İstanbul’un sokaklarından toplatılıp “mega projelerin” şantiye sahalarına sürülen on binlerce köpek, belediyenin kamusal alanı hayvansızlaştırma politikasının yeni bir halkası. Kentsel dönüşümün sessiz mağdurları yeni bir şiddet dalgasının hedefinde. Köpeklere şiddetin tarihsel kökenlerini, Köpeksizleşen İstanbul araştırması ve arşiv çalışmasını yürüten Mine Yıldırım ve şehrin köpeksizleşmesini mekân ve adalet mücadelesi kapsamında ele alan, Umut Arşivi’nin yaratıcısı Mekânda Adalet Derneği’nden Bahar Bayhan’dan dinliyoruz.
Hayırsızada (Sivriada) köpek katliamı Türkiye’nin modernleşme sürecinde önemli bir kavşak. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mine Yıldırım: Birçok kaynağa göre, İstanbul 15. yüzyılın ortalarından itibaren köpekli bir şehir. Sokak köpeklerinin İstanbul’daki yaşamının tarihini şehrin Osmanlı fethinden öncesine dayandıran kaynaklar da var. Şunu söylememiz yanlış olmaz: İstanbul en az 600 yıldır sokak köpeklerinin yaşadığı, köpeklerle büyümüş bir şehir. Köpeklerin İstanbul’daki ayrıcalıklı ve korunaklı hayatının arka planını örgütleyen iki temel ilişki var: Biri, geleneksel olarak gündelik hayatı düzenlemede ciddi rol oynamış hayvana, kimsesiz ve sahipsiz olana merhamet anlayışı. Diğeri de, kamusal mekân düzeninin, kutsal ile özel alanın ayrışmasının bizim coğrafyamızdaki özgün hali. Bu ikili yapının bir sonucu olarak, geleneksel şehir görüntüsünde, özellikle Müslüman nüfusunun ağırlıklı olarak yaşadığı mekânlarda köpeklerin yaşamı, kuvvetli bir koruma, yaşatma, besleme ve ihtimam halkasıyla çevrili.
Bu görüntü, 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren hızlanan Batılılaşma, İstanbul’u Batı, özellikle Avrupa başkentlerine “benzetme” arzusunun bir sonucu olarak değişmeye başlıyor. İstanbul’un köpeklerini modern tecrübenin sarsıcı etkilerinin içine çekmeye başlayan süreç, “en azından görüntüde” Batılılaşma itkisiyle gerçekleştirilen reformlar, ulus devlet öncesi radikal dönüşümler, ıslahat ve devrim süreciyle başlıyor ve hızlanıyor. 1910’da 80 binden fazla köpeğin İstanbul’un en uzak adası olan Sivriada’ya (Oxia) sürgün edilip öldürülmesi olayı olan Hayırsızada Vakası’nın arka planında, çiçeği burnunda reformların geleneksel İstanbul görüntüsünden, köpeklerin temsil ettiği kamu düzeninden ve toplumsal yapıdan kökten bir hareketle kopma düşüncesi ve itkisi var. Yüzyıllar boyunca kentte yaşamış, bakılmış, beslenmiş, şehrin içinde doğmuş, yaşamış on binlerce köpeğin sürgün edilerek öldürülmesi, İstanbul’un modernleşme tecrübesinin en sarsıcı trajedilerinden biri. İstanbul için hayvansızlaşma girişimlerinin başladığı dönem esasen Hayırsızada katliamından daha öncesine dayanıyor. Hayırsızada’yı kırılmanın yaşandığı dönemin en büyük parçası olarak görmek gerekiyor. II. Mahmut ve Abdülaziz döneminde de köpek sürgünleri var. Hayırsızada katliamını büyük bir kopuş olarak görmemizin nedeni, İstanbul’da 80 bin köpeği yok etmiş bir mekân siyasetinin bu denli sistematik bir şekilde örgütlenmesidir. İstanbul’da 1900’lerin başında yaklaşık 140 bin sokak köpeği var. Bugün bile böyle bir katliamı yapmak çok zor. Hayırsızada katliamını toplumsal olarak örgütleyerek, bürokratik kadrolarını ve mekânsal siyasetini kurarak bunu gerçekleştiriyorlar. Bu ilk kez olan bir durum. İstanbul’un belediyesi çok yeni ve 6. Daire’nin ilk büyük icraatlarından biri sayılabilir. İmparatorluğun ve siyasi otokrasinin çözüldüğü I. Dünya Savaşı’nın arifesinde muazzam bir toplumsal krize denk düşüyor. Bu kadar büyük çapta bir operasyon kamusal alan krizine dönüşüyor.
Bir varlıktan kurtulmak istediğinizde onları bir araya getiriyorsunuz ve alıp başka bir yere koyuyorsunuz. Bugün hâlâ modern devlet şiddeti paradigmasını bizim hayatımıza yerleştiren şey bu mantık. Hayırsızada köpek katliamı tehcir mantığına ışık tutuyor.
Bürokratik açıdan bu sürgünü örgütlemenin zorluğundan bahsettiniz. Nasıl örgütlenebiliyor Hayırsızada sürgünü?
