bugünlerde 20 bin civarında, ama üç hafta önce bu sayıda test yapılsaydı, enfekte olup semptomu olmayan kişileri bularak izole edebilirdik. Aynı şekilde sağlık sisteminin ihtiyaçlarının çok daha erken karşılanması gerekiyordu. Dünya üç aydır buna çalışırken biz daha vaka yerlerini açıklamaya yeni başladık.
Vaka yerlerinin bilinmesi neden önemli?
İnsanların İtalya’da olduğu gibi başka yerlere kaçacağı argümanıyla bu yapılmadı, ancak geldiğimiz noktada zaten Türkiye’nin her yerinde vaka var. Demek ki açıklanmadığında da bu oluyor. Ama baştan itibaren bu yerler açıklansaydı, yoğunluk olan bölgelerde sağlık hizmetlerine daha çok ihtiyaç olacağı anlaşılır ve ona göre planlama yapılabilirdi.
Ama planlamayı yapacak olan zaten Sağlık Bakanlığı. Onlar da nerelerde yoğunluk olduğunu zaten biliyordu.
Sadece Sağlık Bakanlığı’nın bunu bilmesi yeterli değil. Türkiye’deki tüm hastanelerin personeli biliyor muydu? Bilgilendirme, hazırlık, vardiya değişiklikleri, korunma için bu önemliydi. Ayrıca yerel yönetimler vaka sayılarına göre yerel “karantina yapalım ve o bölgeye malzeme aktaralım” diyebilirlerdi. Üç-dört hafta gibi çok değerli bir vakit kaybedildi. Bir de insan psikolojisini düşünün, siz etrafınızda çok vaka olduğunu bildiğinizde evde daha çok kalırsınız. Ama bilmediğinizde tercihinizi dışarıya çıkmaktan, sahile gitmekten, balık tutmaktan yana kullanabilirsiniz. Bu elbette bilinç meselesi, ama insanların suçlanabileceği bir konu değil. İnsanları paniğe sevk etmeden bu yapılabilirdi. Tüm dünya bunu yaptı. Türkiye’de bunun yapılmaması salgını artıran bir etkendir, kimse bunun aksini söyleyemez.
Bu tip durumlarda en kötümser senaryoya göre önlemler alınması gerek. Ama Türkiye’de iyimser senaryoya göre hareket ediliyor. Sanki kendiliğinden geçecekmiş, sokakta gezen insanlar bunu yaymayacakmış, sağlık sisteminin hiçbir sıkıntısı yokmuş gibi davranılıyor.
Hayatını kaybeden ve enfekte kişilerin yaş ve cinsiyet bilgileri de paylaşılmıyor. Sürekli 65 yaş üstüne vurgu yapılıyor. Bunun sebebi ne? Bu yaklaşım neye yol açıyor?
Bu hastalık ilk ortaya çıktığında ölenlerin çoğu 65 yaş üstüydü, dolayısıyla risk grubunu oluşturuyorlardı. Fakat bu ocak ayı başında söyleniyordu. Sonraki analizlerde görüldü ki, toplumda birçok kişi enfekte oluyor. Hatta enfekte olanların yüzde 70’i 60 yaş altı. Bu bir yaşlı hastalığı değil, herkes ölebilir. Sağlık Bakanı ölenlerin yüzde 82’sinin 65 yaşın üstünde olduğunu belirterek genç nüfusa “sana bir şey olmaz” mesajı veriyor. Ayrıca ölenlerin yüzde 18’inin 65 yaş altında olması da çok büyük bir rakam. Almanya, Fransa ve ABD’de ölenlerin yaş ve cinsiyet dağılımı yayınlanıyor. Bunun Türkiye’de halen yapılmaması biraz da 60 yaş altının sokakta gezebilmesinin güvenli olduğunu anlatmak için. Bu yanlıştır. Kimse güvende değil.
Belli bir yaşa vurgu yapılmasının temel nedeni, işçi sınıfının üretime devam etmesini meşrulaştırma girişimi değil mi?
Satır arasında onu söylemeye çalışıyor. Birçok bilimsel yayın, enfeksiyonu yayanların mobil halde olan genç grup olduğunu gösteriyor. Bu insanların bazıları farkına bile varmıyor. Bazıları çok hafif atlatıyor. Ama vücutlarındaki virüs sayısı hastalığı ağır geçirenlerle veya ölenlerle aynı. Türkiye eğer bu salgını durdurmak istiyorsa, özellikle genç nüfusu sosyal yaşamdan çekmeli. Dünya bunu yapmaya çalışıyor. Almanya’da sosyal yaşam neredeyse minimuma indi. Zorunlu haller dışında dışarıya çıkmak mümkün değil. Yani bir düzen çerçevesinde bunu yapmak var, bir de böyle bilgi paylaşımını şeffaf yapmayıp halk sağlığını tehlikeye atmak var.
