17 AĞUSTOS 1999 DEPREMİNDEN TANIKLIKLAR

17 Ağustos 2019
SATIRBAŞLARI

Aradan yirmi yıl geçti. 17 Ağustos’ta, saat 03: 02’de, merkez üssü Gölcük olan 7,4 şiddetindeki deprem Marmara bölgesini her anı dehşet veren 45 saniye boyunca salladı. Yaklaşık 50 bin kişi can verdi, yaklaşık 100 bin kişi yaralandı. Hayatta kalanlar içinse bitmeyen bir kâbus başladı. Sadece yakınlarını kaybedenlerin değil, deprem kuşağında yaşadığını 17 Ağustos’ta derinden idrak eden tüm toplumun kâbusu. Onca ölüme, onca yıkıma kapı açanın ne olduğu, kimler olduğu, “doğal afet”i misliyle büyütüp katliama çevirenin nasıl bir düzen olduğu ortaya dökülmüştü o günlerde… Öyle bir depremdi ki, sadece vurduğu yerleri değil, bütün toplumsal yapıyı enkaz haline getirdi. O günlerin umudu o enkazın altından yeni bir toplum olarak ayağa kalkmaktı. Ham hayal sayılmazdı, çünkü o güne dek görülmemiş bir sivil atılım, bir toplumsal dayanışma, genel bir silkinme hali kol geziyordu. Yirmi yıl sonra geldiğimiz yer malûm. Tek bir örnek –doğrudan depremle ilgili olan– yeterli: 2002’de kurulan “Ulusal Deprem Konseyi” 2007’de lağvedildi… 17 Ağustos ertesinde, Roll’un Eylül-Ekim ’99 sayısında hazırladığımız dosyanın açılış cümleleri şöyleydi: “Kelimelerin kaldırabileceği şey değil 17 Ağustos’tan beri olanlar. Mecazlar da keza. Sözle gerçek arasındaki mesafe her zamankinden fazla. Deprem yetmiyor olup biteni anlatmaya… Ateş düştüğü yeri yakar denir, deprem vurmadığı yeri de sarsıyor, göçertiyor. Vurduğu yerde ise ihmali, açgözlülüğü, vurdumduymazlığı affetmiyor, suçlu-masum ayırt etmeden toprağa gömüyor…” O günlerde sıcağı sıcağına başvurduğumuz ve bugünlere dair çok şey söyleyen tanıklıkları, 17 Ağustos’un 20. yıldönümü münasebetiyle naklediyoruz. Ağzımızdan yel alsın, muhtemel depremlerin de ihmali, açgözlülüğü, vurdumduymazlığı affetmeyeceğini, suçlu-masum ayırt etmeden toprağa gömeceğini hatırlayarak, hatırlatarak…        

 

YALOVA, YÜKSEL SİTESİ

Normal ölüm güzelmiş

Depremin nesnel “merkez üssü” Gölcük’tü, öznel olarak ise başka başka yerlerdi. Bizimkisi Yalova, Yüksel Sitesi’ydi. Arkadaşımız Cüneyt Cebenoyan’ın oğlu, annesi, babası oradaydı… Kara haberin ardından Yalova’ya giden arkadaşlarımız Cem Sorguç ve Ogan Güner gördüklerini yaşadıklarını anlattılar…

Depremi nerede, nasıl yaşadınız?

Cem: İstanbul’daydım. Televizyondan Yalova’nın harap olduğunu öğrenmiş olduk ama, ciddiyetin çok da farkında değildim. Sabah 15, 20 ölüden bahsediyorlardı. Cüneyt’le öğlen konuştuk, “Ev yıkılmış, gördüm, geri döndüm, birilerini toplayıp gideceğim. Annem, babam ve Ali enkaz altında” dedi. Durum böyle böyle oturmaya başladı kafamda. “Beraber gidelim” dedim. Yenikapı’da buluşup gittik. Hava kararmıştı. Elektrikler kesik olduğu için arabaların farlarını denize vermişler, vapur öyle yanaşabiliyordu. İndiğimizde her yer toz duman. Kurtarma ekibi yok. Bir kiralık ekskavatör çalışıyordu. Yüksel İnşaat’tan emekli birtakım insanlar için şirket birtakım işçilerini oraya göndermişti, onlar da zaten belli bir noktada çalışıyorlardı. Ekskavatörün işi bitsin de, biz kiralayalım diye bekliyorduk. Onlar beşinci kata ulaşmaya çalışıyorlardı, Cüneyt’lerin evi ikinci kattaydı.

Nasıl bir binaydı?

Cem: Enkazdan anlaşılmıyordu tabii, beş katlı, ince, uzun, üç girişli bir blokmuş. Moloz yığını halindeydi. Altı-yedi metre yüksekliğinde bir enkazdı. Benim bir ara duvarıma astığım bir fotoğraf vardı: 1972’de St. Louis Pruitt-lgoe toplu konutunun sahipleri binalarını yıktırıyorlarmış, onun fotoğrafı. Charles Jencks modernizmin yıkılışını bu olayla somutluyordu, postmodernizmin başlayış noktasını orada görüyordu. Bu fotoğrafın gerçeğini görüyor gibiydim. Döşeme tahliyelerini görüyorsun, onun haricinde hiçbir konstrüksiyon göremiyorsun, her şey birbirine girmiş, blok halinde hiçbir şey yok. “Kolonların, kirişlerin altında durun” derler ya, öyle bir şeye meydan kalmadığını da hemen görüyorsun.

Muazzam bir koku sarmaya başlamıştı ortalığı. Yerleşiyor insanın burnuna. Uzun süre atamadım onu, hâlâ geliyor ara sıra. Kurtarma çalışması hızlandığında hiç ümit kalmamıştı.

Ekskavatör buradan alıyor, öbür tarafa koyuyor, oradan alıp oraya koyduğu arasında bir fark yok. Biri sağ çıkacaksa bile, o tür bir kurtarma çalışmasında şansı azalıyordu. Üsttekini kırarak kenara almak için sürekli alttakinin üzerine baskı yapıyorsun. Bütün hava boşluklarını da kapatıyorsun zaten… On metre ötedeki tek katlı, iki katlı binalara hiçbir şey olmamıştı. Çatlak yoktu, camları bile kırılmamıştı. “Beşinci-onuncu saniyede attık kendimizi dışarı, Yüksel binası çökmüştü” diyorlardı. Onun gürültüsüne uyanmışlar zaten. Bulduğumuz insanların pozisyonu da öyleydi: Uyuyorlardı ve doğrulmaya dahi fırsatları kalmamıştı. Merdiven boşluğunda ya da ayakta kimse yoktu, herkes yataktaydı.


İnsanlarda umut var mıydı peki, buradan sağ insan çıkabilir diye?

