Van-Tatvan yolunda bir duvar yazısı: “Mutlu olmayı ihmal etme”… Tatvan’ın Kavar havzasındaki beş köyde yaşayanların kurduğu Kavar Gıda Kooperatifi’nden Güney Afrika’daki Pinnacle Point mağarasına, Patricio Guzmán’ın “Sedef Düğme” belgeselinden Patagonya yerlilerine uzanıyoruz, Tatvan yoluna dönüyoruz. Ve Van gölü Şilili şair Zurita’nın dizesini yankılıyor: “Hepimiz aynı suyun nehirleriyiz.”
Tatvan’da Kavar havzası olarak bilinen bölgede yer alan Kavar Gıda Kooperatifi’nde geçen yıl eylül ayında kooperatif üyeleriyle birlikte bir gıda atölyesi çalışması yapmıştık. Havzada yer alan beş köyde yaşayanların kurduğu Kavar Kooperatifi’ne ilk kez 2014’te gitmiştim. Dört yıl arayla yaptığım iki ziyaretin yarattığı izlenimleri ve duyguları dile getirmeye çalışan bir yazı bu. Müşterek bir hayat idealinin öncelikle umutları, hayalleri ve acıları paylaşmakla ilgili olduğuna, siyasal iktidarın duygulara seslenen nefret dolu, ayrıştırıcı, yıkıcı diline karşı yine duygulara seslenen yapıcı, onarıcı bir dile –ve eyleme– çok ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Duygular da birer müşterek değil midir?
I. 165 bin yıl öncesinden bugüne
Güney Afrika’daki Pinnacle Point’te, uzaktan Hint Okyanusu’nu gören bir mağaranın içi insanların yediği deniz kabuklularından geriye kalan kalıntılarla dolu. 165 bin yıl önce vuku bulan buzul çağı ve Afrika’yı kasıp kavuran kuraklık sonucu insanların hayatta kalmak için ılıman ve çevresi kabuklu deniz ürünleriyle dolu olan o mağaraya sığındıkları düşünülüyor.[1]
O dönemde insanların büyük bir çoğunluğunun öldüğü ve dünya genelindeki insan nüfusunun birkaç yüz bireye kadar düştüğü tahmin ediliyor.[2] Moleküler biyoloji çalışmaları yaşanan nüfus kaybının genetik zincirimizde bıraktığı izleri tespit edebiliyor; örneğin, genetik çeşitliliğimizin diğer canlı türlerinin çoğuna kıyasla epeyce düşük olmasının en önemli nedenlerinden birinin o dönemde gerçekleşen nüfus kaybı olduğu düşünülüyor. Az sayıda bireyden oluşan bir toplulukta genetik çeşitlilik epeyce daralıyor çünkü.
Bugün yeryüzünde yaşayan her bir insanın anne ve babası 165 bin yıl önce yok olmaktan kıl payı kurtulan o birkaç yüz kişilik topluluk içinde yer alıyordu. Ne kadar uzakta, farklı bir coğrafya ve kültürde yaşasak da, içine doğduğumuz dil ya da toplum açısından birbirimizden ne kadar farklı olsak da, bütünüyle akrabalarımızdan müteşekkil bir dünyada yaşıyoruz aslında.
Bütün bunları Van havaalanı ile Tatvan arasındaki bir buçuk saatlik yolda güvenlik soruşturması için bizi üçüncü kez durduran emniyet görevlilerine anlatmak istiyorum. Önümüzde ve ardımızda uzanan araç kuyruğu içinde öylece bekliyoruz. Kavar bölgesinde yer alan beş köyün bir araya gelerek oluşturduğu gıda kooperatifinde yapılacak gıda atölyesi çalışması için bir haftalığına Tatvan’a geldim. Yerleşim yerlerine girişte yer alan güvenlik duvarlarından kameralara ve güvenlik görevlilerinin bakışlarına, hal ve tavırlarından sordukları sorulara, her şey “biz ve siz” ayrımını gözümüze sokuyor. O uzak geçmişteki ortak ataların, anne ve babaların varlığına dair her düşünce ânında zihnimden siliniyor.
Tatvan’a ikinci gelişim. 2014 yılındaki ilk gelişimde barış süreci ile ilgili görüşmelerin yarattığı çatışmasızlık iklimi hüküm sürüyordu ve bölgedeki hava çok farklıydı: Umut doluydu.
