ERMENİ SOYKIRIMININ 106. YILINDA MUSA DAĞ VE İSKENDERUN SANCAĞI

Söyleşi: Bekir Avcı
24 Nisan 2021
SATIRBAŞLARI

Çok uzakta torunların, yaşarlar yabancı ülkelerde / Seni hep hatırlarlar ayrım yapmadan / Sana sığınırız ey Musa Dağ / Ararat’ın küçük kardeşi / Hayg’ın torunlarıdır halkın / Bilirler savaşmayı korkusuzca…” Bugün Lübnan Ancar’da yaşayan Sarkis Hagop Ayntebliyan’ın kaleminden çıkan bu şiir Musa Dağ için yazıldı. 1915’teki soykırıma karşı direnişin sembolü olan Musa Dağ, Franz Werfel’in “Musa Dağ’da Kırk Gün” romanıyla hafızalarda. Gazeteci-yazar Serdar Korucu Musa Dağlıların izini sürdü, direnişçilerin çocuklarına, torunlarına mikrofon uzattı. Onların hafızasında Musa Dağ’ın nasıl bir yeri var? Direnişten 24 yıl sonra, İskenderun Sancağı’nın ilhakı döneminde neler yaşandı? 1939’daki göçü, nam-ı diğer “ahalinin gidişini” nasıl hatırlıyorlar? Aras Yayıncılık’tan çıkan “Ahalinin Gidişi: Musa Dağ 1939” ve “Sancak Düştü: İskenderun Sancağı’ndan Hatay’a Ermeni Meselesi”nin yazarı Serdar Korucu’yu dinliyoruz.
Kasım 1915, New York Times’ın başlığı: Musa Dağından gemiye alınan 4 bin Ermeniden bir grup çocuk

Sancak Düştü ve Ahalinin Gidişi kitaplarının odağında olan Musa Dağ ile İskenderun Sancağı soykırım tarihi ve belleği içinde nerede duruyor?

Serdar Korucu: Musa Dağ’ın yeri Osmanlı coğrafyasının diğer bölgelerinden çok farklı. Çünkü Ermeni soykırımı üstüne konuştuğumuzda, öne çıkan anlatılar kitlesel imhayla ilgili. Bugünün Hatay’ındaki Musa Dağ ise bu sürecin direniş boyutu, Ermeni soykırımında direnişin sembolü. 106 yıl önce bu topraklarda, yaşamak ve hayatta kalmak için merkezi hükümetin emirlerine karşı gelen, direnen, özsavunmaya geçenler vardı ve bu insanların çocukları, torunları bu sayede bugüne gelebildiler. Bunu hatırlamak, unutmamak gerek.

Direniş kararı nasıl alınıyor, Musa Dağ’a hangi şartlarda çıkılıyor?

Serdar Korucu (Fotoğraf: Berge Arabian)

Soykırım her yerde aynı zamanda başlamıyor. “Tehcir” ya da yer değiştirme kılıfıyla başlayan süreç, her bölgede farklı tarihlerde yaşanıyor. Soykırımın daha önce başladığı yerleri görenler, henüz ulaşmayan yerlere haberini iletebiliyor. Musa Dağ’daki Ermenilerin yaşadığı da bu. Zeytun’daki Ermeni Protestan Kilisesi pastörü ve misyon yetimhanesinden sorumlu Dikran Andreasyan bu ölüm yolculuğuna daha önce tanık oluyor. Yani tehcir kararının aslında yok etmeye dönüştüğünü görüyor. Bu konuda uyarıda bulunmak için memleketi Musa Dağ’a gidiyor ve halka haber veriyor. Andreasyan’ın 1915’te Port Said’deki mülteci kampındayken yazdığı bir broşüre göre, bu dönüşün ardından Musa Dağ’ın altı köyü (Hıdırbey, Yoğunoluk, Kebusiye, Hacıhabibli, Bityas, Vakıf/Vakıflı) toplantı yapıyor ve Bityas’taki Protestan kilisesinin vaizi Harutyun Nohudyan’ın izinden gidenler dışındakiler direnme kararı alıyor. Nohudyan’ın ailesinden bir daha haber alınamadığı da bu broşürde not düşülüyor.

