On bir kentte yıkıma sebep olan 6 Şubat depremi ve sonrasında yapılanlar, yapılmayanlar sadece insanları değil, hayvanları, zeytin ağaçlarını, toprağı, suyu da yok etti, etmeye devam ediyor. Yıl boyunca Akbelen’den Cudi’ye canlılar sermaye ve devletin şiddetine maruz kaldı, kalıyor. İnsanlar ve insan dışı canlılar yersiz yurtsuz, mülksüz bırakılıyor. Felaketler dünyanın tüm kara ve deniz parçalarında hız kesmiyor. Yangınlar, seller, kasırgalar, depremler… Hiçbirinin doğal afet olmadığı ayan beyan. İklim krizinde eşiklerin çoktan aşıldığı da.
Beri yandan iklim krizine karşı bireysel önlemler almaya davet eden reklamlar çeşitli mecralarda arsızca dönüyor. Yıkımın bizzat müsebbipleri sürdürülebilir fabrika, ofis, avm, ev pazarlıyor. Felakete su taşıyanlar ve ondan beslenenler, haksız ve yanlış olsalar da, sermayenin ve devletin tüm aygıtlarından aldıkları güçle daha da saldırganlaşıyor. Yerel, ulusal, uluslararası STK’lar, dernekler, siyasi partilerin sosyal medyada değil de sahada, alanda yeterince ve etkin varlık gösterip gösteremediğine kısık sesle de olsa şerhler düşülüyor.
Peki, faili insan olan bu hoyrat zamanlarda edebiyatçının penceresi nereye açılıyor?
Jacques Rancière Kurmaca’nın Kıyıları’nın “Sokağa Bakan Pencere” başlıklı bölümünde yazmaya başlamanın görmeyi öğrenmemizi içeren bir başka buyruğu beraberinde getirdiğini, görmenin insanın kendisini dışarıda olan bitene maruz bırakmasını gerektirdiğini, ama bunun sokaktaki çeşitliliğe, çokluğa alışmak anlamına gelmediğini belirtiyor ve şöyle devam ediyor: “Görmeyi öğrenmekse, bakışı bildik işleyişinden çıkarmayı öğrenmektir. Bunun içinse mesafeyi ortadan kaldırmak, sokağa inip her şeyin sınırsız olduğu dışarıda kaybolmak, bakışı çerçevelenmeye izin vermeyen şeylere, bakışa temas edip çarpan, merak uyandırıp tiksinti yaratan şeylere maruz bırakmak gerekir.”
O halde bugün yazan neye, nelere maruz kalıyor ve okurunu da maruz bırakıyor olabilir? Mülteciler, translar, çocuk işçiler, seks işçileri, mevsimlik işçiler, sokağından, mahallesinden, köyünden sürgün edilenler, mülksüzleştirilenler, suyu, ağacı, ekmeği için direnenler… Peki ya hayvanların, insan dışı canlıların, yaban yaşamın yaraları, yası edebiyatta nereye düşüyor?
I. Dil ve tanıklık
Edebiyat ile felaket, edebiyat ile yas arasındaki bağ tuhaf, zor, bir o kadar da güçlü. Marc Nichanian Edebiyat ve Felaket’teburada bir gizem bulunduğundan söz ediyor, hatta aralarında bir bağımlılık ilişkisi olduğunu ekliyor. Edebiyatın felaketi “betimlemesinin” farkındalık yaratmakla beraber “yalın kötüye kullanım”dan başka bir şey olmayacağını iddia eden Nichanian, “müstehcenlik”, “gaddarlığı sömürmek” ifadelerinin altını çiziyor. Çoğu kez tanıklığın mümkün olmadığını vurguluyor.
Salt insanın değil, insan dışı canlıların da türlü felaket yaşadığı bu çağda felaketi yaşayan özne konuş(a)madığı sürece, felaketin tanığı yazar/şair onu sömürmeden, manipüle etmeden, onun sesini engellemeden kendi sözünü nasıl kurabilir?
