Bir yılı aşkın tutukluluğuna rağmen iddianamesi dahi hazırlanmayan Osman Kavala’nın tahliyesini beklerken, 16 Kasım günü sabaha karşı yakın çalışma arkadaşları, Anadolu Kültür ve Depo idarecileri ve çalışanları gözaltına alındı, Yiğit Aksakoğlu hakkında tutuklama kararı verildi. Bu şerden çıkabilecek tek hayır belki de suçlamaların sarihleşmesi, iddianamenin yönünün belli olmaya başlamasıydı. Gözaltıların ardından yayınlanan Emniyet bilgi notuna ve Aksakoğlu’nun tutuklanma gerekçesine göre soruşturmanın merkezinde Gezi vardı.
Bu gelişmenin ardından Gezi’nin ilk günlerinde parkta olan kimi isimler, Taksim Dayanışması’nın bazı üyeleri ifadeye çağrıldı. Taksim Dayanışması’nın kuruluşundan altı, Gezi Direnişi’nin üzerinden beş yıl geçtikten sonra, yerel seçimlere gidilirken raftan indirilen bu dosya iktidar ittifakı için işlevli görülmüşe benziyor.
Taksim Dayanışması’nın bugün (3 Aralık) düzenlediği basın toplantısında Mücella Yapıcı’nın okuduğu metin ise “sağlıklı kentleşme ve yaşanılır kent” talebinin “ülkenin milyonlarca yurttaşının daha fazla özgürlük ve talebiyle” buluştuğunu vurguluyor, Gezi’de her kararın açık forumlarda ortaklaşa alındığını, gizlenen hiçbir şey bulunmadığını, Gezi’nin yönlendiricisi, finansörü olamayacağını, Gezi’nin suçla, terörle, darbeyle beraber anılamayacağını, asıl Gezi sürecinde ölenlerin ve yaralananların faillerinin yargılanması gerektiğini ekliyor. Ve Gezi’nin arkasında olduğunu vurguluyor: “Taksim Dayanışması olarak, 2012 yılının şubat ayında ilk toplantımızı yaptığımız andaki taleplerimizin de, Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesildiği, çadırlarımızın yakıldığı günlerdeki tepkimizin de, gencecik çocuklarımıza kıyan polis şiddetinden hesap soran tutumumuzun da, parklarda, meydanlarda, sokaklarda özgürlük, demokrasi ve insanca yaşam talep eden milyonların taleplerinin de kararlılıkla arkasında durmaya devam edeceğiz.”
Öte yandan, saat ve takvim de işliyor. İktidar mahfilleri Gezi dosyasını raftan indirerek geçmişe dönük bir soruşturmayla ileriye dönük bir çıkar umarken, özellikle büyük kentlerde cumhurbaşkanlığı sisteminin, yeni rejimin ibrası anlamına gelecek bir seçim zaferi için de tüm güç ve imkânlarıyla çalışıyor. Muhalefetin ise günü çoktan belli bir seçim için erken bir hazırlığa girişemediği, aday tartışmaları dışında bir strateji geliştiremediği anlaşılıyor.
Peki, parlamento içinden veya dışından bir muhalefet gelişse ve iktidarın elindeki büyük belediyeleri alsa, bu ne anlama gelecek? Nasıl bir yerel yönetim politikası ve modeli geliştirilecek, kent sakinleri için nasıl bir yaşam önerilecek, kamusal katılım nasıl sağlanacak? Ama daha önemlisi, yerel yönetimler daha geniş bir siyasi öneri için nasıl fırsatlar barındırıyor, belediyelerin elinde bunları gerçekleştirecek imkânlar var mı?
Ekim ayında Beyoğlu Yurttaş Meclisi’nde bir sunum gerçekleştiren ve Avrupa Yerel Yönetim Şartı’nın 1988’de imzalamasından başlayarak cumhurbaşkanlığı kararnamelerine kadar yerel yönetim yasalarını inceleyen Mücella Yapıcı’ya göre yok. Yerel bütçenin tamamını belirlemek ve denetlemek dahil olmak üzere, bütün sistemi merkezileştiren ve üstelik bir de belediyeleri kendine borçlandıran, gerekirse kayyumlarla el koyan bu devlet modelinde yerel yönetimlerle gidilecek bir yerin olmadığını söyleyen Yapıcı, söz konusu sunumda, varılan yerin yeni olmadığını, tam aksi istikametteki söyleme rağmen bu merkeziyetçi yapının 1980’lerden bu yana adım adım oluşturulduğunu söylüyordu.
Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’ne uzun yıllardır emek veren Mücella Yapıcı’yla yerel yönetimlerin olanaklarını, seçim sürecinde geliştirilebilecek modelleri ve politikaları, bugünlere nasıl gelindiğini konuştuk…
Ekim ayında, Beyoğlu Yurttaş Meclisi’nde yaptığınız sunumda, siyasi partilerin yerel yönetim seçimleri için çalışmaları başlamışken, yerel yönetimlerin mevcut durumuna, idari yapılarının ve ellerindeki maddi imkânların tarihsel bir çizginin uzantısı ve sonucu olarak geliştiğine, cumhurbaşkanlığı rejiminin yerel yönetim politikalarına hemen gelinmediğine dikkat çektiniz. 1988’de çeşitli maddelere koyduğu şerhlerle birlikte Türkiye’nin Avrupa Yerel Yönetim Özerklik Şartı’nı imzalamasından başladınız, 2001-2005 arasındaki sekizinci beş yıllık kalkınma planını, 15 Temmuz darbe girişimini ve sonrasındaki OHAL’i, bu dönemlerde getirilen kanun ve kurumları, belediyelerin değişen yetkilerini kat ederek cumhurbaşkanlığı kararnamelerine kadar geldiniz. Bugün geldiğimiz noktada saray, yerel yönetimler üzerinde tek belirleyici. AB sürecinin, liberalizmin yerel yönetim anlayışının mantıki sonucu bu mutlak merkezileşme mi?
