MÜSLÜMAN, FEMİNİST, LEZBİYEN, CEZAYİR ASILLI FRANSIZ YAZAR FATIMA DAAS

8 Mart 2021
SATIRBAŞLARI

Çok çocuklu Cezayir asıllı bir ailenin en küçük kızı. Banliyö çocuğu bir Fransız. İnançlı bir Müslüman. Feminist. Lezbiyen. Yalancı. Günahkâr… Bir ayağı o dünyada diğeri bu dünyada. Hepsinde iğreti. Dayatılan “hakikatler”, acı veren tabular… “Benim adım Fatima Daas…” diye başlıyor yazmaya. Kendi sesini duymak için. Seçim yapmama hakkını kendine tanımak için. Ve ilk cümlenin ardından gerisi dökülüyor, kesintili bir rap ritmiyle, Fatima Daas’ın tatlı-kekre üslûbuyla gürül gürül akıyor monolog. Yaz sonunda Fransa’da yayınlanan “La Petite Dernière” (En Küçük Kız) 25 yaşındaki Fatima Daas’ın ilk romanı. Yıllardır eksikliği hissedilen ses nihayet usulca yükseliyor ve bütün kalıpları sarsıyor. Fatima Daas’tan dinliyoruz kimlik denen cendereyi…  

 

24 yaşındayken ilk romanınızı yazdınız, yazıya nasıl geldiniz?

Fatima Daas: Ergenlik çağında, 14-15 yaşlarında yazmaya başladım. Mahrem diyebileceğim özel metinlerdi yazdıklarım. Yazmanın içimdeki ketlenmiş şeylerin önündeki bariyerleri yıkmaya yaradığını fark ettikçe yazmak daha bir önem kazanmaya başladı. Şöyle bir şey de olmuştu, bir kuzinim dört yaşındayken ölüverdi. Cezayir’de yaşıyorlardı, onu sadece bir kere görmüştüm, ama insanın çocuk yaşta ölebileceğini idrak etmek benim için büyük bir şok olmuştu. Hayatın akışı böyle değildi. O dönemde, ona mektuplar yazmaya başladım. Günlerimi, neler düşündüğümü, bu trajik olayın beni nasıl etkilediğini anlatıyordum. Ona gönderemeyeceğim bu mektupları yazmak giderek vazgeçilmez bir ihtiyaç haline geldi. Yavaş yavaş yazının benim açımdan konuşmanın yerini tuttuğunu fark ettim. Bugün de hâlâ insanlarla doğrudan iletişim kurmakta zorlanıyorum, hatta kendi kendime de arzularımı, duygularımı yazı dolayımıyla ifade ediyorum.

Lisede yazı atölyelerine katıldım. Fransızca öğretmenim de İspanyolca öğretmenim de “yazmaya yatkınlığın var, bunun üzerinde dur, biraz sebat et” demişti. Onlar da cesaretlendirmiş oldu. Yazı atölyelerinde kendini ifade edebildiğin gibi, başka sesleri, başka metinleri de duyuyorsun. Atölyenin sonunda bir de ortaklaşa çalışarak ortak metinler ürettik. Bir roman ve bir de metinler derlemesi yayınladık. Liseden sonra, çeşitli yollardan geçip hiçbirinin bana göre olmadığını görünce, yazıda sebat etmeye karar verdim ve benden beklenen yola girmeyip edebiyat okudum.

Fatima Daas her yerde hep “kenarda”. Anadili Arapça da tam olarak ona ait değil. Cezayir’e gittiğinde tanıştığı akrabalarıyla kendisini rahat hissetmiyor. Okulda dersleri iyi, ama şamatacı ve haylaz olduğu için ne iyi öğrenciler ne de tembeller arasında kendine yer bulabiliyor. Aynı şey din ve cinsellik için de geçerli.

La Petite Dernièrei (En Küçük Kız) yazma fikri nasıl doğdu?

