MARLON BRANDO (1924-2004)

Derleyen: Yücel Göktürk
1 Temmuz 2022
SATIRBAŞLARI

Marlon Brando’nun bedeni hareket halindeydi, kişiliğinin dönüşünü bekliyordu. Kilometrelerce uzakta gibiydi. Karavanı bir yeşilliğin içinde, ağaçların kenarındaydı. İçerisi sessizdi, klima havayı serinleştirmişti. Tanışalı dakikalar olmuştu; yatağın kenarında oturmuş, elindeki kablo yumağıyla amaçsızca oynuyordu. Kibiri teslim olmuş bir kahramandı. Geniş omuzları, 1.78 boy ve 108 kiloluk bedenine sağlam bir çerçeve yapıyordu. Ortalık tertipliydi. Güneş enerjisi ve Kızılderili tarihi üzerine kitaplar üst üste yığılmış, bir köşede duruyordu.

Karayip ritmi, Son Tango

Nihayet aradığı şeyi buldu: Bir Karayip müziği kaseti. Yatağa uzandı, başını perdesi çekilmiş pencereye yasladı. Gümüşe çalan sarı saçları kulağının üzerine düşmüştü. O yüz… Yaşlı bir büyücü-doktoru andırıyor. Şehir meydanındaki bir heykel gibi, yerinden oynatılamaz gibi duruyor. Mesafeli tavrı birden buharlaşıyor, annem hakkında sorular sormaya başlıyor.

Gerçek bir mevcudiyet Brando. The Missouri Breaks (Bozgun) adlı kovboy filminin setindeki herkes bir firavunmuş gibi davranıyor ona. Kaşarlanmış bir film ekibi için normal sayılacak bir şey değil bu. Ortaya çıktığında donakalıyorlar huşu içinde. Beethoven’ınki de böyle bir havaydı herhalde. Brando’yla başrolü paylaşan Jack Nicholson, daha lise talebesiyken hayranmış ona. Şimdi Beverly Hills’de komşular. Ve hâlâ ondan gözünü alamıyor. Kertenkele gülümsemesiyle “bayağı bir mesele aslında” diyor: “Marlon’la çalışırken eski bir semptomu hissettiğimi farkettim birdenbire. O kadar güçlü ki, insan onun yaptığı şeye aşık oluyor ve aynısını yapmak istiyor. Bir zamanlar onun oyunculuğunu çalışırdım; şimdi, birlikte oynamamıza rağmen onu taklit etme arzusunu duyuyorum.” Gülümseyerek devam ediyor: “Oyunculuk âleminde iyi bilinen bir sidik yarışı vardır: Marlon hakkında en kıyak lafı kim edecek?”

The Missouri Breaks‘de (1976) Jack Nicholson ile

Paris’te Son Tango’da Jeanne (Maria Schneider) Brando’nun canlardırdığı karaktere “sana bir isim bulmam lâzım” der. Paul (Brando) başını çevirir, “hey yarabbi” der, “hayatım boyunca milyonlarca isim taktılar, bir homurtuyu veya bir gıcırtıyı isme tercih ederim”.

Beverly Hills’de pek seyrek kalıyor, genellikle yollarda. Beş çocuğu var, onları Tahiti’deki kulübesine götürüyor. Orada bir homurtu ya da gıcırtı isim yerine geçebiliyor. Tahiti’de yeldeğirmenleri, metan gazını dönüştüren aygıtlar icat ediyor, kaplumbağaları koruma altına alıyor. Tatlı su karideslerinin Tahiti’de yetiştirilmesi için yapılan bilimsel bir araştırmaya maddi destek veriyor.

Sinema hakkındaki her soruyu ekarte ediyor. “Bu konuda konuşmaktan nefret mi ediyorsunuz?” diyorum. Başını iki yana sallıyor. “Hayır.” Gözleri dalıyor ve dev bir tren uzak bir istasyona yanaşıyor.

Kendisiyle mülâkat yapmak isteyen gazetecilere güneş enerjisinden ve Kızılderililerden bahsedilmesini şart koşuyor. Zira, kamuoyuna arzu etmediği bir imajın sunulmasından muzdarip. Wounded Knee mahkemesinin hararetli günlerinde, saygın Kızılderili şefleriyle bir lokantada buluştuğunda, elinde bir tabak tereyağıyla bir kadın peydahlanıp “bir Son Tango performansı” talep etmiş. Brando dumura uğramış. “Hanımefendi” demiş, “rica ederim”.

