Kürt siyasetinin önemli aktörlerinden biri olan Sebahat Tuncel, Kasım 2016 tarihinden beri tutuklu. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülen soruşturma kapsamında tutuklanan Sebahat Tuncel’in Diyarbakır eski Büyükşehir Belediye Eş Başkanı Gültan Kışanak’la birlikte yargılandığı davanın 12’nci duruşması 1 Şubat 2019’da Malatya 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmüş, Tuncel’e “örgüt üyesi olmak” iddiasıyla 9 yıl 9 ay, “örgüt propagandası yapmak” iddiasıyla 5 yıl 3 ay hapis cezası verilmişti. Ancak Temmuz 2019’da Gaziantep Bölge Adliye Mahkemesi, Kışanak’a 14 yıl 3 ay, Tuncel’e toplam 15 yıl hapis cezası veren yerel mahkemenin kararını cezanın artırılması talebiyle bozmuştu. Tuncel ve Kışanak, 15 Ocak’ta tekrar çıkarıldıkları mahkemede tahliye edilmediler. Davanın bir sonraki duruşma tarihi 9 Mart olarak belirlendi.
22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde milletvekili seçilerek tutuklu bulunduğu hapishaneden çıkan Sebahat Tuncel, Kürt hareketinin en önemli dönemeçlerinde görevler aldı. Halkların Demokratik Kongresi, Halkların Demokratik Partisi ve Demokratik Bölgeler Partisi’nde eş başkanlık yürütmüş olan Tuncel, üç yılı aşkın süredir Kandıra F Tipi Cezaevi’nde tutuluyor. Tuncel’le hapishane koşulları, baskıların Kürt hareketi üzerindeki etkisi, HDK, HDP ve DBP’nin mevcut politikaları üzerine avukatları aracılığıyla söyleştik…
İçeriden bakınca dışarısı nasıl görünüyor?
Sebahat Tuncel: İçinde bulunduğumuz koşullar dışarıyı sağlıklı analiz etmeyi engelliyor. Gökyüzünü bile havalandırma duvarımızın izin verdiği sınırlar çerçevesinde görebiliyoruz. Doğadan, toplumdan izole edilmiş bir mekânda ideolojik, politik, zihinsel olarak kendinizi güçlendiriyor, ancak o zaman mekânın sınırlarını aşıyorsunuz. Siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel olarak yaşananları tarihsel gelişmeler ışığında analiz etmek, geleceğe dair öngörülerde bulunarak bunun üzerinden tartışmalar yürütmek en sık yaptığımız şey. Burada sistematik olarak yapılan okumalar, günceli değerlendirmek, yaşanan dönemleri karşılaştırmak için bir hafıza da oluşturuyor tabii. Ama bunu dışarıya aktarmak her zaman olanaklı değil. Biz mevcut veriler ışığında dışarıyı, dışarıdaki gelişmeleri anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyoruz.
Peki sizce dışarıdakiler içeridekileri görüyor mu?
Dışarıda yoğun bir koşuşturma var tabii. İnsanlar hep bir yere yetişmeye çalışıyor. Ama günün sonunda ulaştıkları yerin hedefledikleri yer olduğundan şüpheliyim. Esas olarak alışkanlık haline gelmiş, her gün birbirini tekrar eden faaliyetler yapılıyor. Sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel sorunları dert edenler, demokrasi, eşitlik, özgürlük, adalet ve barış mücadelesi yürütenler açısından da sınırları aşmayan bir rutin yansıyor. Dönemin koşullarına göre kendini dönüştüren, sonuç almak için mücadele yöntemlerini çeşitlendiren bir tarz yansımıyor. Dışarıdakiler sanırım en çok içeri girmekten çekiniyorlar :)) Ne kadar insan farkında bilmiyorum ama, zaten Türkiye kocaman bir hapishaneye çevrilmiş durumda. Bu gerçekliği fark eden her birey, toplum, esaret koşullarına itiraz edecek ve özgürlük mücadelesini yükseltecektir. Mevcuda mahkûm olmak, insanlığın bunca emek, çaba ve bedelle elde ettiği kazanımların da elden kayıp gitmesine neden olabilir. O nedenle, hem içeriden hem dışarıdan dayanışmayı büyütmek, eşitlik ve özgürlük için, demokrasi ve barış için mücadeleyi yükseltmek gerekiyor.
