“BİZ”LİĞİN AYNASINDAN YANSIYANLAR: TÜRKİYE GENÇLİĞİNDE KİMLİKLER VE ÖTEKİLEŞTİRME

Söyleşi: Erselan Aktan
11 Şubat 2018
SATIRBAŞLARI
Eşcinseller, ateistler/dinsizler, başka dinden olanlar, azınlıklar, aşırı dinciler… Gençlerin kendilerini en uzak hissettikleri “ötekileri”. Ait olduklarını düşündükleri grubun üstünlüğüne inançları arttıkça ötekileştirme algıları da yükseliyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin TÜBİTAK desteğiyle 2015-2017 yıllarında yürüttüğü “Diğeri ile Karşılaşmada Ötekileştirme/meyi Anlamak: Türkiye’de Gençlerle Empati ve Eşitliği Tartışmak” konulu araştırma geçtiğimiz günlerde kitap olarak yayınlandı. Kitabın yazarlarından Pınar Uyan Semerci’nin kapısını çaldık ve sorduk: Farklılıklara saygı duyarak beraber yaşayabilme imkânı nasıl oluşabilir? Karşılaşma, temas ve diyalog zemini nereden sağlanabilir?
Yüksel Arslan

Çalışmanız uzun süredir “kutuplaşma” kavramıyla tartışılan toplumdaki ayrışma sorununun bir sağlaması oldu ve basının da epey ilgisini çekti…

İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Pınar Uyan Semerci Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin de müdürü.

Pınar Uyan Semerci: Bu bir TÜBİTAK araştırması, geniş bir literatür taramasına da yer veren bir akademik yayın; bu açıdan bakarsanız, basında hayli geniş yer aldı. Bence ortak bir derdi anlama çabası var: Niye böyle oluyoruz ya da gençler neden böyle? Derdimiz, ötekileştirme diye kavramsallaştırdığımız, diğerini kendinden aşağıda görme, diğerine aynı hakları hak görmeme ya da onu aynı düzlemde görmeme sorununu anlama çabası. Bu çalışma gençlere odaklandı, ama yetişkinlerle de yapabilirdik ve ortaya çok da farklı sonuçların çıkacağını düşünmüyoruz.

Araştırmanın sonuçlarına göre, bizliğin en çok vurgulandığı, vücut bulduğu alanlardan biri aile. Bu bakımdan kuşaklar arasında pek bir fark yok galiba…

Gençlerin siyasal katılımını araştırdığımız başka bir çalışmamız vardı, o çalışmada yaşın çoğu zaman belirleyici bir faktör olmadığı sonucuna varmıştık. Genç olmak, belli bir davranış biçimini getirmiyor; daha ziyade siyasal temsil düzeyi, eğitim düzeyi ön plana çıkıyor. Genç dendiğinde aklımıza gelenle, çoğumuzun hayalinde oluşanla Türkiye’nin gençliğinin profili arasında ciddi bir fark var. Gençlerin çoğu çok erken yaşta evleniyor, çoluk çocuğa karışıyor. Kadınlar evin içinde, erkekler dışarıda var olmaya çalışıyor. Ama hayal ettikleri hayatı yürütemiyorlar. Aile çok temel bir nokta. Sosyalizasyon ilk olarak ailede başlıyor ve aile belli kimliklerin ön plana çıkmasını sağlayabildiği gibi, onları korumak adına ket vurmaya da çalışabiliyor. Ailede nasıl sosyalleştiğimiz daha sonraki duruşumuzu çok etkiliyor. Gençler ister istemez içinde büyüdükleri toplumun davranış biçimlerini belli bir oranda taklit ediyor.

Genç dendiğinde aklımıza gelenle, çoğumuzun hayalinde oluşanla Türkiye’nin gençliğinin profili arasında ciddi bir fark var. Gençlerin çoğu çok erken yaşta evleniyor, çoluk çocuğa karışıyor. Kadınlar evin içinde, erkekler dışarıda var olmaya çalışıyor. Ama hayal ettikleri hayatı yürütemiyorlar.