Mücella Yapıcı: Bir kere, Tanzimat’tan bugüne, ülkemizde, coğrafyamızda yerel yönetimlere bakış Batı’dan biraz farklı. Türkiye’de ilk belediyecilik uygulamaları Tanzimat yıllarına, 6. Daire’ye kadar gidiyor. Tarlabaşı ilk belediye hizmetlerini almış, buna göre planlanmış bir bölgedir, öyle bir tarihi de var. O yıllardan bu yana, yerel yönetimlerle merkezi yönetimler arasında daima bir gerilim olmuş. Bütün kararlar esas olarak merkezden alınmış, yerel yönetimler bu politik kararların hayata geçmesi için bir nevi hizmet örgütü gibi düşünülmüş. 1960’ların, ‘70’lerin kalkınma planlarında yerel yönetimlere biraz daha farklı bakan, kent sorunlarıyla iç içe geçen bir belediyecilik anlayışı gelişti. Çevreye, tarihi alanlara, kıyılara dair ufak tefek koruma maddeleri de kondu bu planlara. Az buçuk da olsa demokratik bir belediyecilik anlayışını o zamanlar yakalayabiliyormuşsunuz. O dönemlerin belediye gelirlerine ve görevlerine baktığımızda, mesela Gecekondu Mesken Müdürlükleri vasıtasıyla bir kent sorunu direkt belediyeye bağlanabiliyor. Yani belediyenin planlama, hatta konut yapma yetkisi var. Gecekondular dışındaki imar planlama yetkisi belediyelerinmiş gibi görünse de, esas olarak tepede, Devlet Planlama Teşkilatı’nın yurt sathını kapsayan fiziki planlarında yapılıyor, anakent belediyeleri yavaş yavaş bunların yerel ölçekte planlarını hazırlıyorlar. İlk dönem için şunu söyleyebiliriz: Emek hareketindeki kıpırdanmalar sol ya da sosyal demokrat siyasetlerin de taban bulmasına sebep oldu. O dönemin yerel yönetim programlarında oldukça çağdaş, yerindeki insanlarla birebir ilişki kurmayı öne alan bir yaklaşım görürüz. Ama, özellikle ‘70’lerden sonra, ‘80’lere doğru, dünyada Thatcher’larla birlikte müthiş bir neoliberal hegemonya kurulmaya başlandı. Benim için önemli olan bunun öncelikle ideolojik olarak, özgürleşme adına kabullenilişi.
Doğu Bloku çökerken, ‘90’ların başında “tarihin sonu” tezini ortaya atan Francis Fukuyama’nın son dediklerini gördünüz mü? Serbest piyasa liberalizminin sonuçlarını, aşırı finansallaşmayı, sendikaların zayıflayışını eleştiriyor, “sosyalizm geri gelmeli” diyor.
(gülüyor) Nasıl bir sosyalizmden bahsettiği de belli değil tabii. Biz şimdi Keynes’i mezarından çıkarmaya çalışıyoruz, ben de dahil, çünkü başka rahat bir çözüm de görülmüyor ortalıkta. Yıllardır neoliberal ideolojinin henüz ölmediğini, her birimizin, özellikle sol siyasetlerin beyninin her hücresine zerkolunduğunu düşünüyorum. Ama ‘70’lerden ‘80’lere doğru başka bir yalanın ortaya çıkmaya başladığını da görüyorum: Rekabetçi bireye dayanan neoliberalizm olağanüstü bir özgürlük ideolojisi sunarken ve bu çok beğenilirken, Dünya Bankası politikalarıyla ekonomik küreselleşme ortaya atılırken, piyasada tam tersi bir tekelleşme, merkezileşme başlıyor. Piyasa artık ülke piyasası değil ve küresel bir piyasanın neredeyse her ülke için değişmez koşulları oluşuyor. Bütün bunlarla beraber bir yerelleşme, bir yerinden yönetim arzusu da her birimiz için bir panzehirmiş gibi görülmeye, iman edilmiş gibi yükselmeye başladı ve ortaya hemen bir “yönetişim” fikri atıldı. Baktığınız zaman anlayamıyorsunuz, zihinler karışıyor: Bir liberal sistem var, sermaye için müthiş bir hareketlilik getiriyor, ama bana rekabet edecek bir alan bırakmıyor. O zaman yerinden yönetimleri zikretmeye başlıyorsunuz… Küresel ekonomi var ama, biz yerelde sivil toplumla örgütlenelim, boşverin genel politikalarla uğraşmayı, başka bir şey yaratalım, çevremizde küçük küçük şeyler yaparak hayatımızı devam ettirelim, yukarda ne olursa olsun iyi örnekler oluşturalım hali, herkese yayıldı. O dönem çılgın gibiydi bu sivil toplum örgütleri, bir yandan da AB fonları buralara aktı. İnsanlar ideolojik olarak bu durumun geçerliliğine inandırıldı. Yerel önemsizdir demek istemiyorum, ama yerelden çıkardığın dersleri genel politikaya taşıyamıyorsan, onun hayatı çok da değiştirdiğini görmüyoruz. Çünkü güç biriktiremiyorsunuz ve neoliberalizm ideolojisinin o yarışmacı hali en küçük çevre örgütlerinde bile görülmeye başlanıyor. Buralarda da havaya giden bir enerji israfı var.
Yerelden çıkardığın dersleri genel politikaya taşıyamıyorsan, onun hayatı çok da değiştirdiğini görmüyoruz. Çünkü güç biriktiremiyorsunuz ve neoliberalizm ideolojisinin yarışmacı hali en küçük çevre örgütlerinde bile görülmeye başlanıyor.
1980’lerden sonra, AKP dönemine girilirken yerel yönetimlerde temelde nasıl farklılaşmalar yaşandı?
