SENELER

Emek Erez
10 Nisan 2022
Resimler: Dorothea Tanning
SATIRBAŞLARI

Zaman bireyin tek başına deneyimlediği bir şeyi ifade eder gibi görünür. Oysa öznel zamanın içinde de nesnelerle, başkalarıyla, çağla, dönemin öne çıkan isimleriyle, sorunlarıyla ilişkileniriz. Bu durum belleği, bireyin sadece kendisiyle ilgili olarak düşünmekten alıkoyar ve böylece kolektif hafızanın alanına girilir.

İnsan geçmişi yeniden inşa ederken, onu anıya dönüştürürken devreye başka şeyler girer; koku, ses, tat, fotoğraf, his, herhangi bir nesne, sima geçmiş anları hatırlamada işlevsel olur. Zira, sosyolog Maurice Halbwachs’ın Kolektif Hafıza[1] kitabında ifade ettiği gibi: “Hatıralarımız genellikle kolektif olarak kalır ve yalnızca bizim müdahil olduğumuz olaylar ve yalnızca bizim gördüğümüz objeler söz konusu olduğunda bile bize başkaları tarafından hatırlatılır. Bunun sebebi, aslında hiçbir zaman yalnız olmamamızdır.

Dönemin içine girmek

Bu durumda, hafızadan bahsederken, onu bireysel olandan çok kolektif olanın alanında düşünmeliyiz belki de. Annie Ernaux’nun çok ses getiren, bir yıl içinde beş baskı yapan kitabı Seneler’ine[2] bu açıdan yaklaşabiliriz. Ernaux Seneler hakkındaki bir söyleşisinde, “Kitabın her ânında dönemin içindeydim. Tamamen içine girmiştim!”[3] diyor. Bu da anlatının yazarın döneminin içinden devşirildiğini, bu nedenle metni kişisel alandan çok onun döneminin içinden düşünmek gerektiğini hatırlatıyor. Kitabı okurken de bunu sezebiliyoruz.

Ernaux yaşadığı çağı bireyselin alanından anlamlandırıyormuş gibi görünse de, anlatı boyunca takip edebildiğimiz gibi, içinden geçtiği çağa sızıyor. Bu sızma gündelik yaşamın ayrıntılarından, dönemin politik-sosyolojik gelişmelerine, tüketim kültürüne, modaya, popüler kültür imgelerine, çocuk, ergen, genç ya da orta yaşlı bir kadın olmanın değişen anlamına, müzik zevklerine, çağını etkileyen felsefi tahayyüllere kadar pek çok konuyu kapsıyor. Ernaux böylece, içinden geçtiği zamanın izlerini, bir kuşağın tarihsel hikâyesiyle birleştirerek anlatıya yerleştiriyor.

Annie Ernaux

Seneler’i kolektif hafızanın alanına konumlayabilmemizi sağlayan bir unsur da anlatının genellikle üçüncü tekil ve üçüncü çoğul şahıs diliyle oluşturulması. Örneklemek gerekirse, “Gelecek tahayyülü, eylülde okullar açılır açılmaz ajandamızda tatil günlerini daire içine almakla sınırlıydı” veya “Kendisini evlilik ve aile hayatının dışında düşünmeye başladı.”

“Konumlandırma” ve “tanınma” ilişkisi

Kitapta kullanılan bu dil yazarın anlatıda kendi sınırlarından çıkmasını sağlıyor, metinle arasında bir mesafe yaratıyor ve bir dönemi birlikte yaşayan insanların belleğini ortaklaştırıyor. Zira, hatırayı şimdide canlandırmak, onu bir yere yerleştirmek için daha önce de sözünü ettiğimiz gibi şeylere veya başkalarına ihtiyacımız var.

Maurice Halbwachs’ın Hafızanın Toplumsal Çerçeveleri[4] adlı kitabında, “konumlandırma” ve “tanınma” olarak bahsettiği de biraz bu durumla ilişkileniyor: “Konumlandırmak, bir anıyı edindiğimiz an bir fikre sahip olmaktır. Tanımak ise gördüğümüz bir kişinin ya da zihinden geçen bir imgenin, ne zaman olduğunu söyleyemesek de, önceden karşımıza çıkmış olduğu hissidir. Bu fikir hisse eklendiğinde anı hem tanınmış hem de konumlandırılmış olur.”