Cem: Başta vardı. Ekskavatörü getiren adam, hiç canlı çıkaramadı ailesinden, ümitler kırıldı.

Ogan: Bir acizlik hissi duyuyorsun, çünkü enkaz nasıl kaldırılır bilmiyorsun, zaten alet edevat da yok. Bir de sıranı bekliyorsun, üst kattan başlanıyor çünkü temizlenmeye. Katların teker teker açılması gerekiyor.

Karşılaştığın ilk manzara nasıldı?

Ogan: Önce Yüksel’in ilk sitesine gittim, orası daha edepli çökmüştü, katlar seçilebiliyordu, seslenenler falan vardı. İkinci bina birinciye nazaran daha ümitsizdi. Ama benim içimde birden sönmedi ümit, ertesi günün sabahına kadar sürdü. Bekleyenler bir an önce ölülerini alıp gitmeye bakıyorlardı, ümidi kesmişlerdi. Bir adam vardı, madenci, sürekli enkazın tepesindeydi, ekskavatörü yönlendirdi, elleriyle eşeledi… Bir adam ona para vermek istedi, madenci almadı. Adamın madenciye şöyle dediğini duydum: “Çok teşekkür ederim, bütün ailemi kurtardınız.” Hiçbiri sağ çıkmadığı halde.

Taş parçalarını kaldırıyorsun ve içinden “ne olur bunun altından bir şey çıkmasın” diye geçiriyorsun. Hem ulaşmaya, hem de bir şeye rastlamamaya çalışıyorsun.

Cem: Muazzam bir koku sarmaya başlamıştı ortalığı. Yerleşiyor insanın burnuna. Uzun süre atamadım onu, hâlâ geliyor ara sıra. Kurtarma çalışması hızlandığında hiç ümit kalmamıştı. Kimse herhalde annesini babasını o şekilde çıkarmak istemez. Herkes şok içinde, bir ceset çıkıyor, kız atılıyor “aa, abim” diye. Kanıksanıyor artık. Eşyaları topluyor adam, “yengemin çantası” diyor, alıyor yanına. Taş parçalarını kaldırıyorsun ve içinden “ne olur bunun altından bir şey çıkmasın” diye geçiriyorsun. Hem ulaşmaya hem de bir şeye rastlamamaya çalışıyorsun.

Kurtarma ekibinin yaptıkları nelerdi?

Ogan: İlkten köpekleri bir tepki vermedi. Ama adam “üç ölünün altında bir canlı varsa, onun kokusunu ayırt edemez” diye bir açık kapı da bıraktı. “Bu işi böyle yapamazsınız, bu işin yöntemi bu değil” de dedi.

Cem: Kompresör bulalım dedik. Kullanan çocuğu, kompresörü bulduk, ama bu sefer de kompresörün geçeceği yol kapalıydı. Aküsü bitmiş bir vinç öyle duruyordu, başladık akü aramaya. Bütün problemler birbirine sirayet ediyor, birini çözmeden diğerine zaten geçemiyorsun. Böyle bir sürü vakit kaybettik. Kompresörle deldikten sonra da iki tane vinç lâzım, parçayı kaldırmak için. Bizim başında olduğumuz enkaz buna da pek elvermiyordu, parça parça birbirinin üzerine yıkılmıştı. Ama bir şekilde salona ulaştık ve neyin nerede olduğunu elimizdeki derme çatma plana göre anlamaya çalıştık. Biraz mola verdik ve havanın aydınlanmasını bekledik, çünkü vurduğun zaman nereye vurduğunu da bilemiyorsun. Cüneyt zaten enkaza gelmek istemiyordu, “beni çağırmayın” demişti. Ama sabah göstermişler ve Cüneyt eşyayı tanımış. Ben de özellikle Ali’yi görmek istemiyordum, o yüzden yanaşamıyordum. Sonunda, Cüneyt’in annesi ve babası bulundu. Ortalarında Ali varmış. Tam bulundukları sırada Cüneyt’ler “biz artık dönüyoruz” dediler. Onlara göstermemeyi nasıl başaracağız diye düşünürken, onlar dönmeye karar vermişlerdi. Biraz durduk ve gitmelerini bekledik.


Ogan:
Ben sonra Değirmendere’ye gittim. Canlı umudu da kalmamıştı, yapacak çok şey yoktu, her yere müdahale edilmişti. Zaten ekiplerin olduğu yerde sen beceriksizsin, “ben de bir ucundan tutayım” diye bir şey yok. İnsanların hepsi dışardaydı, kiminin evi yıkılmamıştı, ama oturulamaz haldeydi ve bütün eşyalar da açıktaydı. Bölgeyi koruma altına alacak bir sistem, yağmacılara karşı alınmış bir önlem yoktu… Radyodan bir anons duyduk, Kulluk kasabasına hiç yardım gitmemiş. AKUT’un kampından malzeme ve araba alıp oraya gittik. Ama radyodan yapılan anonslar iki gün öncesinin anonslarıymış. Gittiğimizde yardım oraya varmıştı, ölüler gömülmüştü. Yanımızda getirdiğimiz bir şeyleri bıraktık. Akla ilk anda gelmeyecek sıkıntılar vardı. Fener vardı, pil yoktu mesela. Bunları temin etmekten başka bir şey yapamadık. Kimse ölülere dokunmak, ölü çıkartmak istemiyordu. Çürümeye, akmaya başlamışlardı. Kurtarma bir ekip tarafından yapılıyor, ama ölü kaldırmanın da ayrı bir ekip tarafından yapılması gerekiyordu…

Bizim gibi yardıma gidenlerden biri, “Eğer paranız varsa, dönüşte borsada çimento hissesi alın, fırlayacak” diye tavsiyede bulundu. İnsan donup kalıyor.

Hiç yağmaya tanık oldunuz mu?

Ogan: Ben bir şeye tanık oldum, bu olduktan sonra herhalde bunun ötesi de gayet normaldir: Yalova’ya giderken feribot sırasına girdik, yan yana iki araba sırası vardı. AKUT’çular gelince onlar için üçüncü bir sıra oluşturuldu. Bir kızla bir oğlan arabalarıyla AKUT’un sırasına karıştı. AKUT’çular bunu fark ettiler, “Bizden misiniz?” diye sordular, “hayır” dedi çocuk. “Niye girdiniz bu sıraya?” Cevap vermiyorlar. Yakınları da yokmuş oralarda… Bunu yapan yağma da yapar. Kapasite var! Bir ilginç şey daha oldu: Bizim gibi yardıma gidenlerden biri, “Eğer paranız varsa, dönüşte borsada çimento hissesi alın, fırlayacak” diye tavsiyede bulundu. İnsan donup kalıyor.