Dışarıda yoğun bir koşuşturma var, insanlar hep bir yere yetişmeye çalışıyor. Ama günün sonunda ulaştıkları yerin hedefledikleri yer olduğundan şüpheliyim. Esas alışkanlık haline gelmiş, her gün birbirini tekrar eden faaliyetler yapılıyor.
25 Temmuz 2007’de, dokuz aylık mahpusluğun ardından İstanbul milletvekili olarak hapisten çıkmıştınız. Mahpusluk koşulları bakımından kıyasladığınızda, o günkü koşullarla bugün arasında ne gibi farklar var?
Her dönemin hem siyasal hem de toplumsal koşulları birbirinden farklı. Bir öncekinde, Demokratik Toplum Partisi’nin Kadın Meclisleri Genel Sözcülüğü görevini yürüttüğüm sırada, İstanbul-Bağcılar’da DTP Genel Merkezi olarak düzenlediğimiz bir toplantı sırasında gözaltına alınıp tutuklanmıştım. Önce Maltepe’deki Paşakapısı Cezaevi’ne, oradan da Gebze’ye getirilmiştim. Maltepe’deki bir haftalık süreç benim açımdan ilginç bir dönem olmuştu. Orada birçok adli tutukluyla birlikte kalmıştım. Yıllarca kadın özgürlük mücadelesi yürüten biri olarak kısa süreli de olsa orada karşılaştığım insanlar, kadın özgürlük mücadelesinin ve örgütlü kadın mücadelesinin ne kadar önemli ve zorunlu olduğunu bir kez daha göstermişti. Gebze, örgütlü kadınların olduğu bir yerdi. Üç odada toplam 23 arkadaş kalıyorduk ve üç odanın havalandırması ortaktı. Gün boyu diğer arkadaşlarla birlikteydik. İlginç bir tesadüf, ben orada tutukluyken, Figen başkan da (Yüksekdağ) oradaymış. 22 Temmuz 2007’de milletvekili seçildiğimde, diğer odalardaki arkadaşlarla vedalaşma olanağım olmuştu. Meğer, gittiğim odalardan birinde Figen başkan da varmış. Daha sonra, HDP Genel Merkezi’nde sohbet ederken Figen başkan Gebze’de odalarını ziyaret ettiğimi hatırlatmıştı. Ben de şakayla kendisine “Gebze’den çıkan eş başkan oluyor galiba” 🙂 demiştim. Yıllar sonra, şimdi yine birlikteyiz, iki yıl aynı odayı paylaştık.
Tabii 2006’dan 2016’ya kadar Türkiye’deki toplumsal, siyasal, ekonomik koşullar çok değişti. Yine dünyada halkların, kadınların eşitlik ve özgürlük mücadeleleri, özellikle Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da çok ciddi toplumsal, siyasal dönüşümlere, iktidar değişimlerine yol açtı. Türkiye Kürt halkının eşitlik, özgürlük ve demokrasi mücadelesindeki gelişimi engellemek için hem iç hem de dış politikasını Kürt karşıtlığı üzerinden şekillendirdi. Bunun yansıması olarak DEP’ten HADEP’e ve DTP’ye kadar yürütülen parti kapatma, Kürt halkının siyaset yapma hakkının gasp edilerek demokratik siyaset olanaklarının ortadan kaldırılması politikası, 2016’da belediye eş başkanlarının, meclis üyelerinin tutuklanıp yerlerine kayyım atanmasıyla, parti eş genel başkanları ve milletvekillerinin tutuklanmasıyla, halk iradesinin gasp edilmesiyle devam ettiriliyor. Bu politika cezaevindeki uygulamalara da yansıyor.
