Claire-obscur’den (2000) dört yıl, tamamen yeni şarkılardan oluşan Le Danger’den (1996) sekiz yıl sonra yine yeni şarkılardan oluşan Tant de belles choses albümünü yapmaya sizi yönelten saikler neler oldu?
Françoise Hardy: Beni motive eden, Korsika’da geçirdiğimiz tatilde 15-16 yıldır beraber çalıştığım dostum Alain Lubrano’nun bana üç bestesini dinletmesi oldu. Bu tarzda bir albüm yapmak istiyordu benim için. Melodileri olağanüstü buldum. Aynı zamanlarda, bir başka sanatçı, Thierry Stremler bana harika iki şarkı demosu gönderdi. Birden kendimi beş olağanüstü melodiyle başbaşa buldum, zaten daha da fazlası gerekmiyor.
Bu albümde farklı sanatçılarla birlikte çalışmayı tercih ettiniz; farklılıklar dinlerken hissediliyor… Bu, özellikle aradığınız bir şey miydi?
Örneğin Perry Blake… Gerçi, Perry Blake’den ben şarkı istedim, o şarkıları getirdiğinde, demo öylesine eksiksiz, öylesine kusursuzdu ki, prodüksiyonu yapmasını başkasından istemek söz konusu bile olamazdı. Farklı bestecilerle çalıştığınız andan itibaren, onların şarkılarına uyan prodüksiyonlar yoluna gidiyorsunuz doğal olarak. Bugün artık bir albümün homojen olması gibi bir arayışım yok. Eğer bütün albüm tek bir sanatçının kontrolünde gerçekleşirse, albüm daha bütünlüklü oluyor ama, çoğunlukla hakikaten esinlenilmiş iki-üç şarkıdan fazlasını da bulamıyorsunuz. Artık farklı kişilerin en iyi bestelerini seçmeyi ve beni tamamen tatmin eden melodilerle daha çeşitli bir organizasyon yapmayı tercih ediyorum.
Perry Blake’le nasıl tanıştınız?
Bundan beş-altı yıl önce çıkan ilk albümünü çok sevmiştim. Sonra, bir söyleşide, benimle birlikte çalışmayı arzu ettiğini söylediğini okudum. Paris’te verdiği ilk konsere gitmiştim. Beni tanıdığını da bildiğim için, konser sonrasında tebrik etmek için yanına gitmeye cesaret ettim.
Benjamin Biolay’le nasıl bir araya geldiniz?
Genç Fransız sanatçılar arasında, açık arayla en sevdiğim Benjamin Biolay’dir; tabii, Keren Ann’la birlikte. Benjamin’le Henri Salvador’un albümü vesilesiyle tanıştım, o albümde bir şarkının sözlerini yazmıştım ve Henri Salvador’la düet halinde söylemiştim. O da bana Benjamin ve Keren Ann’ın birkaç şarkısını dinletmişti. Benjamin benim de dahil olduğum Virgin’le sözleşme imzalayınca, onunla karşılaşmam çok kolay oldu. Ve dost olduk. Yaptıklarını çok çok seviyorum, çok büyük bir melodist ve çok büyük bir yazar.
1962’den beri aslında hep aynı şeyi yazıyorum. Şarkılarımın çoğu otobiyografiktir. Duyguların verdiği ıstıraptan başka bir şey hakkında yazmayı bilmiyorum.
Daha önce birlikte birkaç kez çalıştığınız Kat Onoma’dan Rodolphe Burger bizim de çok ilgimizi çekiyor, onun hakkında ne söylersiniz?
Çok yakın dostum. Çok ilginç, çok yetenekli bulduğum biri… 1995’te onunla birlikte çalışmış olmak benim için bir rüyanın, bir fantezinin somutlaşmasıydı, abartmıyorum. Tamamen kendine özgü bir gitar çalışı var.
“Tant de belles choses”un sözlerine geçersek biraz…
İnsan benim yaşıma gelince, tutkulu aşklardan, bazı duygulardan, sıcağı sıcağına çok can yakan acılardan söz etmeye o kadar arzulu olmuyor… Öte yandan, “Tant de belles choses” gibi belli bir ruh halini yansıtan bir şarkıyı otuz yaşında yazamazdım. Böyle bir şarkıyı yazabilmek için ölüm tehlikesini yakınında hissetmesi lâzım insanın.
Yaşla beraber gelen belli bir rahatlama, bir tür huzur da yok mu?