Annie Ernaux yaşadığı çağı bireyselin alanından anlamlandırıyormuş gibi görünse de anlatı boyunca içinden geçtiği çağa sızıyor, içinden geçtiği zamanın izlerini, bir kuşağın tarihsel hikâyesiyle birleştirerek anlatıya yerleştiriyor.

Böylece şunu söyleyebiliyoruz: Anıya dair yaşandığı an oluşan fikrin tanınır hale gelmesi için “bir kişinin ya da zihinden geçen bir imgenin” oluşturduğu hisse ihtiyacımız var. Her ne kadar hisler ilk bakışta bireyselmiş izlenimi verse de bu açıdan bakınca onun da kolektif bellekle ilişkili olduğu görülüyor. Bu durumda, Ernaux’nun Seneler’de, bireysel fikrini hisle birleştirdiği bir anlatı oluşturduğu söylenebilir. Çünkü yazarın anının oluşturduğu ilk fikirden (konumlandırma) hareketle başlayan yazı sürecini, his (tanınma) ile şeylerin ve başka kişilerin devreye sokulmasıyla bir kuşağın hikâyesine dönüştürdüğünü metin boyunca gözlemliyoruz.

Fotoğraflar

Seneler’de Ernaux’nun anlatısında işlevselleştirdiği fotoğraflara da bu açıdan bakılabilir. Zira, metinde fotoğrafların “konumlandırma”, yani yazar için anının yaşandığı an oluşan fikri şimdiye çağırma işlevi taşıdığı görülüyor. Fotoğrafla oluşan fikir zamanının hissiyle, kişileriyle, nesneleriyle, politik anlarıyla, değişen tüketim alışkanlıklarıyla, modasıyla kesiştirilerek tanınır hale getiriliyor. Zira, yine Halbwachs’ın ifadesiyle, “Anıyı konumlandırmak için, onu zaman içindeki yerini bildiğimiz diğer anı bütünüyle ilişkilendirmek gerekiyor.[5]

Örneğin, “İçeride çekilmiş siyah beyaz fotoğrafta, yakın planda, genç bir kadınla küçük bir oğlan yastıklarla kanepeye dönüştürülmüş bir yatakta yan yana oturuyor, arkada tül perdeli bir pencere, duvarda bir Afrika objesi. Açık renk jarse kumaştan hırka-bluz takımı giymiş, etek boyu dizüstü…

Bu fotoğraf ânının yazarda oluşturduğu fikir açılarak okuru, 1967 yılında yaşamın nasıl olduğunu tahayyül edebildiği bir anlatma biçimiyle karşı karşıya getiriyor. Bir pazar günü çekildiğini öğrendiğimiz bu fotoğraf, o dönemde verilmesi gereken “çekirdek aile pozu”nun önemini gösteriyor. Şu cümleler de bunu açık ediyor: “Fotoğraf ‘çekirdek aileyizamanın içine yerleştirerek bu inşaya katkıda bulunuyor.” 

Hislerin devreye sokulduğu anlarda bu durumun onun açısından sıkıntılı olduğunu fark ediyoruz. Günlük işlerin içinde kaybolmuş, “çekirdek aile”nin herkesin ulaşmak zorunda olduğu bir ideal olarak önüne konduğu bir zamanda, bir kadının kendi yaşamını, hayallerini bir kenara bırakmak zorunda kalışını seziyoruz. Çünkü Ernaux evde günlük işleri yerine getirmekten bahsederken, “bu hücrenin bakımını ve devamını sağlamaya” çalıştığından bahsediyor.

Bu durum bize yazarın aileyi bir hücre olarak tahayyül ettiğini düşündürüyor, ki ailesinin tutuculuğundan ötürü gençlik zamanlarını epey sorunlu geçirdiğine de tanık oluyoruz. Bu açıdan Seneler’de aile kurumuna eleştirel bir bakış da söz konusu.