Özellikle 1980 darbesinden sonra, gelen birtakım tedbirlerle, sanki yerel yönetimlere kısmi bir mali ve idari özerklik verilmiş gibi gösterildi, birtakım sözde iyileştirmeler yapıldığı söylendi. Birdenbire, bakanlığın, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın planlama ve planları denetleme yetkisinin tamamen ortadan kaldırılması söz konusu oldu. Dolayısıyla, Devlet Planlama Teşkilatı’nın bölgesel eşitsizlikleri gözeten genel “master” bakışından kopuldu, bütün ilçe belediyelerine planlama yetkisi verildi. O dönemde bütün bunlar çok demokratik şeylermiş gibi algılandı. Hemen akabinde imar afları başladı. Bu sefer belediyeler bir anda imar rantı dağıtan kurumlar haline geldi. O zaman çok iyi anlaşılmıyordu ama, bu değişim, genel politikayla, ‘80’lerden sonra gelen liberal kapitalist devletin kamu topraklarını ekonomiye katmak gibi argümanlarıyla ve genel politikasıyla da çok iç içeydi. Aynı zamanda, her seçimde bir imar affı beklentisi nedeniyle, emekçilerin yaşadığı gecekondu bölgeleri de dönüşmeye ve bir evin üzerine iki kat çıkan bir rantiye sınıfı doğmaya başladı. Bunun niye böyle olduğuna dönüp tekrar baktığımızda, sanayileşmeden, tarım politikalarından vazgeçilmesini, esas olarak inşaata, finans sektörüne bağlı yeni ekonomik politikaların 24 Ocak Kararları’yla hayata geçirilmesini, bunun yerel yönetimler vasıtasıyla uygulanmasını, hem yerel özerklik veriliyormuş gibi davranılıp hem de yeni ekonomik politikalara uygun yereller inşasına başlandığını görüyoruz. Artık Kalkınma Ajansı “bölgelerin birbiriyle rekabetini” vurguluyor. Bütün kalkınma planlarında kabul edilen, yazılan şey budur. Aslolan sınırsız rekabetçiliktir derken bir yandan, bir yandan da, her tür rekabet şansını merkezden yok etmek söz konusu. Ve bu yereller birbirleriyle yarıştırılıyorlar. Tam da bireyci insan gibi, herkes birbirinin rakibi. Onun için dayanışma, yardımlaşma, hiçbir şey yok, gemisini kurtaran kaptan. Aynı şey bölgeler için de geçerli. 2005’te OECD toplantısına katılmıştım, Türkiye’deki yapısal uyum meseleleri konuşuluyordu. Rekabetçilik konusunda bir soru sordum, İstanbul gibi bir şehirle mesela Tunceli nasıl yarışacak? Kala kala elinde bir tek ucuz iş gücü kalıyor. Yarışacakları tek şey var, emek. OECD başkanı, İspanyol bir kadın, bana dönüp “küçük hanım” dedi, “geçti o günler. Artık İstanbul’un kazanıp da öbür bölgelere yardım etmesi, bu Robin Hood’luk bitti. Artık her bölge, her şehir, her mahalle kendini diğer bölgelerle yarıştıracak”. Birbiriyle yarışan kentler, sistemin ana prensibiydi. Zaten adı da “yarışmacı kentler”di: Alfa, beta, gama kentleri vardır, dünya ekonomisine eklemlenmek istiyorsanız, kendinizi alfa grubuna sokmaya çalışacaksınız… Bizim bu hikâyemiz çok önce başladı. Ama ekonomik olarak çöktü, bitti. Şimdi herkes yeni yollar arıyor. Ama ideolojik olarak bitti mi? Hayır, herkesin hücrelerinde geziniyor. Bitmeyecek de, yüzleşmiyoruz çünkü. Bütün kaynakları yok eden, doğayla mücadele halindeki bu politika, Türkiye’de de, Avrupa’da da sürdürülemez bir halde. Peki geri mi çekilecek? Hayır, faşizm diye bir şey var. Giderek faşistleşecek.
Avrupa Yerel Yönetim Özerklik Şartı’nda şerh koyduğumuz, giderek de anayasayla iğdiş ettiğimiz maddeler, 17 numaralı cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle artık tamamen yok edilmiş durumda.
Peki bu kentler yarışmaya nasıl katılacaklardı, diğer kentlerle mücadeleyi ucuz emek vaadi dışında hangi araçlarla yürüteceklerdi?
Çok ilginçtir, yerelleşme herkes tarafından göklere çıkarılırken, bu liberal gelişmeden yerel yönetimlerin mali kaynaklarının, özkaynaklarının artırılmasını beklerken, vergilerden daha çok pay almalarını, ekonomik hizmetlerin yerel yönetimlere devredilmesini beklerken, başka bir şey oldu. Belediyelere borçlanma, dış borç alabilme yetkisi verildi. Neoliberal sistem bir şekilde kendini borçlu bir kitle üzerinden de sürdürebiliyor. Borçlandırılmış bir emekçi kitlesi, bir halk var ortada. Herkes borçlu ve o borcu ödeyememe hali perişanlık olduğu için mecburen statükoya pek fazla isyan edemiyorsunuz. Neoliberal dönemin bence en korkunç tarafı bu borçlandırma hali. Bir bakıyorsunuz, kişilere ve kurumlara uyguladığı bu sistemi yerel yönetimlere de uygulamaya başlıyor. Bu dönemde, merkeze bağlı yeni üretilmiş mahalli idareler veya merkezin yerel şubeleri diyebileceğimiz yapılar da oluşturulmaya başlanıyor. İl Yatırım Ajansları, İl Özel İdareleri, Yatırım İzleme Koordinasyonları, bütün bunların izleri var o zamanlar, tabii en önemlisi de kalkınma ajansları. Avrupa Birliği uyum süreci, GATS’lar, MİGA’lar, 2004’teki tartışmalar da çok ilginçtir. Bir yandan Gümrük Birliği’yle Avrupa sermayesinin kıskaçlarını kabul ederken AB’nin demokratik yapılanmasından bilinçli olarak mümkün olduğunca uzak durmak söz konusu. Bu hem merkez hem de yerel yönetimler için geçerli. Buna Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nda çok iyi cürmümeşhut yapabiliyoruz.
Arazi işleri bütünüyle cumhurbaşkanlığına bağlı, araziye el koyabiliyor, acele kamulaştırma yapabiliyor. Artık yerel yönetimlerin hukuka gitme hakları da yok.
Bu özerklik şartına Türkiye’nin koyduğu şerhler neler?
1985’lerde Avrupa’da AB’nin daha çok yönetsel yanı tartışılırken biz esas olarak ekonomik alanla ilgileniyoruz. Türkiye’nin koyduğu şerhler hem demokratik özerkliğe hem de mali özerkliğe yönelik. Halbuki gerçek bir yerinden yönetim tarif etmeye kalktığınızda, yönetsel özerkliğin yanında, bir bütçe yeterliliği de gerekir. ‘80’lerden beri yerel yönetimlerin özerkliği laf olarak konuşulurken bir yandan da başka idareler tesis edilerek yerel yönetimlerin hem yönetsel hem de mali özerkliği ciddi bir şekilde iğdiş edildi. Bütün yerel yönetimler borç içinde. Bunların kimi hakikaten dış borç, kimi de merkezden alınan borçlar. Yerel çok güçlendiriliyormuş gibi görünürken aslında çıkan bir sürü yönetmelikle, büyükşehir kanunuyla, belediye yasalarıyla, belediye gelir yasalarıyla, kamulaştırma yasalarıyla, TOKİ vasıtasıyla konut meselesine el konarak, Arsa Ofisi’nin ortadan kaldırılmasıyla, Gecekondu Mesken Müdürlükleri’nin kapatılmasıyla, belediyelere ait arazilerin 2008’de TOKİ’ye, yani sermayeye devredilmesiyle yerel yönetimlerin altı oyuldu. Sermayedar sermaye koyar, değil mi, konut meselesinde bizde öyle olmuyor, sermayeyi biz koyuyoruz, en çok da arsa arzıyla. Bu 2001-2005 arası kalkınma planlarına bir ilke olarak girdi.