“Tant de belles choses”un sözleri pozitif olmayı amaçlıyor. Ama sonuçta, ölüme yaklaşan biri söz konusu, dolayısıyla öyle hafif bir durum değil. Ben kesinlikle din karşıtıyım. Katoliklikten, dinlerin ürettiği hiçbir şeyden, insanların aptallaştırılmasından hazzetmiyorum. Buna karşılık, bütün dinleri aşan bir ruhaniliğe çok açığım. Yani şarkıda söylediğim şeye tamamen katılıyorum: Biri öldüğü zaman, ruhu maddi olandan, fiziksel olandan özgürleşir ve başka bir boyuta geçer. Ruh bedenden özgürleştiği ve hayatına başka yerde, başka türlü devam ettiği için o çok güçlü bağlar devam edemez diye bir şey yok. Bu hayatı terk etmek zorunda olmak, ölmek zorunda olmak, ölümden sonra başka bir hayatın olduğuna, yeryüzündekinden belki de daha iyi, hatta kuşkusuz daha iyi bir hayatın olduğuna inansanız da, ölümü düşünmek rahatlatıcı bir şey değil. En azından beni rahatlatmıyor, her şeyden daha çok korkutuyor…
Ama, dediğiniz doğru, yaşla birlikte bir kopuş, uzaklaşma da geliyor. Başka endişeler, başka sıkıntılar ortaya çıkıyor, yine de insan nihayet sahiplenmeden, kıskançlıktan, tutkudan, size acı çektiren her şeyden bir anlamda özgürleşiyor. Kayıtsızlaşmıyorsunuz, ama ilişkiler rahatlıyor.
Jagger, Bowie, hepimiz aynı kuşaktanız. Gençliğimizde yollarımız kesişti. Dönemin genç erkeklerinin bir kadında görmek istedikleri bir şeylere denk düşüyordum herhalde.
“Soir de gala” adlı parçada, “Dün gökyüzü ne kadar berraktı / Hayat ne kadar hafif / Güzel ve umut doluydu…” diyorsunuz. Geçmişe yönelik bir nostalji duyuyor musunuz?
Gençliğe nostalji hep vardır, çünkü gençken insan daha bilinçsiz oluyor, önünde bir gelecek olduğuna inanıyor. “Dün gökyüzü çok berraktı” derken… Her geçen gün her şeyin altüst olabileceğini düşünüyorum ve bu beni çok sarsıyor. Maalesef, yaşıtım olan yakınlarımın çeşitli sıkıntılarının ortaya çıktığı bir yaştayım. Benim de sağlık sorunlarım var, her şeyi altüst edebilecek sorunlar bunlar. Müthiş sevdiğim bir dostumun kemik kanseri olduğunu öğrendim birkaç gün önce. Düne kadar, her şey iyi gidiyordu, yolundaydı, ama öğrenince, sizi nasıl etkileyebileceğini düşünsenize. Dün gökyüzü aydınlıktı, her şeyi altüst edecek bir şey meydana gelmeden önce. (gülüyor)
“La folie ordinaire”de de “tarihi yeniden yapabilmek isterdim” diyorsunuz. En çok neyi değiştirmek isterdiniz?
(uzun uzun düşünüyor) İnsan bazen bazı dizeleri sırf kafiye için, ya da melodi öyle gerektirdiği için yazabiliyor. Tarihi yeniden yapabilmek… İnsan ancak kendi adına konuşabilir. Şahsi düzeyde, hayatını yeniden yaşayabilecek olsan, mutlaka daha iyi yapabileceğin şeyler vardır, belki daha az egoist olabilirsin, karşındakine ve karşındakilere karşı daha özenli, daha ilgili olabilirsin. Düşündüklerim bu tür şeyler…
“La Beauté du diable”da Kurt Cobain’den esinlendim. Bir melek fiziğine sahipti, sarışın melek, ama derinde, bir kara melekti. Bu kara melek yanı beni çekmişti.
Genel olarak dünyanın gidişatına baktığınızda kendinizi karamsar hissediyor musunuz?