Hayırsızada Vakası, bir ucunda İstanbul’da ilk belediye idaresinin, polis teşkilatının kurulmasının yer aldığı, diğer ucunda hemen birkaç yıl sonra 1915 Ermeni tehcirinin gerçekleşeceği bir tarihsel izleğin halkası. Bu izlek, imparatorluk sonrası döneme geçişin, geç kapitalistleşmenin, ulus devlet kurulumunun ana hatlarını çizdiği bir eşitsiz gelişim, kalkınma izleği. Ulus devlet fikriyatı etrafında örgütlenen tektipleştirici bir düzenleme, ayrıştırma ve bedensel, yaşamsal, ilişkisel olarak yönetme biçimlerinin, yerleşme ve mekân tecrübesinin, kutsal ile özel alanın ayrışmasının, kamusal alanın dönüşümünün geleneksel kodların ötesinde kurgulanmasının gündelik hayata damgasını vurduğu bir tarihsel-toplumsal tecrübeden, bir dönüşüm izleğinden söz ediyorum. 20. yüzyılın başında Hayırsızada Vakası’na varan sürecin arka planında, değişen bir “modern yaşam” söylemi var. Bu gündelik hayata da, yani yaşamın ve mekânın gündelik tecrübelerine de sirayet ediyor. Aynı dönem, benzer bir dönüşümü –ancak sistematik bir biçimde– 18. yüzyılın sonlarından itibaren geçirmekte olan Batı dünyasının, özellikle Avrupalı siyasi ve kültürel elitlerle karşılaşmanın yoğun olarak yaşandığı bir dönem. Sokak hayvanı varlığını sistematik, organize ve planlı bir biçimde yok etmiş olan Avrupa şehirlerinden İstanbul’a gelen, 20. yüzyılın başında “hâlâ” köpeklerin serbestçe gezindiği bir şehir görüntüsüyle karşılaşan elitlerin gördükleri “köpekli şehir” karşısında iki temel tepkisi oluyor: Şaşkınlıkla karışık hayranlık ve aşağılama. “Nasıl oluyor da bizim kentlerimizde sistematik bir şiddetle hayvanlar yok edilirken hâlâ doğunun yorgun şehrinde hayvanlar korunabiliyor” diye düşünüyorlar.
Diğer bir bakış ise aşağılama. “İslâmi geleneğin geri kalmasına ve doğu kültürünün ilkelliğine” dair şeyler söylüyorlar. Bunların ikisi de oryantalist ve kolonyalist bakışlar. “Başıboş köpekler” söylemi ilk o dönem ortaya çıkıyor. 20. yüzyıl başında hayvanların kamusal alandaki varlığının Batılılaşma amacına zarar verdiğini düşünen Abdullah Cevdet ve Osmanlı elitlerinin, ayrıca Batılıların ürettiği bir söylem bu. Modern ordu ve belediyeciliğin kurulmaya çalışıldığı bir dönem. Bir dekor oluşturuyorlar aslında ve o görüntüyü köpekler bozuyor. “Düzene meydan okuyan köpek algısını değiştirelim” diyorlar. Topyekûn mekânsal bir mantık devreye giriyor. Bu, 1915 tehcirin hemen öncesi. Modern siyasi mantığın nüfus politikası İstanbul’da köpeklere de uygulanıyor. Bir varlıktan kurtulmak istediğinizde onları bir araya getiriyorsunuz ve alıp başka bir yere koyuyorsunuz. Bugün hâlâ modern devlet şiddeti paradigmasını bizim hayatımıza yerleştiren şey bu mantık. Neden yerinde öldürmüyor İBB köpekleri? Durumu vahim kılan ve araştırmacıların üzerinde düşünmesi gereken konulardan biri bu mantık. Topladığınız varlıkları siyasi bir akıl çerçevesinde kullanmak modern devlet ve soykırım mantığı. Hayırsızada köpek katliamı bu yüzden 1915 öncesinde çok kritik bir yerde duruyor, tehcir mantığına ışık tutuyor.
Köpekler İstanbul’da kamusal alanda çok önemli bir yer tutuyor. Halk nasıl tepki veriyor köpeklerin toplatılmasına?
İstanbul’da özellikle köpeklerin kuvvetli koruma pratikleriyle bakıldığı, beslendiği, tedavi gördüğü mahallelerde, tarihi Yarımada ve Suriçi’nde toplamalar ve sürgün çok ciddi halk tepkisiyle karşılanıyor. Köpeklerin Hayırsızada’ya sürgün edilmeleri halkın şikâyeti ile değil, tamamen tepeden inme ve siyasi bir karar neticesinde yapılıyor. 1910’un bahar aylarında köpekler toplanıp Tophane’deki limana getiriliyorlar. İnsanlar burada tahta kafesleri açıp köpekleri geri almak istiyor. İstanbul’daki bütün dinlerin temsilcileri bu sürgünle ilgili konuşmalar yapıyor. Her şey çok hızlı geliştiği için bir direniş örgütlenemiyor, ama bir tepki oluyor. İnsanlar sokaklarda kalan köpekleri saklayıp koruyor. Belediyenin toplama araçlarıyla çatışmalar yaşanıyor. Dalga o kadar büyük ki, maalesef operasyonun durmasına yetmiyor. 80-100 bin arası köpek Hayırsızada’ya sürgün ediliyor.