Dışarıdakiler sanırım en çok içeri girmekten çekiniyorlar :)) Ne kadar insan farkında bilmiyorum ama, zaten Türkiye kocaman bir hapishaneye çevrilmiş durumda. Bu gerçekliği fark eden her birey, toplum, bu esaret koşullarına itiraz edecek ve özgürlük mücadelesini yükseltecektir.
F Tipi hapishaneler, biliyorsunuz, tecrit alanları. Üçer kişilik odalarda kalıyoruz. Diğer arkadaşlarla ancak “sohbet hakkı” çerçevesinde bir araya gelebiliyoruz. Buradaki her bireyin toplumsallıktan kopartılması amaçlanıyor. Sadece cezaevi boyutuyla da değil, hepimiz aynı iddialarla yargılandığımız halde dosyalar ayrı ayrı görülüyor, siyasetimizin kolektif yansıması engellenmek isteniyor. Bütün bu politikaların başarılı olması mümkün değil. Sonuçta içeride de, dışarıda da olsak halklarımızla, kadınlarla, işçilerle, işsizlerle, bu bozuk düzenle derdi olan herkesle dayanışma içinde olmaya, eşitlik ve özgürlük mücadelesini yürütmeye devam edeceğiz.
Temmuz 2019’da Gaziantep Bölge Adliye Mahkemesi eski Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Gültan Kışanak’a “silahlı terör örgütüne üye olmak” ve “silahlı terör örgütü propagandası yapmak” suçlarından 14 yıl 3 ay, size de aynı suçlardan 15 yıl hapis cezası veren yerel mahkemenin kararını hakkınızda başka soruşturmalar da olduğu gerekçesiyle bozarak yeniden yargılama yapılmasına hükmetti. Mahkemenin hakkınızda verilen kararı bozması ne anlama geliyor? Bundan sonra sizi nasıl bir yargı süreci bekliyor?
Kürt siyasetçiler olarak yaptığımız her konuşma fezlekeye dönüştürülmüş ve dava konusu yapılmış durumda. Yargılandığım ana dosyanın esasını da, çeşitli dönemlerde yaptığım açıklamalar, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Kürt siyasi hareketi olarak darbelere karşı yaptığımız mitingler, belediyelere kayyım atamalarını protesto etmek için yaptığım konuşmalar oluşturuyor. Bölge istinaf mahkemesi, savcının bize verilen cezanın artırılması yönündeki itirazını dikkate alarak, hakkımızda açılan diğer dava dosyalarının birleştirilip kararın yeniden verilmesine hükmetmişti. Bu kararın ardından ilk duruşma 16 Ekim 2019’da görüldü, ikincisi ise 15 Ocak’ta. İktidarın demokratik siyaset alanına yönelik politikası ve yargı üzerindeki baskısı devam ettiği sürece, mahkemelerin hukuki karar vermesi zor. Ne yazık ki, hukuk mekanizması iktidarın muhalefeti baskılama aracına dönüşmüş durumda. En son Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş arkadaşlarımız hakkında verilen tutuklama kararı ve cumhurbaşkanının bu konudaki açıklamaları hukukun nasıl siyasetin bir koluna dönüştürüldüğünü çok net gösteriyor.