Evet, evet. Olumlu şeyleri de görmeye çabalıyorum, bazı olumlu şeyler de var yine de. Dünyada endişe uyandırıcı pek çok şey var, bunlar arasında kirlilik beni çok endişelendiriyor. Kirlilik şimdiden çok sayıda insanın hayatını zorlaştırıyor ve gittikçe çok daha fazla zorlaştıracak. Kirlilik, iklimin ısınması… Bütün bunlar… Ayrıca, hastalıklar… Sanıyorum ki, her yerde kanser hastalarının sayısında korkutucu bir artış var. Bu da, pek çok şeyle birlikte, kirlilikle de alâkalı, yediğimiz gıdalarla alâkalı. Bir süre önce Türkiye’yle ilgili bir belgesel seyretmiştim, doğru mu bilmiyorum ama, Türkiye’de de temiz içme suyu sorunu olduğu söyleniyordu. Musluktan akan suyun temiz olmamasından kaynaklanan yeni birtakım hastalıklar görülüyormuş. Korkutucu bir şey.
Bundan kırk yıl önce ekolojiyle ilgilenmeye başlamıştım. Ekolojistlerin o zamanlar söylediklerini bugün dikkate almaya başlayanlar da var. Örneğin ekolojik verileri göz önünde bulundurarak bina yapan bazı mimarlar… Bu gibi şeyler de, her ne kadar yetersiz olsa da, bir umut ışığı olabiliyor.
Bugüne kadar pek çok kişiyle düet yaptınız. Son örneklerden biri de Rendez-vous (2004) albümünde Jane Birkin’le yaptığınız düet. “Surannée” parçasını seslendirmeyi siz önermişsiniz…
Evet, ama sonuçtan hoşlanmadım. Prodüksiyon son derece başarısız, bunda tabii Jane’in hiçbir kabahati yok, ama Benjamin Biolay ve Keren Ann’ın bu güzel şarkısı çok daha fazlasını hak ediyordu. Ama Jane’le birlikte şarkı söylemek de büyük bir zevkti, çünkü Jane çok hayat dolu, hayal gücü geniş, cömert, açık kalpli.. Neyse, pek çok üstün nitelikleri olan bir sanatçı.
2000 yılında da Iggy Rop’la bir düet yapmıştınız, o nasıl oldu?
Onu biraz tanıyordum, ortak bir arkadaşımız var. Bir keresinde eve akşam yemeğine gelmişti, yıllar önce… Müziğini, enerjisini tabii ki çok beğeniyorum. Ama düet meselesi benim dışımda gelişti: Virgin şirketi kadın şarkıcıların yorumlayacağı bir caz albümü yapmak istiyordu. Iggy de bu projeyi duymuş ve mutlaka katılmak istemiş. Ama proje sırf kadınları kapsadığı için, ona bir kadın sanatçıyla düet yapması önerilmiş. Sanıyorum, ilkin Marianne Faithfull mevzubahisti, ama Marianne’la olamayınca, sonuçta bana kaldı. Buna karşılık, şarkı seçimini Iggy Pop bana bıraktı. “I’ll Be Seing You” şarkısını çok beğeniyorum, beni son derece etkileyen, dokunaklı gelen bir şarkı. Rodolphe Burger’nin yaptığı işten de çok memnun kaldım. Hayatta en çok gurur duyduğum kayıtlardan biri oldu, hakikaten.
1995’te de Blur’den Damon Albarn’la düetiniz (“To The End”) var. Albarn’ı nasıl buluyorsunuz?
Ah evet! Damon Albarn karşı konulması imkânsız bir insan. Dayanılmaz, müthiş bir cazibesi var… Niteliklerini saymam mümkün değil, bir insanda sevdiğim ne varsa, ona sahip. (gülüyor) Çok rahat görünüşlü, müthiş özgür… Hep söylüyorum, bana hem kocamı hem oğlumu hatırlatıyor. Sanki ikisinin bir karışımı gibi… Çok sevecen, çok yumuşak, ne desem… Ve tabii hakikaten, çok çok yetenekli. Bütün bunlara rağmen, şarkıyı, o harika melodiyi çok sevmeme rağmen, sonuçtan o kadar memnun olmadım açıkçası; “too much” buldum, fazla yüklü, fazla ağır geldi bana.
Eşiniz Jacques Dutronc’la da düet yaptınız; Dutronc’la çalışmak nasıl, onunla evli olmak kariyerinizi nasıl etkiledi?
(uzun uzun düşünüyor) Dutronc’u biliyorsunuzdur… Şarkılarımın çoğunu belli bir kişi için yazdım. Jacques Dutronc’la da şarkılar aracılığıyla konuştuğum söylenebilir. Doğrudan ona hitaben çok şarkı yazdım. (duraksıyor) Ama bugün, onları dinleyip dinlemediğinden emin değilim. Yıllar önce, sırf onu endişelendirmek için bütün bir albüm yapmak üzerine kafa yormuştum.
