“SİBEL”İN SİBEL’İ DAMLA SÖNMEZ

Söyleşi: Ayşegül Oğuz
3 Nisan 2019
SATIRBAŞLARI

Yeni kuşağın dikkat çeken oyuncularından Damla Sönmez, konuşmayan, ancak ıslıkla anlaşan, kendini doğada arayan ve bulan Sibel gibi zor ve derinlikli bir karakterin altından başarıyla kalktı. Bunun karşılığını da Adana Film Festivali’nde, Fransa’nın Muret Film Festivali’nde ve 12. Asya Pasifik Film Ödülleri’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülleriyle aldı. Sönmez’in Sibel’le ilişkisini, tiyatro sahnelerinden dizi ve sinema setlerine uzanan oyunculuk serüvenini dinliyoruz.
Damla Sönmez (Fotoğraf: Muhsin Akgün)

Sibel’in yolculuğuyla başlayalım. Bu hikâyeye nasl dahil oldunuz?

Damla Sönmez: Filmin iki yönetmeni Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti ile iki buçuk yıl önce tanıştım. Henüz ellerinde senaryo yoktu. Sibel üçüncü uzun metrajları, önceki iki filmin (Noor, 2012; Ningen, 2013) baş karakterleri gerçek insanlar, aslında kendilerini oynuyorlar. O iki filmin senaryosunu Sibel’de olduğu gibi bulundukları yerin halkının hikâyelerini dinleyip o referanslarla yaratmışlar, ama Sibel öyle değil. Sibel için bana beş cümle söylediler. Çağla’yla Guillaume’a da, hikâyeye de vuruldum.

O beş cümle neydi, nasıl anlattılar Sibel’i?

Karadeniz’de, Giresun-Trabzon sınırında Kuşköy diye bir yer var. Bu köyde bir ıslık dili kullanılıyor, onyıllarca iletişim dili olmuş, ama teknolojinin hayatımıza girmesiyle biraz unutulmaya başlanmış. Sibel çocukluğundan beri duyuyor, ama konuşmuyor, sadece ıslık diliyle iletişim kuruyor. Biraz da başına buyruk bir karakter, o yüzden de köy tarafından lanetli, eksik olarak görülüyor. Aslında Sibel’in kendini bulma, kendi özgürlüğünü keşfetme ve sahip olduğu gücün nereden geldiğini anlama hikâyesini çekmek istiyoruz dediler. “Çok istiyorum bu filmde oynamak, ama hiç ıslık çalamıyorum” dedim. Onlar da, “biz zaten senaryo üzerine çalışıyoruz, sen de ıslık çalış, daha vaktimiz var” dedi. Bir yandan çok şanslı hissediyorum, çünkü oyuncuları genelde sete çıkarken sürece dahil ederler, ama Çağla ve Guillaume’un senaryoyu yazarken paylaştığı hikâyeler, okumam için gönderdikleri metinler, ben ıslıkla cebelleşirken her soruma geceyarısı da olsa yanıt vermeleri çok iyi hissettirdi. Başka ülkelerde olmamıza rağmen yan yana gibiydik. “Bir hayalimiz var, gel bunun parçası ol” demek yerine “gel birlikte hayal kuralım” dediler. İşinize özenebilmenize yardımcı olan bir duygu bu. Sonuç olarak ben ıslık çalıştım, onlar da senaryoyu bitirdiler. (gülüyor)

Konuşamamak, elinizden o enstrümanın alınıyor olması benim için de yeni bir şeydi. Sahnenin nereye gideceğini tam olarak tahmin edemiyordum.

Islık nasıl çalışılır?

Babamdan ıslık çalmayı öğrendim. Dilini nereye koyuyorsun, o parmakla nereden, nasıl ses çıkarıyorsun gibi. Ama filmde konuştuğum ıslık dili bambaşka. Önce ses çıkartmayı, sonra da o sesin nasıl incelip kalınlaştığını öğrendim.

Islık çalışırken bir Kuşköylü de eğitmenliğinizi üstlenmiş, değil mi?