1910’un bahar aylarında 80-100 bin arası köpek Hayırsızada’ya sürgün ediliyor. Bir süre sonra köpekler açlıktan birbirini yemeye başlıyor. Sıcaktan ve açlıktan ölüyorlar. Bir kısmı denize atlayıp geri yüzmeye çalışıyor. Operasyon hükümet açısından böyle tamamlanıyor.
Dönemin belediyesi ve İttihat Terakki iktidarı halkı ikna etmek için nasıl bir söylem kullanıyor?
Dönemin basını köpeklere her gün orada bakılacağını yazıyor. Saray çevresinden adaya günde iki kez kayık kalkacağı, yemek ve su götürüleceği yazıyor. Buna insanlar inanmıyorlar, ama kamuoyu tepkisine bir cevap verme ihtiyacını görebiliyoruz. Bir ara kuru ekmek atıldığı oluyor köpeklere. Üzerinde yaşam olmayan bir adaya 100 köpek bırakmak bile sorunken, 100 bin köpek bırakılıyor. Bir süre sonra köpekler açlıktan birbirini yemeye başlıyor. Sıcaktan ve açlıktan ölüyorlar. Bir kısmı denize atlayıp geri yüzmeye çalışıyor. Operasyon hükümet açısından böyle tamamlanıyor.
Hayırsızada’ya bırakılan köpeklerin ne kadar süre içinde yok olduğuna dair veriler var mı?
Türkiye’de veri bulamazsınız. Anlatılar var. O dönem çocuk olanların hatıralarından biliyoruz. O yaz Fenerbahçe sahillerine yoğun bir kokunun geldiğini ve bunun sonbahara kadar devam ettiğini biliyoruz. Yorgo Zarifi’nin anlattıklarında, eylül ayında bile hâlâ binlerce köpeğin orada yaşadığını biliyoruz. Tahminimce kışa kadar yaşayabilmişler, dört-altı aylık bir süre içinde yok olduklarını söyleyebiliriz.
Hayırsızada katliamı köpeklerin kamusal alandan silinmesine neden olmuyor. Bunun nedenleri nedir?
Hayırsızada’dan yalnızca iki yıl sonra, 1912’de İstanbul’da köpek nüfusunun yeniden arttığını biliyoruz. Bu anlamıyla Hayırsızada Vakası başarısız olmuş korkunç bir girişim, bizim modernleşme tecrübemizin geneline de damgasını vurmuş gerçek bir fiyasko. Bu hayvanlar boşu boşuna öldüler. Neden başarısızlık olduğunu düşünmek gerekli. Kuzey Avrupa başkentlerine gittiğinizde sokakta köpek göremezsiniz. Onlar bu “başarıya” ulaşmış. Türkiye’de 1910-2019 arasındaki süreçte her gelen belediyenin belirli aralıklarla uyguladığı “öldürme siyaseti” var. 1927’de yeni cumhuriyetin itlafları var. Cemil Topuzlu’nun “Hayırsızada’dan sonra en büyük itlafı ben yaptırdım, 30 bin köpeği yavaş yavaş itlaf ettirdim” dediğini biliyoruz. Daha sonra bu açıklamaları kimse yapmıyor, ama pratikte itlaf devam ediyor.
Diğer yandan insanlar köpekleri koruyorlar. Tuhaf bir eşikteyiz. Bir yandan Hayırsızada’yı kat kat aşan bir sistemle öldürmeler artarken belki de hiç olmadığı kadar çok insan hayvan hakları mücadelesine destek veriyor. Hem siyasi bir söylem olarak hem de kamusal alanda köpekleri koruma anlamında destek veriyorlar. İstanbul’un köpekleri bu ikili hareketin arasındaki bir rezonansta yaşıyor. Bu ikili durum aslında bizim modern tecrübemizin ana akslarını oluşturuyor.
1990’lara gelindiğinde, dönemin gazetelerinde köpek itlaflarına destek çıkan “vatandaş ve belediye el ele” haberlerini görüyoruz. ‘90’larda nasıl devam ediyor köpek itlafları?
Devlet eliyle hayvana şiddet 1990’lara kadar düşük yoğunlukla, bazen alevlenerek devam ediyor. Ana öldürme aracı yerinde öldürme ve zehirleme. Temel amacı hayvan popülasyonundan kurtulmak olan, sürekli form değiştiren bir öldürme pratiği var. O dönem İstanbul’un büyük merkezlerinden ve kamusal alanlarından sokak hayvanlarını kopartmayı amaçlıyorlar. Bunun en önemli ayağı köpeğe zehirli et vererek öldürmek. Köpek insanlarla birlikte evrimleşmiş bir hayvan ve insanın verdiği yemeğe alışık. 1980’den sonra öldürme pratiğinin “Batılılaştığını” görüyoruz. Belediyeler için hayvanseverlerle ve vatandaşın tepkisiyle uğraşmak bir sorun. Ayrıca ciddi bir kamu bütçesi ayrılıyor itlaflar için. 1980’den sonra gece itlafları yaşanıyor. Bunu resmi kayıtlarda göremiyoruz. Bunu belediyecilerle yaptığımız derinlemesine mülâkatlardan biliyoruz. Hayvana yakınlaşmaya da gerek duymadan havalı silahlarla zehirlemeler başlıyor. Üstelik 1950’lerden itibaren belediyeler bu öldürme, zehirleme, yok etme, toplama icraatlarını hiçbir sakınca görmeden, hatta aksine “hizmet” söylemiyle ve icraatlarını överek gazetelerde yayınlıyorlar. Basılı medyayı icraatlarının reklamını yapmak için kullanma, “yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” anlayışı özellikle 1980 sonrasından itibaren İstanbul belediyeciliğinin önemli bir parçası.
