ROJAVA VE İRAN SOKAKLARINDA SON DURUM

Söyleşi: Bekir Avcı
15 Ocak 2023
İstanbul İstiklal Caddesi’nde düzenlenen gösteride bir protestocu Jina Mahsa Amini’nin portresini tutuyor, 20 Eylül 2022 (Fotoğraf: Ozan Köse –AFP)
SATIRBAŞLARI

23 Aralık’ta Paris’te Ahmet Kaya Kültür Merkezi ve çevresinde düzenlenen, Abdurrahman Kızıl, Mir Perwer ve Emine Kara’nın (Evin Goyi) hayatını kaybettiği silahlı saldırının ardından PYD eş başkanı Salih Müslim şu mesajı paylaşmıştı: “Köylerimizde, ovalarımızda kalıyoruz, yıkıp yakıyorlar, öldürüyorlar. Dağlarımıza kaçıyoruz, kimyasallarla öldürüyorlar. Avrupa’ya iltica ediyoruz, üzerimize mafyalarını, çetelerini saldırtıyor, öldürüyorlar. Kürtlere bu dünyada yer yok mu acaba?” Paris’teki saldırıyı, Müslim’in bu sözlerini siz nasıl değerlendirirsiniz?

Sardar Saadi: Salih Müslim pek çok Kürdün duygularına tercüman oldu; dört bir yanda bize karşı yürütülen savaş karşısında hissettiğimiz şey öfke, hayal kırıklığı ve umutsuzluk. Paris’teki saldırı Avrupa’nın göbeğinde bile güvenle yaşayamadığımızı ve yaşayamayacağımızı bir kez daha gösterdi. Kürtler hem topraklarını işgal eden güçlerin hem de Avrupa devletlerinin hedefinde. Paris’te, Fransa’da on binlerce Kürt statüsüz bir şekilde yaşıyor, çok daha fazlası oturma izinlerini yenilemek için mücadele ediyor. Fransa ve Almanya, Avrupa’daki Kürt aktivistlerin ve toplulukların kriminalize edilmesine öncülük ediyor. Aynı zamanda, Kürt halkına karşı savaşta Türkiye’yi silahlandırmaya devam ediyorlar. Bu saldırı medyada yansıtıldığı gibi Fransız aşırı sağcı, ırkçı bir adamın rastgele gerçekleştirdiği bir eylem değil. Failleri tanıyoruz. Ahmet Kaya Kürt Kültür Merkezi Avrupa’daki Kürt diasporası için en önemli merkezlerden biri. Paris’te birkaç ay yaşamış biri olarak, saldırıya hedef olan binanın önünde birçok kez sigara içtim ve her zaman binaya yönelik bir saldırı ihtimalini düşündüm. Kurbanlardan biri ben ya da Paris’te yaşayan herhangi bir arkadaşım veya herhangi bir Kürt olabilirdi. Bu saldırı Jin, Jiyan, Azadî devrimine karşı yapıldı. Paris’te birçok protestocunun da ifade ettiği gibi, bu tür saldırılara ancak kadın devrimiyle yanıt verebiliriz.

Sardar Saadi

Rojava 19 Kasım’dan beri Türkiye’nin bombardımanı altında. Oraya dönük saldırıda gelinen aşamayı nasıl görüyorsunuz?

Rojava halkına karşı yürütülen savaş Paris’teki cinayetlerden ayrı tutulamaz. Hepimizin sorması gereken soru şu: Kürtler ve Kürt coğrafyası neden durmaksızın bu savaşı yaşıyor? Neden kültürümüze, dilimize ve kimliğimize göre yaşayıp kalkınmamıza izin verilmiyor? Rojava’ya yönelik saldırı Kürtlerin bölgedeki diğer topluluklarla birlikte yaşama ve kendilerini yönetme fırsatına sahip olabilecekleri bir yapıyı oluşturma girişimlerini ortadan kaldırmak için. Çünkü Rojava Devrimi’nin önerdiği alternatif bölgenin egemenlerini dehşete düşürüyor. Türkiye Kürtleri ortadan kaldırma, şehirlerini ve köylerini yok etme, onları diasporada bile susturma kampanyasına öncülük ediyor.