Plandaki ifadeyle, “kentsel yatırımlara cazibe teşkil edecek promosyon çalışmaları”…
Evet, 2001-2005 arasında belediyelerin görevlerini artık çok açık şekilde arsa temin etmek üzere yabancı sermayeye promosyon çalışmalarına indirebilen bir anlayış hükmetmeye başladı. Ve yerel yönetim seçimleri, merkezi idare seçimlerinin bir başka biçimde tezahürü haline geldi. Yerel yönetimlerin merkezi idareye göre avantajı nedir? Bir kere yönetimin yerinden olması ve orada yaşayanlarla direkt temasta olması.
Belediyeleri kazanmak bu anlamda önemli değil mi? İtalya’da mesela, genel seçimlere etki etmese de, komünist parti uzun yıllar bazı belediyeleri elinde tuttu…
Bu gibi durumlar bizi yanıltmasın. Oralarda belediyelerin mali özerklik yasasına baktığınızda çok ciddi bir özgürlük alanı görürsünüz. Bunlar AB Yerel Yönetim Özerklik Şartı’nı imzalamış ülkeler ve ciddi bir denetim sistemi var. Bizim şerh koyduğumuz, giderek de anayasayla iğdiş ettiğimiz maddeler, 17 numaralı cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle artık tamamen yok edilmiş durumda. Arazi işleri bütünüyle cumhurbaşkanlığına bağlı, araziye el koyabiliyor, acele kamulaştırma yapabiliyor. Artık yerel yönetimlerin hukuka gitme hakları da yok, itiraz etseler, bizim Mimarlar Odası nasıl cevap alamıyorsa, onlar da alamıyorlar. AKP iktidara geldiği andan itibaren ‘80’lerde verilmiş bu kararı takır takır yerine getirdi. Ne var ki, son zamanlarda artık bunu demokrasi içinde yerine getirmesi imkânsız. Şimdi kayyumları konuşuyoruz, değil mi? Kayyum deyince de her derde deva “terörizm” aklımıza geliyor genel olarak ve diyoruz ki 15 Temmuz’dan sonra çıktı. Yoo, adam 2012’de Yatırım İzleme Ajansları’nı koyuyor zaten ve maddeyi getiriyor.
Borçlandırılmış bir emekçi kitlesi, bir halk var. Herkes borçlu ve o borcu ödeyememe hali perişanlık olduğu için mecburen statükoya pek isyan edemiyorsunuz. Neoliberal dönemin en korkunç tarafı bu borçlandırma hali. Bir bakıyorsunuz, kişilere ve kurumlara uyguladığı bu sistemi yerel yönetimlere de uygulamaya başlıyor.
2012’de, İl Özel İdareleri’nin kaldırılmasıyla ve büyükşehir belediye sınırlarıyla mülki sınınrlar birleştirilmesiyle birlikte Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlıkları kuruldu. Böylece, bu başkanlıkların başında bulunan valiler yolunda gitmediğini düşündükleri bir konu hakkında belediyelere süre vereceklerdi, yerine getirilmezse işi devredecekler ya da bizzat üstlenebileceklerdi…
İşin esasında yatırımlar meselesi var. Mesela Kanal İstanbul’a, şimdi olana bakalım: Daha ortada Kanal İstanbul’un planı yok, bakanlık İBB’yle prokol yaptı ve dedi ki “buradaki bütün alanların acele kamulaştırmalarını bitireceksin, Kanal İstanbul projelerini hazırlayacaksın”. Ayrıca, hiç rastlamadığım bir şey, “Sazlıdere barajını su havzası olmaktan çıkaracaksın”. Diyelim ki İBB’yi aldık ve buna kat’a izin vermiyoruz, yapmayacağız diyoruz. Ne gam, bir ay içinde yapmazsan gelip kendi yapıyor. Ve bütün bunlar için gereken parayı da sana ayrılan bütçeden kesme hakkı var. Bu yetki ta 2012’den beri var.
Buna mukabil, cumhurbaşkanlığı rejimi bambaşka mekanizmalar da getiriyor. Örneğin, 1 numaralı cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle oluşturulan Cumhurbaşkanlığı Politika Kurulları arasında Yerel Yönetim Politikaları Kurulu da bulunuyor. O da diğer sekiz kurul gibi doğrudan cumhurbaşkanına bağlı, onun kararları doğrultusunda öneriler geliştiriyor, faaliyetler yürütüyor, raporlar tutuyor. Kentleşme, kültürel miras, göç, iskân gibi konuların yanında çevre sorunlarına dair politika ve stratejileri de bu kurul belirliyor. Bunun yanında, Türkiye Varlık Fonu’nun cumhurbaşkanına bağlanmasının ardından, bu fonun kullanımıyla ilgili olarak 9 Ağustos 2018’de 17 numaralı kararnameyle oluşturulan “tek hazine kurumlar hesabı” kapsamında belediyeler de zikredildi. Yani sadece yerel yönetim politikalarını değil, belediyelerin gelirlerini de cumhurbaşkanı doğrudan toplayıp gerekli gördüğü kadarını verebilecek veya vermeyebilecek. Belediye yönetimlerinin eli bu kadar bağlıysa, cumhurbaşkanı istediği anda belediye idareleri yok hükmünde oluyorlarsa seçimi kazanmak da göstermelik bir formalite haline gelmez mi o zaman?