Bütün bunların sana en çok düşündürdüğü ne oldu, ne kaldı geriye?

Ogan: Ben depremi İstanbul’da yaşadım. Sarsıntıya, köpeklerin havlamalarına, arabaların alarmlarına uyandım. Babamın “deprem kısa sürer” demesi geldi aklıma. Bu çok uzun sürdü, artık bitmesi lâzım diyorum, bitmiyor… Yalova’ya gidene kadar etkiyi hafif yaşadım. Ertesi gece, tedirgin olmakla beraber evde uyudum zaten. Ama Yalova, arkasından Değirmendere… Artık uyuyamıyorum.

İstanbul’dan ayrılmadan önce televizyondaki görüntüleri görmüş müydün?

Ogan: Evet. Savaş görüntüleriyle özdeşleşti benim gözümde: Harabeler, sokaklarda boş boş dolanan insanlar… Ama televizyon o kokuyu verebilse, burada da kimse uyuyamaz. Bu olaya kadar, görüntünün çok güçlü bir şey olduğuna inanırdım, ama bazen bazı şeyler daha baskın çıkıyor. Burada da koku bence…

Ölümü düşünürken, ölüm sonrasını da mı düşündün?

Ogan: Normal bir ölümün güzel bir ölüm olduğunu düşünmeye başladım: Vücut bütünlüğünü koruyor, hâlâ senin tanıdığın, bildiğin kişi o ve onu bir törenle toprağa veriyorsun… Yardıma gidenlerin bundan sonra eskisi gibi olabileceklerine inanmıyorum. Bakışları çok değişmiştir diye düşünüyorum. Çok sert bir şeydi. Psikolojik olarak çok kolay aşılabilir bir şey değil.

Cem: Bir cesedin nasıl çıkarıldığını gördüm ve geceleri yatamıyorum, öyle mi yatsam, böyle mi yatsam… Ölümün somutlanması böyle bir şey olsa gerek. Teorize etmeye gelmeyen bir şey bu, çok pratik bir şey çünkü. Dan diye oturan bir şey. Sadece ruhunu değil, fiziğini, hareketlerini de yönlendiren bir şey.

 

PSİKİYATRİST GÖZÜYLE

Koltuklar, perdeler var, duvar yok

Bir üniversite hastanesinde psikiyatrist. İkisinde gönüllü, birinde görevli olarak gittiği deprem bölgesinde olup bitenleri hem sıradan bir yurttaşın gözüyle hem de bir ruh hekiminin gözlükleriyle gördü; gözlemlerini, izlenimlerini, düşüncelerini paylaştı.

Deprem bölgesinde görüştüğünüz, tedavi ettiğiniz insanlar, yakınlarını gözlerinin önünde yitiren insanlar o dehşet ânını anlatıyorlar mıydı size, yoksa bu konuda konuşmamayı mı tercih ediyorlardı?

Çocuğum, eşim yanımda yatıyorlardı, bir süre sonra sesleri kesildi, dokunuyordum onlara, elleri giderek buz kesti, öldüklerini anladım, üç buçuk-dört saat enkaz altında kaldıktan sonra beni çıkardılar, çıkmak istemedim…” diye anlatan bir kadını hatırlıyorum.

Böyle bir travmaya maruz kalan insanlar, sonraki yaşamlarında bu acıyı nasıl taşıyabilirler?

Burada iki olay var. Çok büyük bir travma, bireyi çok çaresiz, çok güçsüz hissettiriyor. Ve bütün yaşam gözden geçiriliyor. Şehirde canhıraş bir şekilde yaşam savaşı veren, para kazanmak için koşuşturan, sırasında etrafındakileri ezen insanlar, böyle bir olayı yaşadıktan sonra yaşamı, hayat felsefesini gözden geçirmeye, ben neyim, ne yapıyorum diye bir hesaplaşmaya giriyor. İkinci yanı da kayıplar, kaybettikleriyle ilgili olanı. Verdiğim örnekte, o kadın dokuz kişilik bir ailenin hayatta kalan tek ferdiydi, enkazın altından çıkmak istemediğini, ölmek istediğini söylüyordu. Yaşadığı için kendisini suçlu hissediyor. Bir diğer yanı kaybedilenlerle ilgili olanı… Kaybettiği yakınlarıyla birlikte yaşadığı geçmişi gözden geçirmek, yapılan hatalar…

Toplumsal boyuttaki şok, “ülke olarak biz ne yapıyoruz, kendi elimizle kendimizi nerelere getiriyoruz” şeklinde yaşandı ve en öne çıkan şey devlet-halk ilişkisinin, devlet-yurttaş ilişkisinin sorgulanması oldu.

O gün şöyle davrandım, keşke yapmasaydım gibi bir hesaplaşma ve yas süreci. Tabii önce şok dönemi yaşanıyor, sonra hepimizin yaptığı gibi o ânı anlatmak, deprem ânını tekrar tekrar hayalinde yaşamak… Uyuyamamak, sürekli kendini gergin hissetmek, sıkıntılı hissetmek, nefes almakta zorluk çekmek gibi bir sendrom var, “post travmatik stres sendromu”; büyük trafik kazası gibi, tecavüz gibi, bireysel travmalardan sonra da aynı şekilde ortaya çıkıyor. Aylarca, yıllarca sürebiliyor, hatta otuz yıla kadar sürebildiği söyleniyor.

Sözünü ettiğiniz hesaplaşma, toplumsal planda da geçerli mi? Toplumsal bir vicdan muhasebesi de söz konusu mu?

Evet, tabii. Buna en güzel örnek şuydu: İstanbul’da yaşayan, İstanbul’un eğitim ve gelir düzeyi yüksek kesiminden birçok insan, depremin ikinci, üçüncü gününde toz duman içinde cansiperane çalışıyorlardı; başkaları için, tanımadıkları insanlar için. Orada, sosyal konum farkı, bireysel güç farkı, sınıf farkı ortadan kalkıyor ve o bireysel çaresizlik hissi, “hepimiz insanız, hepimizin aslında durumu birbirinden farklı değil, hepimiz çaresiziz” hissi bir bütünleşmeye götürüyor, şehir yaşamında bir masada oturup sohbet etmeyecek, birbiriyle bir içki içmeyecek insanlar orada omuz omuza çalışıyorlar. Toplumsal boyuttaki şok, “ülke olarak biz ne yapıyoruz, kendi elimizle kendimizi nerelere getiriyoruz” şeklinde yaşandı. Ve en öne çıkan şey devlet-halk ilişkisinin, devlet-yurttaş ilişkisinin sorgulanması oldu. Mesela benim de sahip olduğum bir ev zarar gördü bu depremde ve bana sağdan soldan insanlar, “başvurursan devlet zararını tazmin eder” dediler. Bu bana ilk başta ters gelmişti, çünkü alıştığımız günlük yaşamda, bireysel olarak düşündüğün zaman, sen bir mal sahibiysen, bireysel önlemler almamışsan –sigorta gibi– bunu yitirirsin, devlet niye bunu karşılamak gibi bir yükümlülük altına girsin?