Beş dakikadır Brando’nun karavanındayım. Konudan konuya sıçrıyor. Bakire astreoidlerden giriyor, Moğolistan sınırındaki Rus birliklerinden çıkıyor, açlığın bir bebeğin beynini nasıl etkilediğinden başlıyor, muson mevsiminde Afrika’daki ırmaklara geçiyor. Hiç hareket etmeden oturuyor, yastığa yasladığı omuzları devasa bir piyano gibi. Hüzünlü gözleri bütün detaylara nüfuz ediyor. Bedeniyle etrafındaki mekân arasındaki ilişki, Bernardo Bertolucci’nin gözlemini doğruluyor: “Genellikle mekân bize hükmeder, Brando’ysa tuhaf bir şekilde mekâna hükmediyor. Brando’nun hayata bakışının diğer insanlardan farklı olmasının sebebi bu özelliğinde yatıyor.”

Sinema hakkındaki her soruyu nazik bir şekilde ekarte ediyor. Sonunda, “bu konuda konuşmaktan nefret mi ediyorsunuz?” diyorum. Başını iki yana sallıyor. “Hayır.” Gözleri dalıyor ve dev bir tren uzak bir istasyona yanaşıyor.

Paris’te Son Tango‘da (1972) Maria Schneider ile. Yönetmen Bernardo Bertolucci’nin senaryoda olduğunu son âna kadar kendisine söylemediği tecavüz sahnesi Maria Schneider’i hayatı boyunca takip etti, Schneider defalarca intihar teşebbüsünde bulundu. Yıllar boyunca kadın oyuncuların hakları için mücadele yürüten Maria Schneider 3 Şubat 2011’de hayata gözlerini yumdu.

Mean Streets’i çeken oğlan ve Shakespeare’in sözü

“Kazan, bir oyuncu yönetmeni” diyor birdenbire.. “Çalıştığım en iyi yönetmen. Çünkü oyuncuların çoğu… Çok yalnızdır oyuncular. Oyuncular genellikle yönetmenlerin desteğinden mahrumdur. Duygusal desteği kastediyorum, eğer duygusal bir rol oynuyorsan… Kazan oyuncularına destek olan yegâne yönetmendir. Oyuncular, genellikle seyyar sıhhi tesisatçı gibidir, aracın-gerecin çantandadır. Bunu en iyi algılayanlar Bertolucci ve Gillo Pontecorvo’dur (Adada İsyan), o herifle, şu Mean Streets’i çeken oğlanla, ha evet, Scorsese, onunla hiç çalışmadım. Ama, Amerikalı yönetmenlerin en iyisi o. Oyuncuları çok iyi kullanıyor, sezgileri buna elveriyor.”

Birden duruyor, ellerime bakıyor. O anda güneş gözlüğümü evirip çeviriyordum. “Şu anda ne yapıyorsun? Gözlüğünle oynuyorsun ve bana bakıyorsun. Başını salladığın anlar, önceden planlamadığın anlar.” Gözlüğümle oynamayı bırakıyorum, gözlerimi kırpıştırıp gülümsüyorum.

“Shakespeare’in olağanüstü bir lafı var: ‘Zihnin yüzdeki ifadesini resmeden sanat yoktur.’ İnsanların zihinlerini yüzlerinden okumak, bir sanattır.”

“Gözlerini kırpman, gülümsemen, başını oynatışın… Bunlar planlanmamış şeyler. Bir sonraki sekansta ne yapacağını bilmiyorsun. Bertolucci ve Scorsese, ne yapacaksan onu yapmana müsaade ediyor. İnsanı öyle bir psikolojik ortama sokuyorlar ki, bütün bunları yapıyorsun, realitenin özü de bunlar zaten… Şimdi sözünü ettiğim şeyler yüzünde bir sürü hareketin oluşmasına sebep oldu. Çünkü, küçük bir ölçekte bile olsa bir ürküntü duydun. Herkesin, düşük de olsa bir korku eşiği vardır, onu yanında taşırsın, farkında bile olmazsın. Öye bir hareket yaptığında, onu korktuğun için yaptığını bilmezsin. Bazen, insanlar konuşurken 72 saniye filan gözünün içine bakarlar, sonra da bakışlarını kaçırırlar. Göz temasına gelemezler. Gözünden başka her yere bakarlar. Ve arada bir o bakışı hakiki kılmak için göz ucuyla size bakarlar. Fakat buna katlanamazlar. Bunu sadece onlar bilir, tabii jest modellerinin farkında değilseniz. Farkındaysanız, siz de bilirsiniz. Shakespeare’in olağanüstü bir lafı var, böyle laflar pek duyulmaz. Demiş ki, ‘zihnin yüzdeki ifadesini resmeden sanat yoktur’. Şiir, müzik, dans, mimari veya resim gibi sanatlar var, ama insanların zi­ hinlerini yüzlerinden okumak, özellikle de yüzlerinden okumak, bir sanattır ve bu sanat olarak görülmüyor. Her birimiz dev bir bilgisayarız sadece, kaçınılmaz olarak bir sürü şey biriktiriyoruz, bu biriktirmenin herhangi bir maksadı yok. Bir sohbetin orta yerinde bahçıvan çapası aklınıza geliyor. Hiçbir şeyle alâkası yok, rüyalarınızdaki plastik telefonla alâkasının haricinde. Niye aklıma plastik bir telefon geliyor ki?” Sebebin Son Tango’ya dair hatıra­ larıyla ilgili olabileceği izlenimini edindiğimi söylüyorum. Acı hatıralar mıydı onlar?