Bizlere karşı uygulanan “istisna hali” tarihte otoriter-faşizan yönetimlerin başvurduğu, yasama, yürütme ve yargı erklerinin siyasi iktidarın denetimine girdiği, yasa, anayasa ve demokrasilerin askıya alındığı dönemleri ifade ediyor. Bu konuda Giorgio Agamben, “modern totalitarizm, istisna hali aracılığıyla, yalnızca siyasi hasımların değil, şu ya da bu nedenden ötürü siyasi sistemle bütünleştirilemeyecekleri belli olan yurttaş kesimlerinin bedenen ortadan kaldırılmasına izin veren yasal bir iç savaş olarak tanımlanabilir” belirlemesiyle “istisna halinin” birey ve toplum üzerinde nasıl bir zor ve baskı politikasına yol açtığını çok net ifade ediyor. İktidarın “tek dil, tek millet, tek devlet, tek din” diye sıraladığı tekçi, otoriter, faşizan rejim, önünde engel olarak gördüğü Kürt siyasi hareketine yönelik uygulanan bu “istisna hali”, yerel yönetimlerden tutalım kadın ve gençlik örgütlenmesine, sivil toplum örgütlenmesinden siyasi partiye kadar çok geniş bir şekilde toplum üzerinde sistematik şiddete dönüşmüş durumda. Bizlere düşense, gizlenmek istenen hakikati tüm çıplaklığıyla kamuoyunun bilgisine açmak ve toplumun bilgilenmesini sağlamaktır. Stefan Zweig’ın dediği gibi, “yalanın bacakları kısadır ve zamanı aşamaz.”
2007’de milletvekili seçildiğimde, hapishanede diğer odalardaki arkadaşlarla vedalaşma olanağım olmuştu. Meğer gittiğim odalardan birinde Figen başkan da varmış. Daha sonra sohbet ederken şakayla kendisine “Gebze’den çıkan eş başkan oluyor galiba” 🙂 demiştim. Yıllar sonra yine birlikteyiz, iki yıl aynı odayı paylaştık.
Yasal olarak engellenmiş olsanız da Demokratik Bölgeler Partisi sizi eş başkan olarak kabul ediyor. Bununla birlikte, partinizin bölgedeki etkinliğinin bir hayli azaldığı görülüyor. Partinizin faaliyetlerindeki azalmanın tek nedeni siyasi baskılar mı?
Demokratik Bölgeler Partisi’nin esas misyonu, Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü, yerel demokrasinin geliştirilmesi, demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü bir perspektifle kadınların, gençlerin, halklarımızın örgütlenmesi, kendi öz örgütlülüğünü geliştirmesidir. Bu mücadele deneyimlerini Türkiye halklarıyla paylaşma ve dayanışma zemini ise HDP’dir. DBP, HDP’nin en büyük bileşenlerindendir. DBP mahalle ve köy meclisleri, kent meclisleri, kadın ve gençlik örgütlenmeleri üzerinden yerel demokrasinin geliştirilmesini, katılımcı, şeffaf, hesap verebilir, demokratik bir yönetimin bilinçli ve örgütlü yurttaşlar tarafından geliştirilebileceğini, bunun için halkın, kadınların ve kadroların eğitimini önceliyor. Ancak Türkiye’de, özelde Kürt siyasi hareketine, genelde de demokratik siyaset alanına yönelik baskı, engelleme ve zor politikaları ister istemez bizim çalışmalarımızı da etkiliyor.
Kürt siyasi hareketinin tarihine baktığımızda HEP, DEP, ÖZDEP, HADEP, Özgür Parti kapatıldı, DEHAP ve DTP kendini feshetti. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası çıkarılan KHK’larla, birçok sivil toplum örgütü, kurum ve dernek kapatılarak halkın öz örgütlülüğünün geliştirilmesi engellendi. Halk iradesi gasp ediliyor. Halkın seçtiği belediye eş başkanları, milletvekilleri uydurma gerekçelerle tutuklandı, tutuklanıyor. Başta kadınlar olmak üzere, sokak tüm muhalefete kapatıldı. En küçük bir hak talebine bile gözaltı ve tutuklamayla cevap veriliyor. Böylesi bir ortamda siyaset yapmak, örgütlenmek zor olsa da, büyük önem taşıyor. Bu dönemde DBP’nin en büyük bileşeni olduğu HDP’ye alan açması ve kendi asli misyonunu pilot bölgelerle sınırlandırma kararı anlaşılırdır. Enerjinin doğru kullanılması ve halka öncülük edecek siyasi araçların açığa çıkarılması görev ve sorumluluğumuzun gereğidir. Yani DBP açısından mevcut konumlanışını, faşizm ortamında, devlet şiddetinin sistematik bir hale geldiği koşullarda, amaca ulaşmak için eldeki araçları en iyi şekilde değerlendirmek, halkın örgütlü mücadelesini ve direniş noktalarını geliştirmekle alâkalı görmek gerekir.
