OĞUZ ARAL İLE 10 ŞARKI

Söyleşi: Serkan Seymen, Merve Erol
26 Temmuz 2022
SATIRBAŞLARI

Muharrem Ertaş – Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri

(başlar başlamaz) Muharrem Ertaş.

Vokal girmeden, sazın sesini duyar duymaz söylediniz. Bir başkasının olma ihtimali yok muydu?

Olamazdı. Muharrem’den başkası olamazdı bu. Çok özel, geleneksel, kendine has bir vuruşu var. Tezene vuruşu bu. Yüzyıllar öncesinden gelen, gerçekten otantik bir şey. Çok kendine özgü, ama yukarıdan aşağıya doğru kesik vurur. Ayrıca şu tını var ya, bağlamadaki şu tını, yeni ağaçlarda bu pek yok.

Sadece ağacın kendisinden kaynaklanan bir şey mi bu?

Hayır, aynı zamanda enstrümanın kendisinden de kaynaklanan bir tını var. Çıkan sesin tınısı, rengi biraz değişik, bir de böyle çalındığı zaman tamamen farklı oluyor. Tarzının dışında böyle bir yanı var. Ama bu işten biraz anlayan bile hemen tanır, hemen tanımış olmam benim önemli bir marifetim değil.

Sizin bağlama ve halk müziği merakınız nereden geliyor?

Aslında bilmiyorum ama, şöyle başladı: Benim babam, rahmetli Avukat İsmail Bey dört enstrüman çalardı, üstelik üslûpla çalardı. Radyoda duyduğu bir şarkıyı hemen notaya alacak kadar da deşifre bilgisi vardı. Aile zaten öyleydi. Bizde kulağı olmayan adama kız bile vermezler. Ama kimse bunu meslek gibi düşünmedi. Dolayısıyla, ben fasıl yapılan eski zaman toplantılarında büyüdüm. İnsanlar o zaman kendi eğlencelerini kendileri yaparlar ve icra ederlerdi. Sekiz yaşındayken repertuarımda 300 tane eser vardı benim de. Gülizar makamı ile mahur makamını da kulaktan ayırt edebilecek kadar kulağım iyileşmişti. Aralarında küçücük bir koma farkı vardır bu iki makamın.

Halk müziğindeki ritmi klasik Türk müziğinde bulamıyorum. Fazla ağlamaklı geliyor bana. Ben şen şakrak bir insanım. Bağlamanın öyle tırrrannk diye vurması beni etkiler.

Ben on yaşındayken babam öldü, müziğe hep alaturkayla devam ettim. Adnan Menderes’in iktidara gelmesiyle, radyoda halk türküleri ağırlık kazandı, halk müziğine geniş yer verilmeye başlandı. Eskiden çok azdı. Ancak Muzaffer Sarısözen falan arada iki-üç bağlama çalardı. Neden sonra Bayram Aracı biraz daha parladı da, halk müziği biraz popüler oldu radyoda. Adnan Menderes’in amacı başkaydı tabii. Kentlerden oy alamadı Demokrat Parti, köylülerden ve kasabalılardan aldı. Dolayısıyla, kentleri köylüleştirme politikası başladı. Köy müziği de öne geçti…

Halk müziği dediğimiz aslında köy müziğidir, yörük müziğidir. Bundaki ritmi ben alaturka dediğimiz klasik Türk müziğinde bulamıyorum. Fazla ağlamaklı geliyor bana onlar, ben şen şakrak bir insanım. Gülmeyi, ritmi sevdiğim, kanımın kaynadığı zamanlar onlar. Alaturka o zamanlar benim ruhuma çok hitap etmiyordu açıkçası. Ama bağlamanın öyle şırrak şırrak vurması, Bayram Aracı’nın mesela bağlamaya öyle tırrrank diye vurması beni etkiledi.

Enstrüman çalma yeteneğim de var. Babam daha altı yaşımdayken vermişti elimize bir mızıka, ben iki günde öğrenmiştim onu. Tekin benden daha yetenekliydi, ama tembeldi, o ayrı. (gülüyor) Bağlamayı aldım ve çalmaya başladım ben de. Zaten aslında o kadar kolay bir alet ki. Üç tane teli var, 18 tane de perdesi. Bir yerlere sağlam basınca temiz bir ses veriyor. Keman gibi değil mesela. Babam keman da çalardı, bir-iki kere denedim, baktım, uzun uğraşmak lâzım. 50’li yılların başı bunlar, yeni karikatürcü olduğum zamanlar…

Gırgır’da sabahlama mesaisinde

Rock’n’roll zamanla başlayınca, Elvisler falan, sizi etkilemedi mi?

Batı müziğine de meylim vardı, zaten meyletmemek düşünülemezdi. Aynı çağda Türkçe tangolarla dans eden gençliktik. Batı müzikleri her zaman hoşumuza giderdi. Amerikan müzikalleri vardı. Çok güzel şarkılar söylenen müzikallerdi onlar, insanın kulağının yavaş yavaş, farkında olmadan dolmaması da mümkün değildi. Üstelik Batı müziği cumhuriyetten itibaren hiç eksik olmamıştı. Okullarda bize Batı müziği öğretiliyordu. Örneğin Bizet’nin ünlü Carmen operasından alınma aryayı biz (müziğiyle söylüyor) “Yoldan geçen tunç yuzlu askerler…” diye söylüyorduk. Bir cumhuriyet çocuğunun Batı müziğiyle ilişkisi olmaması mümkün değildir, ama doğduğumdan beri evde dinlediğim klasik Türk müziğidir ve biraz ağır tarzda olanlarıdır. Babam solo şarkıları bile fazla sevmezdi. Solo şarkılarda en büyük zevki Hacı Arif Bey’di. Ondan sonrasını pek tutmazdı. Münir Nurettin’den de pek hoşlanmazdı. Ne sesinden ne de tavrından, ama bence o da büyük bir adamdır… Bu karmaşa içinde işte, halk müziğinin ritmi, tavrı ve kolay icra edilirliği benim çok hoşuma ve kolayıma gitti. Aldım bir bağlama, çalmaya başladım. O gün bugündür çalamıyorum işte. (gülüyor)

Çalamıyorsunuz?..