Gençler mi çok erken yetişkinleşiyor, yoksa aileyle bu kadar sıkı bağların olması mı gençlerin farklı ve birey olmasını engelliyor?

Günümüzün kırılgan dünyasında sosyo-ekonomik koşullar açısından aile koruyucu bir alan sağlıyor. Çocuğa sunulan şartlar çocuğun hayatta nelere erişip erişemediğini belirliyor. Mevsimlik tarım işçiliğindeki bir ailenin çocuğunu düşünelim. Bu çocuğun farklı dünyalarla karşılaşması içinde bulunduğu ekonomik koşullarla sınırlı. Tam tersi bir örneklem olarak İstanbul’da lüks bir semtte yaşayan bir aileyi düşünelim. O aile de muhtemelen korunaklı bir sitede yaşayarak, çocuğu okuluna servis aracıyla ya da özel bir araçla göndererek çocuğun muhtemel karşılaşmalarını sınırlıyor. Çalışmamızda daha baştan bir temas sorunu çıkabileceğini düşünüyorduk, ama bunun bu kadar yoğun çıkması bizi de çok etkiledi. Farklı dünyalarla ne kadar karşılaşabiliyoruz? Üst gelir düzeyine sahip olanlar hayatlarını zaten karşılaşmamak üzerine kuruyor. Dezavantajlı gruplar ise farklı bir alternatif yaratamadıkları ya da dışlandıklarını hissettikleri için kendi dünyalarına, kendi koşullarına çekiliyorlar. Bu da toplumsallaşma dediğimiz alanın daralmasına, herkesin kendi köşesinde, birbirine temas etmeden var olduğu bir yaşam kurgusuna dönüşüyor. Sanırım bunu dünyanın birçok yerinde gözlemleyebiliriz. Tabii ki şiddeti, düzeyi ve ifade şekilleri farklılaşır, ama insanların birbirini aynı düzeyde görmemesi, birbirine aynı hakları tanımaması ve ötekileştirme günümüzün en temel sorunlarından biri gibi görünüyor. Temassızlık, ötekine hak vermemene dayanak oluşturan bir etken. Karşındakinin dertlerini, acılarını onunla temas edersen görebilirsin. Kendi çocuğun senin gözbebeğinken ötekinin çocuğu “çocuk” olarak bile görülmeyebiliyor. Bulgularımızdan biri şu: Temassızlık bu durumun ortaya çıkmasında çok önemli faktör, ama temas sağlandığında da bu aşılabilir. Yani teması bir açılım noktası olarak görüyoruz.

Şöyle bir karşılaştırma yapacak olursak; Türkiye’de, genel olarak, hangi siyasal görüşten olurlarsa olsunlar, insanların Filistinlilere bakışı olumludur. Buna karşın, Suriyeli göçmenlere karşı neredeyse ortak bir nefret söz konusu. Savaştan kaçıp gelen milyonlarca Suriyeli var, Filistinlilerin sayısı ise yok denecek kadar az. Burada temas, Cenk Saraçoğlu’nun “tanıyarak dışlama” olarak kavramsallaştırdığı duruma mı denk düşüyor?