HDP’nin örgütlenme süreci, 2014 yerel ve 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde ortaya çıkan sonuç, organik bir parti örgütlenmesini gerekli kıldı. Türkiye’de hâkim olan “siyasetin partiler aracılığıyla yapılması” algısı, HDK’nin hedeflerine ulaşmasını engellemiş oldu.
Hapishane koşullarında parti çalışmalarını takip edip yönetebiliyor musunuz?
Hapishane koşullarında bunu yapmak, takdir edersiniz ki, çok kolay değil. Zaman ve mekânın kısıtlayıcı yönleri var. Her ne kadar parti çalışmaları için yapılan planlamalar konusunda bilgilendirme olsa da, güncel gelişmelere yetişmem pek mümkün olmuyor. Dışarıda yaşananları medya aracılığıyla takip etmek zorunda kalmak da ciddi bir sorun oluşturuyor. Örneğin bize Yeni Yaşam gazetesi verilmiyor. Diğer basının ağırlıklı kesimi iktidarın basın bültenine dönüştürüldüğü için Kürt siyasetinin sesi, sözü yansıtılmıyor. Bu koşullarda pratik olarak eş başkanlık görevini yürütmek pek mümkün olmuyor. Neyse ki eş başkanlık sistemimiz var da, dışarıdaki eş başkanımız dönemin görev ve sorumluluklarını üstleniyor 🙂 30 Kasım’da DBP Genel Merkez kongresinde bu görevi başka bir arkadaşıma devretmiş olacağım. Tabii yeni yönetim ve eş başkanlarımızla koşullarım oranında dayanışmayı sürdüreceğim.
Kurucularından ve ilk eş sözcülerinden olduğunuz HDK, hareketinizin en önemli çatısı olarak görülüyordu. 27 Ekim 2013 tarihinde HDP’nin eş genel başkanı seçildikten sonra sizinle Express için yaptığımız söyleşide, Halkların Demokratik Kongresi’ne vurgu yaparak şöyle demiştiniz: “Halkla, sokakla bağı kuran HDK’dir. HDP ise bunun siyasi ifadesinin aracıdır. HDK’nin tespit ettiği sorunları ve çözüm yollarını siyasete taşıyacak olan HDP’dir. Tabii Türkiye’de partiler çok öne çıkıyor. Hatta AKP veya CHP kendi sivil toplum örgütü alanını yaratıyor, bunu dayatıyor. Bizse tam tersine, oluşturulan sivil alanın siyasetini HDP’de yapacağız… Bizim açımızdan aslolan kongre zeminidir.” Gelinen noktada DBP gibi HDK’nin de HDP’nin “gölgesinde” kaldığını düşünüyor musunuz?
Demokratik toplumun gelişmesinde sivil toplum örgütlenmesinin çok büyük bir önemi var. Sivil alan aynı zamanda yurttaşların devlet mekanizmasını denetlemesinde, toplumsal taleplerin görünür kılınmasında önemli bir rol üstleniyor. HDK’nin bu sivil alanda örgütlenmesi, çok geniş ve çeşitli alanlarda mücadele eden sosyal-siyasal hareketlerle bir arada olması, mücadele araçlarının çeşitliliğini ve herkesin birbirinin sorununa duyarlı olmasını sağladı. HDK, devlet dışı demokratik bir toplumun örgütlenmesidir. HDK, halkın kendi özgücüne dayanarak ekolojik, kadın özgürlükçü bir yaşam inşası için mücadele ediyor. Bu açıdan HDK, doğrudan demokrasinin kanallarını yaratarak yerelden, yerinden, tüm toplumsal kesimlerin kendisini ifade edebileceği, örgütleyebileceği toplumsal bir zemin yaratmayı amaçlıyor. HDP’nin, HDK’nin ortaya çıkardığı bu toplumsal zemin üzerinden siyasetini geliştirmesi hedeflendi. Esas olan parti değil, kongredir. Bu fikir hem HDK’nin hem de HDP’nin örgülenme sürecinde önemli bir rol oynadı.