Ama zaman geçtikçe başka bir perspektiften düşünmeye başladım: Ben devletin güvencesi altında o yatırımı yapıyorum, bir müteahhit bir yerde bir ev yapmış, ben de alıyorum. Neye dayanarak alıyorum? Bir, bu arazide böyle bir bina yapılması, bilimsel hesaplamalara göre mümkün ki yapılmış. Peki, bunu denetleyecek olan kim? Devlet. İki, bu müteahhit bunu doğru yapmıştır, çünkü devlet bunu denetlemiştir diyorum ve bu iki bilgiye dayanarak eğer hoşuma gidiyorsa, işime de geliyorsa oraya yatırım yapıyorum. Yani devletin güvencesiyle bunu yapıyorum. Ben bilemem oraya ev yapılır mı, yapılmaz mı, ben bilemem o betonun içindeki demirin uygun kullanılıp kullanılmadığını. Bunu devlet yasalarla denetliyor. Devlet aslında bunun için var. Bu perspektiften baktığın zaman, o müteahhit kadar devlet de suçlu. Yani, bütün mekanizma, sistem suçlu. Bu çok yaygın bir toplumsal duygu.

Orada çalışırken vatandaşın gözünde devleti temsil ediyorduk, bir devlet kurumunun adı altında oradaydık, öfkeli bir kitleyle karşı karşıyaydık, özel bir hastaneden olsaydık bu agresyonla karşılaşacağımızı sanmıyorum.

Orada çalışırken mesela, vatandaşın gözünde biz devleti temsil ediyorduk, bir devlet kurumunun adı altında oradaydık, öfkeli bir kitleyle karşı karşıyaydık, agresifti vatandaş, o koşullarda olmaması gerektiği kadar agresifti. Özel bir hastaneden olsaydık bu agresyonla karşılaşacağımızı sanmıyorum. Vatandaş, 36 saat uyumamış hekime, “niye orada çay içip beni bekletiyorsun” diye başlayıp hakaret edebiliyordu. Aslında, ikincil düzeyde sorunları olan insanlar bunlar. Gerçekten göçük altında kalmış, yakınlarını kaybetmiş, evini yitirmiş insanlar o çaresizlik duygusuyla zaten daha paylaşımcı ve daha anlayışlıydılar.

Yakınlarını yitiren insanların hayatta kalmaktan suçluluk duyduğundan söz etmiştiniz, depremde herhangi bir yakınını kaybetmeyen, maddi zarar görmeyenlerde de bir suçluluk duygusunun hasıl olduğu söylenebilir mi?

Normal zamanda bir kaza olduğunda ya da bir insan öldüğünde yas duygusu içine girmiyoruz, eğer o insanla bir şey paylaşmamışsak… O kazayı, o ölümü hayatın doğal bir sonucu veya o insanın bireysel hataları sonucu ortaya çıkmış bir felaket gibi algılıyoruz. Mesela “alkollü araç kullanan şoför kaza yaptı, şu kadar kişi öldü” haberi o kadar derinden sarsmıyor. Ama, bu boyuta ulaşınca olay, “biz de orada olabilirdik, tamamen tesadüflere bağlıdır orada olmamamız” diye düşünmeye başlıyoruz ve o olayı yaşamasak bile kendimizi güçsüz ve çaresiz hissediyoruz. Bunun bir adım ötesi de diğer insanlarla kendimizi daha yakın hissetmemiz oluyor.

Türkiye çok uzun bir zamandır ciddi toplumsal facialar yaşıyor, mesela trafik –“trafik canavarı” olarak adlandırılan fecaat– veya Genelkurmay Başkanı’nın “düşük yoğunluklu savaş” olarak tanımladığı, 30-40 bin kişinin hayatını yitirdiği felaket… Bu sosyal afetlerde aynı şey niye hissedilmedi? Herhangi bir kazada o otobüsün içinde olmak da, Şırnak’ta doğmak veya Şırnak’ta askerlik yapmak da tesadüfi şeyler. Sebep depremin çok fiziksel olması, herkesin aynı anda aynı şiddette hissetmesi mi?

Bu olay çok farklı. Diğer örneklerde birtakım akılcılaştırmalarla, olayı kendimizin dışında tutabiliyoruz. Akılcılaştırma, insan ruh yapısının en çok kullandığı savunma mekanizmalardan biri. Birtakım akılcılaştırmalarla olayın kendi içsel çatışmalarımıza ulaşmasına izin vermiyoruz, savunma mekanizmaları kullanarak bunları dışımızda tutuyoruz, içselleştirmiyoruz. Ama böyle bir olayın içselleştirilmemesi gibi bir şey mümkün değil, o an o insanın yerinde sen olabilirsin… Hiçbir kaçışın yok. İçimizdeki o güçsüzlük duygusuna, güven içinde hissetmeme duygusuna, korkusuna hitap eden bir olay. O güvensizlik, çaresizlik duygusunun içselleştirilmemesine imkân yok. Çünkü yapacağın bir şey yok, kaçış yok. Toplum içinde en çok konuşulan şeylerden biri –benim rastladığım– şu: Arsa alayım, kendim yaptırayım evimi. İyi de, gittiğin lokanta ne olacak? Çalıştığın işyeri ne olacak? Çocuğunun gittiği okul ne olacak? İnsanlar otobüsle giderken köprü çöktü üzerlerine. O zaman, daha güçlü hissetmek için birbirimize yaklaşmak gereksinimi doğuyor; ben zenginmişim, fakirmişim, eğitimliymişim, eğitimsizmişim kavramları, sınıf ayrımı yaratan kavramlar ortadan kalkıyor ve bütünleşmeye doğru yöneliniyor. Bu uluslararası boyutta da görülüyor. Birçok ulustan ileri düzeyde yardım geldi, bu da benzer bir duygu: “Bize de olabilirdi bu, biz de aslında onlardan farklı değiliz.