Literatürde iki tür temastan bahsediliyor. Birincisi günlük karşılaşmayla olan temas. Sokaktan geçerken görüyorsunuz, ama onu gerçekten tanımıyorsunuz, öyküsünü bilmiyorsunuz, sizin için herhangi bir insandan farklı değil. Varlığını biliyorsunuz, ama sizin için bir gerçek kişi haline gelmiyor. Bu bazen negatif etkide bulunabiliyor. Suriyelilere karşı durum biraz böyle. Gerçek temas kurmakla kastettiğimiz, kişinin arkadaşınız haline gelip gelmediği; kendinizi onun yerine koyabileceğiniz, üzüntüsüne, sevincine ortak olabileceğiniz biri haline dönüşüp dönüşmediği. Gerçekten bir kişi olarak algılayıp öyle temas kurduğunuzda, o gruba atfettiğiniz negatiflikler o kişi için işlememeye başlıyor. Siyah-beyaz olarak görme halinden çıkıyorsunuz, griler de araya girebiliyor. Göçmen ya da yabancı düşmanlığıyla ilgili dünyada çok çalışma yapılıyor. Bizim çalıştığımız konu ise aynı toplumda yaşayan, o ülkeyi oluşturan grupların bir diğerini kendisiyle aynı düzlemde görüp görmediğine odaklı. Literatürde bunun ayrımcılık olup olmadığına dair de epey tartışma var. Ayrımcılık çok net bir durum. Ötekileştirme bunun dışına ve ötesine gidebiliyor mu, bunu tartışıyoruz. İnsandışılaştırma da çok önemli. Diğerinin seninle aynı haklara sahip olmadığını düşünmek, ama onu zaten insan olarak görmemek… Bu etnik bir temele de dayanabilir, ahlâki bir yerden de olabilir, cinsel yönelim sebebiyle de olabilir.

Ötekileştirme günümüzün en temel sorunlarından biri gibi görünüyor. Temassızlık, ötekine hak vermemene dayanak oluşturan bir etken. Karşındakinin dertlerini, acılarını onunla temas edersen görebilirsin. Kendi çocuğun senin gözbebeğinken ötekinin çocuğu “çocuk” olarak bile görülmeyebiliyor.

Medyada ve siyasette de ötekileştirmeyi körükleyen bir dil var. Bu dil bireylerin tavrına nasıl etki ediyor?

Medyada kullanılan dil ötekileştirmenin yaygınlaşmasına yol açan en önemli araçlardan biri. İnsanlar bugün zaten korku, huzursuzluk ve belirsizlik içinde yaşıyor. Kitabın girişinde son iki buçuk-üç yılı özetlemeye çalıştık. Son yıllarda gerçekleşen o büyük yıkımları listelemek bile durumun vahametini anlamaya yetti: Patlayan bombalar, yitirilen onca hayat… Hepimiz atlatamadığımız travmalarla yaşıyoruz. Yasını tutamadan, üzüntülerimizle baş edemeden bir olaydan ötekine savruluyoruz. Böyle bir dönemde yetişen genç bir kuşakla çalışmayı yürüttük. Her defasında, “şu süreçte nasıl mülakat ya da anket yapılabilir?” diye soruyorduk kendimize. Bir yandan da “tam da şimdi yapmak gerekiyor” diyorduk. Bu süreçte vicdani, ahlaki sorumluluk gözetilmeden, ayrımcı bir dil içeren çok sayıda yazı, haber, konuşma yayınlandı. Buna mukabil, yüksek sesle “sen ne yazıyorsun, ne diyorsun?” diye bir karşı çıkış çok sınırlı olabildi. Bu çok korkutucu, çünkü bu durum normalleşiyor ve karşıt gruplara da sirayet ediyor.

Toplum mu buna müsait ya da bunu istiyor, yoksa gücü elinde bulunduranlar mı bunu yaratıp körüklüyor?

Popülizm konusu son zamanlarda çok tartışılıyor. Popülizm halk olarak biz ve halkın karşısında ötekiler kurgusuna dayanıyor. Biz gerçek halk olduğumuz için normatif olarak doğruyuz, bizim dediğimiz olmalı, meşru olan bizim pozisyonumuz diyor ve diğerlerini her açıdan kötülemeye girişiyor. Diğerleri ülkenin menfaatini de istemiyor, durumun farkında da değiller.

Bir de mağduriyet dili var: “Biz ne acılar çektik…”

Evet, mağduriyet bunun önemli bir parçası. Çalışmamızda da bu çok vurgulanıyor. Buna Türkiye’nin negatif anlamda verimliliği de diyebiliriz; herkesin kendi tarihçesi içinde bir mağduriyet öyküsü var. Oradan kaynaklanır bir şekilde “biz zaten yeteri kadar acı çektik” diyerek kendi varlığını, gücünü, meşruiyetini doğrulamaya çalışıyor. Bunu yaparken güzel sıfatları kendimize, negatifleri karşıya atfetme durumunu da yoğun bir biçimde gözlemledik. “Biz akıllıyız, vicdanlıyız, adaletliyiz, ama ötekiler değil.” Siyasetçilerin yandaşlarını konsolide etmek için kullandığı bu taktik karşı tarafta da aynı reaksiyonları doğuruyor, birbirini besliyor.