Saint-Denis Paris 8 Üniversitesi’nde bir projeyle yaratıcı yazarlık yüksek lisansına başvurdum. Trouville’de tanıştığım bir kadın ressamın hiper-realist tablolarından yola çıkarak birtakım metinler yazıyordum. Yüksek lisansa kabul edildikten sonra, bu proje yapmayı arzu ettiğim şeye çok uzak gelmeye başladı. Bunun üzerine, mektup diliyle bir roman yazmaya giriştim. Kendi dünyama ve bana ait konulara böylece daha yaklaşmıştım. Suskunluklar, söylenmeyenler… Ama hâlâ tam içime sinmiyordu. Sonra bir gün, master grubundaki arkadaşlarla İslâmiyetle ilgili klişeler ve karşı-kurgu üzerine çalışıyorduk. Ve kendi kendimize her birimizin İslâmla ilişkimizi yazma ödevi vermiştik. Herkesin tecrübesi birbirinden çok farklıydı doğal olarak. Grupta tek inançlı ve dinin vecibelerini yerine getiren Müslüman bendim. Bu konuda ilk defa yazıyordum. Arkadaşlarım yazdıklarımın çok etkileyici olduğunu söyledi. Hocam da “senin yazı projen bu olmalı” dedi. İlk başta tepkim: “Deli misiniz, bu metin bu kadar, bunun işi burada bitti” oldu. Neyse, sonuçta, metnin çerçevesi genişledi. Öylesine akıp gidiyordu ki, devam etmekten başka bir şey yapamadım. Metni teslim ettim ve yüksek lisansımı aldım. Savunmamda jüride, daha sonra yayıncım olacak kadın hoca da vardı. Ertesi gün bana mail atıp metnimi yayınlamak istediğini söyledi. Ödüm koptu. Cevap vermedim. Tatile çıktım. Bu sefer telefon etti, ona henüz böyle bir şey için çok erken olduğunu, biraz soğumaya bırakmak istediğimi, eylülde arayacağımı söyledim. Aramadım. O beni tekrar aradı, görüştük. Edebiyat hakkında, metnim hakkında söyledikleri çok hoşuma gitti. Ritimden, cümlelerin akışından, vuruculuğundan, metnin içeriğinden söz etti. Kendimi güvende hissettim. Böyle bir konuşmaya hasrettim, çok mutlu oldum. Ve işte buraya geldik!      

Anlatıcının adı da yazarın adı da Fatima Daas, ama kitap tam bir otobiyografi değil…    

Anlatıcının adıyla kitabın yazarının adının aynı olmasını istedim, onun için o adla imzaladım kitabı. Bu bir otobiyografi havası veriyor, yer yer de bununla oynuyorum. Tabii ki hikâye benim hikâyeme benziyor, ama bu kitap otobiyografik bir roman değil. Hayat hikâyemi anlatmak gibi bir derdim yoktu. Niyetim hakikati anlatmak değil. Herkesi ilgilendiren şeyleri anlatmak istiyordum, kimlik meseleleri de bunlardan; sıkıntılar, söylenemeyenler… Kitaptaki Müslüman ailenin “en küçük kızı”nın yerinde muhafazakâr Katolik bir ailenin “en küçük oğlan” çocuğu da olabilirdi pekâlâ. Aşk, aile, cinsiyet, cinsellik, din, yoksul mahalleler, hepimiz bütün bu konuların içinden geçtik. Evrensel bir hikâye.

Etiketlerden sıyrılmaya gayret ediyorum. Ben edebiyat yapmak istedim; isterseniz “otobiyografiden hareketle kurgu” da diyebilirsiniz. Bu metni yazmak benim açımdan elzem ve acildi. Mecburdum bunu yazmaya: İnsan çelişkilerini nasıl çözer ya da nasıl çözmez?

Bu durumda, takma isim tercihinizin sebebi ne?