“Hayır, çünkü bir süre sonra teknik bir şey haline geliyor. Gözlerimi yaşartan bir madde sürüyordum. Doğru sesleri çıkarıyordum, hıçkırıkları. Evet, o işleri doğru yapardım. Ama çok sıkıntı verici.”

Bu cümleyi vurgulamak için göğsünü tırmalarmış gibi yapıyor. “Artık söyleyeceğim cümleleri bile öğrenmiyorum. Onları belirli maksatla öğrenmiyorum, fakat…”

James Baldwin ile

Duraksıyor, bir sebep arıyor, sonra gözlerini benimkilere dikiyor. “Gördün mü, o anda yere bakacağını bilmiyordun. “ Bakışmamızın orta yerinde gözlerimi kaçırmıştım.

“Bunu planlamıyordun, yaptın sadece. Eğer söyleyeceğin cümleyi bilirsen, genellikle ‘Mary’nin – bir kuzusu – vardı – kuyruğu – kar – beyazıydı’ gibi gelir kulağına. Ve insanlar bilinçaltlarında senin o cümleyi planladığını bilir. Ve mesela, ayağa kalkıp kapıya doğru beş adım attıktan sonra (ayağa kalkıp banyo kapısına doğru yürüyor, durup bakıyor) durup arkana bakıp ‘niye Edith’e sormuyorsun, aradığın şey ayakkabı kutusunda’ dedikten sonra kapıdan çıkıp gideceğini de biliyorlar.” Banyoya giriyor. Teatral voltaj öyle rahat bir tempoda cereyan ediyor ki, gardınızı düşürmeyi başarıyor. Banyodan çıkıyor. “Ama işte bu sahnede seyirci seni solladı. Bu sahne, patlamış mısır atıştırmalarını engelleyemedi. Her zaman seyircinin ilerisinde olman lâzım, yoksa onlar senin ilerinde olur.”

“Konuşmaya bayılırım, ama yayınlanması için konuşmak burnu büyüklük gibi geliyor. Bir tür tebliğ duygusu. Beni yazmaktan alıkoyan da bu duygu. Kibir gibi geliyor.”

Yine de Son Tango teknikten daha fazla bir şeydi diyorum. Eliyle havaya bir tokat atıyor. “Hayır, şu…” Birden yüzü geriliyor, öbür tarafa dönüyor. Eyvahlanıyorum, bir yaraya dokundum galiba. Fena rahatsız olmuştu. Dudakları kitlenmiş, gözleri yırtılmıştı. Boğazında bir hıçkırık guruldadı, omuzları sarsıldı. Donakaldım. Gözlerimi ondan ayıramıyordum. Aniden acısı çözülüp gülümsemeye dönüştü.

“Bunu yapman yeterli, bu bir avuç gözyaşı gibi gelir kulağa. Yüzünü mutlu ya da öfkeli yapıyorsun. Teknik bir performansla yakayı sıyırabilirsen, kimse ağlayıp ağlamadığını farketmez. Göremezler.”

Paul Newman’la bir sivil haklar hareketi protestosunda, 1963

Herhalde öyledir diyorum, avuçlarımı yatak örtüsüne sürerek. Oyunculuğunun anahtarı üst dudağı galiba, ifadesi çok güçlü bir üst dudağı var. Meydan okuyarak yukarı kalkıyor. İroniyi kendisine dayanak yapıyor. Son Tangonun detaylarının otobi­ yografik olup olmadığını soruyorum.

“Bertolucci aktör, sanatçı imajıyla rolü ve kahramanı birbiri içinde eritmeyi istiyor gibiydi. Dolayısıyla birkaç sıradışı detay aldı. Davul çaldı, Tahiti davuluydu galiba, adam hayatının hikâyesini anlatmak istiyordu. Bana ‘çocukluğundan bazı hatıralarını canlandır gözünde’ diyordu, bu da bana bir ineğin sağılması, annemin sarhoş olması falan gibi şeyleri art arda düşündürüyordu, o da ‘harika, harika’ deyip duruyordu.” Bunu söylerken gülümsüyordu, arkasına yaslanıyor, ellerini ensesinde kavuşturuyor.