Kalacağım otele yerleşiyorum. Sabah köye gideceğim. Köydeki işbölümü gereği gündüz kadınlarla, akşam erkeklerle çalışma yapacağız.
Pinnacle mağarasında yaşadıkları dönem boyunca insanların temel öğünü kabuklu deniz ürünleri ve çeşitli bitkiler olmuş. Patagonya yerlilerinin temel besini günümüzden 200 yıl öncesinde bile kabuklu deniz ürünleriydi.
II. Kavar Kooperatifi: Dört yıl önce, dört yıl sonra
İnsanların Pinnacle Point mağarasında kaldıkları zaman boyunca gelgitler sonucu kıyıya vuran kabuklu deniz ürünlerini ve zengin bir bitki örtüsüne sahip olan bölgede bolca bulunan bitki soğanlarını toplayarak beslendikleri düşünülüyor. Deniz kabukluları protein ve yağ açısından çok zengindir. Acaba bitki soğanları nasıl yeniyordu? Bugün bile et yemekleri ve kabuklu deniz ürünlerinin dünyanın pek çok yerinde soğan salatası ile ya da soğanla birlikte pişirilerek yenmesi acaba o zamanlardan kalma bir alışkanlık mı? Bilemiyorum. Bildiğim şey bitkilerin beslenme düzenimizin asli öğesi olduğu ve onlar olmadan hiçbir yiyeceği temin edemeyeceğimiz.
Kavar Kooperatifi’nde kadınlarla yaptığımız çalışmada üzerinde en çok durduğumuz ürünler de bitkiler. Meyve ve sebzelerin nasıl kurutulduğunu, nasıl salça ve turşu yapıldığını konuşuyoruz en çok. Çalışma sonrası öğle yemeğinde cağ otundan yapılan bir yemek yiyoruz. Soğanla kavrulmuş bir yemek sandım önce, değilmiş. Cağ otu yüksek ve kuru iklimlerde yetişen bir bitki ve soğangiller ile bir akrabalığı yok –sonradan öğrendim bunu. Ama yağda, unla kavrularak yapılan yumurtalı yemeğini yediğinizde ağzınızda hafif bir taze soğan tadı bırakıyor. Toplanan cağ otlarından yemek yapmak çok zahmetli. Önce otun acılığını gidermek gerekiyor.
Bitkiler kendilerini yenmekten korumak için acılık veren ya da zehirli olan çeşitli kimyasal maddeler salgılar. Ama insanlar da tarih boyunca acı ya da zehirli bitkileri yemenin bir yolunu bulmuştur. Cağ otu da acı olduğu için doğrudan yenemiyor. Acılığını gidermek için peynir altı suyuna yatırılıyor. Bölgede ilkbahar ve yaz ayları içinde süt bol. Sağılan süt genellikle otlu peynir yapılarak değerlendiriliyor. Peynir yapım sürecinde açığa çıkan peynir altı suyuna toplanan cağ otları konuyor. Bir-iki gün bekletildikten sonra peynir altı suyu dökülüyor, dökülen su ile otların acılığının bir kısmı da gidiyor. Cağ otu yeniden peynir altı suyu içine konuyor ve bu işlem otların acılığı giderilene kadar, kimi zaman dört-beş kez tekrar ediliyor.
Şili’de patateslerin acılığını gidermek için bir bez torbaya koyup bir süre akarsuda bekletildiğini okumuştum bir yazıda. Akan suda bekletme ile sık sık suyunu değiştirerek acılığı giderme işlemleri birbirine çok benziyor. Acılığı giderilen cağ otu ya turşu yapılıyor ya da biraz haşlanıp derin dondurucuda saklanıyor. Cağ otu yeneceği zaman biraz haşlanıp yumurta ve una bulanarak yağda kızartılıyor. Yapılması zamana yayılan, sağılan süt ile dağdan toplanan otun bir arada değerlendirildiği kadın emeği ile dolu bir yemek.
Köyde koyun sütü artık epeyce az. Oysa dört yıl önce böyle değildi: İlkbahar ve yaz aylarında otlatmak için yaylalara çıkarılan koyunlar her gün kadınlar için epeyce zahmetli bir süreç sonunda sağılıyordu. Elde edilen süt kooperatife ait soğuk saklama ünitesine konulmak üzere köyleri dolaşan bir araç vasıtasıyla toplanıyor ve sonra bir süt işletmesine gönderiliyordu.