Çalamıyorum, evet. Türkiye’nin en iyi bağlama çalamayan adamıyım ben. Senelerce, tam çalışıyorum, keyifleniyorum, bir yere geliyorum, trak diye araya bir altı ay giriyor, parmaklar yeniden şaşırmaya başlıyor. Refleks olması lâzım, insan şaşırmaya başlıyor. Biraz da konsantrasyon işi tabii. Gitarın yanında lafı edilemeyecek basit bir alet aslında. Bir gitarın tüm pozisyonları, o altı telin, perdelerin birbirleriyle ilişkisinin, kombinasyonlarının yanında nedir ki? Kaç tane akordu var? Birkaç tane. Bir âşık akordu dediğimiz hüseyni akordu vardır, bir kara düzen vardır, bir de misket akordu vardır ve bütün bunlar çok küçük farklılıklar içindedir. Bir halk türküsü de, olsun olsun bir oktavı geçmez, o da çok işlekse. Üç notalı türküler var. Ama aradaki aksak ritmler coşku verir, müzikten zevk almanızı sağlar. Birkaç komplike tarafı vardır, onun başında da bozlak gelir. Ben zaten bozlak çalıp söyleyemeyen adama da kolay kolay şarkıcı demem. Yöresi değildir, tamam, ama radyoya girmiş, talim terbiye geçirmiş, sesini eğitmiş, hâlâ bozlak söyleyemiyor, o olmaz. Zaten radyoda şu an yüz kişi varsa, doksan tanesi bozlak okuyamaz. Bir de Ege türküleri var, o da başka bir “bela”.

Müzik ne kadar devrimciyse o kadar makbul sayılır oldu, ki o zaman sanat geri gitmeye başladı. Zor olan sanattır, gerçek devrimcilik sanattaki devrimciliktir. Bunun en güzelini Ruhi Su yaptı. Müziğe saygısını kaybetmeden.

Özay Gönlüm’ü sever miydiniz?

Özay’ın sesini ve tavrını pek sevmezdim, yırtık gelirdi bana ama, gerçekten halk müziğine büyük katkısı olmuştur, çok güzel türküler getirmiştir, sazı çok iyidir. Fakat sesi ve okuma tavrı bana yırtık gelirdi, sevmezdim.

Talip Özkan’ı severim mesela. Onun üzerine Ege’de başka adam gelmedi. Onun sazı gibi saz ise hiçbir yerde gelmedi. Açık söyleyeyim, Arif (Sağ), Yavuz (Top), bunların hepsi dahil, daha öyle bir saz gelmedi. Bütün bu insanlar benim dostumdur. Otururuz, çalarız, genellikle de bana çaldırmazlar. (gülüyor) Bir bahane icat ederler, çaldırmazlar. Bir gün Arif’le Yavuz Ankara’dan bir programdan dönerlerken Bolu Dağı’ndan yuvarlandılar. Arif vücudunun en uzun kısmı olan bacağını kırdı, onda fazla bir şey yok. Yavuz’un omzu çıktı ve kolu kırıldı. Alçılar içinde hastaneden eve getirildi. Eve getirildiği gece ben sazımı aldım, başında sabaha kadar saz çaldım. Nasıl yalvarıyor, (taklit ediyor) “abi n’olur çalma, yapma bunu bana, hiç olmazsa sapını ben oynayayım, perdelere ben basayım, sen tezeneyi vur sadece”… (gülüyor) “Anamı ağlattınız” dedim, “yıllarca çaldırmadınız, dinle namussuz!..” Sabaha kadar başında saz çaldım.

Âşık İhsani – Balta

Otantik, çok eski, akord da biraz bozuk. (dinliyor bir süre) Tamam, dinletmeyin bunu bana, hakikaten. Kapatın bunu… Bir politik görüş gücünü sanattan alır. Bunun karikatürcesini de yaptılar, tiyatrocasını da. “Uyan vatandaş” diye davullar çaldılar, Brecht’ler oynadılar. Fakat, bir süre sonra ne oldu, gerçek sanat geri gitmeye başladı. Bir müzik, bir tiyatro oyunu, bir resim ne kadar devrimciyse o kadar makbul sayılmaya başlandı ki, o zaman sanat geri gitmeye başladı. Asıl zor olan sanattır, gerçek devrimcilik sanattaki devrimciliktir. Yoksa sen üç gün bağlama çalıp böyle türküler söylersin, o başka. Bunun en güzelini Ruhi Su yaptı. Ve üstelik müziğe saygısını da hiç kaybetmeden. Müziğe olan saygısı yüzünden izleyici onun müziğini de sevdi, sadece sözlerini değil. Sadece sosyalist şarkılar söylüyor diye dinlemediler Ruhi’yi. Güzel sesini, tavrını dinlediler. Yeni bir tavır getirmiştir… Bu bir modaydı, geldi geçti. İhsani diye bir adam vardı böyle bir ara…