Türkiye’de uzun zamandır çok büyük acılar yaşanıyor. Bütün bunlarla baş edebilmenin bir çözümü de bunları görmeyeceğin, acısını hissetmeyeceğin korunaklı bir kale yaratmak. Ötekileştirme böyle korunaklı kaleler inşa ediyor.

AKP bu taktiği kullanageldi ve istediği sonucu da aldı. Bu, muhaliflerin de bu söyleme yönelmesine mi neden oldu?

Popülizm zor bir şey. Bana göre buradaki temel mesele farklı düşüncelerin de olabileceğini, farklı düşüncelerin de aynı düzlemde tartışılabileceğini kabul etmekle etmemek arasındaki tercih. Bu sebeple toplumsal alanın daralmasını çok ciddi bir problem olarak görüyorum. Çok güçlü olan iktidar diğerlerine bir nefes alma, tartışmayı başka bir zemine kaydırma imkânı tanımıyor. Karşı fikirde olanlara “senin düşüncelerini de önemsiyorum” demek kolay değil. Siyasal alanda onu eritmeye, tüketmeye çalışıyorsun. Ortak akılla hareket etmeye değil, kendi meşruluğunu ispatlamaya çalışıyorsun. Şu an kimse birbirini dinlemiyor. İktidar böyle olunca tabii ki muhalefet de kitlesini kendisini destekleyebilecek bir forma sokmaya çalışıyor. Oysa çıkış buradan olamaz, çünkü daha güçlü olan orayı zaten domine ediyor. Başka bir ahlâki varoluş, duruş içinde olmak zorundayız. Karşıdakine saygı duyarak, onu dinleyerek başka bir dil kurabilirsek bu alanı genişletebilme şansımız olabilir diye ummak istiyorum. Ötekileştirmenin önemli bir tezahürü de “aslında onlar bizi ötekileştiriyor” demek. Şu an iktidar, “en çok onlar ötekileştiriyor” derken karşısındaki muhalefet de “asıl onlar ötekileştiriyor” diyor.

Her kesim kendi doğrularının diğeri için de iyi olduğunu mu düşünüyor?

Aslında ben onun için de doğru olanı istiyorum” deniyor. Diğerinin argümanını aynı noktada görmemenin böyle de bir tarafı var. Aynı masada, eşitler olarak oturmama durumu bu.

Temassızlıktan bahsettik, ama artık sosyal medya denen bir gerçeklik de var. Orada neredeyse her görüş erişilebilir. Gerçi Negri “teknolojik kimlikler istediği kadar birbiriyle reaksiyona geçsin, gerçek temasın yerini asla alamaz” diyor. Erişebilirlik empatiyi neden kolaylaştıramıyor?

Bunun en önemli sebebi eko, yansıma odaları, yani kendi sesinin yansımasını duyduğun bir mecra olması. Twitter’ın Türkiye’deki herkesi kapsadığını düşünmüyorum. Oldukça yaygın akıllı telefon kullanımı var, ama yine de twitter kullanımı belli bir grupla sınırlı. Oradaki yansımanın gerçekliğin çok az bir kısmını temsil ettiğini düşünüyorum. Başka bir gerçeklik yaratılıyor. Araştırmalarımızda “kimleri takip ediyorsunuz?” diye sorduğumuzda, insanların kendileri gibi düşünenleri takip ettiğini gördük. Eko, yansıma dediğimiz bu; insanlar kendi düşüncelerini yansıtanları takip etmeye çalışıyor. Farklı düşünceleri de takip ettiklerini belirtiyorlar, ama detaylı sorunca “çok fazla yazıyordu, dayanamadım, takibi bıraktım” dediklerini görüyoruz. Farklı görüştekileri takip etmeye bile dayanamayan bir ortamımız var. İnsanlar kendi düşündükleri şeyleri söyleyen insanları takip eder hale geliyor. Bu da “biz”liğin güçlenmesini sağlayan bir faktör. Çeşitliliği, farklılığı görmek bu şekilde son buluyor. Diğerini takip etmeyi sürdürmenin amacı da “delil bulmaya” yoğunlaşıyor. Gerçekliğin yitiyor olması sorunu devreye giriyor bu aşamada. Farklı odaklarda öyle farklı Türkiye profilleri çiziliyor ki! Herkesin kendi Türkiye’si var.