Hikâyenin tamamını anlatabilmek için. Bir de tabii yakınlarımı korumak istedim. Ya da belki kendimi de kollamak. Ve bu “ben” karakterine biraz mesafelenmek…

Bir başka evrensel tema da insanın içinde yaşadığı toplulukta kendisini yerli yerinde hissetmemesi. Fatima Daas içinde yaşadığı dünyaların hiçbirine tam olarak ait hissetmiyor kendisini…

Şayet kitabı özetlemem gerekse, vagonları birbirine nasıl bağlayacağımız meselesi diye özetlerdim. Fatima Daas her yerde hep “kenarda”. Her şeyden önce, ailenin Fransa’da doğan tek çocuğu ve iki ablasından sonra gelen sonuncu kız olduğu için, ailesinde kenarda. Genelde en küçük kız çocuk şımartılır, ailenin gözbebeği olur, ama bu hikâyedeki kız çocuğu ailenin diğer üyelerinden yıllar sonra geldiği için aralarında uyumsuzluğa yol açan bir farklılık var. İhmal ediliyor, görmezden geliniyor.

Anadili Arapça da tam olarak ona ait değil. Cezayir’e gittiğinde tanıştığı akrabalarıyla beraberken de kendisini pek güvende ve rahat hissetmiyor. Okulda dersleri iyi, ama aynı zamanda şamatacı ve haylaz olduğu için ne iyi öğrenciler ne de tembeller arasında kendine yer bulabiliyor… Kendisini tanımlayabildiği hiçbir yer, hiçbir an yok, sürekli arada kalıyor. Aynı şey din ve cinsellik için de geçerli.

Gerçekten lezbiyen mi? Örneğin, Paris’teki lezbiyen çevresinin gözünde bir lezbiyen mi? Eğer lezbiyense kendi çevresinin, yakınlarının gözünde Müslüman mı? Sonunda çekip gittiği halde hep bir Clichy’li mi? Din yüzünden acı çektiği için mi aşık olmaktan kendisini alıkoyuyor?

Adını koyamadığı kimlikler taşıyor, eşcinsellik gibi… Bu yüzden de arıyor. Kendisini iyi hissedeceği bir yer arıyor. Kadınlara gönlü kayıyor, ama onları seviyor mu veya onlarla arası iyi mi, mutlu mu, bilmiyoruz. Sonunda, elde etmek istediğini ona vermesi mümkün olmayan tek kişiyi seviyor.

Gerçekten lezbiyen mi? Yani, Paris’teki lezbiyen çevresinin gözünde bir lezbiyen mi? Eğer lezbiyense kendi çevresinin, yakınlarının gözünde Müslüman mı? Din yüzünden acı çektiği için mi sevmekten kendisini alıkoyuyor? Adını koyamadığı kimlikler taşıyor, eşcinsellik gibi… Bu yüzden de arıyor.

Kitaptaki Fatima İslâmiyet’e göre yaşayabilir, kadınların aile içindeki yerine uygun bir şekilde, babasının yasasına boyun eğebilirdi. Bunu yapmasını engelleyen ve ona bir özgürlük alanı açan şey eşcinsellik mi?

Bir seçim yapabilmeyi istediği anlar var. Ebeveynlerinin arzu ettiği kız olmayı kabullenmesi hayatını kolaylaştırırdı tabii, ama aynı zamanda daha ıstıraplı da olurdu. Çok erken fark ediyor ailesinden farklı olduğunu ve bu yalnızca cinsiyetle ilgili bir mevzu da değil. Ergenliğinden itibaren, kız olması gerektiğini anlıyor. Annesinin onu saçına jöle sürerken gördüğünde “oğlanlara benzemeyi bırak” diye azarladığı andan beri… Bunun için çabalıyor, uğraşıyor, ama bir seçim yapamıyor, yapmıyor. Bunun romanını yazmak da seçim yapmak demek değil. O her zaman muğlaklık içinde olacak, ama sorun değil, çünkü romanı yazdıran tam da bu muğlaklık. Benim ilgimi çeken karmaşa, çalkantı, bulanıklık, iğretilik hakkında yazmak. Kitabı şahane bir coming-out (açılma) yaptığı, annesinin onu kucakladığı ve her şeyin güllük gülistanlık olduğu bir finalle bitirmek istemedim. Hiçbir şey o kadar düz değil, çok daha karmaşık yaşanıyor her şey. Bütün bunlar acı verici, çok çaba gerektiren, sonuçsuz kalabilen şeyler…

Paris’in Banliyölerinden Saint Denis’de, Onur Yürüyüşü 9 Haziran 2019

Kendinizi kesişimsel feminist olarak mı tanımlıyorsunuz?

