AKTİVİST FEMİNİST HÜLYA GÜLBAHAR’LA KADIN HAREKETİNİN 40 YILI

Söyleşi: Tuba Çameli
29 Aralık 2020
SATIRBAŞLARI

Dehşet yılı 2020 bugünlerin harcını karan 12 Eylül’ün de 40. yıldönümüydü. 12 Eylül, her alanda olduğu gibi, kadın hareketinde de dönüm noktası oldu. Ama öyle bir dönüm noktası ki, AKP döneminde gemi azıya alan erkek tahakkümüne teslim olmayan, üstüne üstüne yürüyen feminist hareket o karanlıkta filizlendi. Bu kırk yılda yatay ağlarla genişleyen, kendisini bağımsız bir hareket olarak kuran kadın mücadelesi başka mücadelelere de ufuk açan bir kerteriz. Kadın hareketinin kırk yılını EŞİK –Eşitlik İçin Kadın Platformu’nun bileşeni Eşitlik İzleme Kadın Grubu sözcülerinden Hülya Gülbahar’dan dinliyoruz. Express’in güz sayısından…


Kadın cinayetleri “cinskırıma” dönüşürken saray rejimi kadına şiddetle mücadelenin evrensel standartlarını belirleyen İstanbul Sözleşmesi’ni hedef tahtasına koydu. Sizce sebep ne?

Hülya Gülbahar: Maalesef Türkiye için cinskırım ifadesi abartılı bir niteleme değil. Kadın cinayetleriyle ilgili gerçek veri açıklananın en az üç katı. Soykırım gibi. Geçen yıl, Portekiz’de iki ayda 11 kadın öldürüldü, ulusal yas ilan edildi. Türkiye’de iki-üç günde neredeyse 11 kadın öldürülüyor. Tam tersini düşünün, kadınlar bir tek gün içinde üç erkek öldürseler, ülke ayağa kalkar. Neredeyse yıllardır günde üç kadın öldürülüyor, herkes seyrediyor. Kadınlar, kadın hareketi hayatları ve hakları için mücadele ediyor. Karşılarında ise haklarına da hayatlarına da el koymak isteyen devasa bir ataerkil /patriyarkal sistem var. AKP iktidarına dek kadınlar bu sistemi dönüşüme, değişime zorluyor, reform üzerine reform yapmak zorunda bırakıyordu. AKP iktidarıyla birlikte, AKP’deki ve bitişiğindeki erkeklerden oluşan ataerkil bir çete, bütün bu dönüşümü tersine çevirerek eski patriyarkal gücünü geri kazanmak için çalışmaya başladı. Bunlar da bizim “yerli ve milli Işidcilerimiz”. 2015’te, TBMM Boşanma Komisyonu’nun hazırlayıp genel kurula onaylattığı raporla bu ataerkil çetenin talepleri adeta hükümet programı haline getirildi. Tüm bakanlıkların ve devlet kurumlarının faaliyetleri, bu rapordaki görüşler çerçevesinde düzenlenmeye başladı. Örneğin, Milli Eğitim müfredatından toplumsal cinsiyet eşitliğiyle ilgili her şey çıkarıldı, yerine “erkeğe itaat ibadettir” gibi açıkça cinsiyetçilik propagandası yapan metinler kondu. Raporda yer alan bazı yasa değişikliklerinin yapılması için kollar sıvandı. 

Sadece cumhuriyet dönemi boyunca yapılan yasal ve anayasal değişikliklerin değil, Osmanlı’nın son döneminde kadın-erkek eşitliği yönünde atılan tüm adımların rövanşı alınmak isteniyor. Çünkü eşitlik fikrine karşılar.

İlk deneme, TCK’nın 103. maddesinde düzenlenen çocuk istismarı suçundan mahkûm olanların, çocukla evlenmeleri halinde cezadan kurtulmaları için 2016’da bir geceyarısı affı çıkarma girişimiydi. Bu girişim kamuoyunun ayağa kalkması üzerine ertelendi. Ama hemen arkasından boşanan kadının nafakasının üç aya ya da iki yıla indirilmesi ya da evlilik süresi kadar olması konusunda yasa değişikliği gündeme geldi. Kadınların ev içi emeğinin karşılığı olan miras hakkına ve hatta nişan ve düğün takılarına dahi el konması için yasa değişikliği hazırlıklarına başlandı. Aynı süreçte de İstanbul Sözleşmesi’nden imzanın çekilmesi, 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’da değişiklik yapılması, şiddet dahil aile içi sorunlar konusunda arabuluculuk getirilmesi, erkeklerin boşanmalarını kolaylaştıracak, kadınların boşanmalarını zorlaştıracak yasal düzenlemeler gündeme getirildi. İktidar ortağı olan ve iktidar tarafından şımartıldıkça şımartılan bu çevrelerin sözcüleri çok kritik devlet mekanizmalarına başkan ya da yönetici olarak atandı. 
Geçtiğimiz yıl boşanan kadının nafakası konusundaki yasa değişikliği ertelenir ertelenmez, Nisan 2020’de, TBMM’de cezaevindekilere Covid-19 izni ve infaz yasası değişiklikleri tartışılırken araya TCK 103 affı sıkıştırılmaya çalışıldı. Başarılamayınca, yaz başında TBMM’nin ilk işi bu affı çıkarmak olacak dendi. Kadınlar bu girişime karşı Türkiye çapında örgütlenerek TCK 103 Çocuk İstismarı Affına Karşı Kadın Platformu’nu oluşturarak mücadele etti. Bu affın çıkamayacağı anlaşıldığı anda, kucağımıza İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması tartışması bırakıldı. Bunlar intikam refleksinin yansımaları. “Nafakayı engellerseniz affı çıkarırız, affı çıkaramazsak İstanbul Sözleşmesi’nden çekilir, intikamımızı alırız” girişimleri. Sadece cumhuriyet dönemi boyunca yapılan tüm yasal ve anayasal değişikliklerin değil, Osmanlı’nın son döneminde kadın-erkek eşitliği yönünde atılan tüm adımların rövanşı alınmak isteniyor.

İstanbul Sözleşmesi’ni vazgeçilmez kılan ne?