Barınaklar bir tecrit mekânı. Hayvanların birbiriyle olan ilişkisini kısıtlamak ve bütün kapasitelerini yok etmek temel amaç. Bir barınağın master planını gördüğünüzde köpeklerin bir daha geri dönemeyeceğini anlayabilirsiniz. Düşünün, bir köpek 50 santimlik bir kafese tıkılıyor. Hayvanlarda bir süre sonra fizyolojik problemler başlıyor.
Köpek barınakları ne zaman ortaya çıkıyor?
Barınak denen mekânsal form 1990 yılında ortaya çıkıyor. Barınak çıktığında “gözden uzakta yapalım” siyasetinin bir merkezi oluyor. Bir formdan diğerine yöntem değişerek ilerlemiyor süreç, iç içe geçerek çalışıyor. Şehrin bir yanında barınak varken diğer yanında zehirlemeler devam ediyor. Barınaklara alınan hayvanlar kayıt dışı ve tamamen keyfi şekilde öldürülüyor. Barınakta öldürdüğün hayvan kadar sokakta öldürmeye kalkarsa çok büyük bir toplumsal infialle karşılaşacağını biliyor belediye. ‘94 -‘98 arasında, Tayyip Erdoğan tarafından yönetildiği dönemde İstanbul’da Hayırsızada katliamı ile yarışabilecek sayıda köpek itlaf ediliyor. “Hizmet” ve “adil düzen” söyleminin ilk icraatlarından biri, Habitat zirvesi döneminde yüz binlerce köpeğin yerinde zehirlenerek öldürülmesidir. Avcılardan Fatih’e kadar onar, yirmişer köpeğin zehirlendiği bir dönem. Daha sonraki köpek katletme formu “itlaf yerine yuva”. Barınaklara bir tür rıza yaratılıyor. Bu katledilmelere gönlü dayanmayan hayvanseverler de barınaklar için kötünün iyisi diyorlar. İBB, ölümü gösterip sıtmaya razı ediyor. Ama kamu vicdanında var olan yuva düşüncesi “öldürme yuvası” değil. Belediyeler için kapalı kapılar ardında operasyon yaptıkları “yuva’” çok daha farklı bir yer. İstanbul köpeklerinin sorunları büyüme ve çarpıklıkla ilgili. Dev şantiyelerin kurulduğu projelerde o köpekler nereye gidecek? Fikirtepe’yi yıkıp inşaat sahasına çeviriyorsunuz, o köpekler nereye gidecek? E-5’e mi bırakacaksınız? Tarlabaşı mesela… İnsanlar “aç susuz zehirlenip öleceğine, uzak olsun, ama yaşasın” diyorlar. Barınak fikrini kamu vicdanında meşru kılan düşünce bu.
Köpeklerin yerlerinin değiştirilmesini önleyen bir yasa yok mu?
Var. Yasadışılık derken bunu kastediyorum. Kamu tepkisi ve hayvan hakları mücadelesinin sonucunda 2004’te 5199 numaralı hayvan hakları yasası çıktı. Yasa belediyeleri şöyle kısıtlıyor: Bir belediye sokak hayvanlarını tedavi amaçlı yerinden uzaklaştırabilir. Ancak tedavi edildikten sonra alındığı sokağa geri bırakılması gerekiyor. Yasa bunu emrediyor. Bunun ihlâlinin cezası nasıl verilecek? Tutanak tutup tespit ediyorsunuz bu vakaları. Binlerce tutanak var bugün. Küpe numarasından kayıp köpekleri aramak için her barınağa gidişimizde “böyle bir kayıt yok” diyorlar. Bir köpeğin nereden alındığının kaydı tutulmuyor ki tedavisi bitince oraya geri götürülsün. Yasa, “hayvan yerinden alınırken bir veteriner veya veteriner teknikerinin olmasını” zorunlu tutuyor. Hayvana nasıl müdahale edeceğini bilmeyen insanlar uyuşturucu iğneyle müdahale ediyorlar. İstanbul’daki hayvan zayiatının çoğu bu toplamalar sırasında oluyor. Şiddet bu toplamalar sırasında başlıyor. Şiddeti farklı bir noktaya taşıyan diğer bir durum, kayıt tutulmaması. Bugün aynı şeyi iş cinayetleriyle ilgili, asker zehirlenmeleriyle ilgili de konuşuyoruz. Bir hayvan yok olduğunda bu suçun faillerini bulabilmek için de gerekli olan kayıt tutma yapılmıyor.
Barınak mimarisinin bir tür tecrit mimarisi örneği olduğunu biliyoruz. Barınak mimarisi konusunda bir iyileşme var mı?