Merkezi otorite çok ciddi bir kriz içine girdi, belediyelerin başı ayrıca belada. Arkadaşlara söylüyorum, aldık hadi büyükşehir belediyesini, ne yapacaksınız? O kadar büyük bir borç var ki. Ve onu ödeyebileceğiniz kaynağınız yok, borçlanma imkânınız yok, hem zaten borçlanmayın. Bizim Kamu Mallarını Değerlendirme Yasası gibi bir yasamız yok, başından beri. Kamusal malları satabiliyorsunuz, belediyelere bu yetki verildi. Kaynak mı bulamıyorsun, sat. Aslında halkın hizmetinde kullanman gereken alanları satıyorsun. Parkını satıyorsun veya altına otopark yapıyorsun. Belediyelere bırakılan tek gelir kalemi otoparklardan elde edilenler, kentsel dönüşüm alanı açtığın zamanki gelirler, emlak vergileri, birtakım harçlar, işyeri ruhsatları. Vergi koyma yetkisi yok mesela, orada da merkezi idareye bağımlı. Bir kaynak yok ortada şu anda. 17 numaralı cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle “varolana da el koyabilirim, senin her türlü alanını Varlık Fonu’na aktarabilirim” diyor.
Belediyelere bırakılan tek gelir kalemi otoparklardan elde edilenler, kentsel dönüşüm alanı açtığın zamanki gelirler, emlâk vergileri, birtakım harçlar, işyeri ruhsatları. Vergi koyma yetkisi yok mesela, orada da merkezi idareye bağımlı. 17 numaralı kararname “varolana da el koyabilirim, senin her türlü alanını Varlık Fonu’na aktarabilirim” diyor.
Yerel yönetimler diye bir şeyin olduğunu ben artık düşünmüyorum. Diyelim bir belediyeyi aldınız, halkın sizi tekrar seçmesi için yapmanız gerekenler var, çöpünü alacaksınız, yolunu yapacaksınız, ama ciddi bir şekilde borçlusunuz ve bunları yapacak paranız yok. Eğer halkla birlikte “bakın durum budur, ama böyle de bir imkân vardır, buraya hep beraber gelelim ve politik olarak zorlayalım” gibi çok açık bir propagandayla bunu yapmıyorsanız, “size proje vaat etmiyorum, size beraber çöp toplamayı vaat ediyorum” diyemiyorsanız, zor. Bunu diyebiliyorsanız ve bu süreci bu aydınlanma için örgütleyebiliyorsanız, benim için yerel yönetim seçimleri sadece demokratik mücadelede açılmış önemli bir kanaldır. Ama “gidip seçileceğim, şurayı alacağım, şu projeyi yapacağım” diyecekseniz, merkezi yönetimin “başarı”sına ve diline, siyasetine öykünüp onun taklidini yaparak bu iş gidecekse, hüsrandır sonu. Çünkü bütün yetki ve para –gerçi onlarda da yok ama– merkezi idarede. Bunu tartışmayan, bununla yüzleşmeyen, bunu siyasetinin odak noktasına alıp yerelle geneli birleştirmeyen, hâlâ “küreselin karşısında en önemli alternatif yereldir” diyen bir siyasi hareket bence çok da başarılı olamaz.
Kendi öncüllerimize dönersek, biz demiyor muyduk emperyalizm böler ve yönetir diye? Şu anda bence yerel yönetimlerin geldiği durum, merkezi yönetimlerin veya küresel sermayenin bölme harekâtından başka bir şey değil. Bir yandan bu kadar yerel özerklik, demokratik özerklik tartışırken bu söylediğim ağır geliyor, bana bile ters geliyor. Mesela muhtarlıkları çok önemsiyordum sosyal açıdan, insanlarla birebir temasa da ihtiyacımız var bizim, partiler üzerinden ya da birbirimizle kurduğumuz ilişkilerin samimileşmesinin yanında başkalarıyla kurduğumuz birebir hayati, yaşamsal, onu anlayan ilişkiler de çok önemli dünyayı değiştirebilmek için. Ama bir yandan da bakıyorsunuz ki, sistem bizden daha çok bunun farkında, muhtarlara bile kayyum atanıyor. Olağanüstü Hal kalktı ama, olağanüstülük ilan etme koşulları otomatiğe, cumhurbaşkanına bağlandı. Bu sistem o kadar ileriye gitti ki, cumhurbaşkanı “Danıştay varsa ben gideyim” demeye başladı. En basit denge ve denetleme kurumları dahi yok. Ama bu nasıl meşrulaştırıldı? Mesela bürokrasi. Hepimiz bürokrasinin yok olup gitmesini istedik hep beraber. Halbuki eski Devlet Planlama Teşkilatı gibi gerçek bir bürokrasi devletin en önemli denge-denetleme kurumudur. Şimdi artık seçilmişle atanmış arasında fark kalmadı ya da seçilmiş yok ortada, herkes atanmış. Ama atanmışların içinde liyakat da olmadığı için, o eski bürokrasinin güçlü yanları da ortadan kalktı. Bu da çok komik tabii, felsefi olarak devlet örgütlenmesine karşı olan insanlar olarak tutup da devletten düzen bekler hale geldik! Bu devletin şimdi düzeni yok.
Demirel’e atfedilen meşhur lafta olduğu gibi, “tay”lar olmayınca, Danıştay, Sayıştay, Yargıtay gibi kurumlar özerkliğini yitirince kırat şahlanıyor mu, yaşadığımız durum bu mu?
Bunlar çok önemli kurumlar, dengeleme ve denetleme kurumları bunlar. Dengelenmeyen ve denetlenemeyen bir güç korkunç bir şeydir. Mimarlar Odası’na da kayyum atayabilir, “beni bir milyon dolar zarara soktunuz” diyor. Ve bunu toplum nezdinde haklı gösterebilecek bir aura yaratmış bir iktidardan bahsediyoruz. Diyor ki, kayyum için gerekli hukuku kurdum mu, kurdum. Bunu da referandumda halka oylattım mı, oylattım. Öteki seçimlerde halk buna güvenoyu verdi mi, verdi. Neresi faşizm bunun demiyor mu, diyor. Zaten dünyada hangi faşist iktidar seçim dışında pat diye geldi? Faşizme ihtiyaç vardı, sermaye kendisi iş başına gelmek zorundaydı, yok şu kurum, bu müdürlük, hali mecali kalmamıştı buna, çok hızlı gitmesi, alanı genişletmesi gerekiyordu. Bunun için de yeni bir hukuk metni lâzımdı. Anayasalar da bir kurucu iradeyle yapılabilir ancak. Ya devrimdir ya darbedir, durduk yere bir toplum yeni bir anayasa yazmaz. Dünya âleme karşı kendini kurucu irade olarak tanımlayabilmek için 15 Temmuz da tabii “Allah’ın lütfu” gibi geldi. 24 Ocak – 12 Eylül ilişkisi gibi. Bu gidişin tetiklendiği yer de 12 Eylül 2010 anayasa değişikliğidir. O zaman anlatamadık bunu. Şimdi, tamam, bu iktidar böyle de, peki biz ne yaptık? Bugün bir sosyal demokrat yerel yönetimler seçimlerine hazırlanırken eğer bunlardan bahsetmiyorsa, hâlâ bu kayyum meselesini önüne almıyorsa, nasıl olacak? Kolay değildir, bir sürü belediye başkanı içerde. Bunu söylemek bile artık bir cesaret gerektiriyorsa ve “sen Kürtçülük yaptığın için bunu söyledin” diye suçlanıyorsan, bunun yolu yok, çıkışı yok. Bu yerel seçim çalışmaları sırasında belki bizlerin yapacağı şey, yine birebir temasları kurabilmek ve bu meseleleri açığa çıkarmaya çalışmak, halka kadar giden, “bu senin paran, senin hizmetin, senin derdin” diyebilecek bir ortak politikayı geliştirebilmek. Umudum var mı, yok.