İstanbul Sözleşmesi bir ilkeler ve değerler manzumesi. Kadınların eşit yurttaşlığı ve hayatın her alanında cinsiyet eşitliğinin uygulanmasına dayanan bir felsefesi ve bu doğrultuda devletlerin sorumluluklarını belirleyen bir kılavuz. Devletlere kadına karşı şiddeti önlemek için bir yol haritası çiziyor. Ancak, iktidar salt İstanbul Sözleşmesi’ni değil, birçok önemli sözleşmeyi benzer bir biçimde tartışmaya açmak istiyor. 

“İstanbul sözleşmesini uygula!”, 2020

Hangi sözleşmeleri?

1979’da kabul edilen CEDAWBM Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi’ne de karşı çıkıyorlar, ki bu sözleşme dünya kadınlarının anayasasıdır. Kadınlar için haklar, devletler için yükümlülükler manzumesidir. Bu sözleşmeye karşı olmak kadının insan haklarına karşı olmak demektir. Tartışmaya açılmak istenen bir diğer sözleşme 2007 tarihli Çocukların Cinsel Sömürü ve Cinsel İstismara Karşı Korunmasına İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi (Lanzarote Sözleşmesi). Çocukları cinsel istismar ve suistimalden korumayı öngören bu sözleşmeye karşı çıkanların amacı cinsel eylemlerin 10-11 yaşa çekilmesini sağlamak. 18 yaş altının çocuk olduğu kavramına karşılar. Bütün bunlar, özellikle çocuklarla cinsel ilişkiye girme yaşının bu çevreler için kritik önem taşıdığını gösteriyor. Uluslararası sözleşmelerin bu şekilde tartışmaya açılması Türkiye’nin çok açık ve net bir biçimde demokrasi ve insan hakları konusunda uluslararası evrensel uzlaşma zemininden çekilme yolunda olduğu anlamına geliyor. 

Uluslararası sözleşmelerin tartışmaya açılması Türkiye’nin çok açık ve net bir biçimde demokrasi ve insan hakları konusunda uluslararası evrensel uzlaşma zemininden çekilme yolunda olduğu anlamına geliyor.  Bu zihniyet hak kavramına, insan hakları kavramına karşı.

Bu bakış açısını Katip Çelebi Üniversitesi rektörü Saffet Köse 2018’de, bir konferansta çok net bir biçimde anlatmıştı: “İnsan hakları diye bir şey getirdiler. Kadın hakları, çocuk hakları, işçi hakları, hasta hakları diye. Bunlar Batı dünyasından gelen ve çatışmacı kültürün ürünü olan seküler haklar ve bu da hakperest bir toplum ortaya çıkarıyor” diyerek insan hakları kavramının karşısına “kul hakkı”nı koymuştu. Bu zihniyet hak kavramına, insan hakları kavramına karşı. AKP genel başkan yardımcısı Mehmet Özhaseki 15 Ağustos’ta “Durmadan tartışılan bir İstanbul Sözleşmesi var; ‘kadına şiddeti engelliyor’ gibi bir mefhum var, o niye engellesin, benim inancım engelliyor kadına şiddeti1400 yıl önce, peygamberimiz kadının erkeğin üstünde, erkeğin de kadının üstünde hakkı olduğunu söylüyor. Kadın hakları o zamandan beri var. Ben imanımın gereği olarak merhametle davranıyorum, gözümün önüne hiç İstanbul Sözleşmesi gelmiyor” diyerek kadına karşı şiddetin önlenmesini erkeğin iman gücüne bırakmayı savunmuştu.

Geçmişte, uluslararası sözleşmeler darbe ve OHAL dönemlerinde askıya alınırdı. Şimdi bu yaşananlar neyin göstergesi? 

Darbe süreçleri geçicidir, burada kalıcı olma, yeni bir rejim kurma, o rejime uygun bir toplum yaratma arzusu var. Tıpkı darbe, sıkıyönetim, OHAL dönemlerinde olduğu gibi, yine ilk saldırılan kesimlerin başında kadınlar, kadın örgütleri ve kadınların kazanımları geliyor. 12 Eylül kadın derneklerini kapattı ve arşivlerini yaktı, tarihini yok etmeye çalıştı. Bu zihniyet halen sürüyor. Bugün kayyum atanan belediyelere bakın, adeta ellerine bir iş listesi verilmiş, listenin ilk sırasında kadınların kazanımlarını, kadınlara ilişkin mekanizmaları yok etmek var. Erdoğan 2011’de, “Biz muhafazakâr demokrat bir partiyiz. Bizim için aile önemli” diyerek, muhafazakârlığının aile ve kadın konusunda olduğunu ilan etmişti. Geçtiğimiz günlerde de “biz aileerkil bir toplumuz” diyerek ataerkil aile ve toplum yapısını savunmuştu. Hemen ardından, AKP genel başkanvekili Numan Kurtulmuş da 14 Ağustos’ta, Aile Kongresi’nde yaptığı konuşmada, evlenmeyenleri ve tek başına yaşayanları “sıkıntı kaynağı” olarak niteledi. Zihniyet bu olduğu için iktidara geldikleri günden beri hemen her yerden kadın kelimesini silip yerine aile kelimesini koyuyorlar, başta kadın bakanlığı olmak üzere, kadınla ilgili devlet mekanizmalarının adını aile olarak değiştiriyorlar.

“Dayağa Hayır” yürüyüşü; 12 Eylül sonrası ilk kitlesel kadın eylemi, 1987

En çok neden rahatsız oluyorlar? 

