Türkiye’de her müzisyene nasip olmayan bir film prodüksiyonu ve izleyici ilgisi Müslüm Gürses’e nasip oldu. İyi de oldu. “Müslüm” filmi daha vizyona girdiği hafta insanları salonlara çekti, gidenler genellikle övgüler düzdü, Timuçin Esen’in oyunculuğu takdirle karşılandı. Peki, ortalama bir sinemaseverin veya sinemacıların dışında, “harbi Müslümcüler”, onyıllarca acılarını, sevinçlerini onunla yaşayanlar filme ne diyecekti, film onlara ne söyleyecekti? ‘80’lerden bugüne, Adana mahallelerinden İstanbul’a uzanan bir mercekle “Müslüm”e zoom yapıyoruz…
Müziği, yaşamı, hayran kitlesiyle olduğu kadar ölümü ve cenazesinde yaşananlarla da kendi başına bir akım, bir sosyolojinin temsilcisi olan Müslüm Gürses, geçtiğimiz günlerde vizyona giren ve yaşamının anlatıldığı filmiyle gündemin en üst sıralarına oturdu.
Bende yer eden Müslüm’ü bir gün yazacağımı elbette biliyordum, ama bu filmin ve çağrıştırdığı olumsuzlukların vesile olmasını istemezdim. Ancak vizyona girdiği haftasonu iki defa izledikten sonra “yazmasam deli olacaktım” noktasına geldiğimi sıkıntı içinde fark ettim. Üstüne bir de filmin etrafında dönen tartışmaları görünce yazmak bir görev, bir sorumluluk oldu benim için.
Diyarbakır’dan Adana’ya göç eden Kürt anne-babanın Adana doğumlu bir çocuğu olarak, çok erken tanıştım arabesk müzikle ve “Babalar”la. 1987’den itibaren tam 11 yılımı geçirdiğim Hürriyet Mahallesi, eski ve yoksul Adana’nın köklü ve namlı bölgelerinden biriydi, hâlâ da öyledir. Sıfır Bir isimli bir internet dizisiyle de zaten mahalle fenomen haline gelmiş durumda.
Evde ve mahallede kendimi bildiğim ilk zamanlardan itibaren gündelik hayatımın bir parçası olan Müslüm’ü ilk defa evdeki Gitme (1986) kasetiyle tanıdım. Ama hayatımda özel yer kaplamaya başlaması, ortaokul yıllarımda bütün okul çevremin arabesksever olması ve özellikle Müslüm’ün müstesna yerini görmekle oldu. 10-11 yaşlarında çocuklardan bahsediyorum. Müslüm dinleyerek âşık oluyorduk, platonik aşktan dertlere düşüyorduk. Aşka da, acıya da sebepti onun şarkıları.
Büyük paralar harcandığı belli olan filmde kullanılan kostümler Grand Pera isimli mekânda sergileniyor. Bir zamanlar içinde yer alan yüz yıllık Emek Sineması’nın yıkılıp AVM’ye dönüştürüldüğü Cercle D’orient’da. Her şey, her değer yeni Türkiye’ye uydurularak, adapte edilerek varlığını devam ettiriyor veya içeriliyor. Müslüm Gürses’in de içini boşaltma operasyonu devam ediyor.
Bizim sokaklar
Yıllar boyunca onunla kurduğum ilişki devam etti. Evimde Müslüm’ün kasetleri seri halinde bulunurdu. Bütün okul harçlığımı onlara yatırırdım (tabii Ferdi ve Orhan da vardı, ben üçünün de hayranıydım). Üniversiteyi kazanıp başka bir şehre gitmem gerektiğinde, hiç istemeden bu kasetleri satarak yol paramı çıkarmıştım…
Üniversiteye ilk adım attığımda hayatımda hem Müslüm vardı hem de Mozart! Bu ikisini yan yana telaffuz ettiğimde ve bu farklılığı savunmak durumunda kaldığımda üzerime çevrilen tuhaf bakışları bugün gibi hatırlıyorum.