Sosyal medya kullanıcılara kendi paylaşımlarıyla paralel hesaplar, benzer haber ve makaleler öneriyor. Sosyal medyanın kendisi ötekileştirmeyi kolaylaştıran bir role mi sahip?

Sosyal medyanın oluşturduğu bir evren var. Demin bahsettiğiniz Negri referansını hatırlayalım. Biz şu anda birbirimizi anlıyoruz, çünkü gerçek bir iletişim kuruyoruz. Konuşmamız, vücut dilimiz, bütün bunlar iletişimin parçaları. Sosyal medyanın iletişimde neden olduğu yapısal bir değişiklik var. İleride daha da fazla olacak. Araştırma metodları dersinde öğrencilerimizin, ki on yılı aşkın bir süre önceydi, e-mail ve SMS kullanma biçimlerini araştırmıştık. Sevgililerin birbirlerinden SMS veya e-mail’le ayrıldıkları ortaya çıkmıştı. O zaman, bunu yüzleşmeden kaçınmak olarak yorumlamıştık. İnsanlara konfor sağlayan bir durum bu, çünkü bir insanın yüzüne bakarak bazı şeyleri söylemek zordur. Bazı sözlerin söylenebilmesinin nedeni yüz yüze bir iletişim olmamasından da kaynaklanabiliyor. Türkiye’de uzun zamandır çok büyük acılar yaşanıyor. Bütün bunlarla baş edebilmenin bir çözümü de bunları görmeyeceğin, acısını hissetmeyeceğin korunaklı bir kale yaratmak. Ötekileştirme böyle korunaklı kaleler inşa ediyor.

Korunaklı kale biraz defansif, biraz da sert bir tabir. İnsanlar niye korunaklı kalelere ihtiyaç duyuyor?

Bu sadece Türkiye için geçerli değil, bütün dünyada iklim değişikliğinden tutun da insanların toplu halde yer değiştirmelerine, patlayan bombalara kadar… Her konuda belirsizlik, derin bir güvensizlik var. Önümüzü görmek çok zor. Bu kadar belirsiz bir ortamda herkes bir tür sınırla kendini korumaya çalışıyor. Ama o sınırlar da sahip olduğun güçle, korumaya çalıştığın alanın büyüklüğüyle orantılı. O orantı da kullanılan mekanizmaları ve etkilerini şekillendiriyor haliyle. Küçük bir aileyi korumak için farklı, bir ülkenin sınırlarını korumak için farklı mekanizmalar kullanıyorsunuz. Mekanizmanın defansif ya da saldırgan olmasına bu öğeler karar veriyor. Küçük örneklemde de büyük örneklemde de belirsizliğin egemen olduğu bir kırılganlık var. “Biz”liğe sahip çıkma dürtüsü bu noktada yükseliyor.

Alttakinin, ezilenin kurduğu bizlik daha çok kendini korumaya alan, defansif bir durum. Güçlü olanınki ise saldırgan. Kategorik olarak bunların ikisine de “ötekileştirme” denebilir mi? Bir karşılaştırma yapacak olursak; siyasetbilimci Barış Ünlü, ırkçılığın bir sistem olduğunu, ezilen tarafından değil, ezen tarafından kurgulandığını ve uygulandığını söylüyor. Aynı şeyi ötekileştirme için de düşünebilir miyiz?