Barcelona belediyesi ne güzel şeyler yapmış diye yerelin yapabileceklerine dair örnekleri söyleyip duruyoruz ama, onların hukukuna hiç bakmıyoruz. Genelde verilmiş demokrasi mücadelesinin oraya yansımış hali bu hukuk. Yoksa tek tek yerellerde verilecek demokrasi mücadelesi çok uzun ömürlü olmaz.
Yakın tarihimizde SHP-CHP belediyeciliği ve sosyalist partilerin küçük ölçekli deneyimleri dışında bir de Kürt siyasi hareketinin belediyecilik tecrübesi var, ama buradan edinilen dersleri tartışabilecek bir normallikten uzağız. Öte yandan, kendi belediyelerinin taşeron işçilerinin üzerine güvenlikle saldıran CHP belediyeleri var.
Mesela ne demek taşeronlaşma? Bunu kabul etmişiz, taşeron işçinin haklarının peşinde koşuyoruz. Ama bir belediye hizmetinin taşerona devredilmesinin ne demek olduğunu, işin kalitesini ve halkla kurulan ilişkinin neye dönüştüğünü hiç konuşmuyoruz. Bakmayın, AKP belediyelerinin sesi çıkmıyor, ama onlar da çok memnun değiller merkezi idarenin bu kadar vesayeti altında olmaktan. Sonuçta o sokağın hem zenginiyle, hem esnafıyla, hem de evsiziyle karşı karşıya kalan oradaki yerel yönetici. Hesabı veren o, fakat gelirleri toplayan merkez, böyle saçma sapan bir durum var ortada. Ama ne yapıyorlar, sosyal yardım hizmetleri için Dünya Bankası’ndan aldıkları payları kendi siyasetlerindeki belediyelere aktarıyorlar. Bugün siz Beyoğlu’nda istediğiniz kadar kıyameti koparın, gidin Tarlabaşı’nın yoksullarına, ortalık yerden çatlasanız yine gidip AKP’ye oy vermek zorunda. Biliyorum ayda aldığı 300 lira maaşın veya çocuğunu üç öğün götürdüğü aşevinin parasının nereden geldiğini. Halk radikaldir. Demokrasi, hukuk gibi laflara aç insanın karnı toktur. Bu insanlar bir de borçlanamayanlar. Ama işçi sınıfına bakın, borçlular. Bu kentsel dönüşüm meselesine, olağanüstü hacimdeki bu konut meselesine bu yönden bakmazsak olmaz. Bir kere, insanların işyerinde bir araya gelip de kendi mücadele birliklerini ve ağlarını kurmaları olağanüstü zor. Bir yanda, üzerinde çok durmadığımız sendikasızlaşma diye bir problem, örgütlenemeyen bir işçi sınıfı var. Onun için önemli olan artık işini kaybetmemesi. Flormar gibi çok destek verilecek mücadeleler de tabii ki var, orada bıçak kemiğe gelmiş zaten. Peki siz bu insanların karşısına güvenilir bir sendika olarak çıkabiliyor musunuz? Kendi sendikanıza dönüp baktığınızda, orada da aynı neoliberal, yarışmacı, bayrak asmacı, “benden iyisi yok” felsefesinin devam ettiğini görüyorsunuz. Bu neoliberal dönemde bazı kavramların içi çok boşaltıldı, bazı kavramların içi de bilerek farklı dolduruldu. Adam sendika başkanı, Mercedes’e biniyor. Bir inançsızlık hali var. Muhalefet, muhalefette kalmaya uğraşıyor.
Türkiye’de sektör olarak birikmiş inşaat sermayesi diye bir şey yok. Tek sermaye toprak, toprağın kentsel arsa haline getirilmesi ve imar planları vasıtasıyla rant yükselmesi. İşte bu güç ‘80’lerde yerellere dağıtılmıştı, sonra yavaş yavaş merkezileştirildi. Belediye sınırları il sınırlarına kadar genişleyince koca bir alan oluştu. Maden, taşocağı, HES alanı, her şey belediye sınırları içine girdi. İşte bunun da merkezileşmesi sürecindeyiz.