HDK ve HDP’nin kuruluş aşamasında karşımıza çıkan negatif tartışmalardan biri, daha önceki çatı partisi girişimleri ve ÖDP deneyiminin istenilen sonucu açığa çıkaramaması üzerineydi. Bugüne kadar dönemsel işbirlikleri ve ittifaklar için bir araya gelen siyasi grup, parti ve hareketlerin sürekli bir arada olacakları bir mekanizma kuruluyordu. Fakat kongre ve parti kuruluşu öncesi tartışmalar ile pratik uygulamalar arasında doğal olarak farklılıklar yaşandı. Örneğin HDP’nin bir çatı partisi olarak seçimden seçime aktif hale gelmesi, onun dışındaki zamanlarda bileşenlerin kendi kurum veya partilerinde faaliyet yürütmesi üzerine ortaklaşılmıştı. Ancak HDP’nin örgütlenme süreci, 2014 yerel ve 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde ortaya çıkan sonuç, organik bir parti örgütlenmesini gerekli kıldı. Yine HDK’nin kendi meclis ve komünlerini örgütlü olduğu her yerde kuramaması, HDP’nin örgütlenmesi sırasında var olan örgütlü yapıları partiye aktarması, HDK örgütlenmesinin zayıflamasına neden oldu. Türkiye’de hâkim olan “siyasetin partiler aracılığıyla yapılması” algısı, HDK’nin hedeflerine ulaşmasını engellemiş oldu. (Tabii üç yıldır zindandayım ve tutukluluğum dördüncü yılına girdi. Bu süreç içindeki pratikler üzerinden bir değerlendirme yapmak söz konusu değil. Ancak ben HDK ve HDP’nin kuruluş süreci ve sonrasında birinci dereceden sorumluluk üstlenen biri olarak, yaşanan sürecin nasıl geliştiğine dair deneyimlerimi paylaşıyorum.)
Haziran 2015 dönemi anketlerinde HDP’nin parlamentoda olması gerektiğini düşünenlerin oranı yüzde 20-25’lerle ifade ediliyordu. Bu oran bizim hedef kitlemiz olarak görülebilir. Hâlâ bu potansiyelin varlığına inanıyorum. Önemli olan bu potansiyeli harekete geçirecek yol ve yöntemler geliştirmektir.
Türkiye’de sandığı esas alan demokrasi anlayışı, ne yazık ki bizim çalışmalarımızı da etkiledi. O nedenle HDP daha merkezi bir konum kazandı. Ancak bu durum HDK’nin rolünü hafifletmez. Bana göre günümüz koşullarında toplumun ihtiyaç duyduğu alternatif siyaseti geliştirme, kadınların, halkların, inanç gruplarının, gençlerin, ekolojistlerin, kısacası toplumun tüm dinamiklerinin içinde yer alacağı alternatif bir sistem geliştirme konusunda HDK oldukça önemli bir rol oynayabilir.
Bir dönem eş genel başkanlığını yürüttüğünüz HDP, 15 Ekim 2019 tarihinde yedinci yaşını doldurdu. Sizce HDP, başlangıç hedeflerinin neresinde?