Şimdi durum dört yıl öncesine kıyasla çok farklı. 2015 yılında AKP iktidarının toplumu yeniden içine soktuğu şiddet sarmalı her şeyi altüst etmiş. Koyun yaylada, merada otlatılması gereken bir hayvan. Devletin yayla ve meralara çıkışları yeniden yasaklaması nedeniyle neredeyse herkes koyunlarını satmak zorunda kalmış. Kırk altı haneli köyde dört yıl önce 1200 civarında olan koyun sayısı şimdi 100 civarına düşmüş durumda.
Kooperatifin süt toplama aracına defalarca ceza kesilmesini, araç şoförünün ve kooperatif başkanının tutuklanmasını da bu olumsuz tabloya eklemeli. Bütün bu yapılanların nesnel hiçbir gerekçesi yok. Tatvan’da bir kooperatif kurmak ve yaşatmak ülkemizdeki başka yerlere kıyasla bambaşka zorluklar içeriyor.
Evlerine konuk olduğum muhtar koyunlarını satıp iki inek almış. Beslemek için yem takviyesi gerektiğini, ama başka çareleri kalmadığını anlatıyor: “Koyun bizim dükkânımızdı, o olduğu sürece geçim kaygısı olmazdı bizim için” diyor. Koyunlardan nasıl da hevesle söz ediyor. O konuşurken elma ağaçlarının arasından geçen rüzgârın hışırtısı yandaki bahçede oynayan çocukların seslerini de bize taşıyor.
III. Patagonya yerlileri ve Tatvan girişi
Pinnacle mağarasında yaşadıkları dönem boyunca insanların temel öğünü kabuklu deniz ürünleri ve çeşitli bitkiler olmuş. Zamanla insanlara mesken olmuş benzeri başka mağaralar da bulunmuş. O yerlerin de kabuklu deniz ürünlerinin kalıntılarıyla dolu olması insanların yeryüzüne nasıl dağıldıklarına dair bir şeyler söyler gibi. İnsanların on binlerce yıla yayılan göç hareketlerinin öncelikle deniz ve okyanusların kıyı çizgisini izlediği, gelgit hareketleri sonucu kıyıya vuran kabuklu deniz ürünlerinin ve kıyıdaki bitki örtüsünün insanlara yol alma ve beslenme imkânı sunduğu düşünülüyor.
“Sedef Düğme” belgeseli; iki sedef düğme üzerinden Şili’nin 200 yıllık tarihi anlatılıyor. Göz ucuyla izliyorum, bir yandan da süt termometreleri ile ilgili bilgi edinmeye çalışıyorum. Kavar Kooperatifi’nde kaynamış sütten yapılan peynirlerin lezzetli olmadığını ifade etmişlerdi.
İnsanlar kıyı çizgilerini takip ederek günümüzden 16 bin yıl önce o zamanlar sığ olan Bering boğazını geçerek Amerika kıtasına girmişler. Sonra tüm Amerika kıtasını kat ederek yaklaşık 10 bin yıl önce Şili’nin ucuna, güney kutbuna yakın, çok soğuk ve ıssız bir bölge olan Patagonya’ya kadar ulaşmışlar. Patagonya yerlilerinin temel besini günümüzden 200 yıl öncesinde bile kabuklu deniz ürünleriydi.
Akşam geç saatlerde köydeki çalışma bitti. Muhtar Tatvan’a kadar benimle birlikte gelmekte ısrar etti. Bir emanet olduğumu düşünüyor… Tatvan’a girişte uzun bir araç kuyruğu var. Bekliyoruz. Sonra birkaç el silah sesi geliyor. Bekliyoruz. Bir süre sonra araçlardan çıkıp ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Birkaç yüz metre ileride bir güvenlik noktası var. Güvenlik noktasına yaklaşırken önce yan yana dizilmiş en az iki metrelik büyük beton bloklardan oluşan bir tünelin başında arabayı durdurmak zorundasınız. Tünelin sonunda, yaklaşık 60-70 metre uzakta bulunan güvenlik noktasındaki görevli bir hoparlör vasıtasıyla arabanın dâhili ışıklarını açmamızı ve kameraya doğru bakmamızı istiyor. Sonra “arabayı hareket ettirerek yaklaşın!” komutu geliyor. Bir tır şoförü yapılan uyarıyı duymadığı için havaya ateş açılmış.