Almanya’da vaka sayısı arttığı halde ölüm oranları düşük. Bu nasıl sağlanabiliyor?
Bu, üç aydır yapılan çalışmaların ürünü. Almanya baştan beri ilgili her kişi ve kuruma bilgilendirme yaptı. Merkel’in erken bir dönemde “ülkenin yüzde 60’ına yayılabilir” demesi de bununla ilgili. “Bu tehlikeli bir şey, herkes dikkatli olsun” dedi. Ayrıca sistemli bir kriz yönetimi uygulandı. Biyoloji alanında yetkin olan Robert Koch Enstitüsü’ne karar yetkisi verildi ve her şey onların yönetiminde yapılıyor. Erken alınan önlemlerin biri de vaka takibiydi. Çok sayıda testle başlandı ve eğer bir kişi enfekte ise ilişki kurduğu insanlar bulundu, onlara da test yapıldı, zorunlu karantinaya alındılar ve böylece yayılımın önüne geçildi. Enfekte insanlar erken bulunduğu için risk gruplarına virüsün bulaşması olabildiğince azaltıldı ve ölüm oranları düşürüldü. Şu anda Almanya’da ölüm oranları kapanan vakalar üzerinden (taburcu olan ve vefat eden) yüzde 5.3, tüm vakalar üzerinden ise yüzde 1.5. Bu, dünya ortalamasının çok altında ve belki de en az oran Almanya’da. Karantina çok etkin uygulandı. Merkel, doktorunda korona çıktığı için kendini karantinaya almak zorunda kaldı. Genç nüfusun çalıştırılması azaltıldı. Elbette bazı fabrikalar hâlâ açık. Almanya’da da her şey durmuş değil. Ama minimum operasyon modu gibi kavramlar ortaya çıktı. Üniversiteler ve okullar kapatıldı, süpermarketlerde çalışanların ve müşterilerin sayısı azaltıldı, bazı fabrikalarda insanlar eve gönderildi, evden çalışılabilecek her sektör evden çalışmaya zorlandı. Ve kimse hak kaybına uğramadı. Türkiye’nin karantinaya geçmemesinde bu da etkili. İnsanlar eve gittiklerinde onların maaşları ödenmeli, yaşamlarını devam ettirmeliler. Bir devletin halkı koruması bu şekilde olur. Yani kendi OHAL’inizi ilan edin demek bir şey ifade etmiyor. İnsanlar işten atılınca evde para mı basacaklar?
“Kendi OHAL’inizi ilan edin” demek başınızın çaresine bakın demek aslında.
Tabii, Türkiye’de çok korkunç bir sahip çıkmama durumu ve insanlarda gelişen bir güven eksikliği var.
Sürü bağışıklığı bir yoldur. Fakat göze almanız gereken, çok fazla insanın hayatını kaybedeceği gerçeğidir. Sürü bağışıklığı için nüfusun yüzde 70-80’inin o hastalığı geçirip bağışık olması gerekir. Türkiye için bu 60 milyona yakın insan demek. Ölüm oranı yüzde 3 bile olsa bu iki milyon kişi eder. İki milyon yurttaşın yaşamını kaybetmesini göze alan bir metod denemek kabul edilebilir bir şey değil.
Diğer dünya deneyimlerine bakınca Türkiye’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Türkiye aslında İngiltere’nin vazgeçtiği sürü bağışıklığı sistemini fiilen uyguluyor diyebilir miyiz?
Bana öyle geliyor. Türkiye bunu bilinçli, istekli ve kurallarına göre olmasa bile fiilen uyguluyor. 65 yaş altı rahatça gezebiliyor, toplu taşıma kullanıyor, PTT’nin önünde insanlar toplanıyor. Geleceği nasıl gördüğüme gelince, bu tip durumlarda en kötümser senaryoyu çıkarıp ona göre önlemler alınması gerektiğini düşünüyorum. Eğer böyle yaparsak hastalığı minimuma indirmiş oluruz. Ama Türkiye’de iyimser senaryoya göre hareket ediliyor. Sanki kendiliğinden geçecekmiş, sokakta gezen insanlar bunu yaymayacakmış, sağlık sisteminin hiçbir sıkıntısı yokmuş gibi davranılıyor. Bu sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın sorunu ve büyük bir mücadele. Sel gelmeden önce seti çekmeniz lâzım. O sel elbette seti de aşacak, ama ikincil etkileri azaltmak için sel gelmeden önce seti çekmeniz gerekiyor. Türkiye’de sokağa çıkılabilmesi bu setin konmadığı anlamına geliyor maalesef.