Musa Dağlılar direnmek için yanlarına yalnızca gerekli şeyleri alıyorlar. Büyük bir nüfustan, yaklaşık dört bin kişiden bahsediyoruz. Bu nüfusun köylerinden uzakta, dağda direnme süreci zorlu geçiyor. Anlatılarına göre, kimi zaman geceleri kendi köylerinden yaşam malzemesi alıyorlar ve dağda Osmanlı birlikleriyle mücadele ediyorlar. Bazı kaynaklara göre 40, bazısına göre 44 veya 53 gün süren bu direniş, artık umutlarını yitirdikleri bir dönemde, Fransız gemilerinin gelişi ile başarıya ulaşıyor ve Osmanlı birliklerinin elinden kurtuluyorlar. Bu, bakış açısı farklı olsa da, Türkiye’nin resmi anlatısının çok uzağında değil. Fakat resmi tezler kurulmadan önce, mesela Peyami Safa, Musa Dağ’ı çarpıtacak, bölgedeki Ermenilerin “masum köylere gece yarıları baskınlar yaparak, ahaliyi paramparça doğradıklarını” öne sürecekti. Bu iddia yalnızca Safa’nın yazısında kalıyor. Resmi tezlerde de bunu görmek mümkün değil. Sancak Düştü’de ele almaya çalıştığım konulardan biri de bu. Basının kendisine “vazife çıkarma” hali.

Musa Dağı’nın altı köyü direnme kararı alıyor. Büyük bir nüfustan, yaklaşık dört bin kişiden bahsediyoruz. Musa Dağlılar dağda Osmanlı birlikleriyle mücadele ediyorlar.

Gemiler gelene kadar neler yaşıyor Musa Dağ’daki Ermeniler?

En az konuşulan konulardan biri Musa Dağ’da toplu intihar olasılığının gündeme gelişi. Ahalinin Gidişi’ndeki anlatılar içinde, mesela Musa Dağ’daki direnişe katılan kadınlardan ve sembol isimlerden Vater Kojanian Zeitlian’ın torunu bugün Ermenistan’da, Eçmiadzin’de yaşayan, kitapta söyleşisi bulunan Ankin Zeitlian bu konuyu anlatıyor. Çevreleri Osmanlı birlikleriyle uzun süre kuşatılan Musa Dağlılar direnişin başarılı olamayacağını düşünüyor ve uçurumdan atlamayı planlıyor. Tarihten biliyoruz ki, her direniş başarıyla sona ermez. Arkasından ağıt yakılan, hüzünle anılan direnişler de var. Musa Dağ’ın kaderinin farklı seyretmesi belki de şans. O sırada Fransız gemileri gelmese büyük ihtimal bugün farklı bir tarihi konuşuyor olabilirdik. Bu Osmanlı tarihinde ilk de değil aslında. Yunanistan’da yaşandı. 16 Aralık 1803’te, Osmanlı güçlerinin Yunanistan’ın Epir bölgesindeki Zalongo Dağı’nda tuzağa düşürdüğü Suli köylüleri teslim olmaktansa kendilerini uçurumdan aşağı atmayı tercih edecekti. Fakat tarihte Musa Dağ, Spiridon Peresiadis tarafından kaleme alınarak 1903’te yayınlanan Zalongo Dansı gibi bir trajedi ile sonuçlanmadı. Bu açıdan Musa Dağlılar “şanslı”. Kayıp vermiş olsalar da büyük çoğunluğu kurtuldu. Fransız gemileriyle Port Said’e gittiler, Osmanlı’nın savaşta yenilmesi ve bölgeden çekilmesiyle köylerine geri döndüler.

Ahalinin Gidişi’nde görüyoruz, gemi imgesi anlatılarda geniş yer tutuyor.

Musa Dağlıları mutlak bir ölümden kurtardığı için gemi imgesi, özellikle ilk gelen Fransız gemisi olan Guichen adlı kruvazör çok önemli. Guichen ile bir kiliseyi birleştiren bir anıt onyıllar boyunca Musa Dağ’ın zirvesinde kalmıştı. Fransız yazar Paul du Véou’nun aktardığına göre, ilk anıt 1929’da dikilse de resmen açılışı 18 Eylül 1932’de. 1939 öncesinde Surp Haç Yortusu da bu alanda kutlanıyor.

Ne oluyor o anıta?

Anlatılara göre, 1939 sonrasında bu bölgede anıt varlığını sürdürüyor, ziyarete gidiliyor, piknik yapılıyor. Fakat daha sonra yasaklanıyor. Mesela Arpine Kartun, “askerler çok vardı, terörist var diye bırakmıyorlardı kimseyi” diye hatırlıyor o günleri. Yani “güvenlik” nedeniyle kapatıldığı söyleniyor ve anıt 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında yıkılıyor.

Musa Dağ deyince akla ilk gelen Franz Werfel’in Musa Dağ’da Kırk Gün romanı. Werfel’in eseri neden bu kadar önemli?