İhsani’ydi çaldığımız…

Biliyorum… Saçları, sakalları uzun, karısıyla dolaşan bir adamdı. Önce Demokrat Partiliydi, sonra saçlar sakallar kesildi, burnunun altına bir Stalin bıyığı icat edildi, ondan sonra başladı. (sesini taklit ediyor küçümsemeyle) Aktörlük kaldırmıyor onun türküsü. Tamam, türküde bir tavır, bir oyun vardır ama, bunun üzerine bu kadar basarsan, yırtık dondan çıkar gibi bir ses çıkıyor işte ortaya. İhsani’yle çalmışlığım da vardır. Ama benim en çok sevdiğim Âşık Veysel’dir. İstanbul’a geldiğinde bir tek kişinin evinde kalırdı, benim evimde. Yoksa hep otelde kalırdı. O kadar zengin görüşlü, o kadar hoşgörülüydü ki, “niye çalmasınlar, herkes çalsın, herkes söylesin, öyle de olur, böyle de olur, ama iyisini sonunda biri gelir bulur” derdi. İlk tanıştığımız zaman, “sen uzun boylusun değil mi?” dedi, “nereden anladın” dedim, “sesin yukarıdan geliyor” demişti. (gülüyor)

Şimdi, müzikte ilginç bir şey oldu, Bayram Aracı geldi geçti, Nidalar (Tüfekçi) geldi geçti, büyük emekler gösterildi. Derken, halk müziği köy müzikliğinden yavaş yavaş kurtulup yeni bir pop müziğine temel olmaya, kaynaklık etmeye başladı. Bu benim hoşuma gidiyor. Çünkü işin diğer kısmı, rock’n’roll’lar falan bizim için çok temelsizdi. O Batı müziği ve kulağı bambaşka bir şey. O düetler, kanonlar bambaşka bir şey. Doğu ile Batı arasında çok ciddi felsefe farkı vardır. Batı resminde perspektif vardır. Yani uzaklaştıkça cisimlerin küçülmesi, yani üçüncü boyut… Doğu resminde yoktur. Üçüncü boyut olduğu için Batı resmi küptür, bu kübizm falan bu felsefeden kaynaklanmıştır. Evet, boyut vardır, ama köşelidir. Doğu resminde ise çok küçük küçücük o minyatürlerin, hatların, minicik, küçük küçük nüanslarla ilgili süsleri, incelikli çizgileri, motifleri vardır.

Aynı şey Doğu müziği ile Batı müziği arasında da vardır. Batı müziğinde perspektif vardır, yani çokseslilik. Ama bunu elde etmek için, yani bir müziği çoksesli, tonal yapmak için bir sürü motiften vazgeçmeniz lâzım. Komadan vazgeçmeniz lâzım. Diyezler ve bemollerle ancak bir derinlik veriliyor, çoksesliliğin içinde yer alıyor. Öyle çeyrek komalar vardır ki Doğu müziğinde, onun çokseslilik içinde karşılığı yok, ama çok melodiktir. Dolayısıyla, o melodiklik, o melodi zenginliği, Doğu müziğini, Doğu sesini Batı sesinden ayırıyor…

Müzisyen müziği zaten Batı’dan öğrenmiş, sazı Batı’dan almış. Bizdeki saz bağlama, davul, zurna. Borular falan ancak ve ancak yeniçeriler zamanında gelmiştir, o da sebebi savaş olduğu için, zevk için değil, düşmanı korkutmak için. Gitar dışarıdan, keman dışarıdan, ud Araplardan… Elinde ne kalıyor? Melodi de dışarıdan. Sen ancak gavur gibi müzik yaparsın o zaman, ama ondan iyi yapamazsın, çünkü o senden asırlarca önde. Bu, müzik için de geçerli, diğer sanatlar için de geçerli. Kendini bütün bu teknikleri bilerek yeniden var edemezsen, ötekini taklit eden duruma düşersin. Zaten her şey taklit oldu artık. Bakıyorum, türkücüler bile pop müzikçiler gibi kıçını kıvırıyor. Halbuki müzik o değil. Hiç öyle kıvırmasına da gerek yok. En sonunda alkışlanınca da “çok mersi” diyor. Türkü okuyorsun, (taklit ediyor) sonra da “çok mersi” diyorsun! (gülüyor) O zaman taklitçi oluyorsun. Zaten senin entelektüel geçmişin nereden geçmişse, oranın dilini ve dinini almış. İran’dan geçmiş, İran dili konuşmaya başlamış, Arapları fethetmiş, Arapça konuşmaya başlamış. Osmanlı’nın diline bakıyorsun, hiçbir şey anlamıyorsun. O kadar güzelim şiir bugün güme gitmiş durumda. Çünkü kendi dilin yok. Aynen bugün İngilizce yazan şairlerimiz olsa, onun gibi bir durum. Bu kadar uzun, 600 sene sürmesine rağmen, o kültürden geriye pek bir şey kalmaması da tuhaf ve üzücü bir şey. Şimdi Osmanlıcılar saldırır hep, “bu yeni alfabeyi, harfleri kabul ettiniz, Türk insanı dilini kaybetti”… Zaten öyle konuşmuyordu ki insanlar, bir tek saray çevresi öyle konuşuyordu, bir de kadılar, kimse anlamasın diye. Ulemalar, âlim bile değiller. Geçin bunu, başka şarkı çalın.

Cem Karaca Dervişan – Beni Siz Delirttiniz

Cem mi bu? Tamam, kapatabilirsin. Biraz önce konuştuklarımın ispatıdır. Cem müziğe rock’n’roll’la başladı, siyah deri ceketler, jilet gibi pantolonlar… Sinemalarda filmden önce konser olurdu. Eskiden ne güzelmiş aslında. Filmden önce şov olurdu ve Erol Büyükburç’undan Cem Karaca’larına kadar birileri çıkardı. Gerek o zaman esen rüzgârlar, gerek aile yapısı, ister istemez Cem’i İngilizce şarkılardan Türkçe şarkılara, Türkçe şarkılardan Türkçe melodilere götürmeye başladı. Ve bir sentez yaptı. Sevilmesinin sebebi, bozuk Türkçesine rağmen, yine o gavurca şarkı icra etme tavrına rağmen, kökteki o yerellik, yerellik ve o sağlam yapıdır. Bu, Cem’i bir ara ilah yaptı. Tabii üzerine biraz da bir ara o devrimci moda bindi. Bu arada şunu belirteyim, moda falan derken, devrimciliği küçümsemek için söylemiyorum, ben de en başında geliyordum, hatta daha evvelinden başlamıştık. Sonuna kadar da öyle, devrimci kalacağım. Ama sanatın kurban edilmesine, bir ideoloji uğruna sanatın kurban edilmesine de hiçbir zaman tahammül edemedim. Devrimci karikatürler çizerken onu en iyi çizgiyle çizmeye çalıştım, devrimciliğin arkasına saklanmadım.