“Herkes daha özgür, muktedir, müthiş cazibeli olmak istiyor. Herkes yoldaşlık ve anlayış arıyor. Filmler ninni haline geliyor. ‘Baba, bir daha anlatsana’ hikâyeleri.”

“Bertolucci’nin o filmin ne hakkında olduğunu bildiğini sanmıyorum. Ben de bilmiyorum. Filmin çükü hakkında olduğunu söylüyordu.” Gülüşü bir astım krizini andırıyordu.

“Bir gün bana şöyle bir şey dedi: ‘Sen bir reenkarnasyonsun, bir temsilcisin, bir sembolsün, çükümün reenkarnasyonu, temsilcisi, sembolü…’ Kim bilir ne mânaya geliyor bu?”

Peki, Brando ne görmüştü Son Tango’da?

“Ben filmi iki, hayır, üç yıl sonra gördüm, matrak olduğunu düşündüm. Ne hakkında olduğunu anlamadım. “ Boş gözlerle tavana bakıyor. “Hayatında bir mâna bulmak için çaresizce çabalayan bir adam, tuhaf sembollerle dolu bir adam. Bilinci yerinde olarak ölüyor, fetus pozisyonunda. Kadın vuruyor onu en sonunda, bütün bunlar üç gün içinde oluyor. O süre içinde bu tür dönüşümlerin olması mümkün değil. Mitolojik bir öykü; hayatta öyle olmuyor. “

Santana, Chaplin, medya

Karayıp müziği yerini Carlos Santana’ya bırakıyor. Brando’yla biraz vakit geçirince, iyi bir yönetmen olabileceğini düşünüyorsunuz. Sadece bir film çekti, One Eyed Jacks adlı bir western’i. Film Stanley Kubrick’ten son anda vazgeçilip Brando’ya emanet edilmişti.

“Mesele şu: Sen bir rol oynuyorsun, yönetmen bir rol oynuyor, bir de yazarın rolü var. Ve herkesin kendi fikri var. Onun için işe başlarken işaretleri almak iyidir. Bazı yönetmenler her şeyi bilmek ister, bazıları hiçbir şey bilmek istemez, bazıları da senin bir şeyler ifşa etmeni bekler. Kendilerini anlaşılamayan Eisenstein ya da Orson Welles zanneden dalyaraklarla çalışmak zordur. Chaplin gibilereyse ayak uydurmak gerekir. Chaplin öyle bir kabiliyet ki, onunla zar atmaya mecbur kalıyorsun. Bir kere komedi adamın arka bahçesi. Bir deha, sinematik bir deha o. Eşsiz bir komedi kabiliyeti var. Bunamış olduğunu anlamıyorsun. Kişi olarak berbat biri. Kendisinden hiç hazzetmem. Ukalâ, sadistik, acımasız…

Polis tarafından öldürülen Bobby Hutton için Kara Panterler’in düzenlediği anmada, 1968

 Sesi kırılıyor. “Aman yarabbi, öyle bir… Onları durdurmak gerekiyor, yoksa üstüne çıkarlar. Onları ölümüne durdurmak lâzım. Ne var ki, özel hayatı sanat hayatından ayrı tutmak şart, birbiriyle alâkasız şeyler çünkü. Yazarlarda ya da başka mesleklerde olduğu gibi. Anlayışlı, duyarlı birinin insan ilişkilerinin başka alanlarında da öyle olmamasını anlayamıyoruz. Ama gerçek öyle. Bunun kabiliyetle bir alâkası yok. Anlayışlı ve olağanüstü kabiliyetli insanlar olduğu gibi, boktan ve kabiliyetsiz insanlar var. Ve iki tarafta da iyi insanlar var.”

Kapı vuruluyor. Bir basın ve halkla ilişkiler görevlisi gülümseyerek içeri giriyor. Bir vasiyetnameyi gülümseyerek okuyabilecek tipte biri. Söyleşiye ertesi gün devam edebileceğimi, dokuz İngiliz gazetesinin muhabirliğini yapan Londralı bir gazetecinin beklediğini söylüyor. Brando kendini toparlıyor, yüzünde bir işadamı sükûneti, söyledikleriyse jilet gibi. “O adamı şahsen tanımıyorum, kendisiyle bir sözleşme yapmadığımız takdirde, elinde bir sürü malzemeyle geldiği yere dönmesine yeşil ışık yakamam. Bunu kendisine aynen söyleyin. Söyleşinin çerçevesini ve metnini benim onayıma sunacağına dair bir sözleşme yapalım, ondan sonra istediği bölümleri yayınlasın, o onun bileceği iş. Gerçek olsun, gerisi umurumda değil. Sözleşme yapmadığı takdirde kendisiyle görüşemem.” Adamın gülümsemesi donuyor.