Hayatımda birbirinin tamamen zıttı iki eşim oldu: İlk eşim, Jean-Marie Beher beni mümkün olduğunca çok çalışmaya, bütün teklifleri değerlendirmeye yöneltiyordu ve çift olarak hayatımız bundan büyük zarar görmüştü, doğru dürüst görüşemiyorduk, ben bundan ötürü çok acı çekiyordum. İkinci eşim Jacques Dutronc onun tam zıttı, hep bana teklif edilen işleri kabul etmeme konusunda beni teşvik etti. Çünkü profesyonel zorunluluklardan o çok çekmişti.
Dylan formsuzdu. Konsere ara verilince, biri yanıma gelip onu görmeye gitmezsem sahneye dönmeyeceğini söyledi. Dylan kahramanımdı ve şimdi beni görmek istiyordu!
Jacques “başbaşa kumru gibi âşık”tan çok “arkadaş”tır, bunu yadırgadığım bir dönem oldu, ama şimdi bakıyorum, neredeyse kırk yıldır beraberliğimizi sürdürebilmemiz buna bağlı herhalde. Çok da fazla iç içe olmamak gerekiyor ve bu durum bana pek çok şarkıyı esinlendirdi. Bu otuz küsur yılda, Jacques bana kıyasla daha çok kaçan, kaçamak yapan taraf, bense ona kıyasla bekleyen taraftım.
Daha çok Anglo-Sakson müzisyenler ilginizi çekiyor galiba, söyleşilerde sevdiğiniz müzisyenleri sayarken Radiohead, Blur, Portishead’in adını veriyorsunuz… İngilizlerde sizi çeken ne?
Hakikaten büyük melodistler. Ayrıca, melodileri işleyiş tarzları, orkestrasyonları, o melodileri giydirişleri beni her zaman çok cezbetmiştir. Hakikaten ilginç, yenilikçi, yaratıcı ne varsa, hepsinin genel olarak İngiltere’den geldiğini düşünüyorum. Baksanıza, Portishead, Massive Attack, Radiohead, Muse… Tabii bir de David Bowie var, en yaratıcı sanatçılardan biri.
Son zamanlarda Anglo-Sakson gruplardan, müzisyenlerden sizi en çok etkileyen hangisi?
Muse’un albümüne hakikaten vuruldum. Sonzamanlarda, İngiltere’de çok yankı uyandıran birşarkıya ben de çarpıldım, Katie Melua’nın “TheClosest Thing To Crazy’’ adlı şarkısı, hakikatençok güzel, tam 70’li yıllar havası…
Fransız müziğinde bir düşüş olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Yeni Fransız müziği dalgasının hepsini aşırı Fransız buluyorum. Benim zevkime göre, fazla Fransız hakikaten. Fransa dışında insanların hoşuna gitme ihtimali bence yok, belki de yanılıyorumdur. Bunun iki istisnası, Benjamin Biolay ve Keren Ann. Ama Keren Ann da sonuçta Fransız değil ki, Fransızca söylüyor ama, o tam bir kozmopolit, İsrailli, Hollanda’da büyümüş, İzlandalılarla, İngilizlerle çalışıyor… Çok kökenli… Aslında, bir yandan da dünyanın yöneldiği durumun çok tipik bir temsilcisi: Bugün dünya kültürler, kökenler karışımına gidiyor, işte buraya doğru yönelmek gerekiyor. Benim hoşuma giden bu: Karışımlar. Ayrıca, sanatsal açıdan bu yönelim çok daha evrensel işlerin ortaya çıkmasını sağlıyor. Bu arada, ulusal kültürleri de reddetmemek gerekiyor tabii. Ama müzikte ben evrensel olanı seviyorum. Fazla folklorik şeylerden hoşlanmıyorum… Vincent Delerm ve Bénabar aşırı Fransız. Ama hoşlandıklarım da var; Mickey 3D’yi beğeniyorum, Pierre Bondu iyi şarkılar yazıyor. Tété hoşuma gidiyor.
Noir Désir, Türkiye’de de belli bir başarıyı yakalamış Fransız gruplarındandı, onları nasıl buluyorsunuz?
Ah! Her zaman Noir Désir’in hayranı oldum. Olanların bir kaza olduğuna kesinlikle kaniyim. Bertrand Cantat’ya çok büyük bir takdir ve hayranlık besliyorum. Bir katil olmadığına eminim.
Le Danger adlı albümünüzde, “La Beauté du Diable” (Şeytanın güzelliği) adlı şarkıyı size esinlendiren Kurt Cobain olmuş; Cobain’de sizi çeken neydi?