Musa Dağ isminin bölgenin adı olmasına, literatürde de böyle anılmasına neden olan şey Werfel’in kitabı zaten. Türkiye’nin tezlerine sonuna kadar karşı duracak olan Fransız yazarlar bile dağın Ermenice ismi olan Musaler ya da Arapça adı Cebel Musa yerine Musa Dagh demeyi tercih ediyorlar. Nedeni bu roman. Werfel’in romanının zamanlaması önemli. 1930’larda dünyanın her yerinde faşizm yükseliyor, Avrupa’nın ortasında, Almanya’da Hitler rejimi güçleniyor. Werfel Musa Dağ ile bir direniş anlatısı olarak bağ kuruyor. Kitabında yok edilmek istenen bir halkın buna karşı duruşunu ve kurtuluşunu anlatıyor. Bunu romanlaştırdığında Nazi Almanya’sında ister istemez insanların aklına gelen Yahudiler oluyor. Her ne kadar soykırım başlamamış olsa da Yahudiler daha önce defalarca yok edilmekten mucize eseri kurtulmuşlardı ve Nazilerin antisemit ideolojisi en başından beri biliniyor. Türkiye basınının aktardığına göre, Werfel’in romanının yasaklanması Ankara hükümetinin “ricası” ile oluyor. Roman yasaklansa da çok satıyor. Öyle ki, Varşova Gettosu ayaklanmasına, direnişine de ilham veren bir kitap Musa Dağ’da Kırk Gün. 1915 ile 1930’lar dünyası arasında bir bağlantı kuruyor Werfel’in eseri.

Osmanlı birliklerinin kuşattığı Musa Dağlılar direnişin başarılı olamayacağını düşünüyor ve uçurumdan atlamayı planlıyor. O sırada Fransız gemileri gelmese farklı bir tarihi konuşuyor olabilirdik. Bu Osmanlı tarihinde ilk de değil. 1803’te, Yunanistan’da yaşandı. Osmanlı’nın Zalongo Dağı’nda tuzağa düşürdüğü Suli köylüleri teslim olmaktansa kendilerini uçurumdan aşağı atmayı tercih edecekti.

Musa Dağ’da Kırk Gün Varşova Gettosu ayaklanmasına nasıl ilham veriyor?

Varşova Gettosu ayaklanması aslında tek direniş değil. Avrupa’da pek çok Yahudi grubu direniş hareketi oluşturmuştu. Fakat Nazilere karşı Yahudilerin en bilinen silahlı direnişi Varşova Gettosu’nda oldu. Yapılan sürgünlerin kamplarda, merkezlerde ölümle sonuçlandığının duyulması üzerine, Varşova Gettosu’nda direniş hareketleri güçlendi. 19 Nisan 1943’te Nazi güçlerinin Yahudileri sürmek için gettoya girmeye çalışmasıyla ayaklanma başladı. 16 Mayıs’ta ayaklanma sona erdiğinde gettodakiler kamplara gönderilmişti. Bu direniş, diğer gettolardaki ya da öldürme merkezlerindeki ayaklanmalar için de ilham kaynağı olacaktı. Ve üzerine yazılmış literatüre göre, Varşova Gettosu’ndaki Yahudiler arasında Musa Dağ’da Kırk Gün’ü okumuş olanlar vardı. Bu roman onların üzerinde silinmez bir iz bırakmıştı. Kendilerine kaderlerini hatırlatmıştı. Böylece Avrupalı Yahudiler, kitaptaki “ölüme mahkûm Ermeniler” gibi kurtuluş yolunu, çabasını direnişte bulmuştu.

Franz Werfel’in Musa Dağ’da Kırk Gün romanının el yazması, 1938, Avusturya Edebiyat Müzesi

Sizi Musa Dağ’a götüren, böyle bir çalışma hazırlamaya iten ne oldu?