Evet, bu bir tecrit mimarisi. Bu, retorik olarak söylediğimiz bir şey değil. Barınaklar gerçekten bir tecrit mekânı. Hayvanların birbiriyle olan ilişkisini kısıtlamak ve bütün kapasitelerini yok etmek temel amaç. Bir barınağın master planını gördüğünüzde köpeklerin bir daha geri dönemeyeceğini ve dönse bile şehirde yaşayamayacağını anlayabilirsiniz. Bir köpek düşünün, bir metrekarelik bir alanda 50 santimlik bir kafese tıkılıyor. Hayvanlarda bir süre sonra fizyolojik problemler başlıyor. Diğer taraftan insanla ilişkileri kesiliyor. Özellikle İstanbul köpekleri insana alışık hayvanlar. Sürü halinde ve hareket halinde olan hayvanlar. Bunları kısıtladığınızda köpeklerin ruh sağlıkları da bozuluyor. Bir hayvanı tecrit edip bir yere attığınızda yemek bulma becerisini bile kaybediyor. Veya deliriyorlar. Bu konuda esas sorunlardan biri belediyelerin hayvanseverlerle ve mimarlarla hayvanların iç dünyasını koruyacak tasarımlar geliştirmek için beraber çalışmaması. Örneğin iki bin hayvan kapatma kapasiteli bir barınak yapmışlar, ama su gideri yapmamışlar. Nasıl su verilecek?
Köpek bir orman canlısı değil. İnsanlar köpeğin ormanda besin bulabileceğini düşünüyor, ama öyle değil. Kısırlaştırılmamış hayvanlar orada ürüyorlar. Annesiyle birlikte ölen yavrular, ölmüş annesini emen yavrular görüyorsunuz.
Yaşam alanı tasarımında çok geri bir noktadayız. Belediye barınaklarla ilgili yaptığımız faaliyetleri engelliyor. Kısırkaya’ya gittiğinizde barınağa gönüllüleri almıyorlar. Kısırkaya barınağı bir kamu kuruluşu ve vatandaş olarak erişebilmemiz gereken bir yer. Ziyarete gittiğinizde görüntü almanız yasak, cep telefonunuza el konuyor. Güvenlikle sadece üç barakayı gezdiriyor, geri kalanında ne olduğunu bilemiyorsunuz. Korkunç bir kan kokusu geliyor. Hayvan çığlıklarını duyuyorsunuz. Bütün o medyanın köpürterek “başıboş köpekler saldırdı” haberlerine dikkat edin, Ankara Gölbaşı’ndadır mesela. Gölbaşı’nın en ücra köşelerinde binlerce köpeğin ne işi var? Hepsi küpeli şehir köpekleri. Burası “vahşi” köpeklerin yaşadığı bir yer değil. Türkiye’deki köpekler ne orman köpeği ne de “vahşi” köpekler. Barınak hayvanların sokaktaki yaşamına son vermek için bir geçiş formu. Tecrit siyasetini uygulamak için illa ki tecrit etmek istediğiniz şeyi dört duvar arasına koymuyorsunuz. Her tecrit siyaseti tecrit merkezinin dışını da hedef alır. Modern iktidarın yöntemi biraz buralardan geçiyor. Hayvan meselesini buradan okuma gerekiyor.
Kısırkaya barınağının dışındaki alanlardan bahsettiniz. Köpeklerin barınak dışına çıkabilme imkânları var mı?
Her barınağın etrafı köpek havzası. Belediye 2012’den itibaren “ikinci dalga Hayırsızada” diyebileceğimiz bir şey yapıyor. Önce merkezden koparıp bir coğrafyaya yığıyor hayvanları. Şehrin çeperlerine doğru bir yığılma fark ediyoruz. Nerelere yığılıyor bu köpekler? İstanbul’un çeperlerinde orman köpeği diye bir durum ortaya çıktı. 3. Havalimanı inşaatı çevresi, Hasdal barınağı çevresi, Sarıyer’in kuzey kıyılarına kadar, Kuzey Marmara bağlantı yollarının çevresine köpeklerin yığıldığını görüyoruz. Kuzey Ormanlarının yıkımı ve köpek nüfusunun artışı birbirinin içine geçen süreçler. Şehrin merkezlerindeki popülasyon azaldı ve eşitsiz olarak dağıtılmaya başlandı. Bugün Taksim’de çok az köpek görürken Kemerburgaz’da köpek sayıları artıyor. Merkezden çepere bir hareket var. Bu da meşhur Kuzey Marmara otoyolu çevresine denk düşüyor.
Köpeksizleşen İstanbul videosu, Mekânda Adalet Derneği ve Dört Ayaklı Şehir’in birlikte yürüttüğü bir çalışmanın sonucu. Bu çalışmanın “Umut Arşivi”nin bir parçası olduğunu söylüyorsunuz. Umut Arşivi nedir? Nasıl ortaya çıktı Köpeksizleşen İstanbul çalışması?