Kadın-erkek eşitliği fikrinden rahatsız oluyorlar, çünkü kadın ve erkeğin eşit olduğuna inanmıyorlar. Aslında eşit yurttaşlığa inanmıyorlar. Erdoğan’ın 2008 1 Mayıs’ında “ayaklar baş olursa kıyamet kopar” demesi gibi, sınıfsal-toplumsal eşitlik fikrine karşılar. Erdoğan İstanbul Sözleşmesi’nin hazırlık ve kabul süreçlerini unutturmaya çalışıyor, sözleşmeye “tercüme sözleşme” diyor. Bu doğru değil, sözleşme metninin yazımıyla ilgili birimde Türkiye Cumhuriyeti’ni temsilen Prof. Dr. Feride Acar görevlendirilmişti. Sözleşmenin daha yazım aşamasında Türkiyeli uzmanların, siyasetçilerin ve kadın hareketinin katkısı oldu. Şu anda da İstanbul Sözleşmesi’nin her maddesini hayatın bir parçası haline getirmek için mücadele ediyoruz, bunca sansüre ve olanaksızlığa karşın, kısmen başarıyoruz da. Dünyada hangi uluslararası sözleşme köy köy, sokak sokak tartışıldı? Biz bunu yapıyoruz. İstanbul Sözleşmesi bu anlamda “yerli ve milli”. (gülüyor) Türkiye’yi yönetenler bu sözleşmeyi tartışadursun, Nijerya’dan Tunus’a, Kazakistan’dan Meksika’ya, birçok ülke bu sözleşmeye katılmak için bekliyor. Kazakistan ve Tunus sözleşmenin tarafı olmak için gerekli son işlemleri tamamlıyor. Biri Türki sayılan, diğeri Müslüman kimliğiyle bilinen bu örnekleri karşı çıkanlar için veriyorum. AKP iktidarı ve siyasal İslâmcılar hak kavramının Batı icadı olduğunu, kadın, çocuk, işçi, hasta hakkı gibi hak meselelerinin ümmeti bölmeye yönelik laik komplolar olduğunu ilan ediyorlar. Hakları güvence altına alan sözleşmelere yönelik tepkilerinin asıl nedeni bu.

Kadınlar 34 yıl önce de, 1986’da, iktidara “CEDAW’ı uygula” diyerek bir kampanya yaptı. Bu eylem ‘80 sonrası ilk kitlesel kadın eylemi olarak tarihe geçti. Bu devamlılığı nasıl yorumluyorsunuz?

Kadın haklarıyla ilgili ya da hukuk sistemini demokratikleştirecek, insan haklarını geliştirecek sözleşmeleri imzalamak, ama uygulamamak Türkiye’de bir devlet geleneği. 12 Eylül darbesinin ardından örgütlenen feminist hareketle kadınların verdiği eşitlik, bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine karşı da bugünkü gibi bir ataerkil refleks geliştirilmişti.

Osmanlı kadın hareketini ve mücadelesini görmeyen, o devamlılığı kesintiye uğratan tarih anlatımı kadınların mücadelesini görünmez kılıyor. Hakları liderlerin bahşettiği, fakat kadınların haklarına sahip çıkıp kullanmadığı gibi bir algıya neden oluyor.

Başbakanlığa bağlı Aile Araştırma Kurumu’nun kurulması, “Türk-İslâm sentezi aile modeli”nin “geniş ve mutlu Türk ailesi” olarak propaganda edilmesi hep bu refleksin ürünleriydi. Ancak, kadınlar ilk defa açıkça feminist olduklarını söyleyerek hızla örgütlenmeye başladılar ve hayatlarının denetimini kimseye bırakmayacaklarını ilan ettiler. Kadın hareketinin en önemli sloganlarından biri, “Emeğimiz, bedenimiz, kimliğimiz bizim” sloganıydı. Kadınların evlenme, boşanma, çalışma, miras, siyaset yapma gibi haklarını kâğıt üzerindeki haklar olmaktan çıkarıp fiilen kullanmalarını, kadının ev içi emeğinin ekonomik karşılığını alabilmesini sağlayacak büyük anayasal ve yasal reformlar yapıldı. Kadınlar ölünceye kadar erkek cinsine hizmet ve itaat etmekle yükümlü bir cins olarak görülmelerini sorgulamaya, yasal haklarını kullanmaya başladılar. Ancak, bu reformların uygulanma süreci, ne yazık ki kadınların erkeklerle eşit olmadığını ilan eden, bunu din ve gelenek üzerinden kabul ettirmeye çalışan siyasal İslâmcı bir iktidar dönemine denk geldi. Bu süreçte, kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesinin karşısına, sırtını iktidara yaslayan, devletin tüm mekanizmalarını ve olanaklarını kullanarak kadınlara karşı savaş açan ataerkil bir çete örgütlenmesi çıkarıldı. Bu ataerkil çetenin devlet erkini kullanarak yaptığı propaganda iktidarın işine çok yaradı. “Kontrolden çıkmaya başlayan kadınların” her türlü şiddet uygulanarak ataerkil baskı altına alınmaya çalışıldığı bir sürece geçtik. “Aile reisliği” kaldırıldı, ama ailede ve toplumda gerçek reisin erkekler olduğunu ispat yarışları başladı. Baskının olduğu her yerde direniş vardır, bu baskı kadınların mücadelesini de büyütmüş oldu. 

“Dayağın çıktığı cenneti istemiyoruz”, 1987

Siz ne zamandır kendinizi feminist olarak tanımlıyorsunuz? 

Benden önce bana çevrem feminist demeye başladı. (gülüyor) 17 yaşında kadınlarla, kadınlar için çalışmaya başladım. Kendime 1987’den sonra feminist diyebildim ancak. ‘80 öncesinde, Behice Boran’ın başkanı olduğu Türkiye İşçi Partisi’nde çalıştım. Başkanı kadın olan bir siyasi hareketi bilinçli olarak seçtim. İzmir İl Kadın Komisyonu’nun en genç üyesiydim, yıl 1979. Bir kadının genel başkanlık yaptığı bir siyasi partide bulunduğum için birçok siyasete göre daha şanslı hissetmişimdir kendimi. Buna karşın, İzmir TİP çevresinde de, diğer siyasetlerdeki kadar olmasa bile, cinsiyetçilik vardı. Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni ve Aleksandra Kollontay’ın Marksizm ve Cinsel Devrim’i gibi kitapları okuyup tartışıyorduk. Bu arada ilçelere de gidiyoruz, aynı tartışmaları yapmak üzere. Marksizm ve Cinsel Devrim’i yeni almışım, Torbalı’ya gideceğim. Erkek arkadaşlardan biri “bu kitabı kaplayıp gideceksin herhalde” dedi. Tabii ki kaplamadım. (gülüyor) Tariş Direnişi (22 Ocak-20 Şubat 1980) sırasında bir toplantıdayız, “kız arkadaşlar çıkabilir, erkek arkadaşlar kalıyor” dedi toplantıyı yöneten. Çıkmadım, kaldım. Böyle birçok anekdot var. Benim yaşamımda olduğu gibi, ‘80 öncesinin birikimi hiç kuşkusuz ‘80 sonrası kadın hareketinin yükselişini de etkiledi. Türkiye kadın hareketinin tarihi yazılırken bu konu zaman zaman gözardı ediliyor. 

