BBOM İZMİR EĞİTİM KOOPERATİFİ RENKLİ ORMAN OKULU –II

Söyleşi: Ulus Atayurt
4 Ocak 2020
SATIRBAŞLARI

Şiar basit, ama kuvvetli: “Çocuk yapabilir, yetkindir.” Başka Bir Okul Mümkün Derneği’nin bileşeni Renkli Orman Okulu’nun heyecan verici hikâyesini, yarattıkları ilerici eğitim modelini yılın başında kurucu ortaklarından Yasin Sancak’tan dinlemiştik. Şimdi İzmir’e Yakaköy’e uzanıyor, örgütlenmenin geldiği aşamaya kooperatifin veli ortağı Sanem Erdil ve öğretmen ortağı Yasin Sancak’la kuşbakışı yapıyoruz. Bir+Bir İzmir’den bildiriyor.
Yasin Sancak ve Sanem Erdil

Kooperatife hem bir veli hem de ortak olarak katılmanız nasıl oldu?

Sanem Erdil: Öğrenci derneklerinden itibaren eğitim ve sağlık hakkı mücadelesine angajeyim. Ama Renkli Orman’a kadar eğitim müfredatı ve içeriğiyle pek ilgilenmemiştim. “Eşit, parasız, anadilde eğitim” sloganını destekliyordum. Çocuğumuz okul çağına gelince ne yapacağız diye düşünmeye başladık. Okulsuz, evde eğitime pek cesaret edemedik. Çocukların akranlarıyla sosyalleşmeye ihtiyacı var. Kızım Roksan geniş ailenin en küçüğü ve etrafında pek yaşıtı yoktu. İki-üç ay bir oyun grubu denedik. Ama gittiğimiz yerde bütün çocuklar prens ve prenses kıvamındaydı. Bütün etkinlikler katı sınırlar içinde tanımlanmıştı. Eşim Taylan gazeteci. Ben de Bakanlık emriyle işten çıkarılmış KHK’lı bir arkeoloğum. Ciddi bir hayat mücadelesi veriyoruz. Taylan psikolojik danışmanlık eğitimi aldı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nda çalışmaya başladı. Dolayısıyla eğitim sitemini yakından gözlemledi, müfredatın kısıtlarını gördü. Evet, öğretmen çok önemli. Ama o ne kadar idealist olursa olsun, tepesindeki yönetici ve müfettişler tarafından sürekli denetlenince hareket alanı çok daralıyor. Küçük bir mekânda beş yaşında 25 çocukla bir mücadele veriyor, onların sadece dikkatini toplamak bile büyük çaba gerektiriyor. Aramalarımızı sürdürürken, algıda seçicilik işte, Başka Bir Okul Mümkün Derneği (BBOM) sık sık önümüze çıkmaya başladı. Şimdi geri dönüp bakınca kendimizi soruyoruz: “Renkli Orman olmasa ne yapardık?” Herhalde diğer aileler gibi çocuğa en az zarar veren, idealist öğretmenlerin yer aldığı bir kamu okulu arayışına girerdik.

Amaç yaparak, üreterek öğrenmek. Hayatın farklı yönlerine dokunan bu yaklaşımı benimsiyoruz. Mesele sadece akademik eğitim değil. Çocuk yapı bilgisi de öğrenecek, tarımı da biraz bilecek, kendi söküğünü de dikecek.

Roksan üç buçuk yaşında Renkli Orman’a başladı. Öncesinde kooperatif fikrine ısınmış, süreci öğrenmiştik. Önemli bir endişemiz şuydu: “Ben işsizim, tek maaşla geçinebilir miyiz?” Şimdi Roksan’ın okuldaki üçüncü senesi. Renkli Orman ülkenin şu döneminde bulunabilecek en iyi model. Her şeyden önce çocuk çok mutlu.