Böylece, Ernaux’nun anlatısında üçüncü şahıs kullanımı –onun hikâyesi veya bizim hikâyemiz olarak anlatılan– döneminin kadınlarının öyküsünü yazarınkiyle kesiştiriyor.

Aile yemekleri

Seneler’den söz ederken üzerinde durulması gereken anlardan biri de aile yemekleri. Ernaux her dönemi bir aile yemeğiyle sonlandırıyor. Yemek ve sofra kültürü sınıfsal konum, tüketim alışkanlıklarının değişimi, sofradaki oturma biçimlerinin anlamı, cinsiyet rolleri gibi pek çok farklı konuyu bir arada düşünmeye fırsat veriyor. Bu nedenle bir metinde rastgele seçilmiş bir an gibi görünse de, özellikle dönem anlatılarında, yemek bizi kolektif belleğin alanına götürebiliyor.

Seneler’in anlatısındaki 1950’lerden bir yemek sahnesine bakalım: “50’lerin ortalarında, aile yemeklerinde, ergenlik çağına gelen çocuklar söze karışmadan sohbeti dinlemek üzere sofrada kalır, komik bulamadıkları şakalara, fiziksel gelişimleri hakkındaki takdir edici yorumlara, yüzlerini kızartma maksadıyla yapılan açık saçık imalara nazikçe gülümser, şarap, likör ve yemeğin sonunda sigara içmelerine izin verilmesi yetişkinlerin dünyasına adım atmaya başladıklarının işareti olsa da kendilerinde sohbete tamamen katılma hakkı göremez, dersleriyle ilgili dikkatli sorulara cevap vermekle yetinirlerdi.

Ernaux her dönemi bir aile yemeğiyle sonlandırıyor. Yemek ve sofra kültürü sınıfsal konum, tüketim alışkanlıklarının değişimi, sofradaki oturma biçimlerinin anlamı, cinsiyet rolleri gibi pek çok farklı konuyu bir arada düşünmeye fırsat veriyor.

Bu yemek sahnesi 1950’li yıllarda sofra hiyerarşisine dair göstergeler sunuyor. Gençlerin sofradaki yerine bakınca, söz hakkına pek sahip olamadıkları, büyüklerin gözetiminde orada yer alabildikleri görülüyor. Peki, aile sofralarını sadece kişisel belleğin alanında mı düşünmeliyiz? Bu konuda Halbwachs’ın şu cümlelerine bakabiliriz: 

Bir aileye nasıl girersek girelim –doğum yoluyla, evlilik yoluyla ya da başka türlü– konumumuzun bizim kişisel duygularımızla değil bize bağlı olmayan ve bizden önce var olan kurallar ve âdetlerle belirlendiği bir gruba bağlanmış olarak buluruz kendimizi.[6]

Ernaux’nun aile sofrası anlatılarına bu cümle üzerinden yaklaştığımızda, 1950’ler sofrasında gençlerin konumu döneminin izlerini taşırken, sofrada bulunan bireylerin kişisel olmayan kaidelerle, çeşitli adab-ı muaşeret kurallarıyla çevrili olduğu fark ediliyor. Bu kurallar kolektif belleğin ürünü olarak aktarılmış bir yan taşırken, sofrayı kişisel bir alan olarak düşünmemizin önüne geçiyor. Bu durumda, Seneler’in anlatısında her bölüm sonu rastladığımız Noel sofralarının ve sofradaki muhabbetlerin de kolektif belleğin alanına girdiği söylenebilir.

Zira, sofralar belleğin oluşmasında ve anıların kuşaktan kuşağa aktarılmasında epey işlevsel bir rol oynayabiliyor. Ernaux’nun andığımız söyleşisinde bu konuda sorulan soruya verdiği yanıt da bunu anımsatıyor: “Benden önceki dünyanın hafızasını Noel yemeklerinde algıladım. 1940’taki savaşın hatıraları bana hiç uzak değil. Bu aile hafızası, yemeğin sonunda tatlı yerken söylenen şarkılar. Önceki zamanlar çocukluğumda bana bu yemeklerde aktarıldı.