Ben hiçbir zaman bilinen anlamda “Müslümcü” olmadım, ama her zaman şarkılarıyla, naifliği ve duruşuyla hayatımda yer etti Müslüm Gürses. Ortaokul yıllarımda birebir arabesk mesaisi yaptığım arkadaşlarım olsa da (nam-ı diğer jiletçiler; gerçi benim arkadaşlarım genelde çatal kullanırdı) ben o dünyaya girmedim; öyle bir ifade biçimine gereksinim duymadım demek ki. Ama en yakın arkadaşlarımdan başlayarak geniş bir çevreme yayılan bu hadiseyi hiçbir zaman yadırgamadım. Hâlâ da yadırgamıyorum.
Müslüm benim için hiçbir zaman uzaktaki yıldız, hiçbir zaman ulaşılmaz kişi olmadı. Belki bu nedenle konserine gitme ihtiyacı hiç duymadım ve gitmediğim için de pişman olmadım. Aynı sokakları adımladığım, aynı ortamı soluduğum için olacak, hayatımın bir parçasıydı hep. Hatta bizim sokaktaki güzel Suzan teyzeye olan aşkı hep dile gelirdi mahallede. Bunun doğru olup olmamasından ziyade, Müslüm’ün bize bu kadar yakın bir varlığımız olmasıydı mesele.
Hayatına dair karanlık ve acı detayları ilerleyen yıllarda öğrendikçe ona olan saygım büyüdü elbette. Her zaman bir derviş ruhuna sahip olduğunu düşünürdüm Müslüm’ün. Bu dervişane tavır, yaşadığı acıyla ve ağır dramla baş etmenin bir yoluydu aynı zamanda. Her yönüyle affeden, bağışlayan ve bunu göze sokmayan bir kalenderlik. Kendisini bıçaklayan hayranını bağışlaması, temelini bu tavırdan alıyor kanımca.
“Yakarsa dünyayı garipler yakar”, “Bizi bu fark yaraları öldürür”, “Anasızlık, babasızlık, ille de şu parasızlık”… Bunların hiçbirinin esamesi okunmuyor filmde.
Müslüm filminin içermedikleri
Bütün bu hatıralar, açığa çıkan bellek ve hislerle büyük bir heyecanla gittiğimi söylemeliyim filme. Beş yıl aradan sonra Müslüm Gürses’le bir şekilde yeniden buluşup onu anma fırsatıydı bu benim için. Ancak hayal ettiğim gibi olmadı. Dilerseniz madde madde meramımı anlatayım:
- Bu filmin esas amacı, çok net söyleyebilirim ki, Müslüm Gürses’in hayat hikâyesinin kuvvetli dram öğelerine yaslanarak büyük bir prodüksiyon ve reklam ile gişe yapmak, para kazanmak. Yani filmin Müslüm Gürses diye bir derdi yok maalesef. Öyle olsaydı çok daha mütevazı bir bütçeyle derinliği fazla bir Müslüm portresi izleyebilirdik. Yazık, büyük bir fırsat ticari akla heba edilmiş.
- Film, hayat hikâyesi zaten dramatik öğelerle dolu olan Müslüm ve yine başlı başına trajik bir hayatın öznesi olan Muhterem Nur gibi iki ismi odağına almasına rağmen, seyirciyi ağlatayım diye uğraşmış; dramın dozunu yükseltmek için hiç ihtiyaç yokken hikâyedeki bazı öğelerin zamansallıklarıyla oynamış. Örneğin, Müslüm’ün annesi aslında şarkı yarışmasından bir gün önce öldürülüyor, ama filmde birinci olduğu günün akşamında öldürülüyor; Müslüm, Muhterem Nur’u filmde olduğu gibi sahnede değil, kuliste tokatlıyor; Gülhane konserinde değil, Bursa’daki bir konserde bıçaklanıyor vb.