Nasıl gözardı ediliyor?

Cumhuriyet sıfır noktası olarak ele alınıyor. Osmanlı kadın hareketini ve mücadelesini görmeyen, o devamlılığı kesintiye uğratan bir tarih anlatımı söz konusu. Bunun en büyük zararı kadınların mücadelesini görünmez kılması. Hakları liderlerin bahşettiği ve fakat kadınların haklarına sahip çıkıp kullanmadığı gibi bir algıya neden oluyor. İkinci hata ise, ‘80 sonrası kadın hareketini yerden bitmiş gibi sunarak ‘80 öncesinden gelen kadının bilinçsel dönüşümünün devamı olarak görmemek. İkisi de tarihsel sürekliliği ve kadrosal zenginliği gözden kaçıran yaklaşımlar. Özelikle ikinci yaklaşım, benim feminist kimliğimi geç deklare edebilmemin nedenlerinden biridir.

Feminist bilinç yükseltme grupları çok önemlidir. “Özel olan politiktir” sloganı bu gruplarda içselleşip dalga dalga yayılıyordu. Bilinç yükseltme tartışmaları kadın hareketinin ‘80 sonrasında kendini siyasi bir hareket olarak kurmasının başlangıcı sayılabilir.

Ne bakımdan? 

12 Eylül kırılmasından sonra, kadın hareketi içindeki pozisyonumu saptarken çok zorlandım. ‘80 öncesinde, çeşitli sol hareketlerde eşitlik söylemi sözde kalıyor, ataerkil kodlar yeniden üretiliyordu. ‘80 sonrasında, kadınlar bu ilişkileri sorgulamaya başladıklarında doğal olarak ilk tepki solun bu cinsiyetçi yapısına yönelik oldu. O dönemde iki noktada tedirginlik hissetmiştim: İlki, sola yönelik eleştirel yaklaşımların zaman zaman ret noktasına gelmesiydi. İkincisi ise, ortak sorunlara karşı ortak mücadele vermek konusundaki çağrıların solun feminizmin içine sızma iddiası gibi görülüp ortak sorunlar yerine farklılıklara büyük vurgu yapılmasıydı. Bu dönemde kadın hareketi ilk olarak feminizmi dile getirerek kendisini, kendisi dışındaki ideolojilerden bağımsız bir yere konumlandırdı. Art arda farklı feminist akımlar, dergiler ortaya çıktı. Marksist feministler, sosyalist feministler, radikal feministler… Bunların sözlerini ve birbirinden farklılıklarını anlamaya ve kendi yerimi bulmaya çalışmak açısından da çok sıkıntılı yıllardı benim için. Marksist feminizmi anlamak için Kadın Kültürevi’ne gidiyor, Feminist, Kaktüs gibi o dönem çıkan tüm dergileri okumaya çalışıyordum. Bu dönemin sonunda “kendi feminizmime bir tanım yapmak zorunda değilim, kendi yolumdan gideceğim” dedim. Kadın hareketinin 12 Eylül’den hemen sonra, 1981’de, Ankara ve İstanbul’da feminist bilinç yükseltme grupları halinde bir araya gelmeye başlaması çok önemlidir. “Özel olan politiktir” sloganı bu bilinç yükseltme gruplarında içselleşip dalga dalga yayılıyordu. Bilinç yükseltme tartışmaları kadın hareketinin ‘80 sonrasında kendini siyasi bir hareket olarak yeniden kurmasının başlangıcı sayılabilir. Büyük iddialarla yola çıkmak yerine, bilinç yükseltme grupları, yayınevi çevreleri, paneller, konferanslar gibi küçük, ama katılımcılarını gerçek anlamda içsel olarak dönüştüren örgütlenme yöntemleriyle başladı kadınlar. Bu süreçler sonucunda kitlesel eylemler ve kampanyalar düzenlenebildi.

“Hepsi erkek”: İlk feminist gece yürüşü öncesi, 2003

Nitekim, 17 Mayıs 1987’de ilk kitlesel kadın eylemi, “Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşü” yapıldı. Katılmış mıydınız? 

Oradaydım. Bazı metinlerde bunun 12 Eylül sonrası ilk kitlesel yürüyüş olduğundan bahsedilir. Ancak, önce işçiler yürüyüş yapmaya başladı.  Adana, İzmir işçi eylemlerinin neredeyse tamamına gittim. Heyecan vericiydi. Kadınların ‘80 sonrası ilk eylemi ise Dayağa Hayır yürüyüşüydü. Eylem Kadıköy iskeleden başladı, Yoğurtçu Parkı’nda devam etti. Yaklaşık 2500 kadının “Dayağın çıktığı cenneti istemiyoruz” diye haykırdığı eylemin sebebi, o dönem Çankırı’da, Mustafa Durmuş adlı bir yargıcın dayak nedeniyle boşanmak isteyen bir kadının davasını, “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmemeli” diyerek reddetmesiydi. Bu yürüyüş hem hazırlığı hem de sonuçları itibarıyla kadın hareketi açısından dönüm noktası oldu. Kampanyalar şeklinde örgütlenen hareket o eylem sonrasında kurumsal mekanizmalarını da yaratmaya başladı. Şiddete maruz kalan kadınlar için danışma merkezleri ve sığınaklar açılması için kampanya başlatıldı. Devlet sığınak fikrine karşı çıktığı için merkezi ve yerel iktidarlara bir model olmak üzere, kadınların kendilerinin sığınak açması gerekiyordu. ‘88’in yaz aylarında dayanışma ağları oluşturularak şiddet gören kadınların ihtiyaç ve talepleri daha düzenli karşılanmaya çalışıldı. 1991’de, erkek şiddetine karşı mücadeleyi yaygınlaştırmak ve dayanışmayı sürdürmek amacıyla Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, 1993’te Kadın Dayanışma Vakfı kuruldu. 