Bölgeye ilgi duyma nedenim, Suriyelilerle ilgili yaptığım çalışmalardı. Suriye Savaşı’nın ilk yıllarında, özellikle 2013’ten itibaren, Suriye sınırındaki illere gittim. Mültecilerin ilk sığındıkları yerlerden biriydi Hatay. Bu nedenle ilgimi çekmişti. Çalışmalar birbiri ardına geldi. Türkiye’deki Suriyeli mültecilerle ilgili yaptığım iki çalışmayı, Hayata Destek Derneği’nden Suriye Yerle Bir Olduktan Sonra ve Can Yayınları’ndan çıkan Misafir’i, savaşta Halepli Ermenilerin yaşadıklarını anlatan, Aras Yayıncılık’tan çıkan Halepsizler takip etti. Halepsizler bir yandan Hatay’ı da anlatıyordu. Çünkü Halep’le İskenderun Sancağı tarihsel olarak birbirine bağlı. Halep’in limanı tarih boyunca İskenderun limanıydı. Antakya zaten önemli bir merkez. Musa Dağ, 1915 sonrası Ermeniler için varlığıyla başlı başına bir anıt. Hepsi birleşince bir kitaba başlamak istedim. Aslında Sancak Düştü’ye başladım. Çünkü dönemin medyasının bölgeyle ilgili ne yazdığını merak ettim. Sonrasında ilginç ayrıntılar, bilgiler çıkınca karşıma merak ettim. “Türkiye medyası buradaki gelişmeleri böyle anlatıyor, peki o sırada bölgedekiler ne yaşadı, yerel halk ne diyor” sorularının peşine düştüm. 1939’da Hatay Türkiye sınırına geçtiği için, o tarihi bir dönüm noktası kabul ettim. 1939’dan önce Musa Dağ’da doğmuş olanlarla görüştüm. Kimisi o yılları hayal meyal hatırladı, kimisi daha berrak. Onların hatıralarını toplamaya çalıştım. Böylece, bu göç sürecinin kitabı, bölgede verilen adıyla, Ahalinin Gidişi doğmuş oldu.

Neden Ahalinin Gidişi? “Ahali” dediğimiz Ermeniler, “gidiş” de aslında zorla gidiş değil mi?

1915’te tehcirle başlayan soykırım süreciyle 1939’daki ahalinin gidişi arasında bir fark var. Çünkü ahalinin “isteyerek” gidişi söz konusu. Kalmak isteseler kalabilirler miydi, kalabilirlerdi. Fakat başlarına ne geleceğini öngöremediler, güvenemediler. 1915’te yaşananlar çok tazeydi, herkesin hafızasındaydı. Bu yüzden kalmak istemediler. Bu bütün İskenderun Sancağı için geçerli. Yalnızca Musa Dağ’dakiler değil, geri kalanlar da 1939’dan sonra topraklarından ayrılıyor.

Varşova Gettosu’ndaki Yahudiler arasında Musa Dağ’da Kırk Gün’ü okumuş olanlar vardı. Bu roman onların üzerinde silinmez bir iz bırakmıştı. Kendilerine kaderlerini hatırlatmıştı. Böylece Avrupalı Yahudiler kitaptaki “ölüme mahkûm Ermeniler” gibi, kurtuluş yolunu direnişte bulmuştu.

Ahali gidince oraya kim geliyor, şimdi kimler var?

Topraklarından ayrılan Ermeniler topraklarını, mülklerini satmadan, daha doğrusu satamadan göç etti. Bıraktıkları topraklara, mülklere akrabaları olan Vakıflı halkı da sahip olamadı. O dönem İsmet İnönü imzalı karar “Hatay’da oturup seçim haklarını Suriye ve Lübnan lehine kullanacakların bırakacağı malların harap olmasını önlemek için, bazı şartlarla bu işi yapabilecek kişilerin yerleştirilmesi” diye özetlenebilir nitelikteydi. Uygulamadaysa, Levent Duman’ın Hatay’daki Uluslaştırma Politikaları kitabında da belirttiği gibi, bölgenin, Musa Dağ’ın altı köyünden beşinin –Vakıflı haricindekilerin– Türkleştirilmesini getirdi. Başka bölgelerden getirilen Türkmenler zaman geçmeden o köylere yerleştirildi.

Musa Dağlıların izini sürerken nasıl karşılaşmalar yaşadınız?