Oysa Rojava’da inşa edilen şeyin özünde inkâr, ölüm, yıkım ve zorla yerinden edilmeye karşı barış içinde yaşamak var. Dikkat etmemiz gereken ilk şey bu bana kalırsa. On yıllık savaş ve yıkımın ardından Suriye’nin o bölgesinde insanlar hayatlarını yeniden inşa ediyor. Kurdukları kurumlara, sistemlere, ilişkilere bakın. Size üniversiteleri örnek verebilirim. Rojava Üniversitesi’nin sosyal bilimler enstitüsünün yüksek lisans programının koordinatörlüğünü yapıyorum; öğrencilerle, hocalarla, üniversite çalışanlarıyla irtibattayım sürekli. Maalesef son saldırılar başladıktan sonra, online derslerimiz de dahil bütün dersleri iptal etmek zorunda kaldık, çünkü her faaliyet durdu. Günlük yaşamda Rojava’nın gelişiminde bu saldırıların ciddi etkisi oluyor. İnsanlar savaş halinden bir türlü kurtulamıyor. Sürekli savaş ortamından herkes yıpranmış durumda. Sanki oradaki insanlar yaşamı hak etmiyor.

Rojava halkına karşı yürütülen savaş Paris’teki cinayetlerden ayrı tutulamaz. Rojava Devrimi’nin önerdiği alternatif bölgenin egemenlerini dehşete düşürüyor. Türkiye Kürtleri ortadan kaldırma, şehirlerini ve köylerini yok etme, onları diasporada bile susturma kampanyasına öncülük ediyor.

Sözünü ettiğiniz yıpranmanın yansımalarını nerelerde, nasıl görüyorsunuz?

Suriye, on seneden fazladır bir sarsıntı yaşıyor. Ortadoğu zaten çok uzun süredir bir çalkantının içinde. Arap Baharı’ndan İran’daki Yeşil Hareket’e, Gezi’den Türkiye’deki Kürt şehirlerinin direnişleri ve onu takip eden yıkıma ve Suriye’deki iç savaşa… Geçtiğimiz altı-yedi sene bile adeta bir yüzyıl gibi. Çok yoğun geçti. Yıpranmanın en büyük yansıması bir hissizlik oluşması. Hem bölgedeki insanların hem de dışarıda söz ve karar sahibi olanların ilgisizliğine şahit oluyoruz. Türkiye işte bunu çok iyi kullanıyor.

Nasıl?

Dediğim gibi, Rojava’da alternatif bir sistem var, yeni bir yaşam kuruluyor. Günlük yaşamın, eğitimden sağlığa birçok kurumun oturtulması için ciddi bir çalışma yürütülüyor. Yani Rojava tecrübesi zaman içinde oluşuyor. Ama Türkiye buna fırsat vermiyor. Uluslararası bağlamda tepkiler olsa da bunlar ne kadar Türkiye’nin önünü kesiyor, emin değilim. Azerbaycan-Ermenistan Savaşı’nda da gördük, Türkiye doğrudan müdahale etti. Bölgenin zorbası, kabadayısı gibi Türkiye, birçok yere ölüm ve yıkım götürüyor. Coğrafi olarak, Rojava hemen sınırında, dağlık değil, çok rahat girebiliyor. Rojava’nın jeopolitik konumu Türkiye’ye kolay lokma gibi geliyor. Sınırlar belirsizleşmiş durumda. Böyle olunca, “terör” konusunu da çok rahat kullanabiliyor. İstanbul İstiklal Caddesi’ndeki saldırıda olduğu gibi. Herkesin gözü önünde yalan söylüyorlar.