İnandığım şeyler, okuduklarımın, tanık olduklarımın toplamı. Neyi nasıl yapacağım anlatılmadı bana, bir şeyler etkiledi sadece. Joyce, Schopenhauer, Minnie halam…

Brando’yu yumuşatmak için bir hamle yapıyor: “Ama sadece film setinden izlenimler yazacak…” Brando umursamıyor. “Yirmi yıllık tecrübeden sonra açıların ne olduğunu iyi biliyorum. Kafalarında belirli bir açıyla gelirler, onlara ne anlatırsanız anlatın, boktan bir şey çıkar ortaya. Sözleşme imzalarsa onunla memnuniyetle konuşurum, aksi takdirde maalesef; bunun şahsıyla ilgili olmadığını anlatın kendisine.”

Halka ilişkiler görevlisi çıkınca Brando bana dönüp şöyle diyor: “O götlek pekâla düzgün bir gazeteci, iyi bir insan olabilir, ama politikam bu. Mesela sen gelmişsin Rolling Stone’dan, dokuz milyon tane mevzu hakkında atıp tutuyoruz. Konuşmaya bayılırım, ama yayınlanması için konuşmak bana burnu büyüklük gibi geliyor. Bir tür tebliğ duygusu veriyor. Beni yazmaktan alıkoyan da bu duygu. Kibir gibi geliyor.”

Halka ilişkiler görevlisi tekrar içeri giriyor. “Mesele kalmadı, metni Alice’e gönderiyoruz.” Alice, Brando’nun sekreteri olmalı. “Tamam, Alice’e söyleyin, avukatları arasın, metin hukuk diliyle kaleme alınsın, o gazeteciye imzalatılsın.”

Halka ilişkilercinin yüzü asılıyor. “Yani şimdi mi? Adam bugün gidiyor…” Brando istifini bozmuyor.

“Tanımadığım biriyle konuşacak­ sam, elimde hukuki belge olmalı.

Halkla ilişkilerci “ama” diyor, “adam tanınmış bir Hollywood m habiri”. Brando taşı gediğine koyuyor: “O halde standart bir Hollywood yazısı yazacaktır.”

Halkla ilişkilerci çıkıyor, akabinde sekreteri Alice Marchak giriyor. Elmacık kemikleri egzotik, alımlı bir kadın. Brando’nun ablasıymış gibi bir hali var. “Sizi en kısa zamanda sete istiyorlar, hazır olduğunuzu söyleyeyim mi?” Brando bir çocuk edasıyla fısıldıyor: “Bu iyi bir ders, gel dediler mi gideceksin.”

Alice içini çekiyor, “ben de kendi hikâyemi anlatayım mı?” diyor gülümsemeye çalışarak, “sizin gözünüzde yalancının biriyim, fakat sahnede bir değişiklik yapmak zorundayız, özür dilerim, başka ne diyebilirim ki?” diyor ve alelacele dışarı çıkıyor.

“Bu azap verici bir halt” diyor Bran­do. Sesi şikâyet tonunda. “Onun kitabında ‘Marlon, bir sonraki sahnenin çekiminde sana ihtiyaç var, çarçabuk hazırlanıp gelir misin lütfen’ yok. İllâ bir cila çekecek. ‘Çok özür dilerim, biliyorum bunun için benden nefret edeceksin, senin gözünde yalancının tekiyim’ falan filanla karışık uzun bir izahat. Beni zerre kadar umursamıyor. Tek umursadığı, benim onun kafasındaki mevkim. Benimle değil, o mevkiyle ilişki kuruyor. Böyle olunca da insan topluma çok fena yabancılaşıyor.”

Eliyle “adam sen de’’ der gibi bir hareket yapıyor ve devam ediyor: “Bu işten hoşlanmama nedenlerimin başında, insanın orta yaşlı, şişman herhangi biri gibi davranmasına müsaade etmemeleri. Herhangi biri olmamam konusunda ne kadar ısrarcılar..” Ayağa kalkıyor, çekilecek sahnenin kostümünü giymeye başlıyor.