Tanıklık meselesi netameli. Hele edebiyat söz konusu olduğunda. Zira salt insanın değil, insan dışı canlıların da türlü felaket yaşadığı bu çağda felaketi yaşayan özne konuş(a)madığı sürece, felaketin tanığı yazar/şair onu sömürmeden, manipüle etmeden, onun sesini engellemeden kendi sözünü nasıl kurabilir? Kurabilir mi? Cevaplar için Nichanian’ın verdiği bir “ödev”i hatırlamak iyi olabilir: Tanıklık etmenin imkânsızlığına tanıklık etmek. Bu ödev, yazara/şaire dille uğraşmayı işaret ediyor. “Çaresizliği ve imkânsızlığı kendi bünyesinde deneyimleyen” bir dilsel edimi zorlamayı. Nichanian “Dili kendi sınırlarına taşıyan bu edim, edebiyattır” diyor. Peki bu ne anlama geliyor?
II. Ses kundağında eksilme
Cevap için acele etmemeli. Odağı genişletip soruları çoğaltmak mümkün ve ihtiyaç. Amitav Ghosh Büyük Kaos’ta “eğer” diyor, “belli başlı edebi türler bu sel taşkınlarını tartışmaya açmazsa yok olmaya mahkûm olacaklar”… Soru şu: Toplumsal, hatta bilimsel alan ile yaratıcı alanın sınırlarının son derece net bir şekilde ayrılması ya da yaratıcı alanın diğerini kendisinin bir aracı/nesnesi kılması bir problem olabilir mi? Peki dün’ün acılarını öğrenen, bugünküleri bizzat yaşayan, tanıklar olarak yazan ne yapacak, nasıl anlatacak? Hikâye elbette yok değil. Hem ne hatırlamak, öğrenmek ne haberdar olmak, duymak zor bugün. O halde yazanın esas uğraşı hikâye toplamaktan ziyade bunları nasıl anlatacağına dair mi olmalı? “Belki de hatırlamaya çok fazla değer verilirken düşünmeye yeteri kadar değer verilmiyor.” Beatriz Sarlo’nun Geçmiş Zaman kitabında Susan Sontag’dan aktardığı bu cümle edebiyat için bir soruya soru/sorunsal değil mi? En basit haliyle, anlatmaya –daha da tehlikelisi, belki anlatan olduğunu göstermeye– duyulan arzu, nasıl ve ne üzerine düşünmeyi engelliyor mu?
Peki ya kurban edilen hayvanlar? İnsan/din/inanç/gelenek/kültür, ama nihayetinde insan için/adına/uğruna kurban edilen hayvanlar? Nihayetinde mesela Çanakkale’de orman yandı, ama “yangında hiçbir can kaybı yok”. Yok mu?
Ghosh “edebiyatın olasılık dışı anlar ve sahnelere, ölçüsüzlüğe, rastlantılara, şaşırmalara, felaketlere açık olmasının” gerekliliğini sık sık vurguluyor. Kendi akıl, kalp, beden sesimizin insana dayalı tüm dış seslerin beraberinde, bazen bunları kısarak, yeryüzünün o değişken sesi, sıçramaları, zıplamaları, patlamaları, durmaları, uyumaları, susmalarının sesine kulağı ve dili açmayı, dili buradan kurmayı denemeyi salık veriyor. Ses’ten. Hatırlamak için tam zamanı: “Ses kundağı”. Nilüfer Güngörmüş, bebeğin “dışarıdan ve içeriden sesler, tatlar, kokularla sarıp sarmalanmış durumda” olduğunu, “kat kat saran bu kundakların deri-benliğin gelişmesine katkıda bulunduğunu” ve en önemlisinin “ses kundağı” olduğunu söylüyor Sanatçının Kendine Yolculuğu’nda. Bu kundaktaktaki sesler çeşit çeşit. Zira bebek “rahim evreni içinde bulunduğu andan itibaren bir ses evreni içinde yaşar”. Sonrasında sesler aracılığıyla iletişim kurar, yorumlar, anlamlandırır, kelimeler, düşünür… Yazar/şair, tıpkı ses kundağı gibi, dilin de, yeryüzünün de kendi ses kundaklarını duyuyor mu acaba? Sesler arası geçirgenliğe, buluşmalara metnini ne kadar açıyor? Bir yandan kendi sesine ve sessizliğine çekilirken bir yandan dışarınınkilere açılırken kendisiyle dışı arasında eşit bir ilişki kurabiliyor mu? Birbirinde erime, kaybolma değil de, bile isteye kendi sesini, dilini eksiltmek için çabalıyor mu? Bunu deniyor mu? Eksiltili dile eksiltmeye açıyor mu dilini? Kendi ses kundağından dışarıya açılarak yeryüzünün, insan dışı canlıların, havanın, suyun, toprağın sesi ve suslarına çeviriyor mu kulağını?