Bir Yunan gazetesi “Hepimiz Türküz” manşetiyle çıktı…

Tabii, mesela Yunanistan’la olan o hikâyenin başka boyutları olsa gerek, birbirini hırpalayan iki ulusun karşılıklı suçluluk duyguları önemli rol oynadı gibi geliyor bana. Kişisel bir örnek vereyim, Avrupa’daki tanıdıklarımızdan e-mail’ler geldi, “ne durumdasınız, çok merak ettik” diye. Normalde kongrelere gittiğimizde, oturup beş dakikamızı paylaşmadığımız insanlar. Hepimiz aslında –halk terimiyle söylersek– insan olduğumuzu hatırladık. Aslında güçsüzlük duygusu temelinde ortaya çıkan, birbirimizden farklı olmadığımız duygusu, “insan olduğunu hatırlamak”…

“İnsan olduğumuzu hatırlamak”la eşzamanlı olarak sorumluluk duygusu da harekete geçiyor galiba, depremin akabinde koca bir gönüllü ordusu çıktı yola…

Ben olayı şöyle yaşadım: Radyodan haberler gelmeye başladı, Avcılar’dan bahsediliyordu, o tarafta annem oturuyor, arabaya atladım, saat üç buçuk-dört üzeri Avcılar üzerinden Büyük Çekmece’ye yola koyuldum. Ve Avcılar bölgesinde gördüğüm manzara karşısında büyük bir acıma duygusu, felaket duygusu hissettim. Diğer yerlerden haberler gelmeye başlayınca, “ne yapabiliriz” diye düşünmeye başladık. Biz beş hekim, birbirimize bir zorlama olmadan bir cip arkasına eczanelerden ve kendi kliniklerimizden bulabildiğimiz ilaçları yükledik, yola düştük.

Sizi buna sevkeden saik neydi?

Herhalde en başta gelen şey, olayın sonrasında hiçbir şey yapmamış olmak gibi bir derin suçluluk duygusundan kurtulmak. “Deprem geldi geçti, her şey normale döndü, ama hiçbir şey yapmadım, kolumu bile kıpırdatmadım” gibi bir suçluluk duygusunu öngörerek, buna engel olmak amacıyla sanıyorum. Tabii burada bireysel bir amaç var, insan kendi ego bütünlüğünü korumak için harekete geçiyor. Bu herkes için geçerli, ama bir hekim için iki kat daha önemli bir şey. Biz oraya psikiyatrist olarak gitmedik, pratisyen olarak gittik, yanımızdaki malzemeler de cerrahi malzemelerdi.

DPT’nin üst düzey bir görevlisi, “temel bilimler Türkiye için bir lükstür, Batı zaten bunu üretiyor, biz de alırız, bu kadar yatırma giremeyiz” demişti. Yok işte, o iş öyle değil. Deprem bunu da gösterdi.

Nereye gittiniz? Karşılaştığınız manzara neydi?

Öğle vakti yola çıkarken kafamızda Değirmendere vardı, çünkü “hâlâ yardım ulaşmadı” haberleri geliyordu oradan. İzmit’e doğru sapınca göçükleri görmeye başladık, yol ilk başta biraz serbestti, sonra müthiş bir trafikle karşılaştık. Organizasyonsuzluğun sebep olduğu bir kaos yaşanıyordu. Arabasına bir torba ekmek koyan, bir de Türk bayrağı asan “ben yardım aracıyım” diye düşmüş yola. Aslında o da incelenmesi gereken bir konu, Türk bayrağı vardı yardım araçlarının çoğunun üstünde, doğaçlama yapılan bir şey. Kimse onlara bayrak asın demiyor… Vardığımızda karşılaştığımız manzara şuydu: Bir Tır, futbol sahasına çekilmiş, ilk basamak hizmet vermeye çalışıyorlar. Otuz-kırk ambülans, bir sürü doktor, ilaç gani. Orada bize ihtiyaç olmadığını görünce köylere çıktık. Köylerde bir matem havası hissetmedim. Köylerde hasar yoktu. Yalnızca iki depremzede gördük. Ne niyetle geldiğimizi anlayınca evlerinden çıkıp etrafımıza toplandılar, biz de elimizdeki ilaçları verdik. Gerçek ihtiyaç sahiplerine bir yararımız olamadan döndük.


Ertesi gün tekrar yola çıktık, Gölcük’e gittik. Ölü bir şehirle karşılaştık. Polisler, askerler, iş makineleri… Gerçekten depremzede olan halk bölgeden kaçmıştı. Bizim baktıklarımız ikinci, üçüncü dereceden vakalardı. Çoğunlukla da depremle ilgisi olmayan sağlık sorunlarıydı. Üçüncü sefer görevli olarak gittik, başımızda bir profesör, elli kişilik bir ekiptik, doktoru, hemşiresi… Her branştan hekim arkadaşların şikâyetleri aynıydı: Bedava ilaç veriyorduk, seçerek veriyorduk, fakat oradaki ortam nedeniyle çok da katı davranamıyorsun, “sana bakmam, gerçek depremzede değilsin” diyemiyorsun, adam diyor ki, “kulağım akıyordu, deprem oldu, arttı”. Bölgeyi havadan görme şansım da oldu, polis helikopteriyle dolaştık, genel görüntü şuydu: İnsanlar enkazların etrafında ufak çadırlar kurmuşlar, evlerini bekliyorlar. Evlerimiz yağma edilir korkusuyla çadır kentlere gitmiyorlardı.

Hesaplaşmadan, suçluluk duygusundan, sorumluluk duygusundan söz ettik, peki bu yağma korkusu ve realitesi nasıl açıklanabilir?

Toplum olarak birçoğumuz için ev hem kutsal, hem zor elde edilen bir şey. Bugünkü yaşam koşullarında orta gelirli bir ailenin evini istediği gibi döşemesi bile bir mesele. Bu da ön plana çıkıyor, zorlukla, alın teriyle yıllarca uğraşarak sağladığı eşyanın başkası tarafından alınıp götürülmesi de insanlar için çok travmatik… Yağmacılara gelince, o herhalde ayrı bir psikopataloji. Bence anti-sosyal kişilik bozukluğu bazında gelişiyor. Çevresine, insanlara empati yapamayan, eşduyum kuramayan, sırasında sadistik, mazoistik eğilimleri olan insanlarca yapılıyor bence. Tecavüzden, küçük çocuk kaçırmaktan farklı bir şey olduğunu sanmıyorum.