HDP çok genç bir parti. Sizin de ifade ettiğiniz gibi, yedinci yılında daha. Kuruluş dönemindeki siyasal, toplumsal, ekonomik koşullarla bugün arasında farklılıklar var. HDK/HDP’nin kuruluş aşamasında da devletin Kürt karşıtı, güvenlikçi politikaları nedeniyle çatışmaların çok yoğun yaşandığı bir dönem vardı. HDK’nin ilk etkinlikleri devletin bu politikalarına karşı yaptığımız “savaşa karşı ses çıkar” eylemleriydi. O dönem Sayın Öcalan üzerindeki ağır tecrit koşullarını protesto etmek amacıyla cezaevlerinde başlayan süresiz-dönüşümsüz açlık grevleri, dışarıda destek ve dayanışma eylemliliklerinin yükselmesiyle İmralı’da Sayın Öcalan’la devlet arasında yeni bir diyalog süreci başladı. Bu süreç HDP’nin kendisini örgütleme ve geniş kitlelerle buluşma sürecine denk geldi.
HDP’nin Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü, demokrasinin geliştirilmesi, kadın özgürlüğü, emek ve ekoloji mücadelesinin yükseltilmesi, halklar ve inançların eşitliği, özgürlüğü, insan hak ve özgürlüklerinin sağlanması, hayvan haklarının güvenceye alınmasını esas alan yeni yaşam çağrısı çok geniş çevrelerde karşılık buldu. 7 Haziran 2015 seçim sonuçları bu karşılığın somut ifadesi oldu. Aslında o dönem anketlerinde HDP’nin parlamentoda olması gerektiğini düşünenlerin oranı yüzde 20-25’lerle ifade ediliyordu. Bu oran bizim hedef kitlemiz olarak görülebilir. Hâlâ bu potansiyelin varlığına inanıyorum. Önemli olan bu potansiyeli harekete geçirecek yol ve yöntemler geliştirmektir.
Kayyım atamalarının Kürtler üzerinde sürekli uygulanan bir politikaya dönüşmesi, aslında Kürt halkının yurttaşlıktan çıkarılmış olduğunun en net göstergesidir… Apê Musa’nın “Direnmek kalırdı Kürde / Yaşamanın bir başka adı direnmekti” dizeleri, sanırım Kürt halkını en iyi anlatan dizelerdir. Bugün de yapılması gereken bu direniş kültürüne sahip çıkmaktır.
HDP, tüm baskı ve zulüm politikalarına rağmen, eş genel başkanlarından milletvekillerine binlerce yönetici, çalışan ve üyesinin tutuklanmasına rağmen girdiği seçimlerden başarıyla çıktı, 31 Mart yerel seçimlerinde olduğu gibi hâlâ Türkiye siyasetini belirleyen alternatif bir parti olmayı sürdürüyor. Bu kadar saldırıya maruz kalmasının temel nedeni de budur. HDP, Kürdistan ve Türkiye halklarının ortak mücadele partisi olarak halkların eşitliğini, özgürlüğünü esas alan demokratik cumhuriyetin inşasını geliştirebilir. HDP’nin esas aldığı üçüncü yol çizgisi, Türkiye’de kutuplaşmış toplumsal çelişki ve çatışmaları derinleştiren, hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran, 19. ve 20. yüzyıl tarzıyla yapılan siyaset anlayışının aşılması, “yeni yaşamın” geliştirilmesi açısından çok önemli. HDP’nin kuruluş aşamasında büyük umut yaratan kuruluş ilkelerini güncel siyasal, toplumsal koşulları da dikkate alarak yeniden güncellemesi gerekiyor. Devletin yoğun saldırıları, gözaltı ve tutuklamalar nedeniyle daha çok kendini savunma noktasına itilmek istenen yaklaşıma karşı, Türkiye halklarının hak ve özgürlük mücadelesine, kadınların, ekoloji hareketlerin, toplumsal sorunların siyasallaşmasına ve bunun mücadelesine öncülük edecek bir yöntem, Türkiye’nin içine girdiği yapısal, siyasal krizlerin aşılması açısından da önemli rol oynayacaktır.