Yasin Sancak: Eğitimin her seviyesinde sonuçları test etmek çok önemli. Geçen sene çocuklarımızın yaratıcılığını evrensel ölçütlere (Torrance ölçeği) göre sınamıştık. İzmir’in en bilinen özel ve kamu okullarının dahil olduğu 22 okul içinde Renkli Orman’daki çocukların yaratıcılığı en yakın okuldan iki kat fazla çıktı. Uyguladığımız yöntemlerin her veçhesine bakmak istiyoruz. Mesele sadece akademik ölçüm değil. Sonuçta mutlu, sosyal, özgüvenli çocuklar yetiştirmeyi amaçlıyoruz. Tüm bu başlıklara dair ölçütlere başvuracağız. Şimdi mutluluk ölçütüne bakacağız. Ama akademik ölçütü de es geçmiyoruz. Ortaokul eğitimine başlayınca, ister istemez dışarıyla, başka okullarla kıyaslama da artacak.


Roksan’ın okuldan ötürü mutlu olduğunu söylediniz, bunu nasıl gözlemlediniz?

Erdil: Bazen babası Roksan’ı çalıştığı kamu okullarına götürüyor. Sınıf öğretmenlerinin hepsi yakın arkadaşımız. Babasını beklerken kendi yaş grubundan bir sınıfa katılıyor. O okullardaki öğretmenler çok aydın, demokrat, angaje insanlar. İlk anlamadığı nokta katı sınırlarla belirlenmiş teneffüs oldu. Zil sesini duyunca epey şaşırmış. Çünkü çocuklar Renkli Orman’da istedikleri zaman dışarı çıkabiliyorlar. Sabahları “önce biraz oynayacağım” deyip bahçeye geçen oluyor. Sonra merdivenlerde koşturan çocuklara bir yöneticinin bağırıp çağırmasına şahit olmuş. “O okulda çok kötü bir adam var” diye geldi. Bir gün Manisa’daki yeğenimi okuldan almaya beraber gittik. Bir cuma günüydü, bayrak töreni vardı. O da sıraya, yeğenin yanına girmek istedi. Müdür kürsüye çıkıp “bayrağa bakarak İstiklâl Marşı söyleyeceksiniz, dik duracaksınız!” diye bağırmaya başladı. Roksan “bu adam niye böyle bağırıyor?” diye ısrarla soruyor. Tesadüf bu ya, müdür İstiklâl Marşı’nın okunuşunu beğenmedi ve tekrarlattı. Bunun üzerine yeğenine “sen de gel, bizim okulda oku” diye teklifte bulundu.

Milli Eğitim Bakanlığı bu sene teneffüsleri 15 dakikaya çıkardı. Küçücük çocuklardan bahsediyoruz; hazırlanmaları, oyuna ısınmaları için zamana ihtiyaçları var. Ama özel okul dernekleri müşterek taleple süreyi tekrar 10 dakikaya çekmek istedi ve istekleri kabul edildi.

Sancak: Gerek kamuda gerekse özel okullarda, mesleğini çok iyi bilen ve seven harika öğretmenler var. Ama kamunun sınırları ve çalışanların mutluluğu da çok belirleyici. Hakeza özel okulların işletme mantığı ve akademik başarı odaklı yaklaşımları da öğretmenlerin bilgi ve yaratıcılıklarını kullanmalarını engelliyor. En büyük açmazımız öğretmenlerin inisiyatif alamaması. Bu sene Milli Eğitim Bakanlığı doğru bir iş yaptı ve teneffüs sürelerini 15 dakikaya çıkardı. Küçücük çocuklardan bahsediyoruz; hazırlanmaları, oyuna ısınmaları için zamana ihtiyaçları var. Aslında bunu bilmeyen eğitimci yoktur. Peki ne oldu? Özel okul dernekleri müşterek bir taleple süreyi tekrar 10 dakikaya çekmek istedi. Talepleri yerine getirildi, onlara özel bir yönetmelik çıkarıldı. Çünkü özel okullarda zaman pahalı, akademik başarı pazarlıyor ve satıyorlar. Kapitalist işletme mantığına sahip okullar tek bir seçenek sunuyor. Veliler de nereye baksa o seçeneği görüyor.