Bir melek fiziğine sahip olması, sarışın bir melek, ama derinde, bir kara melekti. Bu kara melek yanı beni çekmişti.
Yine çok erken kaybettiğimiz bir başka müzisyen, Jeff Buckley, ilginizi çekmiş miydi?
Evet, hatta konserine de gitmiştim. O zamanlar Anglo-Sakson müzisyenlerin konserlerine her fırsatta giderdim.
Biraz da başka bir kuşağa geçsek: Brigitte Fontaine’in bir kitabı yayınlandı, Galerie d’art de Kekeland. Bu kitaptaki portrelerden biri de sizinle ilgili. Kendinizi Kekeland’ın, bu dünyanın bir üyesi olarak görüyor musunuz?
Brigitte Fontaine’e büyük hayranlığım var, ama kitaptan haberim yok. Kekeland’ın ne olduğunu tam olarak bilemiyorum.
Brigitte Fontaine, kendine yakın bulduğu, sevdiği, ruh kardeşi saydığı insanların portrelerinden oluşan bir kitap yazmış ve bu dünyaya da Kekeland adını vermiş…
Ya, öyle mi? O zaman, harika! Brigitte Fontaine’le alâkalı o küçük dünyada yerimin olmasından gurur duyarım. Brigitte Fontaine bence çok çok büyük bir şair.
Leonard Cohen de geçtiğimiz günlerde yeni bir albüm çıkardı, dinlediniz mi?
Hayır. Ben öyle büyük bir Leonard Cohen hayranı değilim, melankolik müzikleri çok sevmeme rağmen… Melankolik müzik derken, belki de asıl olarak kastettiğim romantik müzik. Romantik müziklerde de melankoli vardır, ama bundan ibaret değildir, aynı zamanda tutku da vardır, ruhunuzun kanat çırpması da vardır… Leonard Cohen bence biraz fazla karanlık, insanı düşürüyor… Bana biraz katı gelen bir yanı var.
Hakikaten ilginç, yenilikçi, yaratıcı ne varsa, hepsinin genel olarak İngiltere’den geldiğini düşünüyorum. Baksanıza, Portishead, Massive Attack, Radiohead, Muse… Tabii bir de David Bowie var, en yaratıcı sanatçılardan biri.
1968’de “Suzanne”ı söylemiştiniz değil mi?
Ah, çok eskidendi. Harika bir şarkıdır ayrıca. Mesela, o tür şarkılardan oluşan bir albüm yapsa, kesinlikle beğenirim… Son birkaç yıldır zaten daha çok klasik müzikle ilgileniyorum, Hélène Grimauld’yu tanıdığımdan beri. Hélène olağanüstü ve benzersiz bir piyanist. Hakikaten meleksi bir şey saçıyor, ama kara melek değil, yaşam meleği. Ölüm meleği değil.
En sevdiğiniz besteciler kimler?
Beethoven, Strauss, Rachmaninov, Ravel, Barber…
Marianne Faithfull’u nasıl buluyorsunuz, son zamanlarda çok faal. Yeni albümler yapıyor, sürekli turnelerde…
Yaptığı şeyleri çok ilginç buluyorum, ama benim peşpeşe dinlemeyi arzu edeceğim türden şeyler değil. Ben dinledikten sonra, hemen yeniden dinlemeyi arzu edeceğin türden şarkıları seviyorum.
Sizin gibi oğlak burcundan olan Patti Smith’le aranız nasıl?
Sıkı takip ettiğim biri değil. Ama eşiyle birlikte çiftliğe çekilip çiftçi gibi yaşaması çok hoşuma gidiyor, ortak özelliklerimiz olduğunu düşünüyorum. Biliyor musunuz, yalnız Patti Smith değil, Marianne Faitfull da oğlak. Beth Gibbons da oğlak. Bu saydıklarımız arasında, müzikal bakımdan kendimi en çok Beth Gibbons’a yakın hissettiğimi söyleyebilirim.
Oğlak burcundan müzisyenler olarak müzikal açıdan ortak noktalarınız var mı?