Evet, Orhan Civelek sonradan dahil oldu. Filmi çekmeye başlamadan beş ay önce senaryoyla geldi Çağla ve Guillaume, biz de zaten üç-dört ay öncesinden Kuşköy’e gidip gelmeye başladık. Bu filmi Kuşköylülerle yaptık. Köylüler kameranın hem önünde hem de arkasında çalıştılar. Köye çok turist gelip gidiyor, Orhan Civelek de rehber gibi herkese yardımcı oluyor. Köye gitmeden önce ıslık videoları gönderdi. Minik minik ses çıkartmaya başlamıştım. Köye gittiğimizde Çağlalar film için mekân bakarken ben de Orhan hocayla ıslık çalışıyordum. Film bittikten sonra, genç neslin bu dili unutmaması ve konuşabilmesi için orada bir ıslık kursu açtılar. Hem gelip giden turistler için hem de Kuşköy’deki ve yan köylerdeki ilkokul çocukları için.

Fotoğraf: Muhsin Akgün

Sete çıktığınız ilk gün ıslık dili yerli yerine oturmuş muydu?

Islık çalıyordum, oyun provalarını da yapmıştık önceden. Akşam odamdayım, bir arkadaşımla konuşuyorum, “kapat, çalışmam lâzım, yatacağım sonra” diyorum. “Repliğin yok ki senin, ne çalışıyorsun” diyorlardı. Bende tüm ıslıklar kayıtlı bir şekilde vardı. Senaryoyu açıp, ıslık çalışıp, ikisini karşılaştırıp sonra Orhan Hoca’ya soruyordum. Hatalar da yaptım. Almanya’da ses tasarımı yaparken beni tekrar stüdyoya soktular, bazı ıslıkları düzelttik. Bazı yerlerde de sesi bilgisayarla biraz yükselttiler.

Sibel’in tek özelliği ıslıkla konuşması değil, aynı zamanda onu güçlü kılan sezgileri ve inandığı şeylere bağlılığı, inadı, ısrarı…

Evet, ıslık bu kurulan düzeni reddediş biçimlerinden biri. Aynı zamanda Sibel çok kuvvetli. Evin içinde babasının oğlu gibi varlık gösterebiliyor, köydeki diğer kadınlardan, çocuklardan bağımsız bir hayat sürebiliyor.

Bağımsızlığının da çok farkında…

Köylü kadınların dayattığı her şeyi reddediyor. Eteğimin altına şalvar giymeyeceğim, başımı öyle bağlamayacağım diyor. Ulrike Meinhof der ya, “Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim” diye, Sibel’in öfkesini de biraz buna benzetiyorum. Öfkesini kendini dışlayan insanlara karşı kullanmayan, ama bu normları kabul edip o baskının altına girmeden başka bir taraftan kendini kabul ettirmeye çalışan, yeni bir yöntem arayan biri Sibel.

Sibel’de çok sevdiğiniz bir sahne var mı?

Çekim süreci bir sonraki günün sahnelerini bekleyerek geçti. Bir kere, konuşamamak, elinizden o enstrümanın alınıyor olması benim için de yeni bir şeydi. Sahnenin nereye gideceğini tam olarak tahmin edemiyordum.

Filmde ustaca tüfek kullanıyorsunuz…

Balon vurmayı çok severim. İzmarit vurmuşluğum da vardır. Tüfek sahneleri için poligona gittik. Setteyken gerçek kurşunla çalışmadık, ama tüfeğin ağırlığı, bir de filmde ahşap kırma tüfek kullanıyordu Sibel, zor ve güzeldi. Asker gibiydik, bütün ekip öyle oldu.

Kuşköy nasıl bir yer?

Çok dik yamaçların arasına kurulmuş. Köy meydanından baktığınız zaman yamaca yapıştırılmış gibi duran evler görüyorsunuz, oraya yol var mı ki diyorsunuz. O kadar dik yollar ki. Beş tane aile yaşıyor orada. Film boyunca bize inanılmaz yardımcı oldular. Guillaume ilk gittiğinde Çağlasız gidiyor, “ben bu dili merak edip geldim” diyor. Muhabbet ederken köyün muhtarı şöyle diyor: “Yarım saat sonra son otobüs gelecek, eğer bineceksen hazırlanman gerekiyor, gitmeyeceksen söyle, hanıma haber vereyim, yemeği ona göre hazırlasın.” Öyle bir yer. 

Sibel’in kızkardeşi Fatma’yla olan ilişkisini nasıl buluyorsunuz?

Elit (İşcan) çok güzel bir yorum yaptı: “Sibel toplumun içinde neyse, Fatma da aslında kendi evinin Sibel’i.” İyi ya da kötü, onun da olmak istediği biri var. 