Araçlarımıza dönüyoruz, hareket ediyoruz. Güvenlik noktasında aracımız tekrar durduruluyor; kimliklerimizi veriyoruz. Görevli memur nereden geldiğimizi soruyor. Ama aldığı yanıt hoşuna gitmiyor olacak ki, küçümser bir ifadeyle yüzünü buruşturuyor. Kimliklerimizi verip geç işareti yapıyor. Dört yıl önce bir otobüs dolusu insanla ziyaret ettiğimiz köylerden neşe içinde Tatvan’a giriş yaptığımız günü anımsamadan edemiyorum. Bütün gün boyunca köy köy gezip köylülerle köydeki kooperatifi geliştirmek için neler yapılabilir, konuşup durmuştuk.
IV. Jemmy Button ve Sedef Düğme
Muhtar beni otelin kapısında bırakıyor. Odaya çıkıp televizyonu açıyorum. Bir süre sonra Şilili yönetmen Patricio Guzmán’ın Sedef Düğme isimli belgesel filmi başlıyor. Patagonya yerlileri odağında ve iki sedef düğme üzerinden Şili’nin 200 yıllık tarihi anlatılıyor. Bir şeylere bakmak için bilgisayarı açıyorum, ama kulağım belgeselde.
Patagonya oraya giden ve yaptıkları küçük kanolarla adadan adaya dolaşarak kabuklu deniz ürünleri toplayarak yaşamlarını sürdüren, dillerinde tanrı ve polis sözcükleri bulunmayan çeşitli yerli halklara binlerce yıl boyunca yurt olmuş, ta ki 200 sene önce deniz yoluyla Şili’den ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden göçmenler gelene kadar. Göçmenler bölgede yaşayan yerlileri kırımdan geçirmiş. Onları “eğitip” köleleştirmeye başlamış.
Bu kırım süreci esnasında tarihe geçen en meşhur yerli “Jemmy Button” adıyla biliniyor. Gerçek adını kimse bilmiyor.
Bir yandan belgeseli göz ucuyla izliyorum, bir yandan da sütü pastörize ederken sıcaklık ölçümü yapmayı sağlayacak süt termometreleri ile ilgili bilgi edinmeye çalışıyorum. Kavar Kooperatifi’nde kadınlarla yaptığımız toplantıda sütü kaynatmanın peynir yapımını zorlaştırdığını ve kaynamış sütten yapılan peynirlerin lezzetli olmadığını ifade etmişlerdi. Süt sağımı ve peynir yapımı işini sadece kadınlar yapıyor. Çiğ sütten yapılan peynirlerden insana bulaşan Brusella hastalığını bütün kadınlar biliyor.
Peynir yapımında sütü olabildiğince düşük sıcaklıkta, örneğin 72 santigrat derecede 15 saniye pastörize etmenin brusella riskini ortadan kaldırdığını ve peynirin lezzetini de etkilemediğini anlatmıştım. Ama sütü ısıtırken sıcaklık ölçümü yapmayı sağlayacak bir termometre olmayınca düşük sıcaklıkta pastörizasyon yapmak çok zor. Kulağım Sedef Düğme belgeselinde, gözüm internet sayfalarındaki termometre örneklerinde. Nihayet bulduğum birkaç süt termometresi örneğini ertesi gün onlara göstermek üzere kaydediyorum. Belgesel öyle ilgi çekici ki, ister istemez seyre dalıyorum. Bittiğinde ise kafam düşünceler, hatıralar ve çağrışımlarla dolu…
Belgeselde adı geçen Jemmy Button, Darwin’in Türlerin Kökeni kitabına temel oluşturan bilgileri derlemesini sağlayan ve beş yıl süren dünya seyahatini yaptığı meşhur Beagle gemisinin kaptanı Robert Fitzroy tarafından ehlileştirilmek –ve sergilenmek– için İngiltere’ye götürülen yerlilerden biri. Fitzroy’un Patagonya bölgesinin haritasını çıkarmak için yaptığı bir seyahatte Jemmy Button’ın bir sedef düğme karşılığında İngiltere’ye gitmeye ikna olduğu belirtiliyor.