Bunu destekleyen bir örnek de metinden verilebilir. 1950’li yıllar sofrasının yemek sonrası sohbetleri de dönemin gündelik yaşamında nelerin konuşulduğunu görmemizi sağlıyor ve bu sohbetler hem kişinin kolektif hafızanın içine katılışı hem de hafızanın sonraki kuşaklara nasıl aktarıldığı hakkında düşündürüyor.

Afiyetle yenen her yemek hakkında yorum yapılır, hangisinin nasıl hazırlanması gerektiğine dair tavsiyeler verilir, aynı yemeklerin daha önce yendiği anlar yâd edilir, ardından misafirler Sputnik, uçan dairelerin gerçek olup olmadığı, Rusların mı Amerikalıların mı daha önce Ay’a gideceği, Abbé Pierre’in acil yerleşim projeleri, hayat pahalılığı muhabbetine koyulurdu. Konu döner dolaşır yine savaşa gelirdi.

Feminist bir yaşama doğru

Seneler İkinci Dünya Savaşı sonrası ruh halini bir kadının gözünden okumayı sağlayan bir metin. Gündelik muhabbetlerin dönüp dolaşıp savaşa gelmesi, insanların ruhlarında açtığı yaranın etkisini de anlamamızı sağlıyor, ki Ernaux’nun metinde Fransa toplumu üzerinden anlatıya taşıdığı savaş sonrası ruh hali belki de dünyanın o zamanının ruhunu temsil ediyor.

1970’lerde yükselen itiraz yazarın anlatısıyla kesişiyor, verilen mücadelenin, direnmenin feminizmle ilişkilenen yanı şimdinin mücadelesini ortaklaştırıyor. Anımsatma işlevi görüyor. Seneler’in ayrıntılarına sinen feminist imgeler kitabı feminist bir kolektif bellek metni olarak da değerlendirme imkânı veriyor.

Seneler’de yaşamın ve çağın içinden gelişen bir feminist perspektifin yansıması da seziliyor. Çocukluğu ve gençliği taşrada, aile gözetiminde, baskın erkeklik kültürüyle geçmiş bir yazarın, evden kaçıp özgürleşme sürecini başlattığı, kişisel kayıtlarını bir dönem anlatısı haline getirdiği bir metinden söz ediyoruz nihayetinde. Zira, şu cümleler yazarın taşrada geçen ilk gençlik günlerinde hissettiği baskının açık ifadesi haline geliyor:

Pazar günleri ayin sonrasında, kendisiyle aynı ‘mütevazı’ kesime mensup iki-üç kız arkadaşıyla şehirde ‘takılıyorlar’, annenin saat yasasını asla ihlâl etmemeye her zaman özen gösteriyor (“Bu saat dediysem bu saat, bir dakika bile gecikmek yok.”).

Böylesine katı kuralların olduğu bir yerde özgürleşmenin, başka bir yere kaçmanın yolunu bulmaya çalışan genç kadınlar, dönemin kitapları ve şarkılarıyla yaratıyorlar kaçış imkânını. Şarkı sözleri deftere kaydediliyor, hiç gidilmeyen Paris bir düş olarak yaşama ekleniyor, erkeklerle ilk temas genç kadınların birbirlerini destekleyerek hazırladıkları bir güne dönüşüyor, hamile kalma korkusu cinselliği korkutucu bir şey haline getiriyor ve tüm bunlar kadınların varlık ve özgürlük mücadelesiyle kesişiyor.

Çocukluk ve ergenlik deneyimlerinin bireyin hafızasında önemli bir yere sahip olduğu düşünülürse, yazarın anlatıya taşıdığı ve bizzat öznesi olduğunu sezdiğimiz kürtaj hakkı ve toplumsal cinsiyet eşitliğine dair eylemler, dönemin feminist düşünürlerinin de etkisiyle, feminist bir yaşamın nasıl inşa edildiğini görmemizi sağlıyor.