Hafıza hep ilgimi çekmiştir. Bu projede de özellikle Ahalinin Gidişi’nde, karşıma sık sık hafızanın özellikleri çıktı. Konuştuğumuz konular hatırlayanlar için zor dönemler. Marcel Proust’un çaya batırılmış madlenin tadıyla geçmişe dönmesi gibi değil. Sonuçta hafıza insanı ölüme bile sürükleyebilir. Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’inde askerden dönen Septimus Warren Smith’in kendisini pencereden atıp ölmesine neden olması gibi. Ya da bir ömür boyunca birlikte de yaşanabiliyor bu yükle, katlanarak artan ve ezen bir yüke dönüşerek. William Styron’un Holokost sırasında iki çocuğundan hangisinin hayatta kalacağına karar veren Sophie’sinin, aradan yıllar geçse de romanın yazar kahramanı Stingo’nun ısrarıyla o günlere dönerek bu kararı anlatmasının onu rahatlatması değil, bilakis çepeçevre sarması gibi. Kısacası, zordur bunları konuşmak, dile getirtmek, hatırlatmak. Durmayı iyi bilmeniz gerekiyor. Aile büyükleri arasında, torunlarının yanında gözleri dolanlar, duygusallaşanlar, yutkunanlar, sürekli “ah” çekenler ve arada uzun suskunluklar bırakanlar oldu. Bunlar çok şey ifade ediyor. Mesela, annesi, babası ve kardeşlerinin, yani tüm çekirdek ailesinin Beyrut’la Şam arasındaki Ancar’a doğru yola çıkan ve kendisi o çocuk yaşta yaptığı “tercihle” akrabasına evlatlık verilerek Türkiye’de kalan Araksi Silahlı. Onun için elbette bu geçmişe inmek zordu. Fakat hepsi istekliydi, hepsi anlattılar başlarından geçenleri. Ve en azından bazıları, bunu açıkça söyledikleri için de biliyorum ki, torunlarıyla, çocuklarıyla konuştuklarından daha fazlasını aktardılar. Çünkü aileler bazen çocuklarına bu ağır yükü taşıtmamak için anlatmayabiliyor. İyi ki konuştular, iyi ki kayda geçti. Kendi adıma sevindiğim, bu kaydın, onların anılarının sonsuza kadar kalacak olması. Çünkü kitapta yer alan bazı isimler ne yazık ki aramızdan ayrıldı.

Manuşag Arakel Kendirciyan ve Sarkis Hagop Ayntebliyan, Musa Dağ’daki aile fertlerini gösterirken (Ancar, Lübnan, 5 Şubat 2019 / Fotoğraf: Serdar Korucu)

Ahalinin Gidişi’ndeki hikâyeleri anlamak, tamamlamak için aslında Sancak Düştü’ye dönmemiz gerekiyor. Zira, iki kitap bir bütünlük içeriyor. İskenderun Sancağı soykırımdan sonra nasıl bir yer?

Sancak Düştü ile Ahalinin Gidişi birbirini tamamlıyor. En yakın arkadaşlarımdan biri ve bu kitapların editörü olan Emre Can Dağlıoğlu’yla ikisini birleştirip tek kitap olarak çıkaramayacağımızı fark ettik. Aras Yayıncılık da onay verince iki kitap birlikte çıkmış oldu. İki kitapta da soykırım sonrasında, o hafızayı taşıyan Ermeni nüfusun artık Fransız mandası altında rahat yaşayacağını düşünürken yaşadıkları yerin Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içine geçiş süreci var. Sancak Düştü Türkiye medyası üzerinden, Ahalinin Gidişi ise Musa Dağ özelindeki anlatılar üzerinden bu geçiş sürecini okuyor. İkisini birden okumak anlatı ile basının yazdığı, yarattığı tarihi birleştiriyor. Ve iki kitabın da anlattığı bir nokta şu: Soykırım sonrasında, özellikle de Osmanlı güçlerinin bölgeden çekildiği günden 1939’a kadar geçen sürede, Ermeniler kendilerini güvende hissediyor. Onların yaşadıkları İskenderun Sancağı ile bugünkü Hatay da farklı. Harita üstünde, özellikle kuzey sınırında 1921 Ankara Anlaşması ile belirlenen alanda, bölge Türkiye’ye geçince şehrin yapısında değişikliğe gidilecek. Bir diğer değişiklik de güneyde. Kesab son anda, 1939’da, Türkiye sınırları içinde dahil edilmeyecek ve Lazkiye’ye bağlanarak Suriye sınırlarında kalacak.

Musa Dağ’a yeniden çıkma gündeme geliyor o zamanlar. “1939’da dağa çıkıp direnmek de istediler. Fakat ne kadar dağda kalabilirlerdi ki! Buna rağmen, dağa çıkmaya karar veriliyordu. Hatta herkes eşyasını toplamaya başlamıştı. Askerler görüp dalga geçiyorlardı. Orada yeni bir direniş daha olmayacağını düşünüyorlardı.” Ermenistan’da görüştüğünüz Movses Ğazaryan’ın anlatımı böyle.

Evet, sadece Kesab değil, Musa Dağlılar da sınırın değişmesini istemiyor. Musa Dağ’da ikinci bir ayaklanma olasılığı ortaya çıkıyor. “İkinci kez dağa çıksak mı” diye konuşuluyor. Fakat bu sefer ilki gibi olmayacağını düşünüyorlar. Dünya konjonktürüne bakıyorlar ve bu konjonktürde kazanamayacaklarını öngörüyorlar. İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaştığının herkes farkında. Türkiye’nin ne tarafta olacağı tartışması var. Haritaların yeniden çizileceği düşünülürken, “evet, bu toprak bugün Türkiye’ye veriliyor, ama belki sonra tekrar elinden çıkar” düşüncesi de hâkim.