Yerli haklarının savunucusu Dennis Banks ile

FBI’ın ziyareti

O hafta, iki FBI ajanı geliyor sete. Siyah takım elbiseli iki adam. Brando’nun karavanının kapısını çalıyorlar, kimliklerini gösterip içeri giriyorlar. Film ekibi kamp ateşi sahnesinin çekimine ara veriyor. Başrol oyuncusu kanun adamları tarafından rehin alındığında hiçbir şey olmamış gibi devam edecek değiller elbette. Kanun, Brando’nun parmak izlerini birçok olayda tespit etmişti. Caryl Chessman’ın ölüm cezasının infaz edildiği gün, San Quentin hapishanesinin önünde toplanan kalabalık içinde o da vardı. Bobby Hutton’ın cenazesinde konuşma yapmıştı. Ve bunlara ilaveten, bir kızılderili örgütünde parmağı vardı. 1964’te, Puyyalup kızılderililerinin nehir haklarını kazanmak için düzenledikleri eyleme –Fish-in– katıldığı için tutuklanmıştı. Geçen sene de (1975) Menominee Muharipleri’nin Wisconsin’deki bir manastırı işgal etme eylemlerine aktif olarak katılmış, üç gün orada yatıp kalkmıştı. Kızılderili hareketine para ve arazi bağışladığı biliniyordu. (Arazinin üzerindeki 318 bin dolarlık ipotek geçenlerde kaldırıldı ve Amerikalı Kızılderililer Birliği o 40 dönümün resmi sahibi oldu.) Brando’nun Wounded Knee ayaklanmasını sinemaya aktarma niyeti de FBI’ın sempatiyle bakabileceği bir proje değildi. Wounded Knee prodüktörler arasında mekik dokurken (Colombia şirketi filmi programından çıkardı) Brando da yakın takibe alınmıştı. Dennis Banks’in nerede gizlendiğini bildiğinden şüpheleniliyordu. (Banks 24 Ocak 1976’da yakalandı.)

“Dünya, küçük bir gezegen artık. Afganistan dağlarında, Kürtlerin yaşadığı yerlerde bunu düşünmüştüm. Pigmelerin artık kovulduğu ormanlarda… Masailerin de başına aynı şey geldi, Uganda’yla Tanganika arasında bölündüler. Ve Tanganikalılar onlara diyor ki, bu sınırdan içeri burnunuzu bile uzatamazsınız. Bu şartlarda, insan umudu nerede bulabilir ki?”

Film setine gelen ajanlar, Brando’nun yardım ve yataklık ettiği başka kanun kaçaklarının olup olmadığını öğrenmek istiyorlardı. Brando nihayet karavanın kapısında görünüyor, ajanlara eliyle “önden buyrun” diyor. Onları kamp ateşi sahnesinin çekimine götürüp altlarına birer yönetmen sandalyesi veri­ yor. O sırada Arthur Penn (filmin yönetmeni) kamp ateşinin etrafında volta atıyor. O sahnede Brando yerde oturup “Life Is Like A Railroad” şarkısını çalıp söyleyecekti. Sözler mandolinine iliştirilmişti. Ajanlar sahneyi bir süre seyrettikten sonra kalkıp pantolonlarındaki tozu silkeliyorlar ve uzuyorlar.

O gece Brando yerinde duramıyordu, makyajını yıkayıp, tişörtünü çekip yola koyulmak istiyordu. Ertesi günkü çekimlerin yapılacağı arazide gözlerden ırak iyi bir kamp yeri vardı bildiği, karavanını oraya demirlemek istiyordu. Brando’ya yardımcı olması için istihdam edilen genç şoför jiple önden bastırıp gidiyor, Brando da yavaş ve güven telkin eden tarzıyla direksiyon sallayarak Mike’ın ardına düşüyor. Yolda FBI ajanlarını soruyorum, kendisini sık sık ziyarete geliyorlar mıydı?

“Herhalde telefonları dinliyorlardı, karavana mikrofon yerleştirmişlerdir, ortalıkta dolanırlar hep, mevzuları öğrenmeyi severler. Ama ben insanlara grupların temsilcileri olarak muamele etmem, onları yalnızca insanlar olarak muhatap alırım. Ellerinde hiçbir şey yok, dolayısıyla bütün yapabildikleri oradan bir gıdım, buradan bir gıdım bilgi almak, ki resim şekillensin. Ama her zaman işleri yolunda gitmiyor, o zaman da sızmaktan başka çareleri kalmıyor… Yüksek mevkilerde o kadar çok çılgın var ki, çılgınlıkları farkedilmiyor bile. Bir bireyin çılgınlığı bir toplumun çılgınlığına kıyasla çok daha kolay farkedilir.”

Yüzüme beni tartan bir ifadeyle bakıyor: “Telefon numaralarını hatırında tutabiliyor musun?”

Öyle bir marifetimin olmadığını söylüyorum. “Sezgilerim diyor ki onla­rın nasıl çalıştığını bildiğim için Rolling Stone dergisinden birini angaje etmeleri mükemmel bir tezgâh olurdu.”