Sizin devrimci fikirlerle tanışmanız nasıl oldu?

Benim durumum biraz farklı. Babam öldükten sonra, 11 yaşındayken, bizim sokakta, ufak tefek, kavruk bir adam vardı. Bir-iki kere konuştuk. Bir konak çocuğu, asilzade. Onunla arkadaş olduk biz. Ben hep nedense büyüklerimle arkadaş olmuşumdur. Arkadaşlarım benden hep on-yirmi yaş büyük olurdu. Bugün de en iyi arkadaşım Lütfü Akad’dır. Benden yirmi yaş falan büyüktür… O bizim mahalledeki adam bana birtakım kitaplar verdi. Sonradan öğrendim ki, bu bütün tahsilini Almanya’da yapmış ve bir Alman komünisti olmuş. II. Dünya savaşı başlayınca oradan kaçmış gelmişti, çalışmıyordu. Çok ilginç fikirleri vardı, bana anlatırdı. Daha Çin devrimi olmamıştı, Çin’in ne yapacağını anlatırdı. Benim kulak dolgunluğum başladı bütün bu meselelere. Sonra anneannem onunla konuşmamı yasakladı. Halbuki bana romanlar falan verirdi. Pek hoş karşılanmazdı adamın mahalledeki durumu. Adam hiçbir şey saklamazdı.

Gazeteciler artık işadamı haline gelince, ihaleler, para kazanma yolları onlara istikrar olarak geliyor. Ben bu yaşıma dek bu ülkede bir gün bile istikrar görmedim.

Sonra karikatürle ilgilenmeye başlayınca, ister istemez karikatürün ana malzemesi olan muhalefetle tanışıyorsunuz. Daha doğrusu, muhalefet zaten içinizde var, muhalefeti birdenbire bilinçli olarak karşınızda buluyorsunuz. Yaşadığımız yılların muhalefeti de sosyalizmdi. Ama hiçbir şey bilmiyorduk, her şey yasaktı. Öyle bir kurmuş ki düzeni İsmet Paşa, Allah rahmet eylesin, insanları inim inim inletmiş, tabutluklara çektirmiş… Bir laflar dolaşıyor, sosyalizm cakası atıyoruz, ama ne olduğunu da bildiğimiz yok o zamanlar. Nâzım Hikmet’in şiirlerini pelur kâğıtlarına basılmış, çoğaltılmış şekliyle mum ışığında, şarap kadehleri eşliğinde okurduk. Öyle bir romantizm vardı. Bizim kuşak sosyalizmi önce şairlerden öğrendi. Onun için iflah olamadı. Halbuki iktisatçıdan, bilim adamından öğrenmeliydi. (gülüyor)

Benim elime beş-on sayfalık bir broşür geçmişti. Ama aramızda bunlar hep gizli olarak elden ele dolaşıyor. Bir şey yaptığımız, bir şey bildiğimiz yok, ama soruldu mu, sosyalistiz. Ama kaçımız polis, kaçımız muhbir, bilemiyoruz artık. Bildiğim de o on-onbeş sayfalık broşür işte. Sosyalizmi oradan öğrendim! Yıllar sonra, o broşürü yazanın İngiliz sömürge bakanlarından biri olduğunu öğrendim. (gülüyor) Cahillik bu boyutta yani. ‘60 ihtilali ile değişen anayasayla, kitaplar bir gecede çevrilmeye başlandı. O zaman da oburluk başladı. O kadar sistemsiz olarak okuduk ki, ertesi gün birbirimize fiyaka yapacağız diye. Hatta Kapital’i iki gecede bitirdiğini iddia eden arkadaşlar oldu içimizde… Sonra yaşayarak öğrendik işte. Türklerin öğrenmek için tek yolları vardır, yaşamak. Her şeyi yaşayarak öğrenirler. O yüzden geç öğrenirler, geç öğrenmelerine rağmen hızla unuturlar.

Cem Karaca dinler miydiniz o zamanlar?

Tabii… Severim Cem’i. O da beni sever. Anacığını da çok severim. Dilinin hafif çalması annesinden gelir. Çok tatlı bir çocuktu küçükken. Hâlâ çocuksudur. Şarkıyı kendi söylemese şarkılarını daha çok seveceğimden eminim. Ama ne yapalım, o da bir tarz. (gülüyor)

Öztürk Serengil – Milliyetçi Zühtü

(başlar başlamaz) “Zühtü”. (sözler girer girmez) Tamam, kapatabilirsin, müzik falan değil bu. Komiklik yapıyor galiba, lafları iyiyse, tamam, olur. Onun da en iyisini Celal Şahin yapmıştı. Ama dinleyemeyeceğim şimdi.

Öztürk Serengil’in bir plağı bu.

Şimdi buradaki lafları mı hoşuna gidiyor senin, o yüzden mi dinliyorsun, dinletiyorsun?

Hayır, lafları hiç hoşuma gitmiyor.

E, müzikalitesi mi iyi yani? Şimdi burada “Zühtü” melodisi var mı? Var. Ne yapılmış, biraz renklendirilmiş, biraz teknolojik numara yapılmış falan filan. Özelliği nerede şimdi bu parçanın?

Adalet Partisinin seçimlerde dağıttığı bir plak.