Erdil: Bırakın teneffüsü uzatmayı, özel okullarda akşamüstü beşte okuldan çıkan çocuklara bir de etüt koyuyorlar. Bahane: “Çocuk geri kalacak.” Hiç sormuyorlar, neden geri kalacak? Tüm ailelilere duymak istediklerini sürekli tekrarlıyorlar: “Çocuğunuz çok iyi, sürekli gelişiyor.” İnsanlar da çocuklarına sanki o çocuklar dünyayı kurtaracakmış gibi bakıyor.

Özel okullarda yetişen çocuklara dair araştırmalar var mı?

Sancak: Bir kooperatif ortağımız İzmir’in büyük otellerinden birinde insan kaynaklarında çalışıyor. Her yıl onlarca iş görüşmesi yapıyor. Onun yorumu şöyle: “İş başvurularına iyi okullarda okumuş, yurtdışında yüksek lisans yapmış gençler geliyor. Ama onlarla iletişim kuramıyoruz. Çoğu görüşme boyunca göz teması bile kuramıyor.” Çocukların belli bir enerjisi var. Onlardan onun üstünde bir talepte bulunmak aslında çocuklara şiddet uygulamaktır. Bu yüzden çocukların zamanından, oyunundan kısıyorlar. Eğitimcinin asli görevi çocuğun enerjisini nasıl dağıtacağına yön vermektir. Enerjinin çoğunu akademik başarıya kaydırdığınızda ister istemez sosyal beceriler eksik kalıyor. Okul için yer ararken İzmir’in ilçelerinden birinde, bir belediye başkanıyla görüşmüştük; çocuğu sınav stresinden dolayı zona geçiriyordu. Sınav sistemi çok baskıcı. İran ve Japonya gibi sınavların çok belirleyici olduğu ülkelerde gençler arasında “sınav dönemi intiharları” diye bir olgu var.

Erdil: Eğitime rekabet penceresinden bakan bir ebeveyn de “bunca para döktüm, karşılığında bir başarı bekliyorum” diyor. Oysa çok donanımlı çocuklar bile üç saatlik bir sınavda başarısız olabiliyor. Ablam 20 yıllık edebiyat öğretmeni. “Her sene çocukların okuduğunu anlama seviyesi düşüyor” diyor. Paragrafı okuyup anlamayla ilgili test sorularını yapamıyorlar, sadece eser ve yazar isimlerini ezberliyorlar. Zaten çocuklara tüm temel eserler, örneğin Savaş ve Barış katbekat kısaltılarak okutuluyor.

Renkli Orman’ın dört ekseninden biri “alternatif eğitim”. Siz veli olarak bu farkı nasıl karşıladınız?

Erdil: Derneği kuran akademisyenlerin metotlarını, eğilimlerini biliyorduk. Çocuk merkezli eğitimi önemsedik. Çünkü kötü bir oyun grubu tecrübemiz vardı. Roksan daha kil heykelini bitirmemiş, “haydi şimdi drama geçiyoruz” diyorlar. Çocuk ertesi gün yarım kalan kil işine devam etmek istiyor. Burada, evet alternatif sistemlerin Pestalozzi, Fröbel, Montessori, Makarenko, Freire metotlarının üzerine kafa yorulmuş. Çocuk odaklı, ekolojiyi ciddiye alan, demokratik bir çerçeve var. Kamudan epey zarar görmüş insanlar olarak çocuğumuzu böyle bir yere getirmek istediğimizi biliyorduk. Uygulamada da  ilkelerin hayata geçtiğini görüyorsun.