Öfkesini kendini dışlayan insanlara karşı kullanmayan, ama bu normları kabul edip o baskının altına girmeden başka bir taraftan kendini kabul ettirmeye çalışan, yeni bir yöntem arayan biri Sibel.

Filmin final sahnesindeki Sibel ve Çiçek bakışması muazzam.

O sahneyi izlerken tüylerim diken diken oluyor. Hikâye oradan bir yere daha gidecek hissine kapılıyorsun.

Sibel filminin gizli kahramanı Çiçek…

Filmin süjesi aslında o. Oyuncu arkadaşım Ece Dizdar aradı ve şöyle dedi: “Film bitti, müzik çalmaya başladı, ışıklar yandı, bütün seyirci ayağa kalktık, salondaki kadınların birbirlerine bir bakışı vardı, sanki biz bir sırrı paylaşa paylaşa, ağır ve vakur yürüye yürüye çıktık o salondan…”

Sizin için bir rolü cazip kılan kriterler neler?

Hikâye ve karakter birbirini destekleyen unsurlar. Karakterin özellikleri de aslında hikâyeyle birlikte geliyor. Senaryoyu okurken karakterin sesini duyuyorsam, “hah, bir şey oldu” diyorum, heyecanlandıran bir taraf oluyor. Yönetmen tabii ki çok önemli, her şey bittikten sonra film sinema salonuna çıktığında izleyeceğimiz şey yönetmenin hayali olan şey! Evet, çok soru soruyorum, bazen karşımdakini bunaltıyorum da… İkna etmeye ya da ikna olmaya açık insanlarla çalıştığınız zaman oyuncu olarak siz de bir bardağı bile buraya neden koyduğunuzu biliyorsunuz, siz de yönetmenin hikâyesini anlatıyorsunuz aslında. O yüzden de anlayabildiğim rolleri oynamayı seviyorum. Sibel’i neden kabul ettim? Madde madde sıralayamam, bütünlük galiba, oynadığım karakterleri ona göre seçiyorum. Yaratmanın bir diş kaşıma hissi var. 13 tane filmim var, filmlerimin yönetmenlerinin yarısından çoğu ilk filmlerini yönetmiş. Herkesin bir görme biçimi var, bu sinemada da geçerli, ama ilk intiba her zaman o ilk muhabbette gizli.

İlk filminiz Bornova Bornova (İnan Temelkuran, 2009) hâlâ akıllarda. Özlem’in sizin için cazibesi neydi?

Özlem çok hırslı, tekinsiz, ama istediğini bir şekilde alan, cesur ve fütursuz bir karakterdi. Senaryoyu ilk okuduğumda açıkçası tırsmıştım Özlem’den. Aynı okulda falan olsaydık bana feci şekilde kabadayılık taslardı bence. Ama zaten o ince korku mesleğin en güzel yanlarından biri. “Kavramak istiyorum bu insanı” diyorsunuz. Korkutuyorsa, hem sizden uzak hem de sizin içinizdeki bir yere dokunuyor demek. Yeni bir insan tanımak gibiydi Özlem’i ete kemiğe büründürmek. İnan hepimize senaryoda bulunmayan monologlar hazırlamıştı. Ben mesela, Özlem’in annesinin eşinin kumar sevdasını kırmaya çalışırken evde oyun geceleri düzenlemeye başlayıp nasıl kendisinin daha büyük bir kumarbaz haline geldiğini ya da filmdeki Anadolu liseli sevgilisiyle nasıl tanıştıkları hikâyesini biliyordum. İnce ince, satır satır işledik İnan’la beraber karakterleri.

Fotoğraf: Muhsin Akgün

Bir role hazırlanırken olmazsa olmaz temrinleriniz var mıdır?

Her karakter kendi çalışma yöntemini beraberinde getiriyor. Sibel’de nefese dönmeye başladım. Nefesi vücudumun neresinde tutuyorum? Nefesin psikolojiyle ilişkisi üzerine neler yazılmış? Bornova Bornova zamanı mesela, Özlem’in yaşı değişiyordu. Onu yaş üzerinden oynamaya çalıştım.

Sinemanın yanında dizilerde de akılda kalan kadın karakterlere büründünüz. Güllerin Savaşı dizisindeki karakteriniz mesela. Dizi ve sinema oyunculuğu arasında bir ayrım koyuyor musunuz?