Bu tür biyografi filmlerinde, filmin başında “…hayatından esinlenilmiştir” gibi bir ifade yer alır genelde. Bu da filmi yapan ekibe bir miktar serbestlik hakkı kazandırır. Ama filmin en başında “Bu film Müslüm Gürses’in gerçek hayat hikâyesidir” ibaresini görüyoruz. O zaman buna uygun ilerlemesini bir izleyici olarak ben bekliyorum açıkçası. Ama belli ki gişe ve para yapacak bir anlayışı sektöre yerleştirmeye çalışan yapımcılar ve film ekibi, hem gerçek hikâye deyip hem de dramın dozunu yükseltmek adına istedikleri gibi at koşturabilecekleri bir zemin inşa ediyorlar. -
Bir diğer mesele, Müslüm’ün sesine, şarkılarına, yüzüne film boyunca hasret kalıyoruz. Bu tür filmler, bir bakıma kaybı yaşanan şahsı anmanın bir vesilesidir. Dolayısıyla andığınız ismin ürettiklerini, eserlerini bir şekilde görmek, duymak, hissetmek istiyorsunuz. Kaset kapaklarında Müslüm’ün resmi dahi yoktu. Her şey sıfırdan kurgulanmış. Hiç olmazsa sahnede olunmayan kısımlarda birkaç Müslüm şarkısı dinlemek istiyor insan. Şunu da ekleyelim: Şarkı seçimleri çok kötüydü filmin. Asla Müslüm Gürses ortalamasını yansıtmadığını söyleyebilirim. Bence bu da ekibin Müslüm’ü tanımamasından, gelecek seyircinin neyi beklediğini, bekleyebileceğini bilmemesinden kaynaklanmakta.
- Dönem filmi çekiyoruz diyerek yapılan harcamaya, bütçeye sürekli vurgu yapan film ekibi, yukarda bahsettiğimiz ticari kaygının bence çirkin bir parçası olarak, filmin içine reklam yerleştirmiş. Yapımcı şirketin devam etmekte olan proje filmlerinden birisinin afişi, eski film afişi olarak sinemada asılı durmakta (afişteki filmin ismi: Çiçero).
- Oyunculuk meselesine gelecek olursak, ortaya konan emeğin hakkını vermek gerekiyor. Belli ki Timuçin Esen, rolün hakkını vermek için olağanüstü çaba sarf etmiş. Ayrıca sevdiğim bir oyuncudur. Ancak maalesef, abartılı bir tarzının olduğunu düşünüyorum. Gerçi Müslüm gibi bir insanı canlandırıyorsun, baştan büyük bir yükün altındasın demektir, o yüzden haksızlık etmek istemiyorum. Ama beden hareketleri maalesef etkili olamamış, konuşma tarzı çok sırıtmış. Müslüm şarkı söylerken kendinden geçer, doğru, ancak her zaman bedeninin üst kısmı sallanır örneğin; Esen, bütün vücudunu sallayarak abartılı bir oyunculuk sergilemiş.
Zerrin Tekindor ise maalesef pek çaba da göstermemiş ve kötü bir oyunculuk sergilemiş. Dolayısıyla filmin en sırıtan ve yabancılaştıran sahneleri, Nur ve Gürses ikilisinin arasında geçenler maalesef! Müslüm’ün gençliğini oynayan Şahin Kendirci ise tek kelimeyle mükemmel oynamış.
Müslüm’ün şahsındaki çelebilik farklı müzikleri bünyesinde eritebildiği gibi, bu müziklerle özdeş farklı toplumsal kesimleri de içermeli, içeriyor da. Müslüm zaten toplumun en alt kesimindeki milyonların sesi olmuş, onları hayatına, bünyesine katmış birisi. Esas problemli olan, Müslüm’ü ancak beyaz, ehlileşmiş haliyle kabul edebilen kesimin ikiyüzlülüğü.