Bunu uzun zamandır düşünüyorum. Azınlık ve çoğunluk milliyetçiliği kavramlarına denk gelen bir tartışma. Çalışmamızda insanlara Türk, Kürt ya da Ermeni olmakla ilgili sorular sormadık. Bunlar kişisel anlatılarda dile geldi. Biz onları Ermeni, Türk, Kürt ya da Fenerbahçeli, Beşiktaşlı olarak sınıflandırmadık, onlar kendilerini öyle anlattılar. Kitabımızda birey düzeyinde bir analiz var. Bahsettiğiniz durum ise daha toplumsal bir düzey. “A grubundaki insanlar ırkçı olamaz” demek bizim çalışmamızla çelişir. Evet, ırkçılık ve ötekileştirmenin toplumsal ayağında güç ve iktidar devreye giriyor. Böylesi bir anlama çabasında mutlaka azınlık/çoğunluk milliyetçiliklerini, ulus-devleti hesaba katmak gerekir. Ama bireysel düzeyde, hangi kimlik olduğundan bağımsız olarak, kişinin davranışı ötekileştirmeyi içerebilir. Daha açık söyleyecek olursak, Türk de, Kürt de ötekileştirebilir. Ancak, tüm sürecin anlaşılması mutlaka bu bireysel düzeyle toplumsal ve siyasal düzeyin ilişkilendirilmesiyle mümkün olur.

Diğer gruplara karşı kullanılan olumsuz ifadelerde yine de bir sınır var, ama LGBTİ’ler ve ateistler için bu yok. Bunu muhafazakârlıkla ve farklı yaşam biçimlerine kapalılıkla açıklayabiliriz. Mevcut ortam ve hâkim söylem de bunun önünü açıyor.

Kitapta iki grubun, LGBTİ’lerin ve ateistlerin, durumu dikkat çekici. Neredeyse bütün kesimlerin ortak nefret odakları bu gruplar. Elias Canetti baskının arttığı zamanlarda nefretin en zayıflara, yenilmesi kolay, ezilebilecek olanlara yöneldiğini söylüyor. Nefret ve ötekileştirme en güçsüz görülene karşı mı yoğunlaşıyor?

LGBTİ’lere ve ateistlere yönelik tutuma baktığımızda Türkiye’nin muhafazakârlık düzeyini görüyoruz. Bu iki grubu ötekileştirmenin meşru olarak görüldüğünü söyleyebiliriz. Diğer gruplara karşı kullanılan olumsuz ifadelerde yine de bir sınır var, ama LGBTİ’ler ve ateistler için bu yok. Bunu muhafazakârlıkla ve farklı yaşam biçimlerine kapalılıkla açıklayabiliriz. Mevcut ortam ve hâkim söylem de bunun önünü açıyor. Birkaç sene önce, yürüyüşler, eylemler, dernek faaliyetleri açısından nispeten daha rahat bir ortam vardı, bugün atmosfer bambaşka. Zaten sınırlı olan kendini ifade etme alanı iyice daralmış durumda. En milliyetçi insanlar bile örneğin Kürtlerle beraber yaşayabileceğini söylüyor. Ama arkasından, eşitliği, aynı haklara sahip olmayı içeren bir beraber yaşama anlayışı gelmiyor. Bugünlerde bitirdiğimiz, dört siyasi partinin seçmenleriyle yaptığımız “kutuplaşma” araştırmasında, biz sormamamıza rağmen ısrarla konuşulmak istenen bir konuydu Suriyeli göçmenler. “Bütün kaynaklarımız Suriyelilere gidiyor” dört parti seçmeninin de ortak argümanı. Suriyelilerin marketlerde temel ihtiyaçların dışında ürünler satın aldıkları bile mevzubahis ediliyor. Suriyelilerin bizimle aynı ürünleri almalarına bile tahammül yok.

Bu Suça Ortak Olmayacağız metnine imza atan akademisyenler hakkında sırf barış talebinde bulundukları için soruşturmalar açıldı, birçoğunun işine son verildi, haklarında açılan davalar devam ediyor. Afrin’le birlikte savaş karşıtlığı bile büyük bir risk haline geldi.