Ben koymuyorum, ama bir ayrım ister istemez oluyor. Dizi setinde ara vermeden 13 gün çalışırken haftada iki gün de gidip oyun oynuyordum. Tiyatro sahnesi hiç hata kaldırmayacak bir alan, ama ne kadar çok hata yaparsanız en hızlı öğrenebildiğiniz yer de orası. Bu yıl oyunum yok, ama önümüzdeki yıl tiyatro yapmayı çok istiyorum. Sinemada hikâyenin başını ve sonunu, karakterin bütün devinimini biliyorsunuz, o yüzden onun bambaşka bir hissi var. Televizyon hikâyesinde gene sevdiğim şeyleri seçmeye çalışıyorum. Mesela Güllerin Savaşı’nda ne kadar işleyebildik, bilmiyorum ama, Gülru’nun Gülfem’e olan hayranlığı altı yaşında annesini kanserden kaybedip o köşke yerleştiğinde başlıyor. Orada bir fanatik kişilik bozukluğu var aslında, oynadığım Gülru karakterini de bunun üzerine kurmaya çalıştım. İnandırabilmek için benim de oynadığım karaktere inanmam lâzım. Evet, televizyon çok uzun bir koşu, ilk bölümde kurduğunuz karakter altı bölüm sonra gerek reytingler, gerek twitter’dan gelen yorumlarla bir anda yön değiştirebiliyor. “Ben bu karakteri inşa etmek için bu kadar uğraştım” diyorsun, “tamam, ama karakteri buraya götürmeye karar verdik” deniyor. Ya da hikâye tıkanıyor… Sibel filmi 95 dakika, Güllerin Savaşı dizisinin bir bölümünde 140 dakika kaset teslim ettiğimizi biliyorum. Senaristinden set çalışanlarına, oyuncusuna kadar insanüstü bir emek var. Türkiye’de şu an reklamların arasına dizi çekiliyor. O kadar reklam kuşağı alabilmek için dizileri o sürede tutmanız gerekiyor. Günde 31 sayfa çektiğimi biliyorum; 31 sayfa, dizinin 30-35 dakikasına denk düşüyor. Birbirinden çok alâkasız sahneleri arka arkaya çektiğiniz zaman şöyle anlar yaşayabiliyorsunuz: Sabah gel, makyaj-saç yapılsın, sahne çek, tashihe otur, sahne çek, tek ara kostüm ve saç değiştirmek… Dizi çekerken, evet, o kadar keyifli olmayabiliyor, ama uzun vadede başka bir pratiklik de kattı. Mesleği seviyorum, öyle olunca da her türlü zor tecrübenin sana katkılarını düşünmek istiyorsun.

Gülru karakterinin Sibel’e de etkisi olmuş, öyle mi?

Çağla’nın anneannesi Güllerin Savaşı’na hayranmış, Çağlalar her Ankara’ya gittiklerinde kadın “bu kız hak ettiğini bulamıyor, bu kıza bir film yapın” deyip duruyormuş. Sahiden şakamız var “Anneanne casting” diye! (gülüyor)

Televizyon için yaptığınız işlerde oynadığınız karakterin genç bir kadının hayatına temas etmesini, bir sızıntı, bir fikir yaratmasını önemsiyor musunuz?

Televizyon teşebbüssüz ulaşabildiğiniz bir yer, tiyatro gibi bilet almanız gerekmiyor. Evde meyve soyarken, yemek hazırlarken o kutuyu açıyorsunuz. Sizin oradan söylediğiniz her şey birine değiyor. İstanbul Film Festivali’nde This Changes Everything diye bir belgeselin gösterimi yapılacak. Hollywood’daki cinsiyet eşitsizliğini merkezine alan bir film. Küçük bir Siyah kız çocuğuyla başlıyor: “Büyürken televizyonda kendim gibi birini görmüyordum. Televizyona bakıp idol edinebileceğiniz birini bulamamak insana farklı ve kötü hissettiriyor.” O yüzden televizyonun çok daha kapsayıcı olması gerekiyor.

Sibel’de nefese dönmeye başladım. Nefesi vücudumun neresinde tutuyorum? Nefesin psikolojiyle ilişkisi üzerine neler yazılmış? “Bornova Bornova” filminde mesela, Özlem’in yaşı değişiyordu. Onu yaş üzerinden oynamaya çalışmıştım.

Oyunculuk mesleğini sürdürmenizi sağlayan dürtü, merak nedir? Nasıl tanımlarsınız bunu?