III. Yas hiyerarşisi
Hangi sesleri duyduğu önemli. Zira ses, hangi yaraya ve yasa açık olduğunu, hangi felakete, yaraya kendisini açtığını da gösteriyor. Judith Butler’ın Kırılgan Hayatlar’da sorduğu soru: Mealen, kimin hayatı için yas tutulup kiminki için tutulamaz? Yası tutulabilir ve tutulamaz hayatlar ayrımının, “yas hiyerarşisinin” kimler, neler, ne zaman, nasıl yapıldığı üzerine düşünüyor Butler. Irksal, dinsel, etnik, cinsiyet temelli sınırları tartışıyor. Yaralanabilmiş olmanın şiddetten, mülksüzleştirmeden, korkudan mustarip olma durumunu anlamaya açık hale gelmek demek olduğunu söylüyor. Peki sahiden böyle mi? Guantanamo’da hapsedilen insan ve Mora kampında hapsedilen mülteci ile mezbahada, hayvanat bahçesinde, yunus parklarında, laboratuvarlarda, fabrikalarda, çiftliklerde hapsedilen hayvanlar ya da yabandaki yaşam alanından, ormandan yol, köprü geçtiği, toplu konut yapıldığı, maden ocağı açıldığı için yerinden yurdundan sürgün edilen hayvanlar? Yaşadığı ırmağa, göle siyanür karıştığı için zehirlenen hayvanlar? Peki ya kurban edilen hayvanlar? İnsan/din/inanç/gelenek/kültür, ama nihayetinde insan için/adına/uğruna kurban edilen hayvanlar? Nihayetinde mesela Çanakkale’de orman yandı, ama “yangında hiçbir can kaybı yok”. Yok mu?
Butler çok haklı bir cümle kuruyor, “kimlerin hayatlarının hayat, kimlerin ölümlerinin ölüm sayılacağına” kamusal alanı kuranların karar verdiğini vurgulayarak soruyor: “Birisi kaybedilmişse ve kaybedilen kişi biri değilse öyleyse kayıp nedir, nerededir ve yas nasıl gerçekleşir?” Ama görüyoruz ki o da bunu daha çok insanı merkeze alarak soruyor. İnsan dışı canlıların bedenlerinin yası bir ihtimal olarak belirmekle beraber sınır çizgisi burada yeterince bulanıklaşmıyor. Geçirgenlik geçiştiriliyor mu şüphesi uyanıyor. Yaratıcı bir şüphe. Zira burası bir eşik, insan dışı canlılara da açılabileceğimiz bir eşik, imkân.[1]
IV. Evden çıkmak
Sara Ahmed Feminist Bir Yaşam Sürmek’te feminist eylemi küçük dalgalara benzetiyor. Suyun yüzeyindeki hareketlerin dışa doğru peş peşe halkalar doğurduğunu söylüyor ve ekliyor: “Feminizm bağlantılar kurma dinamizmidir.”
Rebecca Solnit pek çok kurum ve alanda yok sayılmasını bedeninden kazıyarak kendini var etme tecrübesini anlattığı Yokluğumdan Aklımda Kalanlar’da ırkçılıktan cinsiyetçiliğe, kapitalizmden homofobiye, sömürgecilikten köleliğe, eko-kıyıma kadar iktidarın nasıl işlediğini ve sebep olduğu ayrımcılığı, zulmü, zorbalığı diğerlerinin tecrübelerinden hareketle dile getirirken kişisel ile kolektif mücadelenin, estetik ve etik sorumluluğu gözardı etmeden hem yaratıcı alana hem aktivizme nasıl akabileceğini de örneklendiriyor. Kuir bağların, kesişimselliğin altını önemle çiziyor. Bunun yazıda, kurmacada estetik kaygılarımızla beraber nasıl mümkün olacağı da yazarın önündeki sorulardan biri. Ancak burada çeşitli riskler, tuzaklar da yok değil: Siyaseten doğruculuk tuzağına düşmek mesela. Angaje olunan ya da olunduğu varsayılan ideolojinin kurmacaya boca edilmesi, öykünün, şiirin, romanın bunların aracı kılınması, edebiyata temsil rolünün/görevinin atanması. Bu da yazanı Nichanian’ın edebiyat tanımına getiriyor yeniden: Dilsel edimi zorlama, dili kendi sınırlarına taşıma.