Gece yürüyüşlerinin giderek daha da kapsayıcı oluşunun ve kitleselleşmesinin ardında, bence 8 Mart’ın araçsallaştırılmasına izin verilmemesi, kadınların kendi sözleriyle kendi gündemlerini kendilerinin belirlemesi yatıyordu. 

12 Eylül cuntası, bugünkü iktidar gibi, kadın eylemlerine engel oldu ve 1984’e kadar 8 Mart yürüyüşlerini yasakladı. Katıldığınız ilk 8 Mart’ı hatırlıyor musunuz? 

12 Eylül öncesinden başlayarak sendikalarda, işyerlerinde, arkadaş gruplarında 8 Mart’ı hep kutladık. İlk gözaltına alınmam bir 8 Mart eylemi nedeniyle oldu. 8 Mart 1979’da, İzmir’de İlerici Kadınlar Derneği (İKD), Devrimci Kadınlar Birliği (DKB) ve TİP’li kadınlar olarak İzmir Valiliği’ne gidip kadınların taleplerini iletmek istemiştik. Derhal gözaltına alınıp Kantar Polis Karakolu’na götürüldük. Ege Üniversitesi’nde öğrenciydim, öğrenci olarak daha fazla gözaltında kalırım diye düşünerek, “Kemeraltı’nda işçiyim” dedim. Zaten çalışarak okuyordum. Ailemin adresini vermek istemediğim için birlikte gözaltına alındığımız öğretim görevlisi bir kadın arkadaşımın ev adresini vermiştim. Bir tek benim sorgum uzun sürdü, çünkü bana evden kaçan kız muamelesi yapmaya kalktılar. Hatırladıkça gülerim.
‘80 sonrasında, 8 Mart’ları kapalı salon toplantılarından sokağa doğru büyütmeye çalıştık. Başlarda 8 Mart kutlamalarını olumsuz yönde etkileyen iki etmen vardı. İlki, dönemin baskıcı siyasal koşullarıydı. 1983’te bile tutuklanan İKD üyesi kadınlar vardı. Öte yandan, kimi feminist arkadaşlar, 8 Mart’ın New York’lu dokuma işçisi kadınların greviyle ilgisi olmadığı, solcu kadınların feminist harekete ithal etmeye çalıştıkları uydurma bir gün olduğu şeklindeki motivasyon kırıcı söylemlerle 8 Mart’ı küçümsüyordu. 

‘90’larda 8 Mart’lar sokakta ve farklı temalarla kutlanmaya başlanıyor…

‘93 8 Mart’ında Beyoğlu’nda Srebrenitsa katliamını, toplu tecavüzleri protesto ettik. ‘94 8 Mart’ında, salon etkinliklerinin yanı sıra, Beyoğlu’nda kutlama yapıldı. ‘95’te, artık 8 Mart Kadın Platformu’nu kurmuştuk. 8 Mart etkinliklerini bu platform organize etti. Merter’de bir yürüyüş yaptık. Ardından DİSK genel merkezinde bir toplantı düzenleyerek ilk sendika üyesi kadın Zehra Kosova’ya emek ödülü verilmesini sağladık. Merter’deki DİSK genel merkezine doğru yaptığımız yürüyüş sırasında sol bir gruptan kadınlar kortejin en önüne geçtiler, kendi pankartlarını açıp sloganlarını atarak ortak yürüyüşü sabote ettiler. Daha sonra DİSK genel merkezindeki ödül töreni sırasında sıraların üzerine çıkıp “sarı sendikacıları” protesto ettiler. Altı ay kadar sonra karşılaştığımızda “erkek arkadaşlar bize bu eylemi yaptırdı, sonra pişman olduk, onlarla tartıştık, sonunda siyaseti de evleri de terk ettik” dediler. Bir 8 Mart eylemi nedeniyle bir siyasi grup bir anda kadınsız kalmıştı. (gülüyor) ‘96 8 Mart’ında Kadıköy’de miting yaptık, Doğu Perinçek’in İşçi Partisi kocaman kızıl bir pankart açarak mitinge damgasını vurmaya çalıştı. ‘97’de “Artık Örgütlü” temalı 8 Mart mitingi Abide-i Hürriyet’te yapıldı. 

“Patriyarkayla uzlaşmıyoruz”: Feminist gece yürüyüşü, 2019

1997’nin 8 Mart’ı iki dilli yapılıyor…

8 Mart Kadın Platformu’nda Kürt kadınlar da vardı. Biz daha önce de kimi bildirilerimizi Kürtçe ve Türkçe yayınlıyorduk. Türkiye’deki sol siyasetler henüz bu farkındalığa erişmemişti. Ne yazık ki, “Artık Örgütlü” mitinginden sonra, 8 Mart’lar artan bir yoğunlukta sol siyasi hareketlerin gövde gösterisine dönüştü. Gelmemeye başladı kadınlar. Biz de gece yürüyüşünü başlatarak ortak günümüzü ortak bir sesle, siyasetlerin pankartları olmadan kutlayabildik. 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü ilk kez 2003’te, Taksim Meydanı – Mis Sokak arasında gerçekleştirildi. Yürüyüşün teması “Savaş ve İşgal”di. Sonraki sene gece yürüyüşünün ana teması “Sığınak İstiyoruz”du. Bu yürüyüşlerin giderek daha da kapsayıcı oluşunun ve kitleselleşmesinin ardında, bence 8 Mart’ın araçsallaştırılmasına izin verilmemesi, kadınların kendi sözleriyle kendi gündemlerini kendilerinin belirlemesi yatıyordu. 

‘90’larda kadın hareketinde kurumsallaşmanın temellerinin atıldığını söyleyebilir miyiz?