Bahar Bayhan: Umut Arşivi projesinin, Düzce Umut Evleri sürecinden başlayan bir serüveni var. Düzceli Kiracı Evsiz Depremzedeler’in kendi yaşam alanlarını katılımcı yöntemlerle oluşturma talebi üzerine bir araya gelen Düzce Umut Atölyesi ekibinin çalışmalar boyunca oluşturduğu videoların arşivlenmesi ihtiyacı doğmuştu. Böyle umut veren bir çalışmanın arşivinin kamuyla paylaşılması hedefiyle Umut Arşivi isimli veritabanı çalışması ortaya çıktı. Bütün dünyada umut veren hak temelli savunuculuk pratiklerini harita üzerinde gösteren bir video portalı böylece oluştu. Bu çalışmayı bir adım öteye götürerek Umut Arşivi Video Maratonu çalışmasını hayata geçirmeye karar verdik. Kendi umut hikâyelerini anlatmak isteyen STK’lar, inisiyatifler, kurum ve kuruluşlar ile videografları buluşturuyoruz, üç gün süren birlikte çalışma deneyimi sonucunda bir video çıkıyor ortaya. Köpeksizleşen İstanbul da bu atölyelerden ilkinde üretilmiş videolardan biriydi. İlk atölye 5-6-7 Nisan’da gerçekleşti ve Dört Ayaklı Şehir bu atölyenin katılımcılarındandı. Bu videonun üretimi için Kurtköy’deki sahaya altı kişilik bir ekip olarak gittik. Video çekimi ve kurgusunu MAD ekibinden Volkan Işıl gerçekleştirdi. Video vesilesiyle de sahayı birebir gözlemleme şansımız oldu. Öncelikle meseleyi sadece belediyecilik icraatı olarak vurgulamak bir noktada kısır kalıyor. Merkezde ve çeperde dönen inşaat furyası sistematik bir kıyım ortaya çıkarıyor. Bugüne kadar imar hakkı, yeni binalar, insanların mağdur edilmesi üzerinden okuduğumuz sürecin hayvanların da yaşam alanlarını dönüştürdüğünü görüyoruz. Merkezdeki inşaat faaliyeti hayvanların yer değiştirmesini tetiklerken çeperde süren inşaat faaliyeti de köpeklerin yaşam hakkını doğrudan ihlâl ediyor. Bir kere hayvanların “doğal mekânı” olarak görülen ormanın artık kalmadığını görüyorsunuz.
Yıldırım: Yazın güneşten korunabilecekleri bir ağaç yok. Orman kesilmiş durumda. Kışın yağmurdan, kardan korunabilecekleri bir alan yok. Kamuoyunda “ormana atılıyor” deniyor. Orman ormansızlaştırıldı. Biz burada bu hayvanları korumaya çalışıyoruz, ama bu nafile bir çaba. Derhal bu hayvanların şehre geri getirilmesi lâzım.
Mekânda Adalet Derneği’nin şehir hayvanları ile ilgili yaptığı başka çalışmalar var mı?
Bayhan: Şehir hayvanları ile ilgili şu anda doğrudan çalışmamız olmasa da, yaptığımız başka çalışmalarımızda edindiğimiz gözlemler neticesinde gündemimize aldığımız bir konu. 2018 yazında Karadeniz’de saha çalışmaları yaptık. Ordu Çevre Derneği ile birlikte Ordu’da Melet Nehri boyunca bir havzayı dolaştık. Kilometrelerce uzunlukta bir alanda HES inşaatlarının yarattığı tahribatı kayıt altına aldık ve çalışmamızı da bir yayın üreterek paylaştık. Her HES inşaatı sahasında onlarca atılmış köpek gördük. Açlıktan ve bulundukları alanın yabancılığından o inşaat alanlarındaki işçilere sığınıyor bu hayvanlar. Pek azına işçiler bakabiliyor, çoğunluğu ise inşaat sahasına dönüşmüş ormanda ölüme terk edilmiş oluyor. Karadeniz’deki saha çalışmamızda Ordu Belediyesi’nin sistematik bir şekilde köpekleri toplayıp attığını anlamış olduk. İstanbul, toplumsal problemleri analiz edebilmek için kristalleşmiş bir şehir, ancak örneğin hayvan tecrit pratiklerinin benzerlerini başka şehirlerde de gözlemleyebiliyoruz.
Kentsel dönüşümün ve inşaatlaşmanın hızlandığı 2012’den bu yana her yıl 20 binden fazla köpek belediyeler eliyle toplatılıp yerinden ediliyor. 2012-2017 arasında topladığımız verilerde, yerinden edilerek zarar gören toplam hayvan sayısı, 86 bin 478.
Bahsettiğiniz bölgeler hayatımızı doğrudan etkileyen “mega projelerin” inşaatlarının devam ettiği yerler. Köpeksizleşen İstanbul çalışması kapsamında İstanbul’da “mega projeler”in şantiye sahalarını ziyaret ettiniz. Video çalışmasında yer almayan gözlemleriniz nelerdir?
Bayhan: Kent merkezinin o kadar dışına çıktığınızda kırsal bir manzarayla karşılaşacağınızı varsayarsınız, ancak inanılmaz büyüklükte bir inşaat sahasının içine düştüğünüzde şaşırıyorsunuz. Kurtköy’de aynı zamanda Sabiha Gökçen Havalimanı’nın genişletilmesi çalışmaları vardı. Yolculuğun ilk durağı orası oldu. Burada köpekler dışında başka canlıların da yaşam alanının nasıl yok olduğunu dinledik Dört Ayaklı Şehir ekibinden. Yolculuğun devamında Kuzey Marmara Otoyolu inşaatının göbeğine geldik. Korkunç manzaralarla karşılaştık. Hayvanların birçoğu hastaydı. Zaten inşaat sahasında hafriyat kamyonlarının son hızla geçtiği yolun ortasında yattıklarını görüyorsunuz, kıpırdayamıyorlar bile. O mekânda ölüm, onlar için çok yakın ihtimal. Hayvanların hepsi insan görmek istiyor. Hiçbirinde zarar verme dürtüsü görmedim. Bizi görünce heyecanlanıyorlardı. Şantiyedeki işçiler besleyip ilgileniyor bazılarıyla. Bir besleme noktasına gidebildik, etrafta yığınla kuru somun ekmek vardı, su hiç yoktu.