Eğitimcinin asli görevi çocuğun enerjisini nasıl dağıtacağına yön vermektir. Enerjinin çoğunu akademik başarıya kaydırdığınızda ister istemez sosyal beceriler eksik kalıyor. Okula yer ararken İzmir’in ilçelerinden birinin belediye başkanıyla görüşmüştük; çocuğu sınav stresinden dolayı zona geçiriyordu.

Sancak: Anahtar kelimemiz “çocuk algısı”. Eğitim kadrosunun, bizlerin çocuğu nasıl gördüğü çok önemli. Genelde doğu toplumlarında çocuk beceriksiz, kendi kendine yetersiz bir varlık olarak algılanıyor. Biz onlara güvenmediğimiz için onlar da kendilerine güvenmiyor, sürekli aşılanan yetersizlik bilinciyle büyüyor. Bizim benimsediğimiz eğitim geleneklerinde “çocuk yapabilir, yetkindir” fikri hâkim. Bu bakışla özgüvene sahip, becerili insanlar yetiştirilebilir. Çocuğa güven ve saygı çok temel. Yüksek sesle çalan zilin arkasında şu düşünce yatıyor: “Sen zamanını yönetmeyi beceremezsin, onu senin adına ancak ben yönetebilirim.“ 

Önceki söyleşimizde altını çizdiğiniz ilerici eğitim geleneklerinden harmanladığınız eğitim sistemini nasıl yapılandırdınız?

Sancak: Yöntemimiz statik değil, sürekli değiştiriyoruz. BBOM Derneği 2010’da kurulduğunda tüm Türkiye için bir model inşa etmek istiyorduk. Bu çabamız hâlâ devam ediyor. Modeli yapılandırmanın iki yolu var. İlki, hazır bir modeli, mesela Montessori ya da Waldorf’u, alıp uygulamak. Öte yandan, hiçbir model mükemmel değil. Hepsinin güçlü ve zayıf yönleri var. Dolayısıyla, soru ister istemez şuna evriliyor: Bu coğrafyaya uygun bir model yaratabilir miyiz? Eğitim bilimciler bize bu yönde büyük bir destek verdi. Her daim Köy Enstitüleri’ne referans veriyoruz. Güçlü bir modelin temelleri orada atılmış. Model Türkiye’ye özgü yaratılmış. Dönemin İlköğretim Müdürü İsmail Hakkı Tonguç uzun süre Avrupa’yı gezip çeşitli modelleri incelemiş. Türkiye’nin koşullarına da hakim. Elbette projenin arkasında bir devlet mantığı var, bir sivil inisiyatiften bahsetmiyoruz. Ama çok başarılı bir model. Enstitüler 1950’lerin ortasında kapatılsa da ekmeğini 1980’lerin sonuna kadar yediğimizi düşünüyorum. O ekolden gelen eğitimciler ve onların yetiştirdiği ilk nesil eğitim kültürünü uzun süre ayakta tutabildi. Kurulma sürecimizde bu gelenek bize psikolojik açıdan çok destek verdi.

Waldorf modeli, evet dünyanın birçok yerinde uygulanıyor ama aslında özgün bir coğrafyası var, o da Almanya ve Avusturya. Kooperatifçilik geleneğinin çok kuvvetli olduğu İtalya’nın Emilia Romagna bölgesi de hakeza. Oraya özgü bir eğitim yaklaşımı geliştirmişler. Diğer modeller genelde “pedagoji” diye geçer. Reggio Emilia modeli ise bir yaklaşım diye adlandırılıyor. Çünkü daha esnek. Erken çocukluğa dair dünyada en popüler ve başarılı örneklerden biri. Çünkü kültürel entegrasyona çok açık. Çocuklardaki yaratıcı potansiyeli çok iyi ortaya koyuyor. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, solun hakim olduğu Emilia bölgesinde ailelerin örgütlenmesiyle ortaya çıkıyor. Çok sıkı bir kooperatif örgütlenmesi örneği. Aileler taşıyla, tuğlasıyla okulları sıfırdan inşa ediyor. Emilialı eğitim bilimci Loris Malaguzzi de işin felsefi altyapısını kuruyor, bizzat 40 sene okullarda çalışıyor. 1970’lerden itibaren pedagog ve psikolog Carla Rinaldi de büyük bir katkı sağlıyor. Eğitim tarihinde en güncel alternatif örneklerden biri olduğu için de “sosyal yapılandırmacı” (constructivist) yaklaşımla yakından temas halinde. BBOM’da Emilia Modeli üzerine kitap ve yayınları çeviriyoruz. Öte yandan, oradan arkadaşlar bize hep “Neden Emilia modeliyle bu kadar ilgileniyorsunuz, sizin kendinize özgü bir yaklaşım tasarlamanız lâzım” diyor.  