Kadın hareketi kampanya ve mitinglerden ibaret değil. Kadın danışma merkezleri ve sığınak modelinin oluşturulmasının yanında, kadın hareketinin belleğini oluşturacak olan Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi’nin kuruluşu gündeme geldi. Üniversitelerin kadın araştırmaları merkezleri de bu dönemde kuruldu. Bu dönemde on yılı aşkın bir süre Mor Çatı kolektifinde yer aldım, gönüllü avukatlığını yaptım. Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin genel kurul üyesiyim. Kurumların oturması ve yaşaması için yürütülen ortak kampanyalarda görev aldım.

Müslüman feminist veya Kürt kadın hareketinden arkadaşlar sanki platformların, yapılan işlerin içinde değilmiş, kadın hareketine son dönemde dahil olmuşlar gibi düşünülüyor. Bu doğru değil. Kadın hareketi kırk yıldır tüm renk ve farklılıklarıyla birlikte, tartışmalarla ve iç değerlendirmelerle ilerledi.

‘90’ların sonuna kadar il bazlı platformlar kuruluyordu. 1997’de, şiddet uygulayan erkeklerin uyarılmasını ve gerektiğinde evden uzaklaştırılmasını düzenleyen 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun’un çıkarılması için, tıpkı bugünkü gibi, ülke çapında bir platform oluşturduk. Çeşitli kentlerden 50 binin üzerinde imza toplayıp Kadından Sorumlu Devlet Bakanı’na ileterek yasanın bir an önce çıkmasını istedik. İstanbul ve İzmir’de yürüyüşler yaptık. Yasanın adından aile kelimesini çıkartamadık, ama yasa 1998’de çıktı. O yıl, şiddet yasası kampanyasını örgütleyen kadınlar olarak, 25 Kasım Dünya Kadına Karşı Şiddetle Mücadele Günü’ne atfen, 21-22 Kasım’da, Türkiye çapında kadına karşı şiddetle ilgili çalışan kadın örgütlerinin her yıl toplandığı Sığınaklar Kurultayı’nı başlattık. 4320 sayılı yasa platformu, yeni katılımlarla büyüyerek sırasıyla Medeni Kanun Platformu, TCK Platformu, Anayasa Kadın Platformu ve 2011’de Şiddete Son Platformu, ardından da İstanbul Sözleşmesi Platformu oldu. Bugün de Eşitlik İçin Kadın Platformu adını aldı. Her siyasetten, her yaştan ve her yerden kadın örgütü ve LGBTİ+ örgütü var EŞİK bünyesinde.

Başörtüsü eylemleri kadın hareketinde nasıl bir tartışma yarattı?

Üniversitelerde başörtüsü yasağına karşı başlayan eylemlere yönelik tartışmalar kadın hareketi içinde yasağın sürmesini isteyenler ile yasağın kaldırılması gerektiğini savunanlar arasında yaşandı. Ben ilk günden başlayarak üniversitedeki başörtüsü yasağına karşı çıkanların arasındaydım. Kadın hareketinin tarihi değerlendirilirken şöyle bir hataya düşülüyor, Müslüman feminist veya Kürt kadın hareketinden arkadaşlar sanki platformların, yapılan işlerin içinde değilmiş, kadın hareketine son dönemde dahil olmuşlar gibi düşünülüyor. Bu doğru değil. Örneğin 8 Mart Kadın Platformu’nda zaten bir arada çalışıyorduk. 8 Mart Kadın Platformu’nun ve İstanbul Kadın İnisiyatifi’nin kurucu bileşenleri arasında Kürt kadın örgütleri Rosa ve Jiyan da vardı. Müslüman feministlerle ve Kürt kadın hareketinden kadınlarla ilk e-mail grubu olan Kadın Kurultayı’nda da birlikteydik. Yapılan işleri hep birlikte yaptık. Fakat ortak kampanyalarda LGBTİ+ örgütlerle ittifaklar yapılması, ortak bildirilerde onların da imzasının olması Müslüman kadın örgütleri için kendi çevrelerinde güçlükler çıkaracak bir durumdu. Bu nedenle birçok kampanyamızda onlar da çalıştı, ama örgütler listesinde ve yayınlanan metinlerde isimleri yoktu. 6284 döneminde de İstanbul Sözleşmesi kampanyalarında da Müslüman ve Kürt feministlerle birlikteydik. Kadın hareketi kırk yıldır tüm renk ve farklılıklarıyla birlikte, tartışmalarla ve iç değerlendirmelerle ilerledi. Başarısı da EŞİK gibi büyüyen bir cephe oluşturması da bunun sonucu.  


Dünyada ve Türkiye’de “Kadın Grevi”, 2019

2002’den itibaren kadın hareketi kazanımları koruma altına alan yasal düzenlemeler üzerinde yoğunlaşıyor, o tercihin sebebi ne?

Erdoğan’ı belediye başkanlığından tanıyorduk. Refah İstanbul’u aldığında, kadınlar şiddet konusunda RP’li belediyelerden destek göremedikleri için kadın örgütlerine ulaşmaya başlamıştı. Bu başvurular arasında çokeşliliği kabule ve örtünmeye zorlama nedeniyle şiddet öne çıkıyordu. Buna direnen kadınlar inanılmaz şiddetlere maruz kaldı. Gerek kadına karşı şiddeti ele alış biçimleri, gerekse kadın-erkek eşitliğini sağlayıcı politikaları hayata geçirmemeleri nedeniyle haklarında olumsuz izlenimlerimiz o dönemden beri vardı. AKP iktidarında bu olumsuz politikaların süreceğini biliyorduk. Stratejik önceliğimizi kazanılmış hakların korunmasına verdik ve başta kadına yönelik şiddet olmak üzere yeni alanlarda kazanımlar elde etmeye çalıştık. 

Gezi Türkiye tarihinin en dişi direnişidir. Kadın hareketinde yıllardır oluşturulmaya çalışılan ittifakların önemi açısından da öğretici bir deneyimdir. Gezi saymakla bitmez dersler verdi. Sözümüzün ufkunu daha geniş tutmamızı hatırlattı.