Türkiye’nin sürü bağışıklığı kazanması büyük bedeller ödenerek belki daha erken olacak. Bununla ilgili bir projeksiyon yapılabilir mi?
Sürü bağışıklığı İngiltere’de konuşulurken en büyük karşı argüman şuydu: Sürü bağışıklığı “belki” gerçekleştirilebilir. Bu bir yoldur. Fakat burada göze almanız gereken, çok fazla sayıda insanın hayatını kaybedeceği gerçeğidir. Toplumun sürü bağışıklığı kazanması için nüfusun yüzde 70-80’nin o hastalığı geçirip bağışık olması gerekir. Türkiye için bu 60 milyona yakın insan demek. Ölüm oranı yüzde 3 bile olsa iki milyon kişi eder. İki milyon yurttaşın yaşamını kaybetmesini göze alan bir metod denemek kabul edilebilir bir şey değil. Kaldı ki, bu metod garanti bile değil. Ayrıca sürü bağışıklığı yapmak istiyorsanız insanların hastaneye yatıp tedavi olması ve sonra taburcu edilmesi gerek. Sonra yenileri gelecek. Bu dengeyi tutturmanız gerekiyor.
Virüsün, özellikle hapishanelerde, dışarıya nazaran çok daha hızlı yayılması söz konusu. Kapalı toplu alanlar en riskli bölgeler. Tüm mahkûmlar bundan etkilenebilir. O yüzden hapishanelere bütünlüklü bir bakışla yaklaşılmalı. Siyasi muhalifleri içeride tutup adli mahkûmları salıvermek olmaz. Keza insanların işten atılma korkusu ve ölüm korkusu arasında tercih yapmak zorunda bırakılması da kabul edilemez.
Örneğin İtalya’da 2 Nisan itibariyle hastanelerdeki yeni vaka sayısı 4 bin 668, taburcu olanlar ise 1431. Fark üç kat. Dolayısıyla bu dengeyi tutturabilen, yani hastaneye giren ve çıkan hasta sayısının eşit olduğu bir ülke şu anda yok. Türkiye’de fiilen sürü bağışıklığına gidiliyor ve bu yanlıştır. Bütün dünya bundan vazgeçti. Bağışıklanma ancak aşıyla olabilir ve bu da yaklaşık bir buçuk seneden önce mümkün değil. Ya bir ilaç bulunacak ya da bir süre daha karantina devam edecek ve yayılma dinamikleri azaltılacak. Pozitif bir şey de söyleyelim. Yapılan çalışmalara göre hastalığı enfekte olanların birçoğu ya fark etmeden ya da hafif semptomlarla geçiriyor. Fark etmeyenlerin ne kadar olduğunu bilmiyoruz. Fakat yüzde 50’den bile fazla olduğunu düşünsek zamana yaydığımızda birçok insan bu hastalığı geçirecek. Çoğu kişi ölmeden iyileşecek. Dolayısıyla, bu süreci de beklemek gerekiyor. Uzun vadede toplumsal bağışıklık zaten olacak. Ama bu bağışıklığı bir anda sağlayalım demek sağlık sistemini çökertir, sağlık personeli dahil sayısız insanın yaşamını yitirmesine yol açar.
İnsanlar evde kalırken hak kaybına uğramasınlar diyoruz, ama bir de isteseler de evde kalamayacak kesimler var. Hapishanelerdeki, mülteci kamplarındaki, bakımevlerindeki insanlara yönelik nasıl tedbirler alınmalı?
Bir kere, ayrım yapılmadan herkes sağlık sistemine dahil olmalı. Öte yandan, virüsün özellikle hapishanelerde, dışarıya nazaran çok daha hızlı yayılması söz konusu. Kapalı toplu alanlar bu açıdan en riskli bölgeler. Tüm mahkûmlar bundan etkilenebilir. O yüzden hapishanelere bütünlüklü bir bakışla yaklaşılmalı. Siyasi muhalifleri içeride tutup adli mahkûmları salıvermek olmaz. Keza insanların işten atılma korkusu ve ölüm korkusu arasında tercih yapmak zorunda bırakılması da kabul edilemez.