Müslüm Gürses’in çocukları nerede?[1]
Ama filmin bence esas es geçtiği nokta şu ki, Müslüm’ün evlatları, hayran kitlesi filmde yok! Fiziken sadece bir sahnede, meşhur Gülhane konserinde (1989) karikatürize edilerek görünseler de, ne bir diyalog, ne bir karakter, ne bir yan unsur olarak asla yer almıyorlar filmde. Bu aynı zamanda Müslüm’ün de kitlesiyle kurduğu ilişkinin, mütevazı ve eşitlikçi yaklaşımının es geçilmesine yol açmış. Bu bahsi biraz açalım.
Müslüm Gürses’in benim nazarımda en temel iki özelliği şudur:
Birincisi, eşi ender bulunur bir icracıdır Müslüm Gürses. Hemen her türden şarkıyı hakkınca okuyabilir. Ben özellikle sanat müziği yorumlarına mesela bayılırım. Halk müziği, deyişler, rock… Liste uzar gider.
İkincisi ise, eşitlikçi, egodan arınmış, yukardan bakmayan, inanılmaz mütevazı bir insan ve sanatçı olmasıdır. Her türlü mekânda, ülkenin ve dünyanın her yerinde konser vermesiyle bilinir. Sevenleri kimse ve neredeyse, davet gelen her yerde biten bir özelliği vardır Müslüm’ün. Bu konuda ve bence Müslüm hakkında en sahici yazıları yazan Murat Meriç’in bir tanıklığını aktarayım:
“Müslüm Gürses’i ilk kez 1989’da gördüm. Ankara’da kaldığım yurdun (Balgat adıyla da bilinen Tahsin Banguoğlu Yurdu) hemen yanında, barakadan bozma bir pavyonda (Moonlight mıydı acaba adı?) ‘çıkardı’. En meşhur zamanlarıydı, Gülhane’yi art arda doldurduğu yıllar… Buna rağmen naylonlarla korunan ufacık bir barakada, yılda iki kere de olsa sevenleriyle buluşmayı hiç ihmal etmezdi. Bunu memleketin her yerinde yapardı üstelik.”[2]
Şimdi, sevenleriyle böyle bir iletişim kurma çabası içinde olan bir adamın milyonlarca ezilen insanla kurduğu ilişkiye odaklanmazsanız, bu kasıtlı bir tercihtir, Müslüm’ün etki etme kapasitesini ve bağlamını dert edinmemişsiniz demektir. Bu dert edinilmediği için filmde sınıfsal içerikli, sınıfsal göndermeli hiçbir şarkısı yer almaz:
“Yakarsa dünyayı garipler yakar”, “Bizi bu fark yaraları öldürür”, “Anasızlık, babasızlık, ille de şu parasızlık”… Bunların hiçbirinin esamesi okunmuyor filmde.
Ezcümle, “Müslüm” filminin 2000’li yılların ortalarında başlayan “beyazlatma” operasyonunun bir devamı olduğunu düşünüyorum. Esas kitlesinden arındırılarak kitlelere sunuluyor.
Yeri gelmişken söyleyeyim: Müslüm’ün bu ehlileştirilme sürecini hiçbir zaman onun hayranlarına bir ihaneti olarak görmedim. Müslüm’ün şahsındaki çelebilik bence zaten bütün farklı müzikleri bünyesinde eritebildiği gibi, bu müziklerle özdeş farklı toplumsal kesimleri de içermeli, içeriyor da. Müslüm zaten toplumun en alt kesimindeki milyonların sesi olmuş, onları hayatına, bünyesine katmış birisi. Ama burada esas problemli olan, Müslüm’ü ancak beyaz, ehlileşmiş haliyle kabul edebilen kesimin ikiyüzlülüğü. Genel hayran kitlesinin de en temeldeki öfkesi buydu aslında. Bu ikiyüzlülüktü onları yaralayan. Bu yaranın evlatlarında babalarına yönelik bir kırgınlığa, küskünlüğe yol açtığını söyleyebiliriz. Ama burada oklar topluma çevrilmelidir kanaatimce, Müslüm’e değil. Nitekim Müslüm Gürses, bu dönemde yine icra yeteneğini konuşturuyor ve repertuarına bambaşka alanlardan eserler alarak hayatımıza “Nilüfer” gibi, “Affet” gibi enfes şarkıları kazandırmayı başarıyor, çok farklı kesimleri kucaklıyordu.