Köy Enstitüleri’nin en etkileyici bulduğunuz yönleri neler?

Erdil: Köy Enstitüleri’nde de aslında çocuk odaklı bir katılımcılık vardı. Kararlar tepeden inme değildi.

Bazen kooperatifçiliğe dair aşırı romantik bir yaklaşım sezinliyorum. “Kooperatifçilikle tüm sorunlar çözülecek” düşüncesi büyük bir risk taşıyor. Böyle olmayacağı aşikâr. Hayal kırklıkları yaşamamak için hazırlıklı olmak lâzım.

Sancak: 1940’ların Türkiye’sinde şu bile muazzam değil mi: Köy Enstitüleri’nde eğer bir öğretmen öğrenciye vurursa, öğrencinin de ona vurma hakkı var. Çocukların ciddi söz sahibi olduğu okul meclisleri var. Sovyetler ve Finlandiya’dan esinlenmiş meslek temelli bir eğitim veriliyor. Çocukların eğilimlerine göre de değerlendirme yapılıyor. Amaç yaparak, üreterek öğrenmek. Hayatın farklı yönlerine dokunan bu yaklaşımı biz de benimsiyoruz. Mesele sadece akademik eğitim değil. Çocuk ormana da gidecek, yapı bilgisi de öğrenecek, tarımı da biraz bilecek, kendi söküğünü de dikecek. Köy Enstitüleri’ndeki eğitim ilerici okullarda yaygın kullanılan proje temelli eğitime benziyor. Çocuk gerçek hayatla temas halinde üreterek öğreniyor. Bunu biz de uyguluyoruz. Gerçekten bir robot yapmaya, bir motorun nasıl işlediğini anlamaya çalışıyorlar. Müzeye, makine mühendisine, tamirciye gidiyorlar.

Türkiye’de, özellikle ekonomik kriz vesilesiyle kooperatifçilik alanında bir hareketlenme var. Siz bu gelişmeleri nasıl gözlemliyorsunuz?

Erdil: Eğitim ve sağlık gibi hizmetlerin temel bir hak olduğuna inanıyorum. Ama o alanlara müdahale şansımız az. Özel sektör zaten külliyen ticarethane. Bu ikisine tek alternatif, tek demokratik seçenek kooperatifçilik. Her şeyin temeli ihtiyaç. O yüzden yapı kooperatifleri çok yaygınlaşmış. Hakeza kredi birlikleri de bu amaçla kurulmuş. Eğitim kooperatifçiliği henüz çok taze. Biraz da kervan yolda düzlüyor. Şimdi daha çok kişiye ulaşmaya başlayınca, okul geliştikçe yüzümüzü olumlu, işleyen modellere çeviriyoruz. Kooperatifin ürünü okul. Ama “tamam biz çocuklarımızı kurtardık” diye bir tavrımız yok. Renkli Orman’ın iyi bir örnek teşkil etmesi için uğraşıyoruz. Bu türden bir kooperatifçiliğin mümkün olduğunu gösteriyoruz. İnsanların olumlu bir örnek görmesi bir kıvılcım çakabilir.


Ortak olan aileler çocukları mezun olunca kooperatiften uzaklaşıyor mu?