Kendimi tutamayıp gülüyorum. Başını sallayıp devam ediyor. “Onlar öyle çalışır. Çok kurnazdırlar… Bütün mesele riskin ölçeğidir. Şöyle düşünürler: ‘Neticede adamın yapacağı şey bir film, o da ülkenin ne kadar liberal olduğunu gösterir. Zaten herkes kızılderililer hakkındaki her şeyi biliyor, ne anlatabilir ki?’ Uyanık heriflerdir.”

“Vatanseverlik büyük bir yalan. Vietnam’da bacakları, çeneleri kopan askerler… Amerikalılar unutmak istiyor, bütün bunlar olmamış gibi davranmak istiyor. Bunların hatırlatılmasını istemiyorlar…”

Peki bunlarla benim telefon numaralarını hatırımda tutup tutamamam arasındaki bağlantı neydi? Omuzlarını silkiyor. “Kimi insanların hafızası sayılara yatkındır, kimilerininki de sözlere veya renklere…”

Wounded Knee’nin finansmanını soruyorum. “Projeyi film şirketlerine götürüp şöyle demeyi düşünmüştüm: ‘Bakın, siz, Amerikan hükümetleri dışında, kızıIderililere en büyük kötülüğü yapan insanlarsınız. Artık kendinizi temize çıkarmak zorundasınız, yani ellerinizi yıkayın. Film endüstrisinin temel fikri şudur: Kimseyi gücendirmeyeceksin. Aksi takdirde para kazanamazsın. Dolayısıyla, bu filmi finanse etmek için kıçımı terletiyorum. Bu filme 8 milyon dolar yatırmak istemiyorlar. Kâr etmeyeceğini düşündükleri bir şey için para harcamazlar. Wounded Knee’nin neden iş yapmayacağını düşündüklerini anlamıyorum, zira hakikat, insanların uydurabileceği her şeyden daha dramatiktir. Konunun etrafından nazikçe dolaşıp geçiyorlar, çünkü bir dahaki sefere lezzetli bir işle gelmeni engellemek istemiyorlar. Seni kendilerine düşman etmekten kaçınırlar. Tabii yıldızın parladığı sürece…” Direksiyona doğru eğilip ekliyor: “Beni daha önce tutuklayamazlardı.”

Yani Godfather’dan önce mi?

Amerikan Kızılderili Geliştirme Derneği’nin galasında fotoğrafçı Ron Galella ile

Joyce, Schopenhauer ve Minnie hala

“Evet, o sıralarda. Gerçi yine de tutuklayabilirlerdi, değişken bir durum… Üst üste dört tane yan yatmış filmde oynamışsan…” Bir an duralıyor. “Yan yatmış derken, sanatsal açıdan başarılı filmler, ama paraya tahvil olmadılar… Film işi matrak şey, insanlar bilet alıyor, yarattığınız hayallere onları ulaştıran biletler onlar. Hayal âlemi, hepsi bu; insanların hayallerini canlandırıyorsunuz. Aşk, nefret ya da her neyse… İnsanlar hayallerini tekrar tekrar yaşamak istiyor. Mastürbasyon yapanların en fazla dört-beş fantazisi olur. İnsanların çoğu bir dönem, aynı şeyleri yemekten, aynı müziği dinlemekten ve aynı cinsel fantazilerden hoşlanır, sonra belki değişir. Çocuklarda olduğu gibi. Bruce Lee mesela, kahramanın odur, sonra yaşın büyür, Bruce Lee döneminden ya da Picasso’nun Mavi döneminden çıkarsın, başka bir döneme girersin. Çoçuklar bizi bu konuda solluyor, çünkü temsiliyetleri yok, o kadar bağımlılar ki, tek düşünceleri iktidar. Dinozorlar ya da milyonerler, çünkü çaresizler, çünkü çıkış kapıları yok fantaziden başka. Çünkü boyları (eliyle işaret ediyor) bu kadar. Bütün filmler öyledir. “

Kaygılı bir ton hâkim oluyor sesine. “Çocukluğun uzantısı sadece, herkes daha özgür, herkes muktedir, herkes müthiş cazibeli olmak istiyor, buna yapabilecek bir şey yok. Ve herkes yoldaşlık ve anlayış arıyor. Filmler ninni haline geliyor. ‘Baba, bir daha anlatsana’ hikâyeleri. Televizyon da bu. ‘Bir daha anlatsana baba, iyi adamı, kötü adamı, güçlü olanı, Kung Fu’yu ve Flash Gordon’u.”