Yıldırım: 2012’den beri düzenli olarak gidip saha araştırması yapıyorum. İlk gitmeye başlamam oraya köpeklerin atıldığını duyduğumda oldu. Besleme gruplarıyla gidiyordum. Köpek size gelir ve tanışırsınız. Sizi bir-iki kere görse bir aşinalık geliştirir köpekler. Oradaki en büyük problem hayvanların başlarına ne geldiğini anlamamış olmaları. Kuru mamaya alışıklar. Köpek bir orman canlısı değil. İnsanlar köpeğin ormanda besin bulabileceğini düşünüyor, ama öyle değil. Kısırlaştırılmamış hayvanlar orada ürüyorlar. Annesiyle birlikte ölen yavrular, ölmüş annesini emen yavrular görüyorsunuz.
Yerlerinden edilen köpeklerle ilgili rakamlar var mı? Bu verilere ulaşabiliyor muyuz?
Yıldırım: Doktora tez araştırmamın parçası olarak, İstanbul’da yoğun olarak köpeklerin toplatıldığı ve terk edildiği yerlerde yaptığım saha araştırması ışığında elde ettiğim veri seti vahim: Kentsel dönüşümün ve inşaatlaşmanın hızlandığı 2012’den bu yana her yıl 20 binden fazla köpek belediyeler eliyle toplatılıp yerinden ediliyor. 2012-2017 arasında topladığımız verilerde, yerinden edilerek zarar gören toplam hayvan sayısı 86 bin 478. Bu kaydı tutabilmemi sağlayan ve araştırmamın metodolojisinde önemli bir yere sahip olan pratik ise, sokak köpeklerinin kulaklarındaki küpeler. 2012’den bu yana İstanbul’daki sokak köpeklerinin küpe numarasının kaydını tutuyorum. Biraz deli işi gibi görünse de, Türkiye’de kritik bir yokluğu, envanter ve kayıt eksikliğini doldurmak için yaptığım bir arşiv çalışması bu. İstanbul’daki köpeklerin kulaklarındaki küpeler bize iki şey anlatır. Birincisi, köpeğin numarası varsa diğer köpeklerin geldikleri yerden ayırabiliriz. İkincisi, bu köpeğin kısırlaştırıldığını ve temel aşılarının yapıldığını anlarız. Her belediye farklı renklerde küpe kullanır. Bu, köpeğin yaşam alanına ve nerede sağlık hizmeti aldığına dair önemli bir işarettir. 2012’den itibaren bu operasyonu İBB yerel belediyelerden alıp kendi bünyesinde topladıkça ilk işlerinden biri küpe numaralarını kaldırmak oldu. Beyaz İBB küpeleri var artık.
‘94-‘98 arasında, İstanbul’un Tayyip Erdoğan tarafından yönetildiği dönemde, Hayırsızada katliamı ile yarışabilecek sayıda köpek itlaf ediliyor. “Hizmet” ve “adil düzen” söyleminin ilk icraatlarından biri, Habitat zirvesi döneminde yüz binlerce köpeğin yerinde zehirlenerek öldürülmesidir.
Köpeklerin tecrit edildiği bölgeler İstanbul’un uç sınırları. O bölgedeki insanların tepkisi nasıl bu duruma?
Yıldırım: Köpek sürgününün doğrudan tanıkları oradaki inşaat işçileri ve köylüler. Aslında İstanbul’un en yoksul kesimleri. Tarım alanları ellerinden alınan insanlar ve İstanbul’daki emek kesiminin en kayıt dışı, taşeronlaşmanın en yoğun olduğu yol inşaat işçileri. Çok düşük maaşla proje bazlı çalışan insanlar. Sahada işçilere “nereye gideceksiniz” diye sorduğunuzda “Limak nereye götürürse” diye cevaplıyorlar. Bir tür gezici işçi gibi kullanılıyorlar. Benim için en zor tecrübelerden biri orayı öyle bırakıp geri dönmek. O şantiye hali, yok olmuş bir dağ, kesilmiş ağaçlar ve köpekler… Kuzey Marmara Otoyolu inşaatı başladığında bize köylüler “buraya iş gelecek” diyordu. Limak, Cengiz İnşaat ve Kolin kendi taşeron işçilerini getirdiler. “Yol gelecek, bu köpekler gidecek” deniyordu. Ama köpekler hâlâ orada. Katman katman dev bir hak ihlâlinin manzarasını görüyorsunuz. Köpekler, gerçek bir hak ihlâli dağının görünmeyen, ama onu tam ortasından kesen bir hattı temsil ediyor. Herkes duygusunu yok eden bir şeye tanık oluyor. 2012’de, Kurna Köyü’nde saha araştırmasına başladığımda, orada en fazla dört-beş köpek yaşıyordu. 2013’te bu sayı 50-60’a ulaştı. 2014’te iki bin köpek vardı. 350 haneli bir köye iki bin köpek yığdığınızda köpek ve insan arasındaki ilişki bozuluyor. İnsanlar istememeye başlıyor. İnsanlarda sembolik ve politik bir krize neden oluyor bu. “Burası İstanbul’un çöplüğü” hissi uyanıyor. Bana sahada en çok söylenen şey “burası İstanbul’un itlerini attığı yer”. Bize “siz beslediğiniz için buradalar” diyorlar, ama sonra “belediye işçileri gece elli köpeği attı” diyorlar. Nasıl geri saracağız bu hikâyeyi? Videoda görmediğimiz kısmı bu. Mesela Kurtköy’deki insanlar barınak yapılmasını istediler. Belediye bu köpekleri buraya yığarak bir “barınak talebi” yaratıyor.