Lisedeyken feminizme ilgi duymaya başladım. Yavaş yavaş, adım adım ilerledim. Üniversiteye hazırlanırken bir sunum için seks işçilerinin müşterilerinin cezaya çarptırılması konusunda araştırma yapmıştım. Cinsiyet mevzusu, kim olduğum, farklı kimliklerim gibi meselelere kafa yormaya o zaman başladım. Kendimi bildim bileli hep sorguluyordum: Sınıfta oğlanlarla niye farklı konuşuluyor, niye oğlanlar kızlardan daha çok takdir ediliyor? Niçin kendimizi ait hissetmediğimiz konumlar bize dayatılıyor? Daha sonra, ergenlik çağında eşcinselliğim, kadın olup olmadığım konusunda kendimi sorgular oldum. Evet, kadınım, ama kadınlık denen şeyin içine de sığamıyorum. Kadın ya da kız dedikleri şeyle benim pek bir alâkam yok gibi geliyordu. Müslümanlıkla ilgili de aynı şey geçerliydi. Dolayısıyla, bir seçim yapmak zorunda olmadan bütün bu farklı kişilikleri, farklı kimlikleri aynı anda yaşayabileceğim bir feminizm arıyordum. 20’li yaşlarımın başında feminist metinleri büyük ilgiyle okudum, ama açıkçası hiçbirinde kendimi bulamadım. Müslüman bir aileden geliyorum, ben de Müslümanım. Başörtüsü takmasam da, tesettüre uygun giyinmesem de kendimi inançlı bir Müslüman olarak tanımlıyorum. Ve bunu bir “boyun eğme”, “biat etme” biçimi olarak görmeyen bir feminizm bulmak çok zor.

En sonunda Mağrip kökenli, kesişimsel lezbiyen ve Müslüman kadınların oluşturduğu bir kadın kolektifiyle tanıştım. Bu karşılaşma bana yepyeni bir dünyanın kapılarını açtı: Kadın olma veya olmama, lezbiyen ve Müslüman olma, Cezayir kökenli olma, yoksul mahalleden gelme, bunların hepsine birden hakkım vardı. Bütün bunlar hoş karşılanıyor, hatta beğeniliyor. Bugün, kesişimsel feminist olduğumu söyleme gereği duyuyorum, çünkü şeyleri kelimelere dökmek, adını koymak önemli. Kendimi konumlandırdığım ve iyi hissettiğim yer burası.

Benim ilgimi çeken karmaşa, çalkantı, bulanıklık, iğretilik hakkında yazmak. Kitabı şahane bir coming-out yaptığı, annesinin onu kucakladığı ve her şeyin güllük gülistanlık olduğu bir finalle bitirmek istemedim. Hiçbir şey o kadar düz değil. Bütün bunlar acı verici, çok çaba gerektiren, sonuçsuz kalabilen şeyler…

Kenar mahalle diyebileceğimiz bir muhitte insanın eşcinselliğini açıkça sahiplenmesi neler yaşatıyor?