Erdil: Kendimize şunu soruyoruz: Her veli kooperatife ortak, ama belki de kooperatifçilik yapmak istemiyor. Yine de ortaklığı önkoşul olarak koyuyoruz.

Dünyada sadece çalışanların ortak olduğu birçok eğitim kooperatifi var. Böyle bir örgütlenmeyi düşündünüz mü?

Sancak: Farklı örgütlenmeler üzerine yeni yeni kafa yoruyoruz. BBOM’dan önce de Türkiye’de çeşitli eğitim kooperatifleri var. Daha çok ticari bir model olarak kooperatifçiliği seçmişler. Çok güçlü bir Çağdaş Eğitim Kooperatifi var mesela; 1995’te kurulmuş. Kooperatifçiliğe odaklı değil. Gönüller çocukların, özellikle kızların okuma hakkını savunmak için öğrenci yurtları açıyor. BBOM ile birlikte eğitimde “sosyal kooperatifçilik” başladı. Bugünlerde çok sık gördüğümüz  gelişmeye kooperatifçilik hareketi mi, yoksa kooperatifçilik balonu mu demek lâzım, onu zaman gösterecek. Kooperatifçiliğin bir önceki dalgası olan yapı kooperatifçiliğinin kötü sonuçları, yolsuzluklar malûmunuz. “Kooperatifçilikle tüm sorunlar çözülecek” düşüncesi büyük bir risk taşıyor. Böyle olmayacağı aşikâr. Hayal kırklıkları yaşamamak için hazırlıklı olmak lâzım. Bu açıdan, Bir+Bir Forum’daki farklı örneklerden çok faydalanıyoruz. Stratejik plan çalışmamız devam ediyor. Kooperatifler uzun vadeli somut bir yol çizmek zorunda. Şu anda iki yönlü bir sıkıntımız var. Velilerimiz zorunlu olarak ortak oluyor.

Bir sorun sınıfın meclisinde, sınıf çemberinde çözülemediyse ya da sınıfı aşan bir konuysa okul meclisine getiriyor, orada tartışıp çözüyorlar. Mecliste demokrasi tecrübesi arttıkça çocuklar daha aktif hale geliyor. Bulundukları ortamları dönüştürüyor, sorun çözmeyi öğreniyorlar.

Öte yandan, BBOM kooperatiflerinde ortaklar hem hizmeti üreten hem de onu satın alan tarafta yer alıyor. Bu da ilginç bir çatışma alanı yaratıyor. Dolayısıyla, öğretmenlerin kurduğu bir kooperatif daha kolay işleyebilir. Bizde şu soru ortaya çıkabiliyor: “Okulu kim yönetecek?” Okul kooperatifin bir eğitim kurumu, ama kooperatifin başka çalışma alanları da var ve daha da artacak. Şimdi belki sadece arzu edenlerin ortak olduğu ya da Mondragon’daki gibi belli bir süre emek ve destek verenlere ortaklık teklif edildiği bir sisteme dönebiliriz. Böylece ortaklık kazanılmış bir hak, ayrıcalık haline gelir. Sorumluluk almak istemeyen de ortak olmaz. Türkiye’de yasa da kısıtlı. Tektip bir ortaklık var, kademeli ortaklık yok. Bu alanda deneyimli bir coğrafyadan faydalanmak için Katalunya Eğitim Kooperatifleri Federasyonu’yla ortak bir projede çalışmak üzere başvurduk. Türkiye’de sosyal kooperatifçiliğe ilginin artmasıyla birçok kooperatif bu konuda bilgi toplamaya başladı. Dünyadaki modellerden öğreneceğiz. Bazen kooperatifçiliğe dair aşırı romantik bir yaklaşım sezinliyorum. Sonuçta, kooperatifler düzgün işleyen, ilkelere bağlı demokratik kurumlar. Herkesin her konuda beraber karar alması da gerçekçi değil. Dünyada da sistemler böyle işlemiyor.