1970’lerde yükselen itiraz yazarın anlatısıyla birleşince, verilen mücadelenin, direnmenin feminizmle ilişkilenen yanı şimdinin mücadelesini ortaklaştırıyor. Anımsatma işlevi görüyor. Seneler’in ayrıntılarına sinen feminist imgeler bu nedenle kitabı feminist bir kolektif bellek metni olarak da değerlendirme imkânı veriyor. Yazarın da aslında bir bakıma kitabı böyle bir düşünceyle ortaya çıkardığından bahsedilebilir, çünkü metnin farklı yerlerinden bunun izini sürebiliyoruz, şu cümlelerde olduğu gibi:

Seneler’in yöntemi türler ötesi, ama bellek ve tanıklık metinlerinin şimdide işlevi ve yöntemi hakkında da düşündürüyor. Dönem anlatıları önemli, çünkü tarihin bir ânı şimdiye nasıl bakacağımız hakkında bir şeyler söylüyor.

Evliliğin çift olma halinin körelttiği düşünce ve duyguları keşfedince, aklına 1940 ile 1985 arasını kapsayan ‘bir tür kadınlık yazgısı’ yazma fikri geliyor, biraz Maupassant’ın Bir Yaşam’ı gibi, kendisinin içinde ve dışında, tarihin içinde, zamanın akışını hissettirecek, bütün varlıklardan ve şeylerden, ebeveynlerden, kocadan, evden ayrılan çocuklardan, satılan mobilyalardan vazgeçişle, mülksüzleşmeyle sona erecek birtotal roman’.”

1940’lardan 2000’lere

Seneler farklı bağlamlarda okunabilecek bir metin. İlerleme fikrinin heyecanla karşılandığı, markaların, popüler kültür imgelerinin hızlıca değiştiği, teknolojik “gelişmeler”in yarattığı yetişme kaygısı, 68 hareketinin feminist mücadeleyle kesişen yanları gibi, 1940’lardan 2000’lere kadar olan süreç… Bütün bu bahsedilenler, kolektif bellekle ilişkilendirilerek kayda geçiriliyor ve şimdinin hafızasıyla ilişkilenerek, okura zamanın başka anlarını deneyimleme imkânı veriyor.

Seneler’in yöntemi türler ötesi, ama bellek ve tanıklık metinlerinin şimdide işlevi ve yöntemi hakkında da düşündürüyor. Dönem anlatıları önemli, çünkü tarihin bir ânı şimdiye nasıl bakacağımız hakkında bir şeyler söylüyor. Yaşanan bir yerlerde kalıp gitmiyor, sıradan bir nesnenin hayata dahil olması veya bir direnme ânı, şu anda hayatta olup bitenin bir hikâyesinin olduğunu gösteriyor.

Şimdide yapabildiklerimizin yer yer anlamsız hissettirmesi doğal, ama bunun bir gün başka yerde umut olabileceğini hep anımsamak gerekiyor. Ernaux’nun Seneler’i bunu yapıyor, yaşamın zorlanılan anlarını da umuda vesile olan yanlarını da görmeyi sağlıyor. Zamanın kaydının acelece anlatıya taşınamayacak kadar şimdiyi belirlediğini, hayatta sadece büyük anların olmadığını, gündeliğin sıradan görülebilecek en küçük ayrıntısının bireyin ve toplumun yaşamında belirleyici olabileceğini anımsatıyor. Bu açıdan Seneler yöntemiyle de hem okura hem yazma çabası içinde olanlara esinlendirici bir yol gösteriyor.

ALTINI ÇİZDİĞİMİZ SATIRLAR

Pinpon ihtiyar, velvele yapmak, çok sükseli, gabi! Çoktan tedavülden kalkmış deyişler tesadüfen tekrar kulağa çalındığında, kaybedilen bir eşya neden sonra bulunduğunda olduğu gibi, birden kıymete binerler ve nasıl olup da unutulmaya direndiklerine hayret eder insan…

Ekmeğe saygıda kusur edilmezdi, buğday tanesinin üzerinde Tanrı’nın sureti vardır.