Jemmy Button, Darwin’in “Türlerin Kökeni” kitabına temel oluşturan bilgileri derlemesini sağlayan dünya seyahatini yaptığı meşhur Beagle gemisinin kaptanı Robert Fitzroy tarafından ehlileştirilmek –ve sergilenmek– için İngiltere’ye götürülen yerlilerden biri.
Deniz kabuklularının kabuk kısımlarından farklı renk ve boyutlarda sedef düğmeler yapılır. Düğmeler soğuk iklimlerde giyilen giysilerin en önemli parçasını oluşturur. Ve belki de Jemmy Button’un bu kadar kolay ikna olmasının nedeni o dayanıklı sedef düğmedir. Aklıma Napolyon’un Rusya seferi geliyor.
Düğme deyip geçmeyin. Napolyon 1812 yılındaki Rusya seferinde Moskova’ya kadar gitmişti. Ancak yiyeceksiz kalan ordu kış mevsiminde dönüş yolculuğuna başlamak zorunda kaldı. 500 bin askerden sadece 50 bini sağ dönebildi. Askerlerin çoğu dönüş yolunda soğuktan öldü. Kaybın bu kadar büyük olmasının nedenlerinden biri olarak askerlerin giydiği paltolardaki düğmelerin kalaydan yapılmış olması gösterilir. Kalay düğmeler çok soğuk havalarda bir kraker gibi unufak olup dağılır çünkü.
V. Kadınlar, arılar, imece
Sabah. Yeniden köydeyim. Kadınlarla gıdaları kurutma üzerinde konuşuyoruz. Kurutmaya daha elverişli sebze çeşitlerini belirlemeye çalışıyoruz. Seneye o çeşitlerin ekilip ekilemeyeceğimizi konuşuyoruz, ama bölgede sebze üretimi çok az. En önemli nedeni ise yazın temmuz ve ağustos aylarında köylere yayladaki bir kaynaktan gelen suyun epeyce azalıyor olması. Sebze yetiştirmek çok su istiyor, var olan su günlük ihtiyaçlarını karşılamaya bile yetmeyebiliyor o aylarda. Dolayısıyla, ancak kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir sebze üretimi yapılabiliyor.
Köydeki ana sorunlardan biri de arıların ölmesi. Kadınların hepsi arıcılık yapıyor. Arılar bir gün önce kovanda varken bir sonraki gün kovanlar boş olabiliyor. Kovan boşalması sorununun arıların yön bulma yeteneğine zarar veren pestisitler nedeniyle olabileceğini söylüyorum.
Arıcılıktaki çöküş akşam köyün erkekleriyle yaptığımız toplantıda da dile getiriliyor. Ama anladığım kadarıyla köylerde nadir olarak pestisit kullanılıyor. Sebze tarımı su kıtlığı nedeniyle zayıf olduğu için pestisit kullanımı çok düşük. Dolayısıyla, arı ölümlerini pestisit kullanımına bağlamak zor. Kanımca ana neden hava sıcaklıklarının mevsim normalleri dikkate alındığında çok değişken olması. Belki de bu olumsuz etkenlerin bir araya gelmesi ana nedeni oluşturuyor. Bilemiyorum.
Konu dönüp dolaşıp sebze tarımını güçlendirmek için su bulmaya geliyor. Yıllar önce yayladaki suyu köye getirmek için imece usûlü kilometrelerce kazı yaparak nasıl boru döşediklerini anlatıyorlar. Başlı başına bir inatlaşma hikâyesi. Köye su getirilmesi için başvurmadıkları kamu kurumunun kalmaması, bu kurumların meseleyi çözmemesi ve nihayetinde iş başa düştü diyerek kendi çabalarıyla suyu getirmeleri…
Son iki yıldır kar yağışının az olması nedeniyle yazın gelen suyun zamanla daha da azalması ihtimali var. İklim krizi nedeniyle yağış rejimlerinin değişmesi, su kıtlığı ihtimali ve var olan suyu korumanın önemi üzerine sohbet ediyoruz. Ama en çok dile gelen, can yakıcı sorun arıların ölmesi. Arıcılık 1990’larda zorla boşaltmak zorunda kaldıkları köylerine yıllar sonra yeniden döndüklerinde tutundukları ve en çok geliştirdikleri faaliyet olduğu için belki de.