Kürt hareketinin maruz kaldığı baskılar ortada, ama bu baskılara karşı yürütülen mücadelede eksik, yanlış bulduğunuz politikalar var mı? Sizce mevcut çıkmaz nasıl aşılabilir?
Kürt halkına yönelik 7 Haziran 2015’ten bugüne sistematik bir devlet şiddeti uygulanıyor. Az önce de söylediğim gibi, anayasa, yasa ve demokrasinin askıya alındığı, inkâr, imha ve asimilasyon politikalarının güncellendiği, Kürt halkının yurttaşlıktan çıkarıldığı “özel bir hukuk” söz konusu. Sürekli sandığın öneminden bahsedenler, Kürt halkının sandıktan çıkan iradesini gasp etmekte bir beis görmüyor. Kayyım atamalarının Kürtler üzerinde sürekli uygulanan bir politikaya dönüşmesi, aslında Kürt halkının yurttaşlıktan çıkarılmış olduğunun en net göstergesidir. AKP-MHP faşist iktidarı, hem iç hem de dış siyasetini Kürt karşıtlığı üzerine kurmuş durumda. Kürt halkına yönelik devlet şiddetini geliştirmekle kalmayıp bu politikaları kendi tabanlarındaki etkisi nedeniyle sokağa, kamusal alana taşımış durumdalar. Kürtçe konuştuğu için linç edilen, Kürt olduğunu söylediği için öldürülen veya komşusu tarafından işkence edilerek Atatürk büstü öptürülen Kürdü, mevsimlik işçilerin, üniversite öğrencilerinin sıkça karşılaştıkları ırkçı saldırıları tekil olaylar olarak değerlendirmek gerçeği gizlemek anlamına gelir. Gerçek olan, bu ülkeyi yönetenlerin halklar arasında çelişki ve çatışmayı körüklüyor olduğudur. “Terörizm” kavramı iktidarın muhalifleri baskılamak için uyguladığı insanlık dışı yöntemleri gizlemenin aracına dönüşmüş durumda. Böylesi bir ortamda Kürt siyasi hareketinin kendini örgütlemesi ve halka öncülük etmesi konusunda ciddi zorluklar yaşanıyor.
Ancak bizlere düşen görev bu zorlukları aşmaktır. Kürt siyasi hareketi üzerindeki baskıların yeni olmadığını da biliyoruz. 1990’lı yıllardan bugüne, demokratik siyaset alanına yönelik sistematik bir devlet şiddeti uygulandığını herkes biliyor. Kürt halkı tüm baskı ve zor politikalarına, faili meçhul cinayetlerden köy yakmalara, zorunlu göçe, tutuklamalara rağmen demokratik siyasetten, eşitlik ve özgürlük mücadelesinden asla vazgeçmedi. Baskılara karşı direnerek çok önemli kazanımlar elde etti. Apê Musa’nın “Direnmek kalırdı Kürde / Yaşamanın bir başka adı direnmekti” dizeleri, sanırım Kürt halkını en iyi anlatan dizelerdir. Bugün de yapılması gereken bu direniş kültürüne sahip çıkmaktır.
Siyasetimiz ile halkın bağının güçlenmesi çok önemli. Dikkat ederseniz AKP-MHP faşizmi, Kürt siyasi hareketini kriminalize ederek toplumla bağını koparmak istiyor. O zaman biz de yeni yol ve yöntemler geliştirerek, örgütlü halk gerçeğini açığa çıkarmak zorundayız. Bu da yerelde halkın öz örgütlülüğünün geliştirilerek toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel vb. sorunlara çözüm üretmekle mümkündür. Halk adına değil, halkla birlikte mücadele etmek bizleri de daha güçlü kılacaktır. Kürt halkının özgürlük mücadelesi, Türkiye’de mevcut gidişata dur demek, faşizmi geriletmek ve demokrasi, özgürlük mücadelesine katkı sunmaktır.