E, olur, yapmayacakları şey yok ki o adamların. Hâlâ yapıyorlar. Turgut Özal’la iyice abarttılar zaten, şarkı bulup Amerikanvari seçim kampanyası yapmayı. Seçim zamanı bile dinlemem böyle şeyleri ben.

Oğuz Aral oturanlarda soldan ikinci

Öztürk Serengil’den konuşalım o zaman… Mizah anlayışı size yakın mıdır?

Şimdi, mizah anlayışını bir tarafa bırak, ondan önce, Öztürk Serengil sinemada bir adamdır. Sinemaya ne getirmiştir, ne götürmüştür? Gerçekten, o âna dek, sinemadaki aktörler ya çok yakışıklı olacak, ya da çok çirkin olup komik olacak. Hâlâ da öyle. Seks filmleri zamanında Aydemir Akbaş bütün karıları düzüyordu, herkes de bayılıyordu. “Aydemir bile yaptıktan sonra, ben…” diye düşünüyorlardı. “Bu herif benden çirkin” diye seviliyordu. Türk milleti aşağılık kompleksi içindedir çünkü, kendinden çirkin bir adamın bir sürü marifetini görünce bayılır. Bir de tatlı komikler, şirin komikler vardır, Laurel-Hardy gibi. Bir de hem şirin, hem de insanı nefret ettirecek kadar sinir tipler vardır, ikilem yaratırlar. Öztürk ilk defa bu ikilemi yaratan adam oldu Türk sinemasında. Adam öyle bütün komedyenler gibi toparlak, kısa falan da değil. Uzun boylu, ince. Sadece laflarıyla değil, beklenmedik tuhaf hareketleriyle de insanları güldürebilen bir insan. Bir de Adanalı Tayfur diye bir tip yarattı. Lumpen bir tip falandır ama, ben tamamen teknik olarak bakıyorum, önemli bir yere oturdu sinemada. Ben sever miyim, bazen severim, bazen nefret ederim. Seyirciyim, sevmediğim zaman izlemem, ama ben önemli değilim, sinemadaki yeri hep kalacak. Mücap Ofluoğlu’nun da büyük katkısı oldu tabii ona. Yeşee, şepke” gibi lafları buldu ona ve onlarla tutuldu… Orhan Gencebay’ı da ne kadar sevdiğim tartışılır, ama müzikteki yerini tartışamazsın.

Demirel’in cumhurbaşkanlığı görev süresinin Meclis’te uzatılmaya çalışılması, ardından yeni bir ismin (Ahmet Necdet Sezer) bulunması ve sonunda Demirel’in gitmesi size nasıl geliyor peki? Şarkıdan yola çıkarsak biraz…

Hiç ciddiye almadım ben bu işleri. Komik tamamen. Adama kaç kere tamam, git” demişler, sonra tekrar geri gelmiş. En son gitti, yasaklıydı, oylama yapıldı ve bütün yasaklılar için toptan yapılan bir oylamada yüzde birle kazandılar tekrar siyaset yapma icazetini. Oylamadan bir süre sonra, baktık ki adam Çankaya’ya zıplamış. Bunun neresi ciddi şimdi?

Bütün gazeteler kendisini istikrar sembolü olarak göstermişlerdi…

Şimdi, anacım, gazeteciler artık işadamı haline gelince, ihaleler, para kazanma yolları onlara istikrar olarak geliyor. Ben bu yaşıma gelene dek bu ülkede bir gün bile istikrar görmedim. İstikrar demek, aynı otobüsün aynı saatte aynı durağa hiç olmazsa bir sene gelebilmesi demektir bence. Sular akar, elektrik kesilmez, bunlar en basit, somut olanları.

Rashit – Şark Cephesi

(uzun uzun dinliyor, eliyle tamam kapat işareti yapıyor) Bu protest müzik mi oluyor?

Punk diyebiliriz.

Hah. Şimdi önce Türkiye’nin punk’a ne kadar ihtiyacı var? İhtiyacı olanlar içinde punk’ın pek yeri yok galiba. Punk’ın kökeninde protesto vardır. Yaşadığı toplumla uyum sağlayamadığını ilan etme durumu vardır. Ve “niyetim de yoktur” dersin. “Herkesin saçının belli bir tarzda kesilmesine, sarı, siyah ya da kumral olmasına bile karşıyım, mor olacak benimkisi” diyebilirsin. Bu insanların hayvanlar gibi sabah saatinde kaldırılıp, trenlere doldurulup işlerine gönderilmesine de karşıyım. Niye gidiyorlar? Doymak için. Şu kadar yerim, insan gibi yaşarım. Çalışmam bu işlerde. Bir de bunun müziği var. Batı’da genelde her fikir akımının bir de müziği vardır. Bu bizim çocuklar da daha ziyade İngilizce olan bu müzikleri dinliyorlar. İngilizce dili bunu böyle (punk vokal taklidi yapıyor) söylüyor. Söylüyor ama, Türkçedeki harfleri, Türkçede aksan olmadığı için, İngilizce söyler gibi söylüyor, ıkınıyor, “zor durumda, altına yapmak üzere zavallı” duygusu uyandırıyor bende…

Bizim kuşak sosyalizmi önce şairlerden öğrendi. Onun için iflah olamadı. Halbuki iktisatçıdan, bilim adamından öğrenmeliydi.

Ayrıca, bu gitarlara teknolojik zımbırtılar takılınca bana tastan taşmış sular gibi geliyor. Gitar çalınınca sesini duymak istiyorum, elektrikli olunca o sesler birbirine yapışmış durumda oluyor. Uzun ses çıkarmak istiyorsan, git zurna çal, keman çal… Maalesef bu tarz müziklere fazla dostluk gösteremiyorum. Elektro gitar tüm dünyada kabul edilmiş, Türkiye’de de çalınıyor, ama ben sevmiyorum. Cızırtılı gitar sesi sevmiyorum. Tabii, bana ne, çocuklar istediklerini çalsınlar, yapsınlar. Tek istediğim, bunları yaparken bitişik dairede olmasınlar. Yan dairemde punk grubu kurmasınlar da, nerede ne çalarlarsa çalsınlar, yoksa hiç karşı değilim. (gülüyor) İsterse gaz tenekesine tokmakla vursun.