Belki de iç dünyaya, mutlak olana ilgi, ince eleyip sık dokuma, kolay beğenmeme, uzlaşmaz mizaçlılık, şu ya da bu biçimde bir mutlak arayışı gibi ortak özelliklerimiz sayılabilir… İç dünyaya ilgi öyle bir şey ki, sizin için mühim olan güçlü bir sesle şarkı söylemek değil, anlattığınız yoksunluklar, acılar… Gücü sesten değil, kelimelerle ifade ettiklerinden almak…
Bugün dünya kültürler, kökenler karışımına gidiyor, işte buraya doğru yönelmek gerekiyor. Benim hoşuma giden bu: Karışımlar. Ayrıca, sanatsal açıdan bu yönelim çok daha evrensel işlerin ortaya çıkmasını sağlıyor.
Les Rythmes de Zodiac adında kitabınız yayınlandı ve radyoda astroloji programlan yapıyorsunuz. Astrolojiye ilginiz nasıl başladı? Astroloji sizin için insanları tanımanın bir aracı mı?
Evet, astroloji bizi oluşturan şartlar bütününden birine dair bize bilgi veren bir insan bilimi. Ama bu şartlanma, tabii ki, diğer bütün şartlarımızla karşılıklı etkileşim içinde. Bununla birlikte, astrolojinin sağlayabildiği bilgilerin çok ilginç olduğunu düşünüyorum. Tabii ki bu bilgiler sınırlı, yani birinin doğumuna dair yıldız haritasını biliyorsanız, bu kişinin şartlanmalarından sadece birine dair bazı bilgilere sahipsinizdir. Ama bu bilgileri o kişinin neye dönüştürdüğünü, bunlarla ne yaptığını bilemezsiniz. Her şeyi açıklamaktan çok uzak bir bilgidir bu. Ama kişinin işleyişiyle ilgili aydınlatıcı bir veri daha sunar.
Demin oğlak burcu sanatçılarından bahsettik. Oğlak burcunun dünyayla ilgili temel tavrı bir uzak durma tavrıdır, yani oğlak dünyaya bakmaz, görmez onu, şu ya da bu biçim altında başka bir mutlak arayışındadır. Bunu bilmek önemlidir, ama her oğlak kendi kopuşunu, mutlak arayışını düzeyine göre farklı bir şekilde yaşayacaktır…
Ayrıca, astroloji insanın düzeyi hakkında bilgi vermez, mesela zekânın türü hakkında bilgi verebilir, soyut bir zekâ mı, somut mu, sezgisel mi?.. Ama zekânın derecesi hakkında bir şey demez. Ve bu işaretlere, gezegenlere uyumlu mu, uyumsuz mu yaşanacağı hakkında bilgi vermez.
Son konseriniz 1969’da Londra’da Savoy’da verdiğiniz konserdi galiba…
Ben de sanki Kongo Kinşasa’daydı diye hatırlıyorum, ama neyse, önemli değil.
Niçin sahneye bir daha çıkmama kararı aldınız?
Çünkü bana göre değil. Sahnede iyi bir yorumcu olmak için gerekli niteliklere sahip değilim.
Mükemmelliyetçi olmanız, sahnenin hata kaldırmaması gibi şeyler mi bunlar?
Evet, öyle denebilir. Ben şarkı söylüyorum ama, bu tabii bir şekilde olmuyor, stüdyoda kayıt yaparken, asla hemen iyi olmuyor, ancak üç-dört kere söyledikten sonra iyi olmaya başlıyor. Ama sahnede derhal iyi olmanız lâzım. Bu benim için imkânsız. Sahnede duruma ve sesime o kadar hâkim değilim. Ayrıca, seyirci olarak da şarkıcıların pek çoğunu sahnede sıkıcı buluyorum. Benim asıl ilgimi çeken, müzisyenlerin albümlerinde anlattıkları. Onları sahnede görmeye gitmek, genellikle benim için sosyal bir mecburiyetti. Mick Jagger, Elvis Presley, David Bowie gibi insanları seyretmek büyük bir zevk tabii, hatta Fransa’da da Johnny Halliday… Onlar sahne yaratıkları. Ama mesela baksanıza, bizim en büyük sanatçılarımızdan biri olan Serge Gainsbourg sahnede çok kötüydü. Zaten belki onun için de çok az sahneye çıktı.
Son konserinizden beri, stüdyoda kayıt yapmanın dışında hiç şarkı söylemiyor musunuz?