Her düzeyde sürekli risk alarak yaşıyoruz. Sadece akademi değil, hepimiz varolma çabası içindeyiz. Bir yandan üretmeye, çalışmaya devam etmek, bir yandan da içinde bulunduğumuz koşulların olağandışılığını her gün hissederek nefes alma gayreti. İnsanlar gündelik yaşamlarında, en sıradan konuşmalarında bile korku duyabiliyor. Bu ciddi bir hastalık haline dönüşüyor. Fırından ekmek alırken, taksiye binerken de tedirginlik duyuyor, ifadelerinizi ona göre seçiyorsunuz. İki buçuk yıl önce giriştiğimiz bu çalışmayı şimdi yapsaydık acaba nasıl olurdu diye düşünüyorum. Daha ciddi bir otosansürle mi karşılaşırdık? Ötekinin sesinin daha da az duyulur ya da çıkamaz hale gelmesi çok büyük bir sorun.

Otosansür, filtreler, korunaklı kaleler, korku, tedirginlik gibi birçok negatif konudan bahsettik. Bu duygular içindeki insanlar bir şey bekliyor ya da bir şeye hazırlanıyor sanki. Savaş mı, ekonomik bunalım mı; ne bekliyor insanlar?

“Korunaklı kaleler” derken daha çok kendini garantiye almaya çalışma durumundan bahsetmiştim. Başkasına, diğerine güvenmek bu ortamda daha zor hale geliyor çünkü. Bir sandala da benzetebiliriz bunu. Akıntı içindeyiz. Su o kadar güçlü akıyor, o kadar keskin dönüşler yapıyor ki, kendi sandalınızı, mümkünse birkaç sandala da yanaştırarak akıntıya karşı durabileceğinizi düşünüyorsunuz. Erimekte olan buzul parçaları imgesi daha da doğru bir benzetme… Bu koruma, korunma çabasının düzeyi bizlik duygusunu sivriltiyor. Büyük bir tehditle karşı karşıya olduğunuzu düşünüyorsanız, bizlik duygunuz keskinleşiyor. Bizlik duygunuz çok sivrilirse, diğeri “öteki”ne daha kolay dönüşüyor ve ötekinin bizliğine olan nefretiniz de artıyor.

“Bütün kaynaklarımız Suriyelilere gidiyor” dört parti seçmeninin de ortak argümanı. Suriyelilerin marketlerde temel ihtiyaçların dışında ürünler satın aldıkları bile mevzubahis ediliyor. Suriyelilerin bizimle aynı ürünleri almalarına bile tahammül yok.

Geçtiğimiz aralık ayında, HDP’li Leyla Zana’nın milletvekilliği düşürüldü. Zana’nın vekilliğinin düşmesi için oy kullananlardan biri de zamanında vekilliği düşürülen Merve Kavakçı’nın kardeşi Ravza Kavakçı’ydı. Bu olay bize ötekileştirme ve empatiyle ilgili ne anlatıyor?

Neredeyse aynı mağduriyetleri yaşamış olsalar da insanlar karşılarındaki kişinin kendi gruplarına ait olup olmadığına göre empati kuruyor ya da kurmuyor. Eğer sizinle aynı gruptan değilse, hele ki karşı saftaysa, empati hiç gerçekleşmeyebiliyor. Hatta onun mağduriyetini sizinkiyle kıyaslamıyorsunuz bile, çünkü sizinki en büyük, en doğru, en meşru olanı.

Nurdan Gürbilek Mağdurun Dili kitabında Cemil Meriç için şöyle diyor: “Aynı anda hem prens hem parya; hem dâhi hem zavallı; hem muzaffer hem ezeli mağlup.

Mağduriyet anlatısı bütün bizlik gruplarında yoğun olarak var. Dönemler, referanslar farklı olabilir, ama “biz her türlü zorluğa, baskıya rağmen ahlâkımızı bozmadan, çekilen onca acıya rağmen ayakta kaldık” anlatısı bütün gruplarda hikâyenin önemli bir parçası.

^