Utanmaz Adam’ın böyle bir macerası vardı, tuhaf bir alet yapıp gürültü yaratırlar ve yurtdışında çok meşhur olurlar.

Evet, öyle bir macera çizmiştim. Müzik sektörünü eleştirmek açısındandı o da. Sonu biraz hamasi bitmişti ama, ne yapalım, oldu o kadar. Birdenbire büyük paralar kazanılıyor bu sektörde, siz daha iyi bilirsiniz, müzik dünyasında dönen para, neredeyse silah dünyasında dönen paraya yakın. Şu anda dünyayı iki tane sektör idare ediyor, silah ve müzik. Bir de şimdi bilgisayar işi çıktı tabii.

Ben de o macerayı, sanatı paraya çevirmeye çalışanları anlatmak adına çizmiştim. Her zaman karşımıza çıkacak olan bir anlayıştır o. Üçkâğıtçılık tamamen. Müziğin bu kadar yüksek paralarla alınıp satılıyor olması insanın kanını donduruyor. Cinayet işleniyor çünkü. Şirketler deli gibi para basıyor. Türkiye’de bile üç-beş tane şarkı ezberleyebilen, biraz kulağı olan bir kadıncağız ya da adamcağız, bir şarkısını tutturarak benim bir yılda kazandığım parayı bir anda kazanabiliyor. Kazansın, helal olsun, ona bu parayı veren hıyarlar varsa versinler, ama bu korkunç bir para.

Gırgır da dünyanın en çok satan mizah dergileri arasına girmişti…

Ben çok satmaktan söz etmedim, çok paradan söz ettim. O sattı dediğiniz zamanlarda, Gırgır 600 bin satmıştı. Keşke 6 milyon satsaydı. İnsan satmamak için, daha doğrusu okunmamak için bir şey çizer mi? Dinlenmemek için şarkı yapar mı? Bunlar ayrı şeyler. Ama çok para kazanacağım ve çok kazanmak için çok satmam lâzım deyip bütün inancınızı, namusunuzu kenara koyduğunuz zaman, başka bir şey oluyor. Yaşar Kemal de çok sattı, bir İnce Memed tüm dünyada çok sattı, aynı şey. Dış dünyada böyle çok satmak – az satmak diye bir şey yok, bunu bizim kabız sanatçılar çıkardı. Çok satıyor, e bizim halk da cahil, çok sattığına göre bu düşük bir iştir derler. Ben paradan söz ediyorum.

Gırgırın…

Bugün… Gırgır… Yok… Bugünkü konumuz musiki ve içinde Gırgır yok, o yüzden devam edin… Öyle her şey bir arada olmaz, bir kere geleceksin ve elli tane şeyi bir arada çıkaracaksın, olmaz. Çal bakalım neymiş sıradaki musiki…

Dario Moreno – Her Akşam Vokta Rakı Şarap

Moreno ha? Hafif Yunan, sirtaki havası. Tamam, kapatabilirsin. Bütün bunların denenmesi lâzımdı. Bakın, dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar çok çeşitli müzik yok. Türkiye’de kullanılan müzik tarzlarının isimlerini yazmaya kalksanız sayfa dolar. Alaturka var, ama Klasik Türk Musikisi de var, ama Türk Sanat Musikisi de var… Ama dans müziği de var… Ama hafif müzik de var, ne demekse… Arabesk var. Türk halk müziği var. Disko müziği var, pop müzik var, punk var, rock’n’roll var… Tangolar var, onu nereye sokacağız, bilmiyorum. Bunları bir araya getirdiğinde onlarca müzik çıkıyor. Dünyanın hiçbir yerinde yok bu. Adamlarda klasik müzik var, bir de pop müziği var. Bir de caz var. Ha diyor, eskiden vardı, artık unuttuk, ama bir de folklor vardı. Adamların müziği dörtte bitiyor. Şimdi Sezen’in yaptığı müzik ne müziği? Pop mu? Dans mı? Çokçeşitlilik aslında hoş bir şeymiş gibi görünse de, bu aslında köksüzlükten ileri geliyor.

Ciguli kadar çıkıp şarkı söyleyecek adam var mı? Bu herif İbrahim Tatlıses’e beş basar. İbrahim Tatlıses’e zaten Ümit Tokcan da beş basar. Hatta Kubat diye bir oğlan var, o da en az üç buçuk basar.

Dario Moreno’nun yaptığı da şu: O zamanlar Adamo vardı (aksanını taklit ediyor), “Her yerde kar var” diye şarkı söylerdi. Biz zaten bir erkek kadın sesiyle şarkı söylerse bayılırız. İbrahim Tatlıses, Mahsun Kırmızıgül falan da öyle. Yani herif kıllı olacak ve karı sesi çıkaracak. O dönemlerde bizim İzmirli Yahudi de Yunan müziklerini alıp üzerine Türkçe sözler yazdırmıştı, Sezen Cumhur Önal, Fecri Ebcioğlu falan yapmışlardı bunları… Daha öncesinde de yapılmıştı, Arjantin tangolarına da Türkçe sözler yazılmıştı. Bizim de hoşumuza giderdi onlar. Tango da aslında bize anglo-sakson müziğinden çok daha yakındır.

Sözlere girersek, “her akşam votka rakı şarap, insan içerse olur harap” diyor. Siz de iyi bir içicisiniz…

Valla, şöyle söyleyeyim, ben içiyorum ve hiçbir bok olduğu yok. Ha, bir formül arıyorsan, verebileceğim bir formül yok, içeceksin ve göreceksin, bir şey oluyor mu, olmuyor mu? Denemekten başka öğüdüm olamaz. Enayi bu arada harap lafına kafiye olsun diye şarap diyor, ama harap lafı da bir bina için falan söylenir. Harap, viran, viraneden gelen bir şey aslında.