VI. Şiddetin türlü biçimleri
Dört yıl önceki gelişimde de köylülerle sorunlar üzerine sohbet etmiştik. Ama o zaman daha canlı bir ruh hali egemendi. Kavar Kooperatifi bünyesinde yer alan köyler 1990’larda devlet tarafından zorla boşaltılmış, halk çeşitli kentlere zorla göç ettirilmiş. 2000’li yıllarda tekrar köye dönüş imkânı bulan insanların evlerini onarmaları, hayvan sahibi olmaları, arıcılığa ve yeniden ekip dikmeye başlamalarının yarattığı bir canlılık ve yıllardan sonra doğdukları, kendilerini ait hissettikleri yerde tekrar hayatlarını kurabilmiş olmalarının yarattığı bir güven duygusu olduğunu hissetmiştim önceki gelişimde. Ancak bu gelişimde o canlı ve güven dolu ruh halinin epeyce yara aldığını hissettim. İnsanların hayatları zor bir duruma sokulmuş tekrar ve buna devletin güvenlik politikalarının yol açtığı çok açık. Şiddet gündelik hayatın bir parçası burada…
Konu dönüp dolaşıp sebze tarımını güçlendirmek için su bulmaya geliyor. Yıllar önce yayladaki suyu köye getirmek için imece usûlü kilometrelerce kazı yaparak nasıl boru döşediklerini anlatıyorlar. Başlı başına bir inatlaşma hikâyesi.
Şiddetin türlü biçimleri var. Ama bitmeyen, insanların hayatına yayılan, sürekli kendini hatırlatan bir şiddet bir arada yaşama duygusunu aşındırıyor ve müşterek bir hayatı var etmeye dair umutları köreltiyor. Yeryüzü hiç kimseye, hiçbir topluluğa ya da ulusa ait değil ve hiçbir zaman da ait olmayacak, ama yine de birileri “burası benim” demeyi çok seviyor. Ancak “burada birlikte yaşayabiliriz” diyenler de var ve her kimden ve her nereden geliyorsa o sesi büyütmek, o sese can katmak gerekiyor müşterek bir hayattan söz edebilmek için. Bazen bize çok uzak bir coğrafyadan, Guzman’ın Sedef Düğme belgeseli aracılığıyla Şili’den geliyor o ses ve geleceğe dair umutlarımız ve özlemlerimiz kadar çekilen acıların da ne kadar müşterek olduğunu dile getiriyor.
Şili bir uçtan bir uca dört bin kilometre ve Patagonya’da yaşayan yerliler merkezi hükümete coğrafi olarak öyle uzaklar ki, kendilerini asla Şili devletine ait hissetmemişler. İşbaşına gelen hükümetler ise yerlilere sürekli baskı uygulamış ve yerlilerin siyasal taleplerini ve haklarını tanımamış. Bu durum yerlilere demokratik haklarını tanıma sözü veren Salvador Allende’ye kadar sürmüş.
1970 yılında Şili’de seçimle iktidara gelen Marksist devlet başkanı Allende yerlilere verdiği sözü tutmuş ve onların dillerini ve kültürlerini tanımış. Günümüzde yaşayan az sayıdaki yerli Allende’den hâlâ bir efsane olarak söz ediyor. Ancak General Pinochet, 1973 yılında, Allende hükümetini ABD destekli bir operasyonla devirerek diktatörlüğünü ilan ettiğinde Şili’deki sosyalist hükümeti desteklemenin karşılığı pek çok insan gibi Patagonya yerlileri için de çok ağır olmuş.
Faşist Pinochet rejimi, Allende destekçisi binlerce insanı ülke genelinde kurduğu 800’den fazla toplama kampına hapsetti. Bu kamplardaki binlerce insana işkence yapıldı. Binlerce insan öldürüldükten sonra bedenlerine bir metre uzunluğunda kocaman bir tren rayı bağlanıp bir çuvala konulduktan sonra okyanusa atıldı.