1915’te tehcirle başlayan soykırım süreciyle 1939’daki ahalinin gidişi arasında bir fark var. Çünkü ahalinin “isteyerek” gidişi söz konusu. Kalmak isteseler kalabilirlerdi. Fakat başlarına ne geleceğini öngöremediler, güvenemediler. 1915’te yaşananlar çok tazeydi, herkesin hafızasındaydı.

Bu anlattığınız, kitaplarınızdaki anlatılarda da öne çıkıyor…

Tabii. Özellikle Ancar’a gidenlerin, bugün hâlâ Lübnan’da ya da Ermenistan’da yaşayan çocukları, torunları, aile büyüklerinin hep dönme hayaliyle yaşadıklarını aktardılar. Röportajların hepsinde alelacele evlerden çıkıldığı, çok acı çekildiği, ama her zaman geri dönme düşüncesinin olduğunu görüyoruz. Fakat düşündükleri gibi olmayacak. İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye tarafsızlık politikası izleyerek, sınırlarını koruyacak. Sınırlar değişmeyince de Musa Dağlılar geri dönemeyecek. Bunu tek başarabilen Kesab’dakiler olacak. Kesab Suriye Savaşı’nda kritik noktalardan birisi olarak da tekrar gündeme gelmişti malûm.

Yüz yıllık bir kovalamaca…

Öyle. Halepsizler de aslında buna eğiliyordu. O kitapta konuştuklarımın hiçbiri Halepli değildi. Hepsinin ailesi farklı şehirlerden, mesela Antep’ten ya da Urfa’dandı. Soykırım nedeniyle Halep’teydiler ve tarafı olmadıkları bir savaşın ortasında buldular kendilerini. Soykırım olmasa hiçbiri Halep’te doğmayacaktı. Bu dağılmışlık Ahalinin Gidişi’nde de var. 1939’daki gidiş çok sancılı oluyor. Kamyonlarla götürülüyorlar, çadırlarda uzun zaman yaşıyorlar. Önce Suriye’ye taşınıyorlar, oradan Lübnan’a, Ancar’a. Ancar kışları buz gibi, yazları çöl sıcağı var. Çevresi bereketsiz aslında. Her ne kadar bugün Ermeniler tarafından çok güzel işlenip emek verildiği için yeşillenmişse de, etrafı Lübnan’ın sahilindeki bereketten nasibini almamış. Yeğya Balabanyan şöyle diyordu: “Ancar çok güzel oldu, ama biz de bittik.”


Sancak Düştü
aynı zamanda bir medya taraması, dönemin gazetelerinin içerik analizi. 1930’lar medyasının İskenderun Sancağı özelinde Ermenilere bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz?

1930’lar Türkiye’sinde, soykırımın nasıl ele alınacağı konusunda belirsizlik var. Net ve kurumsal bir tarih tezi oluşmamış daha. Zihinler bulanık. Mesela İttihatçıların yarı resmi gazetesi Tanin’in bir dönem başyazarı olan ve soykırım faili diğer isimlerle birlikte Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra tutuklanarak Malta’ya sürülen Muhittin Birgen, Son Posta’daki köşesinde “Hatay İşleri ve Ermeniler” başlıklı bir yazısında “Türk ile Ermeni arasında büyük bir facia geçmemiş değildir” diyordu. Birgen “Vaktiyle Ermenilere şiddetle mukabele ettiyse onlar tarafından şiddete maruz kaldığı için etti” ifadelerini kullansa da özeleştiriyi şu sözlerle dile getirecekti: “Harb gibi büyük bir badire içinde yaş ve kuruyu birbirinden ayırmaya imkân olmadı.”

Yunus Nadi de yazılarında üstü kapalı bir şekilde sözü 1915’e getirip “yalnız bir tarafın değil, her tarafın hataları ile olup bitmiş işler” diyor, Türk okuyucularının da yaşananlara çok “teessüf ettiklerinin” altını çiziyordu. Bugünle en temel fark Osmanlı’yla araya konan sınır. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin temel tezi Osmanlı’nın “günahsızlığı”, “hatasızlığı”, geçmişinde büyük cürümlerin olmadığı iddiası. Cumhuriyetin ilk kuşağı bugünkü tezleri yaratanlarla hemfikir değildi.