Ama böyle olağanüstü bir durumda, böyle bir niyetle ve kararlılıkla Samsun’dan, Nevşehir’den kalkıp deprem bölgesine gitmek…

Şu aklıma geldi, ilk yurtdışında yaşamaya çıktığımda, İngiltere’de bir şok yaşamıştım. Çocukluğumuzdan beri bizlere işlenen bir kavram var: Batı toplumu acımasızdır, insancıl değildir, sokakta düşsen kimse gelip kaldırmaz, herkes son derece bireycidir, kendinden başka kimseyi düşünmez… İnsanlar İstanbul’a kıyasla çok daha fazla yardımsever, birbirine saygılıydı. Buna tanık olunca, kendi ülkemle ilgili birçok kavram kafamda sarsıldı. Batı toplumlarından daha insancıl olduğumuz da bir projeksiyon. Projeksiyon, insan bireyinin çok kullandığı bir savunma mekanizmasıdır. Kendimizdeki bir problemi kendi dışımızda tutmak için başkalarına mâlederiz. Seni öldürmek istiyorumdur bilinçaltında, senin beni öldürmek istediğini ileri sürerim. Bu da toplumsal bazda oluşan bir şey. Paris’te beni çok etkileyen bir olaya tanık olmuştum. Aşağı yukarı balık pazarı gibi bir yerde iki çalgıcı kadın keman çalıyordu; para toplayacaklar. Bir ara yoldan geçen bir grup onların yanında durdu, sonra başkaları eklendi, derken zencisi beyazı kol kola girdiler, şarkıya eşlik ettiler. O arada düşündüm ki, bu insanlarda bizden çok daha fazla yurt sevgisi, toplum bilinci var… Halbuki bizde Türk ırkçılığı ve din çok ön plana çıkarılıyor, bence bunun altında toplumun paramparça olması yatıyor. Yani bu toprağı paylaşan değişik kültürlerden ve ırklardan insanlardan oluşan bir bütün olma aşamasına gelememişiz henüz.


Bütün bu “birlik beraberlik” söylemine rağmen…

Tabii, o da bir savunma mekanizması. Öyle bir söylemin varolması öyle bir olgunun olmamasından. Dolayısıyla adam Samsun’dan gelir, Adapazarı’nı talan eder. İlkel dürtüler tabii ki. Olayın bireysel psikoloji yanına da bakmak lâzım. Bizde bireye gelişme şansı pek verilmiyor. Zaten “devlet baba” demek, sen de çocuksun demek. Halbuki devlet, sana hizmet etsin diye senin oluşturduğun bir kavram. Sen tutup ona baba diyorsun, babanın olmadığı yerde de çocuklar birbirlerini yiyor. Hazır yokken evde… Zaten birey olarak saygı görmüyoruz, saygı duymuyoruz, dolayısıyla kendimize de saygı duyamıyoruz, çocuklukta evimizde anne-babanın karşısında söz hakkımız yok; anneyi, babayı tanrısallaştırıyoruz, toplumsal düzeyde de kendimize babalar üretiyoruz. Gelişmiş demokrasilerde, parti lideri kavramı buradaki gibi değil, bu da toplumun ürettiği bir kavram. Bir yandan da bu sistem bireyleri benlik saygısı düşük insanlar haline getiriyor.

Bu deprem, diyelim Muş-Bitlis-Hakkâri üçgeninde olsaydı, aynı toplumsal etkiyi yaratır mıydı?

Sanmam. Bir kere coğrafi olarak olamazdı, kalkıp Muş’a gidemezdim. İstanbul’dan bir buçuk saatlik mesafede oldu. Ülkenin batı kesimini, kapitalin olduğu kesimi vurdu, o yüzden de biraz daha fazla sorgulanacak. Çünkü o bilinci üretecek kesimi tehdit etti aslında, suskun halkı değil.

Son yirmi senedir bilim ve bilinç lanetlenen sözcüklerdi, depremle birlikte bilime ve bilince örtük de olsa bir iade-i itibar yapıldı mı sizce?

Bu deprem o konuda da toplumu bir adım ileriye götürecek diye düşünüyorum. Bilim Türkiye için hep soyut kaldı. Başkaları üretti, biz onları satın aldık, kullandık. Ama şimdi bilim çok yanıbaşımızdaki bir olayla birebir ilintili. Hatırlıyorum, Devlet Planlama Teşkilatı’nın üst düzey bir görevlisi, “temel bilimler Türkiye için bir lükstür, Batı zaten bunu üretiyor, biz de alırız, bu kadar yatırma giremeyiz” demişti. Yok işte, o iş öyle değil. Deprem bunu da gösterdi.

Demokrasiyle ekmek arasındaki ilişki gibi, bilimle hayat-memat arasındaki ilişkinin kurulması da acı tecrübelere bağlı galiba…

Niye şimdiye kadar bir tek tıp doktorları saygı görüyordu toplumda? Başındaki derde çare bulduğu için. Ahmet Mete Işıkara topluma lüks kaçan bir adamdı bundan bir ay önce.

Deprem bölgesindeki günlerinizi zihninizden geçirdiğinizde, etkilendiğiniz görüntülerden hangileri aklınıza geliyor ilk ağızda?

Bir Fransız fotoğrafçı en çok tül perdelere takılmış; yan yatmış, darmadağın olmuş evlerin pencerelerinden tül perdeler sallanıyormuş… İlk aklıma gelen görüntü, insanlar sokaklara dökülmüş, canhıraş bir koşuşturmaca var… Ama amaca yönelik değil, tam anlamıyla bir kaos… Adapazarı’nda, bir binanın ön cephesi tamamen aşağıya inmişti, bina ayakta duruyordu, ama ön cephesi bıçakla kesilmiş gibiydi. İnsanların salonlarını görüyorsun; eşyalar yerlerinde duruyor, perdeler sallanıyor, koltukları görüyorsun. Koltuklar, perdeler var, ama duvar yok. Beni en çok kaos etkiledi. Ve devletin ön plana geçmesi gereken bir duruma düştüğümüzde demek ki çaresiziz, kendi kendimizeyiz duygusu… O zaman niye bu kadar vergi veriyoruz? Koltuklar, perdeler var, ama duvar yok. Savunmasızsın…

 


ÜÇ GÖNÜLLÜNÜN İZLENİMLERİ

Televizyonda göründüğü gibi değil

Express ve Roll mürettebatından Ender Ergün ve Hakan Lokanoğlu ile mimar Musa Tambaş, facia haberi gelir gelmez atlayıp deprem bölgesine gitmişlerdi. Tanık oldukları ve anlattıkları, deprem dayanışmasının ve seferberliğinin bambaşka bir yüzüne ışık tutuyor.

Hakan: Deprem bölgesinden döndükten sonra düşünürken, başkalarına vaziyeti anlatırken, asla uzaktan anlaşılmayacağını farkettim. Tesadüf, geçenlerde Bourdieu’nün Televizyon Üzerine kitabını okumuştum. Bütün bu yardımların önce adeta infial halinde gelmesini, sonra gelmemeye başlamasını kafamda evirip çeviriyordum. Aslında bunu, meselenin asla anlaşılamamasına yordum. Televizyon bu felaketi anlatmaya uygun bir araç değil. Bir kere boyut eksikliği var, derinlik yok. Açıyla da ilgili. Umumiyetle geniş açıyla çalışılıyor, nesnelerin birbirleriyle orantısı bozuluyor. Gerçekliği asla algılayamaz hale geliyor insan. Tabii, dördüncü boyut da yok; zaman yok. Orada belli bir vakti geçirmen başka bir şey anlatıyor. Sonuçta, ekranda gerçekliğin özetini dahi görmemiş oluyorsun. Bunu okurken yazarken falan anlıyorduk ama, ilk kez gerçek bir vakayla dank etti.