Sadece kendi deneyimim hakkında konuşabilirim. Başka mahalleler hakkında bir şey diyemem. Kendi eşcinselliğimi ergenlik çağında suskunluk içinde yaşadım, önümde hiçbir örnek yoktu. Ne hayatta ne televizyonda, hiçbir yerde. Evde de dışarıda da bu tabuydu. Bir tek ben böyleyim gibi geliyordu. Tuhaf olduğumu, bir tür ucube olduğumu, bende bozuk bir yan olduğunu düşünüyordum. İşin banliyöyle ilgili kısmı, ki aynı şeyi başka bir sürü yerde de görmek mümkün, o suskunluk, söylenmeyenler, konuşulmayanlar… Bu tabu ve bir de namus meselesi. Ama bugün, mahallede birçok arkadaşım var, herkes lezbiyen olduğumu biliyor. Hiçbir sorun yaşamıyorum. Bunun hakkında konuşabiliyoruz, mavrasını yapabiliyoruz. Bana ağır gelen, Müslüman ve lezbiyen olmamın bağdaştırılamaması.

Genç bir Müslüman kadın olarak Fransa’da kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

İslâm konusunda büyük bir cehalet var. Televizyonlardaki tartışmalara konuk olarak çağırılanların meseleyle alâkası yok, İslâmiyet hakkında hiçbir şey bilmeyen beş tane beyaz, cis erkeği davet edip bu adamları başörtüsü takan kadınların kocalarına ya da bilmem neye boyun eğdikleri, Müslüman bir kadının feminist olamayacağı hakkında konuşturuyorlar. Dolayısıyla, kadınlara karşı şiddete dönüşen bu cehaleti devam ettirip duruyorlar. Oysa kadınlar konuşmak istiyor, evlerine kapanmış değiller, yürüyüşlere katılıyorlar… Sözü kadınlara bırakmaları, kadınların düşündüklerini söylemesi gerekiyor. Kadınların yerine konuşmayı bıraksınlar artık, konunun sahibine alan açılsın.

Fatima Daas Clichy-sous-Bois’da 2020

La Petite Dernière’de İslâmın, kadınların özgürlüğünü kısıtlamak için ebeveynler tarafından, özellikle de baba tarafından, bir kanun hükmü gibi kullanıldığını görüyoruz…

Benim açımdan bir aile güzellemesi yapmamak, ailesinin Fatima’ya barışı ve sevgiyi öğrettiği, dini konularda hiçbir sıkıntı yaşamadığı bir hikâye kurmamak çok önemliydi, çünkü hiç de böyle yaşanmıyor. Aile tabii ki gerilime sebep olan pek çok yargıyı ve kuralı barındırıyor. Bütün bunlar çok karmaşık. Muhafazakâr Katolik bir ailede de daha farklı değildir. Aile bize bir sürü şey yüklüyor, sonra biz onları elekten geçiriyoruz. Kitapta anlatıcı, tüm bunları tek tek ayıklıyor ve sonunda inançlı olmayı kabul edip geri kalanı unutabileceğini söylüyor. Dua ettiği anlarda yalnızca kendisi ve Tanrı sevgisi var. İnanan biri için her şeyi birden çöpe atmak çok zor. Yalnızca eşcinsel olma tercihini yapıp inançtan vazgeçen arkadaşlarım var, çünkü dindarlığı ve eşcinselliği, ikisini birden yüklenmek çok zor. Hem Müslüman hem eşcinsel olmanın mümkün olmadığına inandırılıyorsunuz. Ben kişisel olarak, romanın Fatima’sı gibi iki kimliği birleştiriyorum. Yeni bir din uydurmak gibi bir niyetim yok, ama böylesi, içinden gelen sesi dinlemek, duygularına kulak vermek, sürekli değişmek demek. Değişkenliği, muğlaklığı kabul etmek gerek.

Kesişimsellik aynı zamanda iki taraftan da yara almak demek. Sizin için de böyle mi?

Kendimi mağdur olarak görmek istemesem de çoğu zaman öyle. Örneğin, içki içmiyorum, ama bir gece boyunca kırk kere “bir kadeh içmek istemediğine emin misin?” veya “neden domuz eti yemiyorsun?” gibi sorulara muhatap olmayı da saygısızlık olarak hissediyorum. Irkçılığa da maruz kaldım, çünkü kenar mahalleden geldiğim için aksanım var. Aslında, bundan memnunum, diğer yazarlar gibi bir yazar olmak istemiyorum.