Hayır, hayır, kayıtlar dışında kesinlikle söylemiyorum. Bu sayede de kendime zaman ayırabiliyorum; astrolojiyle uğraşıyorum…
Biraz önce adı geçen müzisyenler, David Bowie, Mick Jagger, ayrıca Beatles üyeleri, Bob Dylan hepsi size olan hayranlıklarını zaman zaman dile getirmiş kişiler…
Evet, ama bunu asıl köpürtüp şişiren de Fransız basını oldu, biliyor musunuz? Çünkü Mick Jagger, ne bileyim, 35-40 sene önce zihnindeki “ideal kadın”a tekabül ettiğimi söyledi. O günden beri yazıp dururlar bunu. Ama bu hayranlık değil ki. Beni doğru dürüst tanımıyor bile, şöyle böyle tanışıyoruz. David Bowie bir televizyon programında, belki yeri geldiği için, hatta öyle söylemesi gerektiğini düşündüğü için söylemiştir. Halim, tavrım, fotoğraflarım hoşuna gitmiştir, yoksa şarkılarımı dinlediğini hiç sanmıyorum. Biz hepimiz aynı kuşaktanız. Gençliğimizde yollarımız kesişti. O dönemin genç erkeklerinin bir genç kadında görmek istedikleri şeylere denk düşüyordum herhalde. O kadardır. Bu, hayranlık demek değil. Gençliğimde, bir kadın olarak hoşlarına gitmişimdir, hepsi o kadar.
Dylan Another Side Of Bob Dylan albümünün iç kapağındaki uzun şiirde sizden bahsediyor. Onunla da yolunuz kesişmiş, nasıl tanışmıştınız?
1966’da, Paris’teki ilk konserinde karşılaştık. Tarihi çok iyi hatırlıyorum, çünkü ben Monaco’da Grand Prix adında bir film çekimindeydim. Konsere gidebilmek için yönetmen John Frankenheimer’dan izin istedim. Dylan çok formda değildi, konser de iyi geçmemişti. Konserin ilk bölümünde seyirci çok soğuktu. Ben en ön sırada oturuyordum. Arada, biri yanıma gelip, onu görmeye gitmezsem, Dylan’ın sahneye dönmeyeceğini söyledi. Dylan benim kahramanımdı ve şimdi beni görmek istiyordu! Tabii ki soyunma odasına gittim. Ne konuştuğumuz hakkında en ufak bir fikrim yok, İngilizcem yeterince iyi değildi, dediklerinin tek kelimesini bile anlamıyordum. Yalnız, hasta gibi göründüğünü çok iyi hatırlıyorum, sanki yakında ölecekmiş gibi kötü bir hisse kapılmıştım. Aslında, kısa bir süre sonra da ölümden döndü, başına o feci motosiklet kazası geldi.
60’lı yıllarda tam bir ikondunuz. Yves Saint Laurent, Paco Rabanne, André Courrèges gibi modacıların, Paris Match, Vogue gibi dergilerin gözdesiydiniz, posterleriniz gençlerin duvarlarındaydı…
Dış görünüşle her zaman problemlerim oldu. Kesinlikle baştan çıkarıcı değilim, hiçbir zaman da olmadım. Carla Bruni’nin zıttıyım. Bunu söylüyorum, çünkü geçenlerde televizyonda ona rastladım, elinde gitarı, saçları tam benim vaktiyle taradığım gibi… Sanki otuz yıl önceki halim… Ama büyük bir farkla: Onda çekici, ayartıcı bir yan var. Şarkı sözlerini beğeniyorum, ama müziğinden pek hoşlanmıyorum.
Birkaç filmde oyunculuk da yapmıştınız, sinemada kariyer yapmayı hiç düşünmediniz mi?
Bu konuda, Jacques Dutronc’la tamamen tersiz. Kesinlikle hiçbir zaman sinemayı düşünmedim ve istemedim. Hakikaten görsellikle, dış görünüşümle sorunluyum. Oynadıklarım da Vadim’in çok çok kötü filmleriydi…
Yazmak sizin için ne ifade ediyor?