Film yapımcılarının emek düşmanlığı
Film vizyona girer girmez ortaya düşen itirazlar, tartışmalar gündemde yer almaya devam ediyor. Özellikle emek hırsızlığına yönelik bir ifşa ve uyarı yazısı[3] filmin yapım sürecine ve arka planına dair kuşkuları arttırdı. Ben filmden Gülşen İşeri’nin yapmakta olduğu kitap çalışması vesilesiyle haberdar oldum (Muhterem Nur: Ömrümce Ağladım, Doğan Kitap, 2017). Duyar duymaz heyecanla beklemeye koyuldum, filmi de, kitabı da. İşeri’nin Muhterem Nur’un hayatı hakkında hazırladığı kitap geçen sene çıktığında heyecanla almıştım, nitekim Nur’un hayatını ayrıca merak ediyordum. Müslüm Gürses’le yaptığı kader birliğinin yanısıra, onun da çok zor bir hayat sınavından geçtiğini bölük pörçük bilgilerle sezebiliyordum. Gülşen ve ekibinin başladığı Müslüm Gürses ve Muhterem Nur araştırması filmin temelini oluşturmuş aslında. Oldukça zengin bir ekip çalışması olmuş belli ki. Murat Meriç, Meral Özbek, Tuğrul Eryılmaz, Cemal Dindar, Murat Uyurkulak… Ama film yapılırken yapımcı firma haklarını Nuri Yıldırım’a satıyor, o da Mustafa Uslu ile ortak oluyor. Bu da tercihlerin belirlenmesinde, filmin vites değiştirmesinde etkili oluyor haliyle. Tabii, iki yönetmenin üslûp farkı ve aralarındaki anlaşmazlıklar, sette oyuncu ve yönetmenler arasında yaşanan yumruk yumruğa kavgalar da üretim sürecinin arka planına dair bir şeyler söylüyor kanımca.
Bu yönüyle de maalesef ruhuna gölge düşmüş bir film var önümüzde. Filmin künyesinde esas ekibin ismi dahi geçmiyor. İfşa metni çıktıktan sonra utanma belasına isimler bir bir zikredilmeye başlandı. Bu emek düşmanlığını kayda geçirirken süreci en baştan itibaren planlayıp fikri geliştiren, emek koyan Mine Şengöz başta olmak üzere Yıldız Bilgin Bayazıt ve Gülşen İşeri’yi anmadan geçmeyelim.
Filmin esas es geçtiği nokta Müslüm’ün evlatları, hayran kitlesi filmde yok! Ne bir diyalog, ne bir karakter, ne bir yan unsur olarak asla yer almıyorlar filmde. Bu aynı zamanda Müslüm’ün de kitlesiyle kurduğu ilişkinin, mütevazı ve eşitlikçi yaklaşımının es geçilmesine yol açmış.
Müslüm Baba kent suçu Grand Pera’da!
Bahsettiğimiz ağdalı PR çalışmasının bir parçası olarak büyük paralar harcandığı belli olan filmde kullanılan kostümler Grand Pera isimli mekânda sergileniyor. Burası neresi diyecek olursanız, bir zamanlar içinde yer alan yüz yıllık Emek Sineması’nın yıkılıp AVM’ye dönüştürüldüğü Cercle D’orient’ın Yeni Türkiye’deki adı. Her şey, her değer yeni Türkiye’ye uydurularak, adapte edilerek varlığını devam ettiriyor veya içeriliyor. Müslüm Gürses’in de içini boşaltma operasyonu devam ediyor.