Gerçek görüntüyle ilk nerede karşılaştın?

Hakan: Geceyarısı İzmit, sonra Gölcük… Bir minibüsün arka penceresinden akan yolu görüyorsun. Akan bir yol ve sağda solda bir zamanlar bina olan yıkıntılar…

Sizi gitmeye yönelten neydi?

Hakan: İlk 24 saat pek bütünlüklü bir bilgiye sahip değildik. Sadece yukarıdan helikopter görüntüsü. Gölcük, Tüpraş… “Bu böyle olmayacak. Çıkalım ne yapacaksak yapalım” diye konuştuk. “Burada değil, orada olmak lâzım…” Gitme duygusundan ziyade, kalmama duygusu. Bir yere gitmek gibi değil.

Ender: Memlekete faydalı bir iş yapıyor muyum, yapmıyor muyum gibi bir şey de var. Belli bir yere gitmekten çok, burada durmanın anlamsızlığı hâkimdi.

“Bu böyle olmayacak. Çıkalım ne yapacaksak yapalım” diye konuştuk. “Burada değil, orada olmak lâzım.” Gitme duygusundan ziyade, kalmama duygusu.

Musa: Biz İTÜ Mimarlık’tan on kişi toplandık. Tuzla’da buluşmaya karar verdik. Yanıma bir pantolon, bir kazak aldım, o kadar. İzmit’e ulaştığımızda ilk gün bizi enkaz çalışmasına götürdüler. Mesela yedi katlı bir binanın enkazı üç buçuk metreydi. 26 kişi çıkarmışlardı. Son sekiz-on kişi olduğu söyleniyordu. Çığlık ya da inleme gelen yerlere ilk gün sadece elle eşeleyerek ulaşmaya çalışmışlar. İkinci gün, gönüllü ekipler gelmiş. Askerler genellikle yardımları, ekipleri Gölcük’e, askeri tesislere yönlendirmiş. Gölcük’te ciddi kavgalar olmuş. İki gün sonra biz enkaz çalışmasına katılmamaya başladık. Uzmanlara devrettik. Bizi yönlendirdikleri çalışmalara girdik: ilaçlama, erzak temini, erzak dağıtımı… İki gün boyunca ilaçlama yaptık.

Hakan: Ender dokuz kamyon konserve, kuru gıda gibi şeyler ayarlamıştı. Bizim düşüncemiz, sağ kalanların ihtiyaçlarını öğrenebildiğimiz kadar öğrenip öyle oraya gitmekti… İnsan Yerleşimleri Derneği geldi aklımıza. Üç sivil toplum örgütü bir arada (Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi, Sivil Anayasa Girişimi ve İnsan Yerleşimleri Derneği) hareket ediyordu. Oraya gittiğimiz gün, zırıl zırıl telefonlar çalıyor, bakacak insan bile yok. Oysa biz oraya, adres alıp yola çıkmak üzere gitmiştik. Ama oradan çıkamadık.


Ender:
Bölgeye gitmek isteyenler, yardımda bulunmak isteyenler, “elimde kamyon var, bunu nasıl kullanabilirim” diyenler… Biz de bunların kayıtlarını aldık, tasnifini yaptık. İhtiyaçlara göre buluşturmaya çalıştık. Sebze halinden arıyordu mesela adamın biri, “iki tır çıkardım yola” diyor. İçinde ne var, biliyor musunuz? Taze fasulye, domates, biber… “Ben bunu nereye yollayayım?” diye soruyor. İster istemez bu tür yardımların bir kısmını geri çeviriyorsun, karşındakiler de bozuluyor. Niçin geri çevrildiğini adamın kalbini kırmadan, doğru dürüst anlatman gerekiyor… Deprem bölgesine ilk parti giden arkadaşlar gelince, ben dernekte kovaladığım işleri onlardan birine devrettim. Buradan birkaç kişi buldum, beraber dört kişi yola çıktık.

Bir insan deprem travması nedeniyle yağmacı olmaz herhalde. Hem yoğun acı, hem istismar, yağma… Gerçek ihtiyaç sahibi insanlara zor ulaşıyorsun. Kimilerinin stok çadırları var.

Trafiğe çakıldık. İzmit’ten öteye geçiş yoktu. Elimizdeki yardım malzemelerini kriz masasına bırakalım dedik. Ama buna imkân yoktu, çünkü kriz masasında başka bir kriz vardı. Orada laftan anlayabilecek birini gözüme kestirdim, durumu anlattım. Değirmendere’den kalem pil istenmiş. En azından pilleri oraya götürelim ki, ilk etapta bir iş yapmış olalım. Masada oturuyorlar öyle. Ama bir şey yapmıyorlar. Herkesin önünde bir tane boş A4 kâğıt ve bir tükenmez kalem. Ellerinde de telsiz. Bir koşturmaca var, ama kimse kimin nerede olduğunu ve ne yaptığını bilmiyor. “Biz bu malzemeyi buradan geçiremeyeceğiz” diye düşündük, moralimiz bozuldu. Elimizdeki yardım malzemelerini İzmit TMMOB’a bıraktık.

Musa: Adapazarı hakikaten facia bir yerdi. Merkezin neredeyse tamamı kullanılmaz haldeydi. İmkânı olanlar iki gün içinde burayı terkettiler. Adapazarı’nda bir cadde var, o caddeye üç tır götürsen, on beş dakikada, içinde ne olduğu önemli değil, hiçbir şey kalmaz. Şöyle düşündüm: Bir insan deprem travması nedeniyle yağmacı olmaz herhalde. Hem yoğun acı, hem istismar, yağma… Gerçek ihtiyaç sahibi insanlara zor ulaşıyorsun. Kimilerinin stok çadırları var ya da evlerini kullanıyorlar. Olmayan birtakım ihtiyaçlar üretip merkezi arıyorlar…

Ender: Enkazın altında yakınlarını bekleyen iki kızkardeşe tecavüz edildiğini duyduk. Abartılmış olabilir, ama doğruluk payı da olabilir.

Musa: Bir-iki psikologla tanıştık, onlar da bu tür konulardan bahsediyorlardı. Tecavüz vakalarının, ölülere ve canlılara tecavüzün, saldırganlığın beklenen bir şey olduğunu söylüyorlardı. İnsanlar öyle şeyler anlatıyorlar ki, adamın elinde kesik bir kadın kolu var, bilezikli… Enkazda cesedin yanına gidiyor, bileziği çıkaramıyor, kolu kesiyor… Mesela ilaçların fiyat kupürlerini kesip İstanbul’da pazarlayanlar varmış. Bağlantılı adamlar, bunu düşünerek gelmişler. Çok organize… Bu türden şeyler yapanları döverek cezalandırmak, linç etmek normal karşılanıyor.