On yıllar sonra Pinochet rejimi devrildi. Gözaltında kaybedilen insanların akıbeti hakkında soruşturmalar başlatıldı. Bazı faillerin itirafları ve görgü tanıklarının ifadeleri ile belli bölgelerde aramalar yapıldı. Deniz dibinde yapılan arama çalışmaları sonucunda paslanmış, üzerine denizin tortuları çökmüş çok sayıda demir raya ulaşıldı. O raylara bağlanmış bedenlerden hiçbir iz kalmamıştı. İnsan bedeni zamanla bütünüyle çözülüp deniz suyuna karışmıştı. Ama denizden çıkarılan her bir rayda raya bağlanmış bedene ait bazı izler, tortular vardı. Çıkarılan hiçbir ray bir diğerine benzemiyordu.
Çıkarılan raylar günümüzde bir müzede sergileniyor ve içlerinde en benzersiz olanı da tortulu yüzeyinin daha iyi görülmesini sağlamak için kocaman bir büyüteç altına yerleştirilmiş olan ray. Büyütece yaklaşıp raya dikkatle bakıldığında tortulu yüzeye gömülü bir sedef düğme olduğu fark ediliyor. Bir zamanlar bir insanın varlığına işaret eden ve hayatı elinden alınan o insandan geriye kalan tek şey o sedef düğme.
Jemmy Button’un özgürlüğünün elinden alınmasına ve onun yerinden yurdundan olmasına bir sedef düğme vesile olmuştu. Yaklaşık iki yüz yıl sonra insanların özgürlüğüne ve toplumun esenliğine düşman bir rejim tarafından öldürülen bir insandan geriye kalan tek şey de bir tren rayına gömülü bir başka sedef düğme. Bize çok uzak bir coğrafyada geçen, başka bir dil ve kültüre ait bir hikâye olsa da, başkalarının acılarını dindirmek için çabalamanın, haksızlığa gözünü yummamanın ne kadar müşterek ve erdemli bir davranış olduğunu bize hatırlatan da o sedef düğme.
VII. “Mutlu olmayı ihmal etme”
Köyden Tatvan’daki otele döndüğüm akşam ilçe girişindeki güvenlik noktasında öyle uzun bir araç kuyruğu var ki… Ne olduğunu bilmiyoruz. Araç şoförü bazen güvenlik noktasında bir saatten fazla beklediklerini söylüyor. Yaklaşık 20 dakika bekletildikten sonra ilçeye giriyoruz. Hemen ilçe girişinde iniyorum. Van Gölü kıyısındaki yürüyüş yoluna yöneliyorum.
Yürürken bir yandan da bir hafta boyunca yaşadıklarımı düşünüyorum. Bir süredir okumakta olduğum insanların göçünü anlatan kitap, Sedef Düğme belgeseli, Şili’de ve ülkemizde yaşanan askeri darbelerin yol açtığı yıkımlar arasındaki benzerlikler kafamda dolanıp duruyor. Birer işkence merkezine dönüşen Mamak ve Diyarbakır cezaevlerini, öldürülenleri ve gözaltında kaybedilen insanları düşünüyorum. 12 Eylül askeri darbesi bu ülkenin ruhunu çalmış.
Kötülük her yerde aynı şekilde mi vücut bulur? Ya iyilik?
Kaldığım otele döneceğim yol ayrımına geliyorum. Karşımdaki evin duvarındaki yazıya takılıyor gözüm. İçinde olduğum düşünceli hale ferahlatıcı bir yanıt gibi. “Mutlu olmayı ihmal etme.”
Duvardaki yazıya içimden bir ek yapıyor ve “U-mutlu olmayı ihmal etme” diyorum. Ertesi sabah dönüş yoluna çıkacağım.
VIII. “Aynı suyun nehirleri”
Muhtar dönüş yolunda da havaalanına kadar eşlik ediyor bana. Yol boyunca dört yıl önceki gelişimde konuştuğumuz kooperatif bünyesinde bir mandıra kurma hayalini tekrar canlandırıyoruz. Kısmet, belki bir gün…
Uçaktan aşağıda uzanan Van Gölü’ne bakıyorum. Bir gölü besleyen nehirler nereden gelir ve bir gölden doğan nehirler nerelere uzanır… Suyun sınırları yoktur. Binlerce yıl önce Pinnacle mağarasına sığınarak hayatta kalan birkaç yüz insanın zaman içinde çoğalıp bütün dünyaya yayılmasını aynı kaynaktan doğup zamanla kollara ayrılarak bütün dünyayı saran nehirlere benzetiyorum. Şilili şair Raul Zurita’nın söylediği gibi: “Hepimiz aynı suyun nehirleriyiz.”