Müslüm’ün ölümü çok şey alıp götürdü benden, bizden, hepimizden… Hele zamansız gidişi! Dört asın içinde en son gitmesi gerekenin ilk giden olması canımı yakmadı desem yalan olur. Orhan Gencebay’ı, İbrahim Tatlıses’i düşününce ne demek istediğim anlaşılıyordur. Böyle mütevazı, çelebi, hırsı alınmış bir insanın yokluğu Yeni Türkiye’yi idrak ederken daha fazla hissettiriyor kendini.
Filmin bir sahnesinde bir gazetecinin hayran kitlesi için “neden kendilerini jiletliyorlar” sorusuna, “yas tutuyorlar” cevabını verir Müslüm Gürses. Hayranları kendi bireysel ve toplumsal hayatlarının yasını tutuyorlardı o hayattayken; şimdi hem hayatın hem de onun yokluğunun yasını tutuyoruz tek başımıza ve hep birlikte. Yas sürüyor! Bu yas, aynı zamanda Müslüm Gürses’e sahip çıkmayı da gerektirir. Baba’ya sahip çıkalım!
Not-1: Ana akımda filmin gişe rakamıyla değerlendirileceği açık. Zaten rakamlar dolaşıyor ortalıkta. Ama bu aldatmasın kimseyi. Müslüm hakkında ne yaparsanız zaten milyonlarda karşılığını bulacaktır, insanlar meraktan gidecektir. Ayrıca, filmin toplam bütçesi kadar tanıtım bütçesi olunca bu kadar gişe zaten olacaktır.
Not-2: Filmde olan, kitapta da bahsi geçen Müslüm’ün Muhterem Nur’a (ve başka kadınlara) uyguladığı şiddet, bu şiddetin özellikle Nur tarafından nasıl karşılandığı vb. durumlara dair ayrıca bir yazı yazılması gerekir. Günümüze dair çıktıları olabilecek noktalar var. Ancak şiddet, özellikle kadına yönelik şiddet kimden gelirse gelsin asla ve asla normalleştirilmemeli.
Not-3: Filmden sonra birçok haber ve eleştiri yazısı okudum, köşe yazısı takip ettim, taradım. Meramıma denk iyi yazılara da rastladım, kötülerine de. Ancak, bir tanesi var ki paylaşmam lâzım. 1930’lar Türkiye’sinin jakoben kültür komiserlerine taş çıkartacak kadar sert racon kesip duran Enver Aysever’den inciler; takdiri okuyanlara bırakıyorum, buyrun:
“Laf lafı açıyor, geçende bir film gösterime girdi, adı Müslüm. Baktım herkes nasıl da övgüler düzüyor filme konu olan Müslüm Gürses’e. Elbette popüler kültüre ait, acılı yaşam süren birinin yaşamı film olabilir; ancak, Müslüm’den Pavarotti yaratmaya kalkmak da neyin nesi? Arabesk sanatın çukurudur, ülkedeki kültürel tükenişin en net örneğidir. Herhangi bir estetik değeri yoktur. Bağıra çağıra söylenen o berbat sözlerle ortaya çıkan gürültüye müzik muamelesi yapmak gerçek sanatçıya/müziğe ihanet değil de nedir?”
[1] Müslüm Baba’nın Evlatları belgeseli: https://www.youtube.com/watch?v=VkoYhAkXkDY
[2] Murat Meriç’in Müslüm’ün ölümünün ardından yazdığı yazı: http://www.radikal.com.tr/hayat/turkiye-en-has-arabeskcisini-kaybetti-1123680/
[3] Yıldız Bilgin Bayazıt’ın ifşa metni: https://www.instagram.com/p/Bpl21_KBlO-/