Edebiyatta hayvan ders ve öğüt verme aracı olabiliyor. İnsanın yol göstericisi, yoldaşı, arkadaşı, iyileştiricisi, desteği, aracı, kaynağı, korku nesnesi ya da. Ne var ki her biri insan merkezci bir bakışla söylenmiş ve yazılmış metinler. O zaman nerelere, kimlere bakmalı?
Bunu Nilüfer Güngörmüş’ün edebiyat tanımıyla beraber düşünmek bizi bazı cevaplara yaklaştırabilir. Güngörmüş, Sevim Burak’la ilgili “Eşsiz Şiirler Biçme Dikme Sanatı” adlı yazısını şöyle bitiriyor: “Sonuçta edebiyat ölüme ve yokluğa karşı bir meydan okumadır. Bir tesellidir. Parçalanmaya karşı bir onarım ve bütünleşme çabasıdır. Sonsuzluğun zihnimizde yarattığı sersemletici etkiye ve sonluluğun uyandırdığı çaresizliğe karşı başımızı sokabildiğimiz bir evdir.”
O halde bir ev ödevi daha yazana: Bu evin sınırlarını zorlamak, evi sürekli dışarıya açmak, değiştirmek, dönüştürmek. Beri yandan, Barbara Casin Nostalji kitabının açılışında soruyor: “Eve dönüyorum denebilir ama, döndüğüm yer evim değil. Bunun nedeni belki de bir evimin olmaması. Ya da daha doğrusu, evde olmadığım zaman kendimi daha fazla evimde, evim gibi bir yerde hissediyorum. Öyleyse insan ne zaman evindedir?”
O halde yazar hem evde olduğu varsayımı/sanısı üzerinden hem de tüm yersiz yurtsuzluğunu, hatta evden/dilden sürülmüşlüğünü idrak ederek mi başlayacak yazmaya? Rosi Braidotti’nin tanımladığı haliyle cinsiyetlendirilmiş, ırksal olarak belirlenmiş, insan merkezci beyaz, eril, heteroseksüel düzenin kurduğu zihin ve dilin dışında(n). Salt insan olan ötekine değil hayvana, hayvan oluşa açılan, onun yarasını ve yasını duyarak, idrak ederek. Neden mümkün olmasın?
V. Edebiyatta hayvan
Tahayyül imkânı için söz artık edebiyata geçebilir. Önce bilinenin tekrarı, hatırlayıp geçmelik: Destanlar, halk hikâyeleri, meseller, masallar, fabllar, mesneviler… Edebiyatta hayvan elbette var, sözlü ve yazılı kültürde. Mecazlar, metaforlar, alegoriler, insandan hayvana, hayvandan insana aktarmalar, konuşturmalar, somutlamalar… Ders ve öğüt verme aracı olabiliyor. İnsanın yol göstericisi, yoldaşı, arkadaşı, iyileştiricisi, desteği, aracı, kaynağı, korku nesnesi ya da. Ne var ki her biri insan merkezci bir bakışla söylenmiş ve yazılmış metinler. O zaman nerelere, kimlere bakmalı?
Şiirin Yârenliği: Elif Sofya, Dik Âlâ
Elif Sofya felaket karşısında etik ve estetik açıdan sorumluluk alırken okuru da bu sorumluluğu almaya maruz bırakır. Şiirini yeryüzündeki tüm canlılar arasındaki bağları duyarak ve gözeterek kurar. Yok oluşun, eko kıyımın kaydını tutar.
Heykeli hiç yontulmayacak sansarların
Su zambaklarının
Göçebe halkların
Düzmece tarih” diye ifade ettiği resmi tarih anlatısıyla da hesaplaşır. Dünün tarihinin ve geleceğin tahayyülünün salt insan için ve insan merkezci bir bakışla yazılmasını eleştirir.