Lezbiyen camiada bile Müslüman bir lezbiyen olmak hiç kolay değil. Tanıştığım kadınların hepsi seçimimi İslâmiyetten yana yapıp çekip gideceğimden korkuyor. Müslüman bir aileden, başka bir kültürden gelmenin ne demek olduğunu anlamakta zorlanıyorlar. Tamamen lezbiyen olabileceğime bir türlü inanamıyorlar, hatta aileme açılmam için ısrar ettikleri oluyor.

Ayrıca, banliyö ile Paris arasında mekik dokuyorum, o da ikiye bölünmek gibi bir şey.

Paris’e okumaya gittiğimde, yazarlığa niyetlendiğimde, Clichy’ye dönünce en çok duyduğun cümle “değişmişsin” olmuştu. Hem bir hayranlıkla hem de bir reddetmeyle karşılaşıyorsun. Banliyöde, bize çok erken yaşta “başarmak” için diğerlerinden daha çok çalışman gerektiği öğretilir, iyi olduğunu, başarılı olduğunu kanıtlamak zorundasındır, diğerlerinden daha çok üretmen, daha iyi yapman konusunda hep bir baskı vardır üzerinde. “Başarı” kelimesinden iğreniyorum. Sabahları uyanabilmek bile bana yetiyor.

Başörtüsü takmasam da, tesettüre uygun giyinmesem de kendimi inançlı bir Müslüman olarak tanımlıyorum. Bunu bir “boyun eğme”, “biat etme” biçimi olarak görmeyen bir feminizm bulmak çok zor. Mağrip kökenli, kesişimsel lezbiyen ve Müslüman kadınların kolektifiyle tanıştım. Bu karşılaşma bana yepyeni bir dünyanın kapılarını açtı.

Kitabın ritmi akıp giden bir konuşmayı, şarkı mırıldanmayı, slam’i andırıyor…

Bu kesintili ritm aynı zamanda astımla ve soluk soluğa kalmakla da bağlantılı, çünkü Fatima’nın çocukluğundan beri astımı var. Sık sık nefesi kesiliyor… Her bölümün başında yeni bir kimlik benimsiyor, o kimliği sorguluyor ve başka bir şeye geçiyor. Ritm benim için çok önemli, nokta atışı vurucu cümleleri seviyorum. Bazı cümlelerin akılda kalmasını, okura musallat olmasını, okurun bunları zihninde evirip çevirmesini isterim.

Bu arada, Marguerite Duras’ı da Kendrick Lamar’ı da anmasam olmaz. Pop kültürle Duras’ı buluşturmayı önemsiyorum, benim farklı yüzlerime denk düşen de böyle bir birliktelik. Kendime en yaklaşan hali yakalamak istedim. Duras gibi, Annie Ernaux’nun da benim için yeri bambaşka. Ve tabii King Kong Teori’yle hayatımı değiştiren Virginie Despentes da.

Virginie Despentes’la yüksek lisans yaptığınız dönemde tanışmışsınız, sonra editörünüz kitabınızın taslağını ona yollamış. Virginie Despentes da hiç âdeti olmadığı halde kitabınız için övgü dolu bir tanıtım yazısı yazdı ve o yazıda ne kadar narin olduğunuzu söylüyor… Bu ifade size uygun geliyor mu?

Kitabın üslûbunda yumuşak, ılımlı bir yan var, acı-tatlı… Bu metin öfke ve utanç kadar şefkatten de doğdu. Mizah da önemli bir yer tutuyor, çünkü zaman zaman fazla sert gelebilecek ifadeleri hafifletmeyi sağlıyor. Kitap bir aciliyetten doğdu ama, yazmam iki yıl aldı. Bir süre sonra, başka bir gözle bakarak, metnin üzerinden geçme ihtiyacı duydum, öfke ve hiddetten ibaret olmasını istemiyordum, bütün çelişkileri, karmaşayı yansıtmaktı maksadım. Fatima’nın ailedeki tek dayanağı olan anneyle şefkatli bir ilişkisi var. Kitap anneyle açılıyor, anneyle bitiyor. Anne güçlü bir kadın. Mutfak onun krallığı. Fatima’nın olduğu kişi olmasına yardım eden, onu kabullenen yegâne insan annesi.  