Erdil: Okul bir süre tüm enerjimizi aldı. Ne zaman ki işlemeye başladı, o zaman kooperatifçilik üzerine düşünmeye, tartışmaya başladık. Şimdi amaçlarımızdan biri maliyetlerimizi düşürmek, daha da ulaşılır bir okul haline gelmek. Kooperatifin bir toplumsal sorumluluk olduğunu ortaklarımıza da anlatıyoruz. Belki tüm okullar kooperatife dönüşmeyecek, ama burada oturttuğumuz eğitim modeli ilham kaynağı olacak. Katalunya’daki örnekler çok etkileyici. 30 yıldır düzenli olarak okulları kooperatiflere çeviriyorlar.

Gıda kooperatifinde gelişmeler nasıl?

Sancak: Okulu yeni kooperatif girişimlerine kuluçka merkezi olarak kullanıyoruz. Onlara istihdam ve işgücü sağlıyoruz. Gıda kooperatifimizi henüz dışarı açmadık, çünkü gelecek senaryosunu net olarak yapılandırmak istiyoruz. Gıda topluluklarına yönelik temel eleştirimiz sürdürebilirliklerinin düşük seviyede olması. Üreticilerle anlaşma imzalıyoruz. Şimdi benzer bir anlaşmayı tüketiciler için de hazırlıyoruz. Böylece küçük üreticilere alım garantisi sağlayacak, onların güvenini kazanacak ve sağlıklı gıda tedarik edeceğiz. Genelde kooperatiflerle, küçük çiftçilerle çalışıyoruz. Tüketiciler de aylık 300 liralık gıdasını kooperatiften karşılamak üzere sözleşme imzalayacak. Amacımız pazara gitmeden tüm gıdamızı kooperatiften karşılamak. 300 lira basit bir hesaba dayanıyor. Bu meblağ istihdam sağlıyor, kooperatifi döndürüyor. Aradan aracı çıktığı için üreticiye haldeki fiyatın en üstünü verebiliyoruz. Mesela belediyenin sitesinde domatesin hal fiyatı 2-5 lira yazar; üreticiye sağlıklı domatesi 5 liradan almayı taahhüt ediyoruz. Üzerine giderler için yüzde 25 kooperatif payı koyuyoruz. Böylece Migros’un fiyatını aşmıyoruz. Ender ürünlerde biraz üstüne çıksak da birçoğunda epey altında kalıyoruz. Migros’un ürün fiyatına sağlıklı, organik gıda tüketiyoruz. Ürünleri doğrudan eve teslim ediyoruz. Kapitalizmi küçümsememek lâzım. Bazı şeyleri gerçekten çok iyi örgütlüyor. Kuracağımız alternatifin de en az onun kadar iyi örgütlenmesi lâzım. Gidip iki saat sıra beklediğin bir gıda kooperatifi işlevsel değil.

Erdil: Şehirde oturan, akşam işten altı buçukta eve gelen, artık köşedeki markete gitmeye takati kalmamış insanların kapısına doğal gıda götürüyoruz. Alışveriş için mesai ayırmak zorunda kalmıyorlar. 

Sancak: Kooperatifler dayanışma adına küçük indirimler de yapıyor. Herkesten ürün alırız ancak, fiyat konusunda katıyız. Beni asıl heyecanlandıran gıda kooperatifinin kendisinin de üretime başlaması. Mesela ortaklarımızdan biri nohutumuzu yetiştiriyor. Başka bir arkadaşımızdan, aynı zamanda da ziraat mühendisi, süt temin etmeye başladık. Aynı arkadaş yeşillik üretmeye de başladı. Biraz yol aldıkça ülkenin her tarafında işleyecek bir model kuruyoruz. Bir de takası devreye sokunca ekolojik ayak izimizi de çok azaltmış oluyoruz.  