Altı yaşından beri bu mesleği yapmak istiyorum. Hafta sonu ödevlerimi bitirmezsem, tiyatro kursuna gidemezdim. Zaman içinde şunu fark ettim: Talebe talep etmekten gelir, talebe okulda derse giren değil de, öğreneceği şey neredeyse onu bulup alandır. Konservatuar okudum, ama İngiltere’de workshop da buldum, Amerika’ya da gittim. Bir okul kesinlikle gerekli midir, bilmiyorum ama, hayatın içinde kendi okulumu, kafaya taktığım şeyleri bulup yaratmam gerekiyor. Bu bardak ne senin ne de benim, bu bardak zaten var, ben bildiklerimi ortaya koyup sen de oradan alırsan, senin bildiklerini ben öğrenmeye çalışırsam, o zaman biz bununla ilgili konuşabiliriz. Galiba öyle bir eğitim şart!

Tiyatro okumak için önce Sorbonne’a gidiyorsunuz, değil mi?

Saint Joseph’ten mezunum, bizde herkes Fransa’ya başvurabiliyordu. Ben Nice’e ve Paris Sorbonne Üniversitesi’ne başvurdum. Nice’deki daha sahne üzerinde bir eğitimdi, Sorbonne’daki dramaturji. Sorbonne’dan kabul gelmeyeceğini düşünüyordum, mülâkata çağırıp kabul ettiler. 17 yaşındaydım. Fransa’da öğrenciler lise ikinci sınıfta ayrılıyorlar. Dolayısıyla lisede tiyatro okumuş öğrencilerle birlikteydim. Sınıfta duyduğum her şeyi, bütün terimleri not ediyordum, Centre Pompidou’da devasa bir kütüphane var, bütün akşamlarım orada geçiyordu. İlkokuldayken yarı zamanlı keman ve piyano eğitimi aldım, ama oraya da tiyatro için gidiyordum, ben tiyatro dedikçe “o sadece üniversitede var” diyordu hocalarım. Altı yaşından beri beklediğim tiyatro eğitimine başlamıştım, ama sahne yoktu Sorbonne’da, teori okuyup duruyorduk. Ama o bir yılda öğrendiklerimi hâlâ hayatımda uyguluyorum. Bir kere 17 yaşından itibaren tek başına yaşıyor olmak zaten çok öğretici. Ama işte bu kadar teori olmadı ve Yeditepe Üniversitesi’nden burs kazanıp konservatuarı burada okudum. Sonra gidip gelmeye devam ettim. Psikoloji, tiyatro teorisi okumayı hiç bırakmadım.

Sibel’in gösterimi için Paris’teydiniz. Paris’te filminizin gösterilmesi ne hissettirdi?

Paris’te yalnız kalıp mutsuz dönmüştüm aslında, sonra da 11 sene boyunca hiç gitmedim. 2016’da bir yönetmen görüşmesine çağırdılar, o zaman ilk defa iş için gittim. O an çok garipti. Okulu bırakıp çıktığın şehre işinle geri dönmek gibiydi. O iş olmadı sonra, bir buçuk yıl sonra Çağlaların filmi geldi.

Sibel’in yurtdışı gösterimlerinde nasıl tepkilerle karşılaşıyorsunuz?

Çok güzel yorumlar geliyor. Bütün söyleşiler dertleşmeye dönüşüyor. Türkiye’de Karadeniz, kadın gibi meselelere takılırken izleyici, yurtdışında kadın meselesinden ötekileştirme konusuna açılıyor mevzular. Bütün kültürlerin sinema izleme pratiğine göre çok değişiyor. Gittiğimiz bütün ülkelerde filmin ilk on ve son on dakikasını izlemeye çalışıyorum. Japonya’da, Chicago’da, Avustralya’da bambaşka izleme alışkanlıkları olan seyirciyle karşılaştık. Her kültüre göre odak noktası kayıyor.

İlk ödül Locarno Film Festivali’nden geliyor, değil mi? Filmi ilk kez seyirciyle birlikte orada mı izlemiştiniz?

Evet, 2500 kişilik bir salonda izledik Sibel’i, rüya gibiydi. Film bitti, herkes ayağa kalktı, bir daha acaba ne zaman görürüm böyle bir kalabalığı diye döndüm seyircilere bakıyorum, seyircilerin arasından bir kadın insanları yara yara geldi, karşımda durdu. Sarıldık ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladık. Ayrıldık, ne söyleyecek diye bekliyorum, “Thank you” dedi ve gitti.

^