AKP yöneticileri işlerine geldiğinde tüm olumlu yasaları kendilerinin çıkardığını iddia ediyor. Hatta, “bizden önce kadının adı bile yoktu” dendi. İlk şiddet yasası 1998’de 4320 Sayılı Kanun’la gerçekleşti. AKP yeni Medeni Kanun kabul edildikten (1 Ocak 2002) sonra, Kasım 2002’de iktidara geldi, yani Medeni Kanun değişiklikleri AKP iktidarı öncesindeydi. Yeni TCK taslağını ise kucaklarında buldular. Seçim öncesi değişen bakanlıklardan biri Adalet Bakanlığı’dır. Yeni atanan Adalet Bakanı Aysel Çelikel zamanında, TCK Kadın Platformu olarak taleplerimizi taslağa koymuştuk zaten. Tecavüzcüyle evliliğin kaldırılması, namus gerekçesiyle kadın cinayetlerinde indirim getirilmemesi, evlilik içi tecavüzün suç sayılması gibi konulardaki kazanımlar TCK Kadın Platformu’nun eseri. Baktılar TCK’daki bu değişiklere kamuoyu desteği var, son dakikada intikam refleksiyle kanuna zinayı suç sayan maddeyi de sokmaya kalktılar. Kadın hareketi durdurdu bunu. AİHM’in Nahide Opuz davasında Türkiye’yi kadına karşı şiddet nedeniyle mahkûm eden kararı olmasa İstanbul Sözleşmesi’ne imza atmazlardı. AİHM ilk kez bir devleti kadına yönelik şiddet konusunda mahkûm etmişti. Bu konulardaki gelişmeleri AKP’ye bağlayanlar var hâlâ. Kadın hareketi bugünkü kazanımlarının tümünü verdiği mücadeleyle elde etti. 

6284 sayılı yasa da bir mücadelenin eseri değil mi? 

O yasa AKP döneminde hazırlandı, ama 160’ın üzerinde kadın örgütü bir araya gelerek Şiddete Son Kadın Platformu’nu oluşturdu. Bu örgütlenme iki yıla yakın bir süre bakanlıkla çalışarak yasaya biçim verdi. Kadın hareketinin bu çalışma sırasında yasa metnine eklettiği ne varsa çıkartılarak Meclis’e sevk edildi. Bunun üzerine kadınlar Meclis’i bastı, bu maddeler tekrar yasanın içine kondu ve öylece yasalaştı. Bunu hazmedemeyen iktidar intikam olarak kürtaj düzenlemesini getirdi. Onun için yıllardır en büyük korkum, kadın hareketinin elde ettiği her kazanımın hemen ardından bir intikam adımı gelmesi. Geliyor da maalesef. Patriyarkal sistemin tüm dünyada ortak refleksi bu.

Gezi Direnişi, 2013


Salgının başlarında, emek örgütleri ortak bir açıklama yayınladı, kadınlara ve kadın işçilere dair tek satır olmadığı için kadınlar kendi bildirgelerini kaleme aldı. Emek ve meslek örgütlerinin kadın hareketiyle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

‘80 sonrası işçi eylemlerine bakın: Haliç Tersane eylemi, İzmir ve Adana işçi mitingleri, bunların tümünde kadın işçiler ön saflardaydı. Novamed ve Flormar işçi kadınların direnişiydi. Emek örgütlerinin mevcut durumu ve yaklaşımları cinsiyetçilik açısından Türkiye siyasetinden farklı değil. Hem sendikal hem de siyasal hareketler içinde en kadın-erkek eşitliğinden yanayım diyen örgütlü yapılar bile kadın meselesini kadınların sahip çıkması gereken tali bir mesele olarak ele alıyor. Geçen kırk yıl içinde emek, meslek örgütlenmelerinin de siyasi yapıların da, kadın-erkek eşitliğine inanıyoruz demelerine karşın örgüt yapılanmasından politik hedeflerine kadar bunu uygulamadıklarını görüyoruz. Eşbaşkanlık sistemi ve kadınların eşit temsili konusunda hem Meclis hem de yerel yönetim çalışmalarında kadın meselelerine verdiği önem açısından HDP’nin çok önemli bir rolü var. Ancak, gerek nafaka gerekse İstanbul Sözleşmesi’nden çekilip çekilmeme konusundaki kamuoyu araştırmalarının ortaya koyduğu rakamlar, diğer siyasi partilerin tabanlarına göre, HDP seçmenlerinin kadın hareketinin taleplerini daha az desteklediğini gösteriyor. Gültan Kışanak’ın Yeni Yaşam’daki yazısında (12 Ağustos 2020) parti yapısını özeleştiriye davet eden soruları çok önemli. Kadın-erkek eşitliği konusunda üyelerini, yöneticilerini ve seçmenlerini bilinçlendirmenin partinin görevleri arasında olduğunu gündeme getiriyor. Bunun eksikliğini cezaevinde olmasına karşın görmüş olması önemli. Gültan Kışanak’ın sadece Kürt kadın hareketine değil, Türkiye kadın hareketine de çok önemli katkıları var. Kürt Siyasetinin Mor Rengi kitabı bunun kanıtlarından biri. Kapsayıcı çizgisinden ödün vermeden çok bedel ödemiş bir siyasetçi.

Kadın hareketinin kırk yılını konuşurken Gezi’yi anmamak olmaz. Kadın hareketi açısından Gezi Direnişi nasıl bir yerde duruyor?

Gezi Türkiye tarihinin en dişi direnişidir. Dünya tarihi açısından da en yoğun kadın katılımıyla gerçekleşen direnişlerden biriydi. Yıllardır “bir avuç marjinal feminist” sataşmalarına Gezi’yle gerekli yanıtı vermiş olduk. Kadınların kıyafetinden bekâretine, doğuracağı çocuk sayısından onu nasıl doğuracağına dek, hemen her konuda siyaset nesnesi haline getirilmesine duyulan birikmiş öfkenin sonucu. Kadınları kızdırmamak gerek. (gülüyor

Kadın hareketinin, erkeksi kibirden uzak durarak evde, işte, sokakta sürdürdüğü, her gün biraz daha kitleselleştirdiği mücadeleden Türkiye siyasetinin öğrenmesi gerekenlerin başında, özeleştiri ve değiştirme yeteneği var.