Elif Sofya şiirini insanın sebep olduğu tüm yaralara, en çok da ekolojik yaralara açarken, insana kendi yaralanabilirliğini hatırlatmaz sadece, bilâkis yaralama potansiyeliyle, failliğiyle yüzleştirir onu.
Şiiri, eleştirel bir yas hafızasıdır. İnsan ile insan olmayan canlılar arasındaki ikilikler silik, bulanıktır. Canlılar, geçirgen bir zeminde birbirleriyle ilişkisel bir şekilde varolur. Hayvanların zorunlu göçü, göç edenlerin uğradığı saldırılar, insan eliyle hemen her an ve her yerde yaşanabilecek ölüm, mezbahalar, avlanan, tabaktaki, midedeki hayvanlar…
Bir yıkım krallığı kuruyorsun hızlıca
Irmaklara parmakların geçiyor
Hidroelektrikleniyor serbestliği suların
Kırlara kırılarak dağılırken hayvanlar
Dağların derisi yüzülürken
Kışkırtılmış kahkahalar boğuluyor yamaçlarımda
İçimde ağaçlar ve
Çılgın çalgılarıyla kuşlar yürüyor
Eril bir iktidara işaret eder Sofya. “Sen” diye seslenir, faili doğrudan işaret eder. Özneyi edilgen bir dille saklamaz. Irmaklar, kırlar, dağlar, sular tahrip edilmektedir. Parmakları geçirmek, deriyi yüzmek’le işaret ettiği bu şiddet, yıkımın boyutlarını görünür kılar. Okur parmağın geçirilmesini, derinin yüzülmesinin acısını teninde, derisinde, kemiğinde yaşar, vicdanında değil. Seslenilen, onun merhameti değildir. İrkilir, ürperir. Konuşan/seslenen şiir kişisi kendisini yeryüzünün parçası olarak konumlandırır. Yıkımın acısını yaşayan, ağaçların ve kuşların yürüdüğü bir dağ / beraber canı yanan bir canlıdır. İnsan olmaklığını kendisinden soymuş bir canlı. Okurda yankılanansa insanın barbarlığının şehvetli kahkahasıdır.
Görüleceği üzere Sofya şiirini insanın sebep olduğu tüm yaralara, en çok da ekolojik yaralara açarken, insana kendi yaralanabilirliğini hatırlatmaz sadece, bilâkis yaralama potansiyeliyle, failliğiyle yüzleştirir onu. Ama ona, onunla yola çıkmaya inanmadığını, sebeplerini daha baştan açıkça dile getirir:
Şimdi sizinle ne yapılabilir
Hangi kavgaya girsek
Bileğiniz kırılgan ve kaypak
Hangi ölüme karşı dursak
Midenizde kuzular, kuşlar
Bunun yanı sıra doğayı insana dair olanı, duygu ya da durumları anlatmanın aracı kılmaz, öyle betimlemez. Doğa/yeryüzü bir öznedir onun şiirinde. İnsan olmayanı idealleştirmez de. Yeryüzü, yabanla beraber yaşayan bir özne olarak yaralanabilirdir. Kırılgandır. Dolayısıyla tahakküme maruz kalan, kaybeden, ölen, yası tutulacak olan da sadece insan değildir. Hayvanın maruz kaldığı felaket, ölümü ve yası duyulsun duyulmasın, canlıdır. Bu, her şiirine sızar. Bununla bir sürekliliğe de işaret eder. Sona doğru akan bir süreklilik. Yeryüzüne ve yabana ağıttır bu.
Nihayetinde okuru tanıklığının imkânsızlığının diliyle tanıştırır. Kendisinin, dilinin yeryüzünde bir fazlalık olma ihtimali gerçeğine maruz bırakır.
Dilimi her sözle küçültüyorum
Söz ve dil birlikte bitsin diye
Ama niye
Sessizlikte yavaşlayacak çünkü dünya
Gürültüsü makinelerin susunca
Alçak bir sesle, az kelimeyle, kırık ve parçalı, eksik ve eksilterek konuşur Sofya şiirinde. İnsan olarak hizalandığı yerden değil de yeryüzünden hizalanarak kurar şiirini. Gündelik yaşamda ve edebiyatta dili de gürültülü bulur, sanata, mecaza, metafora düşürmez yolunu. Hayvan, hayvandır onda. O kadar. Misal beton, azot, barut… da neyse odur.