Baba aile kozasının dışında olup biten her şeye karşı büyük bir kuşku içinde. Çocuklarının Fransa’da yetişme tarzından hiç hazzetmiyor. Fatima ise Fransız, zaman zaman Cezayir kültürüne tutunmaya çalışıyor, ama çok zorlanıyor. Baba hiç konuşmuyor, anne de öyle. E bu durumda, hayatı boyunca aslında mevcut olmayan bir kültürle ilişki kurmak için ne yapabilir ki? Ayrıca, öteki kimliğe sahip çıkma çabası Fransa’da hoş karşılanan bir şey değil, Cezayir kökenliysek Fransız olamazmışız gibi.

Clichy Sous Bois

Fransa’nın bugünkü durumunu nasıl görüyorsunuz?

Muhalefet etmek için, devinmek için, çift-kültürlülük için, din için, kadınlar için, atandığı toplumsal cinsiyet ve cinselliğe kendisini ait hissetmeyen kadınlar için yeterli alan olduğunu düşünmüyorum. İnsanlar böyle şeylerle ilgilenmiyor, tanımaya, anlamaya çalışmıyor. Clichy-sous-Bois’da bir kültür kurumunda, Ateliers Médicis’de çalışıyorum, sık sık sanatçıları ağırlıyoruz. Birkaç istisna dışında, hemen hepsi onlara Clichy’yi ve Montfermeil’i gezdirmemizi rica ediyor. Sanki bunu kendi başlarına yapmaya çekiniyorlar ya da bir çevirmene, bir mihmandara ihtiyaçları varmış gibi.

Clichy hâlâ tehlikeli bir banliyö olarak mı biliniyor?

Bu algı 2005’teki şehir ayaklanmalarına dayanıyor. Burada yaşadığınız zaman hiç de özel bir şey olmadığını görüyorsunuz: Çalışıyoruz, alışverişimizi yapıyoruz, doktora gidiyoruz. Paris’ten bakıldığında aşırı egzotikleştiriliyoruz. Bizim bedenimize işlemiş bir şey var, kimseyi aldatamayız, banliyölü değilim diye yalan söyleyemeyiz. Kendimize özgü yürüyüş tarzımız, gülüşümüz, konuşmamız var, kendimize ihanet edemeyiz. Korkmanın, çekinmenin âlemi yok. Bir merkez olduğuna ve bu merkezin Paris olduğuna, geri kalanınsa kenar olduğuna inanmayı insanların artık bırakması lâzım. Banliyöyü terk edip Paris’te yaşamak hiç mi hiç umurumda değil.

Kitabın yayımlanmasıyla ilgili beni en çok korkutan, politik çevreler ya da lgbti+ camia tarafında bir anlamda “içedilmek”ti. Bir kez daha egzotize edilmek istemiyordum. Yalnızca Müslüman lezbiyen kadınlar için yazmıyorum, herkes için yazıyorum. Yazıdan hareketle politikadan konuşabiliriz. Ben kendi sesimi buldum çünkü buna mecburdum. Yazıyı bir tür şiddet olarak görüyorum. Sözümüzü söylemek şiddetli bir eylem.

Yazı, söylemeden hissettirmek demek. Bence hepimiz Fatima’yız. Fatima, herhangi biri olabilirdi. Hepimiz ailemizin olmamızı istediği kişiyle karşı karşıya gelmişizdir. Hepimiz toplu taşıma aracına binmiş, diğer yolculara bakarak onların nasıl hayatlar yaşadığına dair düşüncelere dalmışızdır, hepimiz aşka dair sorular sormuşuzdur. Arıyoruz, arıyoruz, arıyoruz… Kendimizi iyi hissedeceğimiz bir yer arıyoruz. 

Çeviren: Alâra Kuset, Siren İdemen

^