1962’den beri aslında hep aynı şeyi yazıyorum: Biçim değişebiliyor, ama öz, derinde yatan hep aynı; anlattığım duygusal haller hep çok acılı. Şarkılarımın çoğu otobiyografiktir, insan sadece iyi bildiği şeylere dair yazabilir, dolayısıyla da duyguların verdiği ıstıraptan başka bir şey hakkında yazmayı bilmiyorum. Bir heyecan, bir duygu beni zehirlediğinde, onu kelimelere dökebildiğim zaman ancak dışa atabiliyorum, ondan kurtulabiliyorum, bir parça rahatlayabiliyorum. Şarkı söylemekten çok kolay vazgeçebilirim, ama yazmaktan asla. Yazmak benim için bir terapi ve rahatlatıcı etkisi olan bir coşkunluk… Kendi gözümde bir değer kazanmamı sağlayan tek şey yazı. Eğer bir yeteneğim varsa o da budur: Yazarak sözlü olduğundan daha iyi ifade edebiliyorum kendimi. Söz yanlış anlamalara çok müsait, yazıda silip silip düzeltebiliyorsunuz…
Filistin davasına kendimi yakın hissediyorum, Filistinlilerin terörizme kıstırıldıklarını düşünüyorum. Amerikalılar ve İngilizler tarafından işkence ve eziyete maruz bırakılan Iraklıları televizyonda gördüğümde dayanamıyorum. Jane Birkin’in Çeçenlerin mücadelesine destek vermek için harcadığı enerjiye hayranlık duyuyorum. Ama ben çoğu zaman ihtiyatlı kalmayı tercih ediyorum.
Sizde yer eden yazarlar, kitaplar hangileriydi?
Ben içe dönük, asosyal bir insanım; korkular, endişeler hayatıma çok hâkim. Dört duvarım arasında kendimi dışarıda olduğundan daha az kötü hissediyorum. Çocukluğuma genel olarak yalnızlık hâkimdi, kitaplar büyülü bir şekilde bu dünyayı kalabalıklaştırıyordu. Öyle ki, kitaplar sayesinde, ilk zamanlar yalnızlık hoşlandığım bir şey, sonralarıysa giderek bir gereklilik halini aldı. Céline’in, Proust’un ya da Marguerite Duras’nın kitaplarıyla odama kapanmak bana güven duygusu veriyordu. Mesela Histoire d’O (Pauline Peage’ın romanı, 1954) yüreğimi parçalamıştı, yaranın içinde bıçağı kanırtmak gibi bir etki uyandırmıştı. “O”, özgürlüğünün bedbahtlığını ve kendisini âşığına bağlayan zincirlerin verdiği mutluluğu anlatıyor… Bu kadın tipinde kendimi kısmen görmüştüm.
En sevdiğim yazarlar Colette ve ilk defa 13 yaşındayken okuduğum Simone de Beauvoir’dı. Simone de Beauvoir, yazarlığından çok, çağının tanığı olarak beni cezbediyordu. Anlattığı kişisel anekdotlar, insan olarak nasıl davrandığını çözmek ilgimi çekiyordu. Sartre’a yazdığı mektupları “Sevgili Kunduzunuz” diye imzalamasına bayılıyordum. O da oğlak burcundan; insanların çok ilgisini çektiğini, ama onları çok ender olarak iyi anladığını söylüyor, böyle bir ortak noktamız da var. İnsanların günlüklerini, mektuplarını okuyarak mahremiyetlerine girmek hoşuma gidiyor. Ayrıca, o sayede dönemi de çözüyorsunuz. Bir süredir ben de günlük tutuyorum.
Yaptığınız bir albümün ticari açıdan başarılı olup olmamasını hâlâ umursuyor musunuz?
Belki de bugün her zamankinden daha fazla umursuyorum. Danger’nin (1995) ticari açıdan yatması beni perişan etmişti. Çünkü Alain Lubrano ve Rodolphe Burger gibi benden genç sanatçılarla çalışmıştım ve kendimi onlara borçlu hissediyordum. Onlar için iyi iş yapmasını istiyordum.
Toplumsal ve siyasal konularda fikirlerinizi pek dile getiren bir kişi değilsiniz, sanatçıların böyle bir sorumluluk üstlenmeleri konusunda ne düşünüyorsunuz?
Mesela bir dilekçe imzalanacağı zaman çok ender olarak insanların aklına geliyorum, bazen buna çok üzülüyorum açıkçası, önemsediğim, etkilendiğim meseleler söz konusu olduğunda gerçekten hayıflanıyorum. Ama toplumsal alanda tartışmalara katılmaktan da çekiniyorum doğrusu. Mesela Filistin davasına kendimi yakın hissediyorum, Filistinlilerin terörizme kıstırıldıklarını düşünüyorum. Amerikalılar ve İngilizler tarafından işkence ve eziyete maruz bırakılan Iraklıları televizyonda gördüğümde dayanamıyorum. Jane’in (Birkin) Çeçenlerin mücadelesine destek vermek için harcadığı enerjiye hayranlık duyuyorum. Ama ben çoğu zaman ihtiyatlı kalmayı tercih ediyorum. Pek çok konuda, kamusal alanda tavır alamayacak kadar cahil hissediyorum kendimi.