Bu nedenle, mesela Nadir Nadi, Hatay’daki Ermenilere çağrıda bulunurken, “bizi imparatorluk devrinden ayıran doldurulamaz uçurumu fark edemeyen bu zavallıların vaziyetine acımamak elimizden gelmiyor” diyordu. Osmanlı’nın yaptıklarını üstü kapalı bir şekilde kabullenen bu yazı, cumhuriyetin mahiyetini “halktan ve doğruluktan aldığını” vurguluyordu.

Konuştuğumuz konular hatırlayanlar için zor dönemler. Proust’un çaya batırılmış madlenin tadıyla geçmişe dönmesi gibi değil. Hafıza insanı ölüme bile sürükleyebilir. Mrs. Dalloway’de askerden dönen Warren Smith’in kendisini pencereden atması gibi. Ya da bir ömür boyunca birlikte de yaşanabiliyor bu yükle. İki çocuğundan hangisinin hayatta kalacağına karar veren Sophie gibi.

Sancak Düştü bu açıdan, 1915 hakkında henüz yaratılmamış resmi tezin yerine konmaya çalışılanların çeşitliliğini de gösteriyor. Üstelik bu yazarları bugünkü isimlerle de kıyaslayamayız. Çünkü o dönem Mustafa Kemal, bugünün isimleri gibi sık sık demeç vermiyordu. Halk devletin zirvesinin ne düşündüğünü, ülke politikasının nasıl şekilleneceğini, Ankara’nın sert bir şekilde zapturapta aldığı basın üzerinden öğreniyordu. Ana akımdaki kalemlerden çıkanlar zaten devlet politikasının uzağına düşemiyordu.

Medya üstüne düşeni İskenderun Sancağı’nın el değiştirişi sırasında da yapıyor. 1936’da “Hatay meselesi” ilk gündeme geldiğinde Musa Dağ için çok güzel bir anlatı çiziyor mesela. Türkiye’nin Hatay mücadelesini başlatacağı 1936 yılının ekim ayında, Cumhuriyet gazetesinden Naci Akverdi’nin “Musa Dağında 40 Gün Macerasının İçyüzü” yazısı önemli. Akverdi, Musa Dağ’ın köylerinden Bityas’ta yaşayanları “pek etliye sütlüye karışmaz” diye anıyor, direnişle ilgili düşmanlık körükleyecek ifadeler kullanmak bir yana, Ermeniler ile Türklerin ayrılmaz olduklarını vurguluyordu. Bu hikâyede, “kötü karakter” Osmanlı’nın “Arap kumandanı” oluveriyordu. Ancak, Musa Dağ köylerinin de içinde olduğu İskenderun Sancağı Ermenilerinin büyük bir bölümünün Türkiye’ye katılım sürecine karşı çıktığı anlaşılınca bu dil terk ediliyor. Peyami Safa gibi kalemler Musa Dağ’ı ve Ermenileri düşmanlaştırmaya başlıyor. Önce Ermenileri ikiye bölüyor. Hınçaklar ve Taşnaklar bölgede ağırlıklı olarak var. Ramgavarlar (Demokrat Liberal Parti, kuruluşu İstanbul, 1921) da var, ama daha küçük bir kesim. Hınçaklar ve daha sonra Ramgavarlar, Türkiye’ye daha sıcak baktıkları için “iyi Ermeni”, Taşnaklar ise “kötü Ermeni” oluyor. Fakat biliyoruz ki, Türkiye’nin bölgeye girmesinin ardından ne Hınçaklar, ne Taşnaklar, ne de Ramgavarlar partilerinin varlıkları kalacak bölgede. İskenderun Sancağı’nın en az yüzde 10’unu oluşturan, en az 25 bin nüfusa sahip Ermenilerin neredeyse tamamı bölgeyi terk ediyor 1939’dan sonra. Bu süreçte Ermeniler göç etmeye başladıklarında Türkiye medyası bunu durdurmaya çalışıyor. Çünkü bir “Ermeni göçü” ister istemez dünya kamuoyunun aklına 1915’i getirebilir endişesi var. Her ne kadar bir yandan Ermenilere gitmemeleri konusunda tavsiye veren bir dil kullanılsa da, gidenler için düşmanlık, hedef gösterme üreten bir başka dil de dolaşıma giriyor.