Ender:
Birini öldürüp enkaz altına atmak, linç etmek meşru görülebiliyor orada.

Musa: Bir depoda giyecekleri, yiyecekleri, temizlik malzemelerini tasnif ettik. Kapıdan insanları birer birer alıp gezdiriyorduk. Bir kadına kapıyı açtım. “Ne istiyorsunuz?” diye sordum. “Çocuk maması” dedi. Çocuğun kaç aylık olduğunun öğrenilmesi gerektiğini söylemişlerdi. “Kaç aylık?” diye sordum. “Daha doğmadı” dedi. “Bir kere doğsun, sonra bakarsın, buraya her gün mal geliyor” dedim. Çocuk bezi de istedi. Yarın ne olacağını bilememekten.

Hakan: İnsanlar gerçekten çok zor durumda. Bir hafta öyle yaşasak, feleğimiz şaşar.

Ender: İlk günden olağanüstü hal ilan edilseydi orada, ne linç olurdu, ne yağma, ne de elinde sopalarla mahalle başında bekleyen ülkücüler. Oraya giden bukalemun gibi deri atıyor ve değişiyor. Dünyanın en sağlıklı insanı gitsin, oranın koşullarına uyum sağlıyor, hem kafa olarak, hem fiziksel olarak. Var kalma mücadelesi veriliyor. O yağmaya, talana da uyum sağlayabiliyorsun.

Hakan: Semerciler mahallesindeki bütün çadırları tek tek gezdik. Bazılarının tavana kadar dolu ikinci bir erzak çadırı vardı.

Musa: Anlaşılabilir şeyler bunlar. Kışa hazırlık, yardım kesildikten sonrasına hazırlık…

İsraillilerinki çadır değil, bayağı kamptı, hastane kurmuşlardı. Karınca gibi, acayip organize çalışıyorlardı. Ağlayasım geldi. Ciddi ciddi imrendim.

Ender: Uyuz, bitlenme gibi hastalıklar var. Bizim kamp kurduğumuz yerin yan tarafında tabiplerin kaldığı çadırlar vardı. Sol tarafta da Sağlık Bakanlığı’nın büyük bir çadırı. Çadıra bitişik nizam yataklar koymuşlar, bir tek battaniye bile açılmamış. Orada görevliler sabah akşam bekliyorlardı.

Musa: Hastalar İsraillilerin sağlık çadırına gidiyorlardı. Dilini bilmese bile onlara güveniyorlardı.

Ender: İsraillilerinki çadır değil, bayağı kamptı, hastane kurmuşlardı. Karınca gibi, acayip organize çalışıyorlardı. Ağlayasım geldi. Ciddi ciddi imrendim. Onları hiç kimse zorlamadı buraya gelmek için. Bir taraftan da bizimkilerin çadırına bakıyorsun… 30 Ağustos günüydü, bir baktık birisi çadırının üstüne koskoca Türk bayrağı asmış. 30 Ağustos vesilesiyle milliyetçi duyguları kabardığı için mi artık, bilmiyorum.

Musa: Orada özellikle MHP’lilerde bizden olan-olmayan ayrımı çok güçlüydü. Bir de Jet-Pa’nın bir aracı vardı, otomobilin üzerine dev bir tabela kondurmuşlar, “Jet-Pa yardım aracı” yazıyor üstünde, küçücük otomobil, onu taşıyacağım diye sallanıp duruyordu.

Hakan: Altı-yedi çadır olan bir yere biz de beş-altı çadır daha kuracaktık. İhtiyaç vardı. Çadırları daha kurmaya başlarken, kaşla göz arasında bir tanesi yok oluverdi. On beş saniyede… Meğer adamın fındık bahçesi varmış, oraya kuracakmış, topladığı fındıkları koyacakmış… Kocaman adamlar seni kandırmaya çalışıyor, birbirlerine üçkâğıt yapıyor, yalan söylüyor…


Ender:
Olay henüz çok sıcak olduğu için mi, her şeyin belirsiz oluşundan mı, gündelik ihtiyaçların derdine düşmekten mi, bilmiyorum, çevrede acı, ıstırap, teessür ifadesine rastlamadım. Hard disk çöküyor, duygular sıfırlanıyor. Öyle bir şey. Adam afetten sonra hafızasını ister istemez sıfırlamak zorunda kalıyor. His yok oluyor artık bir şekilde… Ağlayan insan hiç görmedim.

Hakan: O yükle yaşayamaz, onu bir şekilde hafifletecek…

Ender: Bizim gördüğümüz olgun davranan, kanaatkâr, düşünceli insanlar bir elin parmaklarını geçmezdi açıkçası.

Hakan: Sekiz-dokuz yaşında bir çocuk, bizim bir başka ekipteki arkadaşlara rehberlik yapmış. Nerede ne var, neresi ne durumda, onlara gösterip anlatmış. Çocuk depremin sabahı arkadaşlarını merak etmiş en çok. Önce okula gitmiş, bakmış okulu yıkılmış, sonra köy köy dolaşmış, arkadaşlarını aramış… Bizimkiler ayrılırken, “kötü günümüzde geldiniz, iyi günümüzde de gelin” diyerek vedalaşmış çocuk… Bir de yaşlı amcalar, dedeler çok olgundu.

Musa: Bir muhtarlık azasına rastladık. Yaşlı bir adam. Çıkmaz sokağın birinde kocası ölmüş bir kadın, üç de çocuğu varmış. O kadının hiçbir yardım alamadığını fark etmiş, ona ulaşmadan kamyonlar yağmalanıyormuş. Kadınla gidip konuşmuş, “iki gündür bir şey yemiyoruz, ben bir şey istemem ama, çocuklarıma birer ekmek verin” demiş. Bu adam her gün o kadına iki torba erzak götürüyordu.

Hakan: Çadır çadır gezerken bir yaşlı adamla karşılaştık. “Neye ihtiyacınız var, ne yapıyorsunuz? İlaç lâzım mı?” diye sorduk. “Yok evladım, hiçbir şeye ihtiyacımız yok” dedi. İlk defa bir şey istemeyen birine rastlamıştım. “Konun komşun vardır, sen tanırsın, kime ne lâzım?” diye sordum, “Valla bana sorarsan, bunların hiçbir şeye ihtiyacı yok” dedi. “Ama sen git sor istersen. Onlar isteyecektir. Gelmeyin siz. Geldiniz sağolun, ama yeter artık, gidin. Biz yamyam olduk artık, insanlıktan çıktık biz.

^