Varoluşumuzun ufku ilerlemeydi. İlerleme refah anlamına geliyordu, çocukların sağlık ve afiyette, evlerin ışıl ışıl, sokakların aydınlık olması demekti, savaşın ve köy hayatının tüm karanlık unsurlarına sırt çevirmek de demekti.

Zaman herkesin yüzüne aynı şekilde gülmüyor deniyordu.

Kitaplar ve filmler ile toplumun buyrukları arasında, geniş ahlâki yargılar ve yasaklar bölgesi uzanıyordu, bizim onlarla özdeşleşme hakkımız yoktu.

Taşradaki ergenlik muhtemelen şöyle özetlenebilir: şehre inmek, hayal kurmak, kendini tatmin etmek ve beklemek.

Arzuların ve yasakların alanı genişledikçe genişliyordu. Günahsız bir dünya ihtimalinin kapısı aralanıyordu. Yetişkinler modern yazarlar yüzünden ahlâktan çıkmakla ve hiçbir şeye saygı duymamakla suçluyordu bizi.

Her şeyi “sahicilik” terazisinde tartıyorduk. Boşananları ve komünistleri aynı yüz karası kefesine koyan anne babalarımızla ipleri koparmaktan çekinmesek Partiye girecektik.

Yoksulluktan kurtuluş yolu olmanın ötesinde, üniversite eğitimini onda acıma duygusu uyandıran, önü tıkanan, durağanlığa mahkûm edilen kadınlık durumuna karşı mücadele için de ayrıcalıklı bir araç olarak görüyordu.

Şeylerin bolluğu, fikirlerin kıtlığını ve inançların aşınmasını gizliyordu.

Zamanın her ânında, insanların yapmayı ya da söylemeyi doğal kabul ettiği şeylerin yanı sıra, düşünülmesi kitaplar ve metrolardaki afişler kadar fıkralarla da tembih edilen şeylerin yanında bir de toplumun bile isteye olmasa da sustuğu şeyler var. Bu suskunluk nasıl adlandıracaklarını bilemedikleri bu şeyleri hissedenleri bir başlarına acı çekmeye mahkûm ediyor.

1968, dünyanın birinci yılıydı.

Ne hangi gün ne de hangi ay olduğunu hatırlayacaktık sonradan, ama ilkbahardı. Nouvel Observateur’de yasadışı kürtaj yaptırdıklarını ilan eden 343 kadının –meğer ne kadar çokmuşlar ve buna rağmen çarşaflara fışkıran kan ve sondayla baş başa ne kadar yalnızmışız– hepsinin adlarını tek tek okuyuşumuz dün gibi aklımızdaydı.”

Toplumun şimdi bir adı vardı, “tüketim toplumu” deniyordu.

Walkman’le birlikte, ilk defa müzik bedene nüfuz ediyordu, dünyaya duvar çekip müziğinin içinde yaşayabiliyorduk.

Bir tek çocuklarımızla çağdaştık.

Metaların, reklam sloganlarının dünyasıyla siyasi söylemlerin dünyası televizyon ekranlarında yan yana varoluyor, yolları kesişmiyordu.

Petrol ve dolardan başka ideali olmayan fatihler.

Bir zamanlar telefon ya da çamaşır makinesi kullanmayı bilmeyenler nasıl yok olduysa, bilgisayar ve dijital müzikçalar kullanmayı bilmeyenler de yok olup gidecekti.

Şeylerin zamanının istilasıyla sürükleniyorduk.

Demek ki yazılacak kitap, bir mücadele aracı rolü üstlenecekti.

.


[1] Heretik Yayınları, 2017. Çev. Banu Barış.

[2] Can Yayınları, 2021, Çev. Siren İdemen.

[3] https://birartibir.org/icimizden-gecen-tarih/

[4] Heretik Yayınları, 2016. Çev. Büşra Uçar.

[5] a.g.e. s.186.

[6] a.g.e. s. 191.

^