Gültan Kışanak, yeni kitabı Kürt Siyasetinin Mor Rengi ve yerel yönetim deneyimi üzerine yaptığımız mektup söyleşide, erkeklerin başka şehirlerde gördükleri pahalı ve gösterişli işlere öykündüğünü, kadınlarınsa gündelik hayatı kolaylaştıracak ve güzelleştirecek yerel politikalara eğilimli olduğunu söylüyordu…
Projecilik işte bu. Neoliberalizmin bize empoze ettiği ve her birimizin de ister istemez etkisinde kaldığı o “başarı” fikri başka bir şey. Büyük projeleriniz olacak, şehriniz marka olacak… Bunları Kürt belediyeleri yapmadı mı, yaptı. İnanılmaz yanlış işler de yaptılar. Ellerindeki tarım alanlarını şakır şakır yapılaşmaya açtılar. Küçücük yerde, Ovacık’ta adam nohutla ayakta duruyor işte. HDP belediyelerinin elindeki tarım arazileri inanılmazdı. Üretim çiftlikleri kurabilirlerdi mesela. Ama böyle yapmadılar, habire yeni konut ürettiler. Öte yandan, HDP belediyelerinin yerel yönetim programlarına, belediyelerin stratejik plan belgelerine baktığınız zaman, Türkiye’deki en ileri programlardandır. Sadece cinsiyetçilik, ayrımcılık gibi meselelerde değil, altyapı sorunları açısından da öyle. Çok zor şartlarda aldılar belediyeleri. Mesela bütün içme suyu sistemleri asbestti çok uzun yıllar, bunu ortadan kaldırdılar. Yaptıkları çok ciddi hizmetler var. Ama gelirlerin tayini meselesinde, emlâk vergisi, kentsel dönüşüm deyince, onlar da başka bir model sunmadı. Öyle bir model sunacak halleri de yok. Ama demokratik özerklik dedikleri durum öyle bir politize edilip ortaya kondu ki. Halbuki Avrupa Yerel Yönetim Özerklik Şartı’nın dışında bir şey demediler. Yerel yönetim dediğimiz şey nedir? O yerelde üretilenden pay almasıdır, onu kendisinin tayin etmesidir, vergi koyabilme yükümlülüğüdür. Bu belediyelerin elinde böyle bir şey yok ki. Barcelona belediyesi ne güzel şeyler yapmış diye yerelin yapabileceklerine dair örnekleri söyleyip duruyoruz ama, onların hukukuna hiç bakmıyoruz. Genelde verilmiş demokrasi mücadelesinin oraya yansımış hali bu hukuk. Yoksa tek tek yerellerde verilecek demokrasi mücadelesi çok uzun ömürlü olmaz. En sonunda getirir, sizi faşizme teslim eder. Yerel demokrasi mücadeleleri mutlaka yapılmalı elbette, ama genel demokrasi mücadelesine evrilmedikçe ve ortak bir mücadele platformu haline getirilmedikçe, sadece o yerele özgü iyi örnekler olarak kaldıkça şunu da diyebilirsiniz, ki sistem bunu söylüyor dünyada: “Ama bakın neoliberalizm size şu köyde şunu yapabilme imkânı da verdi, akıllı olun, hepiniz yapın”… “Pilot proje” de bize neoliberalizmin hediye ettiği bir mantık. Pilot proje gibi yerellerde kalırsak sadece, bunu genel olanla birleştiremezsek, sadece yerel manifestolar halinde kalırsa, bizi bir yere götüreceği yok. Sadece ülkelere bağlı da değil, evrensel bir bakış, bir dayanışma olmalı bu. Bunun imkânları çok fazla var. Biz bir yandan imkânsızlıklar içinde debelenirken, esas olan evrensel fırsatları kaçırıyoruz.
Yeni büyükşehir yasasıyla birkaç büyükşehir birleşip Kalkınma Ajansları’na denk bölgesel birlikler yaratabilecek. Bir yandan merkezileştirirken, bir yandan çok parçalılıktan da kurtuluyorlar. Aslında bir nevi eyalet sistemine geçiyorlar, garip bir şekilde.
Peki taban inisiyatifleri, örneğin kent veya mahalle, demokrasi veya yurttaş meclisleri nasıl işlevler üstlenebilirler? Aşağıdan inşa edilebilecek, kalıcı bir demokrasinin en önemli araçları bunlar değil mi?
Tamam da, bunu kuran kendisi için kurduğu anda, kendi siyasetinin devamı ve konsolidasyonu için ve diğerlerine gol atma mantığıyla kurduğunda, olmuyor. Bu iş gerçekten yerele gitmekten, anlatmaktan, örgütlenmekten geçer. Bir toplam irade lâzım, o yok. Ne sendikasında var ne siyasetinde. Baroyu alın mesela. Dünyanın en zor zamanında baro seçimlerine dört listeyle giriliyor. Belki biz kendimize teşhis koysak halka da faydamız olacak. Biz kendi kendimizi anlamış durumda değiliz ki. Sosyal demokrasi sermayenin subabıdır deriz, değil mi? Sistemi iyileştirmedir, daha çekilir hale getirmek için tedbirler almaktır, ama o sistemin daha da yerleşikleşmesine, faşistleşmesine yardım etmek hiç değildir.
Yıllardır ekonominin motoru olan, teşviklerle, arazi tashihleriyle, acele kamulaştırmalarla semirtilen inşaat endüstrisinde birbiri ardına iflaslar yaşanıyor, konkordatolar ilan ediliyor. Bu alandaki kriz kentlere nasıl etki edecek?
Balon diyorduk zaten. Rönesans şirketi 10 bin kişiyi işten çıkarmış, ama bir yandan Rusya’da devam ediyor işine. Sadece insanlar kaçmıyor dışarıya, iç sermaye de kaçıyor, Karadağ’da takır takır şirketler kuruluyor. Bunun böyle olacağı da biliniyordu. Türkiye’de sektör olarak birikmiş inşaat sermayesi diye bir şey de yok. Tek sermaye toprak, toprağın kentsel arsa haline getirilmesi ve imar planları vasıtasıyla rant yükselmesi. İşte bu güç ‘80’lerde yerellere dağıtılmıştı, sonra yavaş yavaş merkezileştirildi. Enerji sektörünü de katalım buna. Belediye sınırları il sınırlarına kadar genişleyince koca bir alan oluştu ve orada köy idaresi falan kalmadı artık. O zaman maden alanı, taşocağı alanı, HES alanı, her şey belediye sınırları içine girdi. İşte bunun da merkezileşmesi sürecindeyiz. Yerel yönetim deyince aklımıza oradaki belediye geliyor, ama artık öyle değil, bütün toprak söz konusu. Yeni büyükşehir yasası da bambaşka şeyler getirecek. Birkaç büyükşehir birleşip Kalkınma Ajansları’na denk bölgesel birlikler yaratabilecek. Bir yandan merkezileştirirken, bir yandan çok parçalılıktan da kurtuluyorlar. Aslında bir nevi eyalet sistemine geçiyorlar, garip bir şekilde.
Muhalefete düşen görev, yerel yönetime gelmekle işin bitmeyeceğini, aslında büyük bir mücadelenin başlayacağını, hem bütçenize el konabileceğini, hem meclisinizi, idarenizi, çalıştıracağınız herkesi merkezin belirleyeceğini bütün açıklığıyla halka anlatmak.
Ekonomik kriz pek çok projenin yarım ya da atıl kalmasına da sebep oluyor. Örneğin Kabataş liman projesinin planına ne kadar sadık kalınacağı da muamma. Bu tür örnekler çoğalır mı?