Mega projelerin dev şantiyeleri tarafından İstanbul ekolojisinin bozulduğuna tanıklık ediyoruz. Bir tarafta boğazı geçmeye çalışan yaban domuzlarını görüyoruz, bir tarafta şehir köpekleri ormana atılıyor…
Yıldırım: Tilkilerin ve domuzların öldürdüğü köpekleri görüyoruz. Bütün o habitat yıkımı iç içe geçiyor. Bugün Tayakadın’da arabaların çarptığı yavru tilkileri görebiliyorsunuz. Hafriyat tozları ve asbest suyu ve toprağı kirletti. Hayvanın besin zincirini bozduğunuz zaman bir adaptasyon yoktur. Bu bir ekolojik kriz.
Köpeksizleşen İstanbul videosundaki görüntüler çok sarsıcı. Bu bir taraftan köpekler için sadece vicdan üzerinden bir söylem geliştirmeye neden olabilir. Şehir hayvanları için nasıl bir politik ve hukuki bir hat örmeyi öneriyorsunuz?
Yıldırım: Yerel savunuculuk hattı çok önemli. Hayvanı koruma ve kurtarma işini, önemsiz görünen “kedi evlerini” bile yerel savunuculuk çerçevesinde korumak gerekiyor. Belediyelerin bu devasa toplama operasyonlarının bitmesi gerekli. Şehir hayvanlarının yerinde korunması gerekiyor. Bu korumanın İBB ölçeğinde değil, yerellerde ve semt ölçeğinde yapılması gerekli. Yerel savunucuların ve gönüllülerin sokaklarını koruması gerekiyor. Belediye, gönüllüler ve yerel savunucular eşgüdümlü çalışmalı. Şehri yeniden tahayyül etmek gerekiyor. Hayvanların ve insanların daha rahat yürüyebileceği geniş ve alçak kaldırım tasarımları yapmak mesela… Devasa tecrit merkezleri değil, yerelde hayvan hastaneleri ve gezici acil bakım birimleri kurulmalı. Vicdan ve merhamet çok önemli, apolitik ve önemsiz olduğunu düşünmüyorum. Bir tür faillik ve pratikle birleşmesi gerekiyor. Hayvana yönelik şiddetin kayıtlarını tutmamızın nedeni insanları sonsuz bir üzüntüye sokmak değil, bu kayıtları hak mücadelesinin omurgasına yerleştirmek. “Burada görev kamuya düşüyor” diyenlerden değilim. Hayır, kamu zaten orada. Türkiye’de insanlarla hayvanlar arasındaki ilişkinin kimyasını bozan, medyada “hayvansever deli kadın” tanımlamalarını yapan belediyeciliğin faaliyetleridir. Belediye medya eliyle bu hayvanlara linç örgütlüyor. Hayvanlara yönelik şiddet Kabahatler Kanunu’ndan çıkarılmalı, ceza kanuna girip suç sayılmalıdır. Böyle olursa hiçbir belediye amiri “topla şu köpekleri, zehirle” diyemeyecek. Hayvanlara uygulanan şiddet için “mala zarardan” ceza veriliyor. Mal değil, yaşam hakkı olan canlılardan söz ediyoruz. Türkiye hayvana şiddetin arttığı bir ülke. Bunun nedeni hayvana karşı şiddetin cezasız kalması. AKP bu mücadelenin gücünü kavramış durumda. Gezi’den sonra kent hareketlerinin ve savunuculuğunun içinde örgütlenebildik. Bu bir mekân ve adalet meselesi. Biz hayvan hakları savunucuları olarak sürekli Meclis’teyiz. “Yasa adalet komisyonunda değişecek” dendiği günden beri mesai harcıyoruz. Hayvan hakları siyasetinin çok dinamik bir tarafı var. Doğrudan en mağdur ve “öldürülebilir” bir varlık olarak hayvanın hakkını korumak için caydırıcı yaptırımlar gerekiyor. Bir taraftan metrolardaki ekranlarda “sevimli köpek dostlarımız” gösterilirken, diğer taraftan korkunç bir şiddet mekanizması devam ediyor.
Bayhan: Hayvanları koruma ve yaşatma pratiği toplumsal hafızamızda var. Artık sadece sokağımızdaki hayvanı beslemek yetmiyor, aynı zamanda onun varlığının sorumluluğunu almak da gerekiyor. Bunu bir yurttaş denetimine evriltmek gerekli. “Sokağımdaki hayvan nerede?” diye sorulmalı. Bunun için belediyelerin sürekli peşinde olmak gerekiyor. Mesele, köpeğin yaşam hakkına sahip çıkmak olduğu kadar, toplumsal olarak bir arada yaşamayı savunmak, tüm canlılarla alıştığımız birlikte yaşama kültürüne sahip çıkmak demek bu aynı zamanda.