Gazetedeki köşenizin (Huysuz İhtiyar) adını siz mi koydunuz?

Evet, evde falan bana öyle derlerdi. Dalga geçerek başladı, önce ihtiyar deyip duruyorlardı. Sonra köşe ismi yaptık işte. Dario’dan sonra ne var?

Vasilis Tsitsanis -İ Bağlamades (Rebetika 1918 – 1954)

Buzuki bu.

Şarkının ismi “Bağlamalar”.

Onların bağlama dediği cura ama. Buzuki de bozuk geliyor diye rivayet edilir, bozuk saz yani. Rum müziği tabii bu, Yunan müziği değil, ama İstanbul da değil.

İzmir zaten…

Bütün halk müziklerini dinlerim ben, o yüzden bu bana cazip geliyor. Ama en sevdiğim Balkan müzikleri, ritm olarak. Balkanlıyız zaten biz ailecek. Çok zengindir Balkan müzikleri. Hem Balkan hem de Osmanlı olan şarkılar vardır mesela. (şarkılar mırıldanıyor arka arkaya) Eskiden kabasa gibi yerlerde eğlence, düğün olurdu. Çalarlardı plaktan, Hamiyet Yüceses’inden Safiye Ayla’sına dek. Sonra oraların bir orkestrası çıkardı, dans müziği çalardı ve gençler dans yapardı. Çıkar dans ederdik, uzaktan kesiştiğimiz kızları alır, dansa kaldırırdık.

Aynı şeyi Atina’da gördük. İşçilerin gittiği, şöyle bir tepede, bir kır gazinosu. Halk müzikleri çalıyorlar. Zeybekikos. Bizim zeybek işte. Ben de kafayı bulmuşum bu arada. Rum delikanlıları atlıyor, zıplıyor. Onların zeybekleri biraz fazla zıplamak. Ellerini de, bacaklarını kaldırıyorlar böyle, oraya vuruyorlar. Aslında zeybekte, bacak öyle kalkmaz kankan dansı gibi. Kızlar da zeybek oynuyor, bizde kızlar oynamaz. Ben çıkıp bir zeybek döktürmüşüm orada, Allaaaahh!.. Ya fazla savurdum kollarımı, etraftakiler telef oldu, ya da güzel oynadım anasını satayım. Etrafta kimse kalmadı benden başka. (gülüyor) Müzik öyle bir şey ki, oyunla müzik insanın en ilkel ihtiyacıdır. Karnı doyduğu anda müzikle oynamak aklına gelir. Karnı doyan insan şenlenmek ister.

Fikret Kızılok – Bülent Ortaçgil – Uyusun da Büyüsün

Ne öyle, kalipso gibi girdi. Bunun ustası vardı bir de, neydi, hah, Belafonte. Şimdi bunda ne müzik olarak, ne de mesaj olarak kendime yakın bir şey bulamadım. Âşık geleneği vardır Anadolu’da, oturur şiirini yazarsın, taşlamanı yaparsın. Bunların mizahi yanı, şiirler çok eski ve gelenekseldir. Benim tahminime göre, hem saz çalan hem de beste yapabilen çok az halk ozanı vardır, Karacaoğlan bunlardan bir tanesi olabilir. Çok melodik, çok akıcı çünkü.

Türkiye’nin en iyi bağlama çalamayan adamıyım ben. Arifler, Yavuzlar dostumdur. Otururuz, çalarız, genellikle de bir bahane icat ederler, bana çaldırmazlar.

Şimdi böyle bir hiciv şiiri yaparsam, bunu hangi müziğin üzerine döşeyeceğim diye düşünmem gerekir. Benden önceki atalarım gibi, mesela Seyrani gibi diyelim, Seyrani Kayserili olduğu için oranın melodileri üzerine gider. Ben İstanbullu olduğum için İstanbullu bir melodi üzerine yaparım. Ama bu adam gibi Belafonte’nin yaptığı müziğin üzerine Türkçe hiciv şiirini döşemenin anlamını çakamıyorum. Bunun anlamını bilemiyorum. Lafın anlaşılsın diye mi bunu yapıyorsun? Âşık Veysel de şiirini daha önceden gelen anonim müziklerin üzerine okumuştur. Bu bir gelenektir, âşık geleneğidir. Âşıklar hem söze hem saza güç vererek o birikimle o melodiyi bir araya getirip geliştirmiştir. Bunu nereye oturtacağım, nereye sokacağım, bilemiyorum. Laflara baktığım zaman, “a millet gülsün, hazır da Gırgır dergisi tutuyor” anlayışı buldum. Bunlardan binlerce çıktı. Gırgır’ın müzikçesini yaptılar, ama aralarında gerçekten karikatürcü ya da musıkici yoktu. Mizahçı yoktu. Müzikçi de olmayınca böyle abuk sabuk şeyler çıkıyor.

Ben bu arada artık bunları dinlemek istemiyorum. Varsa bu tarz müzikler atlayın, çalmayın. Konumuz müzikse, müzik konuşalım.

Utanmaz Adam’la ilgili bir şey daha sorabilir miyiz, bu şarkıya da bağlanacak?

Hayır, soramazsın. Buraya müzik konuşmaya geldiniz. Çalın ne varsa başka. (sinirli)

Mazhar Alanson – Bir Zamanlar Fırtınalar Estirirdim

Kapat. Burada insanın içini ağrıtan bir melodi var. Müzik bu değil ki. Anlatamıyorum galiba. Bu müziklerden bir tanesi bile kalmayacak ileride. Unutulup gidecekler. Bunlar bugünlerde birkaç kaset, CD satılmasına yarayacak, o kadar. Hâlâ mı şarkı var?