Musa Dağ direnişine katılan ve sağ kurtulan Ermeni sivillerin Fransız savaş gemilerine taşınma anları (Kaynak: Agos)


Bir de ilk kez kullanılan “Hatay” adı var…

Bu ismi 1936’da Mustafa Kemal yaratıyor. Mustafa Kemal ülkenin tarihini baştan yazarken, sınırlarına katmak istediği İskenderun Sancağı için de bunu yapıyor. Fransız gazeteci Paul du Véou’ya ait 1938’de çıkan Le Désastre d’Alexandrette (İskenderun Felaketi) kitabındaki, Fransız Akademisi üyesi Jérôme Tharaud ve kardeşi Jean Tharaud’nun önsözünde bu çaba eleştiriliyor: “Zaten Türkler adını değiştirdi, İskenderun Sancağı artık İskenderun Sancağı değil, Hatay, Hititlerin ülkesi, Türklerin beşiği. Ne inanılmaz bir hikâye!” Gerçekten de Türkiye bu tezi savundu. Hititlerin Türk olduğu iddiası o dönem gündemdeyken İskenderun Sancağı’nda birdenbire Hititler öne çıkarıldı. Öyle ki, sonraları Hatay için basılan pullarda Hitit aslanları yer aldı. Oranın bir Hitit, Eti yerleşimi olduğu, bölgedeki Arap Alevilerin aslında Arap olmadığı, asıllarının “Eti Türkü” olduğu gibi bir mit yaratılıyor. Mustafa Kemal de bu yerleşim yerinin adını Orta Asya’daki “Hata” adlı yerleşim yerinden alıp buraya kadar izini sürüp “Hatay” olarak belirliyor. Yani bölgede yer alan iki kadim şehir, İskenderun ve Antakya yerlerini bu yeni yaratılan isme bırakıyor.

Böyle anlatınca Türkiye’nin Suriye’de girip vali atadığı yerler geliyor akla…

Benzetmeler elbette yapılabilir. Sancak Düştü’nün ana metninde, Türkiye’nin yanı başındaki soydaşlarını kendi yönetimi altına almak için yaptığı askeri olmayan bir güç savaşı var. Coğrafyamızda bu sona ermiş de değil. Suriye özelinde konuşursak, özellikle Tel Abyad (Kürtçe adı Gire Spi) için bunu gördük. Ankara, PYD yönetimi altında bölgenin “demografisinin değiştirildiğini”, daha açık söylemek gerekirse Kürtleştirildiğini, o bölgenin aslında Arap çoğunluğa sahip olduğunu ve bölgeyi “kurtarmak” istediğini söyleyerek harekete geçti.

Ermeniler göç etmeye başladıklarında Türkiye medyası bunu durdurmaya çalışıyor. Çünkü bir “Ermeni göçü” ister istemez dünya kamuoyunun aklına 1915’i getirebilir endişesi var. Bir yandan Ermenilere gitmemeleri konusunda tavsiye veren bir dil kullanılsa da gidenler için düşmanlık üreten bir dil de dolaşıma giriyor.

Elbette İskenderun Sancağı’nın el değiştirmesi sırasında dünya bugünkü gibi değildi. İki savaş arası dönemdi, imparatorluklar yeni yıkılmıştı, sınırlar çok daha kırılgandı. Fakat yine de Türkiye’nin Suriye’deki askeri harekâtları, en azından Ortadoğu’da, İskenderun Sancağı’nı hatırlattı. Bazı isimler Türkiye’nin “bir Arap toprağını” 1939’da da emrivakiyle ilhak ettiğini söyleyip bunun benzerini İdlib ya da başka bölgeler için de tekrarlamak niyetinde olduğunu öne sürdü.

Son söz?

Bu kitabı yapma amacım Türkiye sınırlarında kalan Musa Dağ’ın bir direnişin simgesi olduğunun altını çizmek. Orası sadece bir tatil alanı ya da narenciyeleri, coğrafi güzelliğiyle meşhur bir yer değil. Bölgeye bakınca direnişin ne kadar önemli olduğunu hatırlamak gerekiyor. Soykırımın 106. yılında unutulmaması gereken şeylerden biri de bizlere miras kalan bu direniş kültürü olmalı. Bir de açıkçası Ahalinin Gidişi’ndeki gibi çalışmaların çoğalmasını umuyorum. Çünkü aile büyükleri aramızdan ayrılıyor. Onların gidişleriyle hafızaları da kaydedilemeden göçüyor. Kendi adıma, bir nebze olsun Musa Dağ’ın hafızasını kayda geçirmeye çalıştım. Belki gazeteci olduğum için, bir insanın yaşadıkları bana, onlarca yüzlerce sayfalık belgelerden daha kıymetli geliyor. Fakat ne yazık ki bu literatürün çok gelişkin olduğunu söylemek zor. Kanaatim, belgeler üzerinden yapılan çalışmalardansa artık soykırımın insanlar üstündeki etkilerine odaklanmanın daha yararlı olacağı yönünde. Çünkü soykırımın izleri her yerde zaten. Sadece bakmak, bakmayı istemek yeterli.

^