Sesi yumuşuyor. “İnsanlar hikâye dinlemeye bayılıyor, ninni dinlemeye bayılıyor. Zevkler değişiyor, ama fonksiyon değişmiyor. ‘White Heat’deki James Cagney olabilirdim pekâlâ. Hikâye aynı, pozitif ve negatif, yin ve yang, anti-kahraman… Yaratıcı ve olumlu şeyler tamamen alâkasız sebeplerle ortaya çıkıyor; caka, endişe, korku gibi sebeplerle… Joseph Campbell’ın yazdığı bir kitap var, sembollere tutkun biri, Carl Jung gibi. Kahraman kavramına psikanaliz yapıyor, kitabın adı ‘Hero With A Thosand Faces’ (Binbir Suratlı Kahraman). Binbir suratlı olan kötülüktür… Bizi öfkelendirenin ne olduğu hakkında bilgimiz çok az. Ölüm, insanların korkuları listesinde alt sıralarda. Kızılderili bir oğlanla tanıştım, Vietnamlıları tekmeleyerek uçaktan aşağı atıyormuş. İstihbarat subayı esir alınan Vietnamlıları sorguluyor, istediği cevapları vermeyenleri uçaktan aşağı fırlattırıyormuş. Bu oğlan kafayı sıyırmış, çekip silahını, o subayı vurmuş, sonra da herifi bileklerinden tel örgüye asmış. Vatanseverlik büyük bir yalan. Vietnam’da bacakları, çeneleri kopan askerler…”

Hiddeti artıyor. “Amerikalılar unutmak istiyor, bütün bunlar olmamış gibi davranmak istiyor. Bunların hatırlatılmasını istemiyorlar… Kendimizi kandırmayalım, insanoğlu koyun gibi… İnandığım şeyler, okuduklarımın, tanık olduklarımın toplamı. Neyi, nasıl yapacağım anlatılmadı bana, bir şeyler etkiledi sadece. James Joyce, Schopenhauer ya da Minnie halam… Herkes beyaz atlı adamı arıyor, herkes hakikati anlatacak birini arıyor. Dolayısıyla oturup Lao-Tzu’yu okuyorsun, Konrad Lorenz’i okuyorsun, Melville’i, Kenneth Patchen’ı, kimin palavra sıkmadığını düşünüyorsan onu… Bir azizin gözlerine, bir hayaletin algısına sahip birini arıyorsun, bize yol göstersinler diye. Ama öyle olmuyor ve biz de bütün bu esin perilerinin ucuz taklitleri olmaktan öteye geçemiyoruz. “ Omuzlarını silkiyor. “Başka da bir yol yok zaten…”

İş etiği hakkında ne düşündüğünü sorduğumda, derin bir iç çekiyor. “Tahiti’de küçük bir ev yaptım kendime. Çalı-çırpıdan. Bana müthiş bir tatmin duygusu verdi. İş etiği matrak konu. Tahitililer, çalışmaya kertenkele boku kadar kıymet vermiyorlar… Dünya, küçük bir gezegen artık. Afganistan dağlarında, Kürtlerin yaşadığı yerlerde bunu düşünmüştüm. Pigmelerin artık kovulduğu ormanlarda… Masailerin de başına aynı şey geldi, Uganda’yla Tanganika arasında bölündüler. Ve Tanganikalılar onlara diyor ki, bu sınırdan içeri burnunuzu bile uzatamazsınız. Bu şartlarda, insan umudu nerede bulabilir ki? Tahiti’de birçok imkân var. Rüzgarı, metanı ve güneş enerjisini bir araya getirerek… Önce kendi evimde bunu gerçekleştirmek istiyorum. Orada küçük bir cemaat filizleniyor, deneysel bir otel kuruyorum. Bilimsel araştırmalara epey para döktüm. Bir de yeldeğirmeni icat ettim, ama rüzgâr yaratmak bayağı bir mesele…”

Bir tepede duruyoruz. Kamp yeri sapsarı tarlaların bir yerlerinde olmalı. Mike da oralarda bir yerde herhalde. “Bu yoldan mı gitti?” diyor. “Arkada bir dürbün olacak.” Bulup veriyorum. “Pasaportunda gazeteci mi yazıyor?” diye soruyor. Pasaportumun meslek hanesinin boş olduğunu söylüyorum. “Bir şey yazması gerekiyor. Ben ‘aktör’ yazmasından usandığım için ‘çoban’ yazdırdım. Ve kimse farketmedi. Bir İngiliz gümrük memurunun haricinde. ‘Sürünüz nasıl Mr. Brando?’ dedi. ‘Gayet iyi’ dedim. ‘Bunu duyduğuma memnun oldum’ dedi. Ve hiç gülümsemedi.”

Vitesi takıp gaza basıyor.

Express, sayı 39, Ağustos 2004

^