Sonuncu.

Umarım bu defa adam gibi bir şey olur.

Ciguli – Binnaz

(başlar başlamaz ritm tutuyor) Bu ne sağlam bir sestir böyle… Adamın gırtlağının şakası makası yok! Bu gırtlağın oturulup da konservatuarda falan ders yapılması lâzım.

(heyecanla ayağa kalkıyor, ritme eşlik ediyor) İleride çocuğunuz olacak, iki-üç yaşındayken bunu çalın, oynamaya başlar. Balkan ritmi ve mükemmel! Bu melodi elli bin tane kasabada, köyde çalınıyor, söyleniyor, bu adam bunu getirdi, kıyamet koptu! Müzikten de bahsetmediler, herifin çirkinliğinden yüklendiler resmen. Yakışıklı bir adam koysan başka olur.

Sabah gazetesi manşet attı, “yozlukta ulaştığımız son nokta” dediler bu şarkı için…

Ah keşke “Binnaz” gibi yozlaşsaydık da Arap gibi yozlaşmasaydık. Şu müzikte bir tane hata bulamazsın. Ne kadar sade, düzgün bir ritm var ve adam türküsünü söylüyor. Bak bizim klasik klarinet girdi şimdi, ne yapıyor, açılış yapıyor. Burada yeni bir şey yok, yeni bir yozlaşma yok. Eğer bir yozlaşma varsa, bu 400 sene önce falan olmuş. Bütün klasik normlar var.

Bu arada, Arap müziğine karşı olduğum sanılmasın. Arap müziği taklidi yapıp o uyduruk şeyleri yapmalarına karşıyım. Bir adam çıksın, “ben Arap müziği yapıyorum” desin, “Arap müziğinden Türkçeye çevirdim, söylüyorum” desin, isterse Arapça söylesin, ama adam gibi Arap müziği yapsın. O da bir müziktir ve bir kültürdür. Benim kızdığım sahtekârlık… Bu herif kadar çıkıp şarkı söyleyecek adam var mı? Bu herif İbrahim Tatlıses’e beş basar. İbrahim Tatlıses’e zaten Ümit Tokcan da beş basar. Hatta Kubat diye bir oğlan var, o da en az üç buçuk basar.

Yeni çıkan herhangi birisi var mı, yeni bir müzik, sizi heyecanlandıran?

Yavrum, beni bu saatten sonra nasıl bir müzik heyecanlandırabilir? Yeni hangi müzik olabilir? Yeni bir şey kolay çıkmaz ki. Hoşuma giden bir şeyler olur ama… Türkiye’de olur öyle, yeni çıkan karikatürcü, yeni çıkan şarkıcı… Eşşek gibi çalışmadan kim çıkabilirmiş öyle hemen? Perdeler belli, insan sesinin tonu belli, gamlar belli, yeni ne yapacaksın? Kıçını göstereceksin, onu da gösteriyorlar işte zaten. Yeni bir ses değil, yeni kıç görebilirsin ancak artık… Pişman oldunuz mu geldiğinize? Adamı böyle yaparlar işte…

Beni en çok etkileyen Çingenelerin müziğidir. O hassasiyetleri… Zamanında Alman besteciler oturup onların müziklerinden yola çıkarak besteler yaptılar. Adam Alman, Macar müziklerinden, Çigan müziklerinden yola çıkarak besteler yapıyor. Brahms’ın Macar dansları tamamıyla Çingene ritmlerine dayanır. Adam koklamış orada yeni bir şey, bir canlılık var diye. Fehmi Ege bundan belki elli yıl önce “Çingeneler maşa yapar satar” diye Çingene ritmleri üzerine kurulu beste yapmış mesela. Bugün çal o eski Çingene şarkılarını, daha iyisi yok.

Şimdilerde Çingeneler pek beğeniliyor, artık onlara bizim cazcılarımız diyen de var.

Pek ilgisi olduğunu sanmıyorum. Caz cazdır, Çingene müziği de Çingene müziğidir. Bunu söyleyenler de onlara bir paye verdiklerini sanıyorlarsa, ben Çingene bir müzisyen olsam, bunu hakaret telâkki ederim. Kimse bana Oğuz Aral da bizim bilmem kimimiz diyemez. Oğuz Aral Oğuz Aral’dır çünkü, başkası değil. Çingenelerin tek sorunu, eğitimi reddediyor olmaları. Nota bilmeyi bile küçük görürler. Bu söyleşi çok uzun sürecek galiba…

Normalde daha uzun sürüyor.

Öyle mi? Kim ilgilenir ki bir karikatüristin müzik üzerine zırvalamalarıyla, kim merak eder? “Kim bilir ne komiklik yapmıştır” diye başlar, komiklik göremeyince daha başında bırakır.

Ama çoğu zaman müziğin dışından, yazar-çizer insanların müzikle olan ilişkileri üzerine yapılıyor bizdeki bu söyleşiler…

Yavrum, bir yazarın, çizerin müzikle ilişkisi yoksa, ona geçmiş olsun.

Orhan Pamuk mesela, hiç dinlemezmiş.

Onun için demek okuyamıyormuşum kitaplarını, şimdi anlaşıldı.

Gazeteye artık gitmiyorsunuz galiba…

Pek değil. Burada büroda çalışıyorum, artık çizdiğimi göndermek de mümkün yeni aletlerle. Niye gideyim ki? (camdan görünen binayı işaret ediyor) Şu otel binası gibi gazete binası, asansöre biniyorsun, odana çıkıyorsun. Otel odası gibi. Giderim otelde kalırım daha iyi, hiç değilse telefon edersin, içki getirirler.

Sizi çok sıkmadık umarız.

Alışığım ben.

Roll, sayı 43, Haziran 2000

^