Limonda zehir var
Göğsümde karbon ve monoksit
İterek çıkıyor sözcükler dilimi dışarıya
Üzerinden atların atladığı
bir tarih dilimi seçiyorum
Bir devlet maketini parçalayınca
iskeleti kuruluyor bu şiirin
Devletin ve dilin yıkımıyla ancak mümkün bir yazıya işaret eder burada. Yaralanabilirlik açısından çırılçıplak olanın karşısına çıkarken dilinden insanı/insanlığı, onun kurduklarını kazır. Üstten, tepeden anlatmak, aktarmak, dile getirmek değildir tercih ettiği. Eşitlendiği noktadan duymak ve seslemektir. Okurun da kulağında bir ses kalır. Yaralanabilir ve hatta yaralı bir sestir bu. Yaralı bir hayvan sesi. Konfor bozan, tedirgin ve rahatsız eden bir ses. Hırıltılı bir ses.
Sofya’nın şiiri o düzmece tarihi de alaşağı eder. Bunu yaparken de insanın öldürülmesi ve mülksüzleştirilmesi ile hayvanınki arasındaki benzerliği hatırlatır. Toplama kampları ile mezbahalar, şehirler, otobanlar ile kafesler… Kıyım mekânlarının arasındaki bağları görünür kılar.
Elif Sofya şiiri tüm yaralanabilirlere açar, onları buluşturur. Kesişimsel bir direnişe, politikaya da işaret eder. Göç etmiş bir mülteci, yurdundan sürülmüş bir Ermeni kadın, devletin öldürdüğü Ali İsmail Korkmaz… Tehcir, Struma, Roboski, betonlaşma… bunların birini öbüründen ayırmaz.
Bursa’dan Halep’e fırlatılmış
Kana batırılmış kızların ahıyla
Soluksuz demirden tığ
Ellerini büyüten dantellerin aklığında titriyor
Gördüm göğsünde gürültü
Gölgende ağzı yaralı hayvanlar duruyor
Fırlatan, batıran, yaralayan sonra kendine bir tarih yazmıştır…
Senin adına Melek diyen bu düzmece tarih
Hâlâ sürüyor ve sürünüyor açık yaralarıma
Sofya’nın şiiri o düzmece tarihi de alaşağı eder. Bunu yaparken de insanın öldürülmesi ve mülksüzleştirilmesi ile hayvanınki arasındaki benzerliği hatırlatır. Toplama kampları ile mezbahalar, şehirler, otobanlar ile kafesler… Kıyım mekânlarının arasındaki bağları görünür kılar. Uygarlığıyla gurur duyan insana hatırlatır, duyurur, işaret eder. Zira biz hepimiz:
Hem temizim, hem de nezih steril
Nasılsa gözden uzak çalışıyor mezbaha
Toplama kamplarının olmuş olduğu kadar uzakta
Orada olan bitene hâlâ
Olup bitmiyormuş gibiyiz hepimiz
Apaçık ki Elif Sofya’nın bakış ve duyuşunun merkezinde insan dışı canlılar, doğa, yeryüzü vardır. Bu, şiirinin ana harcı ya da omurgasıdır denebilir. Kırık dökük çizik hasarlı bir omurgadır bu da. Ölümle, parçalanmakla ve yasla burun burunadır.
Bana ölümünle gülümse
Çünkü yaralarından yavru ceylanlar çıkıyor
Havada kuşlar
Düzde katırlarla köylüler parçalanıyor
Bu ağır travmayı atlatabilsem
Fışkıracak içimdeki seslerin suya yakın yerleri
İşte bu hasarlı, travmalı omurganın tarih dışı, edebiyat, dil dışı, tahayyül dışı bırakılmasına itiraz eder o. Sadece resmi tarihe değil, onun insan merkezci olmasına da. Ekokırımların da yer aldığı bir tarih ve edebiyat “önerir”. Zira failler değişmezken yaralananlar, kıyım ve kırıma uğrayanlar değişmektedir. İşte o kapitalist, modernist, uygar, eril, heteroseksist muktedir karşısında onları ortak bir zeminde buluşturur: Yara ve yas yârenliği.