Gezi direnişi, kadın hareketinde yıllardır yoğun tartışmalar ve büyük emeklerle oluşturulmaya çalışılan ittifakların toplumsal öneminin geniş kesimlerce fark edilmesi açısından da öğretici bir deneyim. Tüm bu süreçte kadın hareketinin –özellikle 1980 sonrası bağımsız ve yatay ağlar biçimindeki örgütlenme deneyiminin– önemli bir etkisi oldu. Kadın hareketindeki feminist damarın hiyerarşik olmayan, katı işbölümlerine dayanmayan, şiddetsiz ve dayanışmacı çalışma modeli belirleyici önemdeydi. Başta kadına yönelik şiddet olmak üzere ayrımcılığın tüm biçimlerine karşı ortak sorunlar için mücadeleyi, ezilmenin farklı biçimlerini yaşayan tüm kesimlerle birlikte yürütme ısrarı, en muhalif/alternatif kesimlerde bile içkin olan cinsiyetçiliğin teşhirinden bir an bile vazgeçilmemesi çok önemli rol oynadı. Gezi direnişi sadece iktidara değil, muhalefete de saymakla bitmez dersler verdi ve etkisi hâlâ sürüyor. Gezi direnişi sözümüzün ufkunu daha geniş tutmamızı, sadece kadınlar için değil, tüm toplum için hiyerarşi ve tahakküm içermeyen bir yaşam ütopyasına daha sıkı sarılıp onu bireysel ve örgütsel yaşamlarımızda daha da cesaretle savunmamız gerektiğini güçlü bir biçimde yeniden hatırlattı.

“Kadınlar Her Yerde”

Kadın hareketinin ‘80 sonrası bağımsız ve yatay ağlar biçimindeki örgütlenme deneyiminden ve hiyerarşik olmayan, katı işbölümlerine dayanmayan, şiddetsiz ve dayanışmacı çalışma modelinden söz ettiniz. Bu formül sol muhalefetin de gündemi. Kadın hareketi aranan formülü nasıl buldu?

12 Eylül sonrası Türkiye sol hareketinin kadın hareketinden öğrenmesi gereken çok şey var. ‘80 darbesi siyasi örgütlerin geri çekilmesine neden olduğu için kadınlar soluklanıp kendi hayatları üzerine düşünme fırsatı buldu. Sol siyaset darbeye karşı etkili bir direniş örgütleyemedi. Belli başlı sol siyasetlerin özeleştiri vermeden geçiştirdikleri bir süreçte, bu hareketlerden gelen kadınlar hem bireysel, hem de kadınlar olarak özeleştirilerini vererek kendi bağımsız feminist duruşlarını ilan edebildiler. Dünyadaki feminist dalga da destekledi bu süreci. Dünya kadın konferansları örgütleniyordu ve Türkiye’deki kadınlar buna kayıtsız kalmadı. Kadın hareketinin, erkeksi kibirden uzak durarak her kesimden kadınlar arasında ulaştığı yüzde 86’lık güvenden ve OHAL, Covid-19 karantinası gibi zor süreçlerde bile evde, işte, sokakta ödün vermeden sürdürdüğü, her gün biraz daha kitleselleştirdiği mücadeleden Türkiye siyasetinin öğrenmesi gerekenlerin başında, özeleştiri yapabilme ve değiştirme yeteneği var. Türkiye muhalefeti askeri darbeye teslim olduğu gibi bu teslimiyetin muhasebesini bugüne kadar yapmadı. Yapmadığı için devletle yaşanan her siyasi krizde devletin yanında hizalandı. Sonraki yıllarda Özal döneminin özelleştirmeci neoliberal politikalarına verilen örtülü veya açık destek, AKP iktidarına verilen destek şeklinde, “yetmez ama evet” sürecinde tekrarlandı. Türkiye muhalefetinin bir bölümü bu konuda hâlâ sağlıklı bir özeleştiri vermiş değil.
Kadınlar bireylerle değil, o bireyin arkasındaki fikirle ve toplumsal bilincin eşitlik yönünde değişimi için mücadele ediyor. Sadece birini iktidardan indirmek veya iktidara getirmek için mücadele etmiyoruz. Hareketin kendisini ve toplumu dönüştürmek gibi bir hedefi var. Erkek siyasetin erkek dili ve erkek egoları bunun önündeki en büyük engel. Erkek dili kişisel muhataplık üzerinden siyaset yapıyor. Halbuki kolektif ve toplumsal bilincin dönüştürülmesini hedefleyerek siyaset yapmak gerekir. Böylece kapsayıcı ve dönüştürücü olabilirsiniz. Onun için İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekilse de çekilmese de biz bu sözleşmeyi tüpçünün, sütçünün eşinin, kardeşinin sözleşmesi yapmaya çalışıyoruz. Bunda da başarılıyız, kim ne derse desin. Türkiye siyasetinde gündelik hayatın bugünden başlayarak dönüştürülmesi hedefinin terkedilmiş olması, siyasetin kişisel sürtüşmeler ve kişisel iktidar mücadeleleri üzerine kurulu yapısı korkunç. Elbette ki kadın hareketinde de kişisel ve gruplar arası sürtüşmeler, rekabetler oluyor. Ama biz bunları ana konumuz ya da siyaset yapma biçimimiz haline getirmiyoruz. Ortak konularda ortak hareketi genel olarak başarabiliyoruz.
EŞİK olarak sadece Türkiye siyasetini değil, Türkiye’yi dönüştürmek istiyoruz. Yeni bir siyaset ortamı yaratılıncaya, yeni Türkiye’nin yeni anayasası yazılıncaya kadar EŞİK Platformu’nda birlikte olmayı hedefliyoruz. Yeni anayasanın kadınlarla birlikte yazılmasını çok, ama çok önemsiyoruz. 300’ün üzerinde kadın örgütü bir aradayız ve biraz çok tartışıyoruz, ama çok da iş yapıyoruz. TCK 103 affını ertelettik, şimdi İstanbul Sözleşmesi’ni erteletecek gibi görünüyoruz, intikam olarak 6284 şiddet yasasını değiştirmek isteyebilirler, o girişimi de durdurmaya çalışacağız. Tüm kadınları bu sürece katılmaya davet ediyoruz. Tüm erkekleri ve karma örgütleri kadınların bu hareketine destek vermeye çağırıyoruz.
Express, sayı 173, Güz 2020

^