Oraya bir iskele binası yapacaklar, meydanı açacaklar. Altına üstüne girecek halleri kalmadı. Vapurlar çalışmaya başlayınca esas mesele çıkacak ortaya. Aslında yıkılması lâzım, ama yıkmaya kalsan çıkacak çevre rezilliği daha fazla. Ne diyeceğimi bilemeyeceğim bir haldeyim Kabataş için. Fakat diyelim ki vapur yanaştı, vapurdan çıkıp da duraklara gelene kadar kışın zatürre olunur, öyle bir sert rüzgâr vardır ki orada.
Bu tür hesapsızlıklarda mimarların da payı yok mu, mesela Kabataş projesi sonuçta bir mimarın eseri değil mi?
Mimar zihin tahayyül etmiyor ki bunu. Kabataş’ı transfer merkezi diye getirdiler. Günde 200 bin kişi orada yer değiştirecek. Bu stratejik kararların resmini çizen kişi mimar. Mimar sadece onun tepesine bir tane martı kondurdu. Mesele martı değil, alınan o metro kararı. Bu sefer, “bu kadar insan gelecek, her şeyi yeraltına alalım” dediler. Fakat bunu yapacak para yok artık. Ya da, kafa yap-işlet-devret kafası. O zaman öyle bir şey yapalım ki, rant tesisler de olsun, bunu yapacak müteahhide işletme hakkını verelim. Bu da devasa sistemler, çarşılar, dükkânlar demek. Böyle böyle büyüyor projeler, mimar da buna çözüm getiriyor.
Kazanacağım diye çıkıp tekrar kaybettiğin anda gelecek umutsuzluk artık altından kalkılamayacak hale gelir. Kendi ruh sağlığımızı da düşünerek, “şu kişiyi çıkarırsak şurayı alırız”dan öte, biz varız, bunları diyoruz, diyeceğiz diyen ve kendi varlığını sürekli kılmaya çalışan bir hale girmemiz ve ortak muhalefet zeminini inşa etme görevi var önümüzde.
Ama bu tür projelerin arkasında, alınan izinlerde, ruhsatlarda üniversitelerin, akademisyenlerin katkısı da az değil.
Galataport’un arkasında her türlü hoca var mesela. Adam bir yandan restorasyon kürsüsü başkanı, bir yandan danışman. Ahlâki bir çöküntü de var. Öğrencilere tam bunun tersini öğretiyorlar, karşılarına geçip konuşunca da utanıyorlar. Galataport’un mimarı Mimar Sinan’da mesleki etik dersi veriyor, böyle garip garip durumlar var. En önemli şey kurullar. Siyasetin etkisi altına girmiş, bütün tayinler ona göre yapılmış. Beyoğlu gibi bir yerde kurul başkanı şehir plancısı. Mesleklerin ahlâkı da kalmadı. Onun için meslek odaları istenmiyor artık. Sonuçta sistem her şekilde bütün zihinlere giriyor. Kentsel dönüşümün en büyük meşrulaştırıcısı üniversite değil midir? Kentsel dönüşümü eleştirdiğimiz zaman bunun tek çare olduğunu söyleyen üniversiteler vardı. Onların kastettiği kentsel dönüşüm başka bir şeydi, ama tabii kentlerin bu halini savunacak halimiz de yoktu o zaman. Tarlabaşı’nın hikâyesi ‘80’lerde başlıyor, onlar sabırlı insanlar.
Bu baskıcı politik ve toplumsal iklimden çıkmak için sizce ne yapmak, mücadeleyi nereden, nasıl kurmak lâzım? Yerel seçimleri bunun için bir imkân gibi düşünemez miyiz?
2019 yerel seçimlerinde çok değişen bir şey olmayacak, ancak belki bu sistemi afişe etme olanağı doğacak. Fakat göstereceğin hedef yok. Cumhurbaşkanlığı yetkilerine ve kararnamelerine, bütün bu Kalkınma Ajansları’na, Kalkınma İzleme Ofisleri’ne, Politika Belirleme Kurulları’na baktığımızda, önümüzdeki yerel seçimlerin iktidarın güven oylamasından başka bir şey olmadığı açık. Muhalefete düşen görev, bunu bütün açıklığıyla halka anlatmak. Yerel yönetime gelmekle işin bitmeyeceğini, aslında büyük bir mücadelenin başlayacağını, hem bütçenize el konabileceğini, hem meclisinizi, idarenizi, çalıştıracağınız herkesi merkezin belirleyeceğini anlatmak gerekir.
Sahici bir şekilde önce kendimizle yüzleşip, kendimizle hesaplaşıp meydana çıkmaktan başka çare yok. Bu yerel seçimlerde hiçbir imkânımızın olmadığını, seçimlerin işimizi daha da güçleştireceğini düşünüyorum. Ayrışmaları artıracak, adaylar üzerinden kıyametler kopacak. Yeni bir siyaset yapma biçimi, dili, felsefesi bulmak lâzım. Ama gördüğüm odur ki, bu seçimlerden bir şey çıkmaz. Başarıya, kazanmaya odaklı anlayışı yıktık, yıktık. Bizim için şu anda en önemli şey kazanıp kazanmamak değil, süreci örgütleyebilmek, kendi manifestomuzu hazırlayabilmek. Buna da şimdiden başlamamız lâzım. Bildiğimiz gibi yapalım deme lüksümüzün olmadığını düşünüyorum. Kazanacağım diye çıkıp tekrar kaybettiğin anda gelecek umutsuzluk artık altından kalkılamayacak hale gelir. Kendi ruh sağlığımızı da düşünerek, “şu kişiyi çıkarırsak şurayı alırız”dan öte, biz varız, bunları diyoruz, diyeceğiz diyen ve kendi varlığını sürekli kılmaya çalışan bir hale girmemiz ve yeniden muhalefeti inşa etmemiz gerekiyor. İktidara gidecek yollar kapalı. Doğru dürüst iktidar talep edebilmemiz için iktidarı talep edecek hale gelecek bir ortak muhalefet zeminini inşa etme görevi var önümüzde. Krizi, işçi sınıfını, kadını, ekolojiyi ayırmadan, bütün bu mücadele alanlarının hepsinin birbirine bağlı olduğunu görerek, o alanların kendi öznelliklerini de kabul ederek yeniden bir manifesto inşa edebilmeliyiz. Saçılmazsak ve birbirimizle, başkalarıyla ilişkiyi doğru kurmaya adanırsak bunu becerebiliriz ve önemli bir adım atmış oluruz.