Hiyerarşi kurmaz. Ancak belki de en ötelenen, yok sayılan, duyulmayan yeryüzünün, yabanın, hayvanın yası tüm şiirlerinde muhakkak uç verir, kat kat açılır.
Nispeten yakın zamanda yayımlanan diğer kitabı hayhuy’a (YKY, 2019) değinmeye yer kalmamış olsa da, toparlamaya çalışmalı artık. Elif Sofya’nın bakış, tavır, dil ve biçimi antroposantrik olana karşı eko-merkezcidir. Fail olarak işaret ettiği insanı eleştiriye açar. Faili, fail olarak dil ve eylemiyle yüzleştirir. Metnin, dilin, edebiyatın ve insanın geçerli, yerleşik, alıştığı yerini sağlamlaştırmayı değil, buna karşı direnişi, onları bu yerlerinden etmeyi amaçlar. Var olan ilişkileri, yerleşikleşmiş pozisyonları teşhir edip dönüştürür. Okuru da yerleşiğin, konforlu alanının dışındaki bakış ve dile, etik ve estetik bir etkiye, etkilenmeye –deyim yerindeyse– maruz bırakır.
Edebiyat kendini kurmacada felakete, yaraya, yaralanabilirliğe ve yasa açacaksa bugün, tam da buradan başlaması ve bakması gerekiyor olabilir. Ötesi berisi söylem tekerrürü, dil israfı değilse nedir? Yabanın yara ve yasını yine yabanda bırakmak değilse nedir? Elif Sofya’yla bitsin yazı:
Dilimi her sözle küçültüyorum
Söz ve dil birlikte bitsin diye
Ama niye
Sessizlikte yavaşlayacak çünkü dünya
Gürültüsü makinelerin susunca
* Bu yazı, Ateş Alplar’ın Perform İstanbul’da organize ettiği, Sema Aslan, Mehmet Said Aydın ve Melike Koçak’ın konuşmacı olduğu “Bakmanın Ağırlığı –II: Felaket, Yas ve Kelimeler” başlıklı etkinlik kapsamındaki konuşmadan hareketle yazıldı.
Adı geçen eserler
Amitav Ghosh, Büyük Kaos –İklim Değişikliği ve Hiç Düşünülmeyenler, çev. İrem Uzunhasanoğlu, Timaş Yayınları
Barbara Cassin, Nostalji –İnsan Ne Zaman Evindedir? (Odysseus, Aeneas, Arendt), çev. Seçil Kıvrak, Kolektif Kitap
Beatriz Sarlo, Geçmiş Zaman –Bellek Kültürü ve Özneye Dönüş Üzerine Bir Tartışma, çev. Peral Bayaz Charum – Deniz Ekinci, Metis Yayınları
Elif Sofya, Dik Âlâ, Yapı Kredi Yayınları, 2014
Jacques Rancière, Kurmacanın Kıyıları,çev. Yunus Çetin, Metis Yayınları
Judith Butler, Kırılgan Hayat –Yasın ve Şiddetin Gücü, çev. Başak Ertür, Metis Yayınları
March Nichanian, Edebiyat ve Felaket, çev. Ayşegül Sönmezay, İletişim Yayınları
Nilüfer E. Güngörmüş, Sanatçının Kendine Yolculuğu –Sanat ve Edebiyat Üzerine Psikanalitik Denemeler, Metis Yayınları
Rebecca Solnit, Yokluğumdan Aklımda Kalanlar, çev. Seda Çıngay Mellor, Minotor Kitap, 2021
Rosi Braidotti, Göçebe Özneler –Çağdaş Feminist Kuramda Bedenleşme ve Cinsiyet Farklılığı, çev: Öznur Karakaş, Kolektif Kitap
Sara Ahmed, Feminist Bir Yaşam Sürmek, çev. Beyza Sümer Aydaş, Sel Yayıncılık
[1] Tüm bunlar ve fazlası için Mine Yıldırım’ın Sanat Dünyamız dergisinin Temmuz-Ağustos 2023 tarihli 195. sayısındaki “Tanıklık Sorumluluk ve İhtimam Politikası Olarak Afetlerde Hayvan Kurtarma”başlıklı yazısı okunabilir.