Erdil: Yeni köylülük, az tüketim gibi kavramlar biraz küçük burjuva hareketi haline geldi. Pazara giderken plastik kullanmayalım, ama 50-60 liraya bez torba satmak da abes. Annem yıllardır eski yastık kılıflarını torba yapar. Ama şimdi, ekolojik duyarlılığın da bir pazarı oluşuyor.

Sancak: Henüz iki çalışanı olan bir tüketim kooperatifiyiz. Her yeni ölçek çözülmesi gereken yeni sorunlar getiriyor. Bir sonraki aşama için hayalimiz şehir merkezinde gıda üreten, bir lokantası ve bakkalı olan bir mekân oluşturmak. Restoranlarda ciddi bir yemek fazlalığı ortaya çıkıyor. Bunlar çöpe gidiyor. Bu gıdayı ihtiyaç sahiplerine ulaştırabiliriz örneğin.


Erdil:
Homeros adlı bir gıda topluluğu müdahalesiz, doğal tarım yapıyor. Bornova belediyesi büyük bir alan verdi. Bir günde tarlayı hazır hale getiriyorlar, sonra tohumları atıyorlar, bir ay sonra geldiklerinde ne mahsul çıkmışsa onu kullanıyorlar.

Sancak: Topluluğun hiç çalışanı yok. Böyle büyük bir alanda sadece gönüllü emekle kayda değer miktarda gıda üretilebilir mi, bir soru işareti. Gıda kooperatifimizde çalışan arkadaşımız idealist bir gıda mühendisi. Türkiye genelindeki tüm gıda toplulukları hakkında bilgi sahibi. Bu bölgeyi de çok iyi biliyor. Başta maaşını BBOM doğrudan veriyordu. Çünkü 15-20 kişilik bir gıda topluluğu maaşı veremezdi. Sayımız artınca biz ödemeye başladık. Kooperatif geliştikçe onun maaşı da tedricen artacak. Sosyal kooperatiflerin ürettiği çok önemli bir şey var, o da ilişki. İnsanlara varolandan başka türlü, anlamlı ilişkiler kurma fırsatı yaratıyor. Bu bile başı başına çok kıymetli.    

Avrupa’daki okullarla ortak çalışmalarınız ne düzeyde?

Sancak: Avrupa Demokratik Eğitim Topluluğu (EUDEC) geleneğinden epey besleniyoruz. Bu ağa dahil okullar genelde tabandan velililer ve eğitimciler tarafından kurulmuş. Birlik pedagojik eğitim üzerine bir yapı değil, daha çok okullarda demokrasiye dair çalışmalar yapıyor. Bu aralar Bulgaristan’daki toplantıya öğretmenlerimizle katılacağız. İyi uygulama örneklerini dinleyeceğiz. Sofya Demokratik Okulu çok başarılı bir örgütlenme. Onlarla da buluşacağız. 

Roksan pazartesileri okul meclisine katılıyor mu?

Erdil: Geçen sene ilkokula geçtiğinden beri daha çok katılıyor. Daha küçük gruplarda dinleme ve anlamaya çalışma aşamasındaydı. Mecliste demokrasi tecrübesi arttıkça çocuklar daha aktif hale geliyor. Roksan’a bazen evde, biraz da provoke etmek için yeni bir şey teklif ediyorum, “daha onun kararını almadık” diye cevap veriyor. Alınan kararları çok çabuk içselleştiriyorlar. Roksan üç yılda meclis yapısını iyice benimsedi. Kaybolan çocukluğun telafisi yok. 10 yaşında geldiklerinde birçok kazanım elde etmiş, kendilerini ifade etmeyi öğrenmiş olacaklar. Bulundukları ortamları dönüştürüyor, sorun çözmeyi öğreniyorlar.

Sancak: Bir sorun o sınıfın meclisinde, sınıf çemberinde çözülemediyse ya da sınıfı aşan bir konuysa okul meclisine getiriyor, orada tartışıp çözüyorlar. Meclis sadece çözüm üretmek için de değil, çocuğun özdeğerini fark etmesini sağlıyor.

^