Paris’teki Ahmet Kaya Kürt Kültür Merkezi’ne 23 Aralık 2022’de düzenlenen saldırıda Mîr Perwer, Emine Kara (Evin Goyi) ve Abdullah Kızıl öldürüldü

“Türkiye bölgenin kabadayısı” dediniz. Buna neden göz yumuluyor? Sınırlar nasıl bu kadar rahat ihlâl edilebiliyor?

Bölgesel kabadayılık son on-on beş senedir çok daha güçlendi. İran bunu bölgede yıllardır yapıyor. Ama Türkiye bir NATO üyesi, küresel güçlere yakın ve aynı zamanda istediği gibi bölgede müdahalelerde bulunabiliyor. Bu enteresan. Görüyoruz, Putin Ukrayna’da bu “kabadayılığı” yaptığı anda bütün Batılı güçler Rusya’ya karşı konuşlandı. Aynı şey Suriye için geçerli değil. Yani bu sadece Türkiye’nin kabadayılığıyla değil, batının bu bölgeyi artık boşvermişliğiyle, Kürtleri önemsememesiyle de ilgili. Kürtlerin yeni yaşam arayışını önemsemiyorlar. Ukraynalı birinin hayat hakkı bir Suriyelininkinden ya da bir Kürtten daha değerli görülüyor. Bunu açıkça görüyoruz. Türkiye ve onun kabadayılığı işte bu boşvermişlikle büyüdü. Şimdi Avrupa’nın da başına bela olmuş durumda. Türkiye bir alt-emperyal ülke haline dönüştü. Dünyanın şu anki karışıklığını bölgedeki halkları ve özellikle de Kürtleri bastırmak için kullanıyor. Türkiye hâlâ state-building, yani devlet inşası aşamasını yaşıyor sanki. Kendi varlığını da ona göre kurmuş. Çünkü kendi varlığı başkalarının yok oluşuna bağlı. Ermenileri katlederek imha etmeyi başardılar. Ama Kürtler direniyor ve onlara göre varlıklarını tehdit ediyor. Dediğim gibi, kendi varlığını diğerinin yok olması üzerine kurmuş Türkiye ve bu proje bitmedi, hâlâ devam ediyor.

Rojava’nın jeopolitik konumu Türkiye’ye kolay lokma gibi geliyor. Sınırlar belirsizleşmiş durumda. Böyle olunca, “terör” konusunu da çok rahat kullanabiliyor. İstanbul İstiklal Caddesi’ndeki saldırıda olduğu gibi. Herkesin gözü önünde yalan söylüyorlar.

Türkiye’nin son harekâtı Rojava’daki oluşumu nasıl etkiler?

Türkiye’nin bu seferki savaş konsepti Afrin ve Serekaniye’de uyguladığından farklı görünüyor. Bu kez elektrik sağlayan kaynaklar, su depoları gibi altyapı hizmetleri hedef alınıyor. “Bir yeri alıp elimde tutayım”dan ziyade böyle bir taktik izliyor. Yıpratmaya çalışıyor, insanlar yerlerini, yurtlarını bıraksın, terk etsin istiyor. İnsansız bir Rojava yaratmak istiyor. Kim buna ne kadar dayanabilir? Fakat Kürtlerin orada yaşamak için direnişten başka şansı yok. “Berxwedan jiyana” deriz biz Kürtler, yani “direnmek yaşamaktır”, bunu gerçekten anlamak önemli. Rojava halklarının, Kürtlerin şunun farkında olması çok önemli bence: Kimse Kürtlerin kaderini tayin etmeyecek.

Kürtlerin kendi kaderini tayin etme hakkı ise hiçbir ülke tarafından tanınmıyor…

Abdullah Öcalan coğrafi anlamda dört parçaya bölünmüş olsa da sosyal, siyasi, kültürel olarak Kürtlerin yüzlerce parçaya bölünmüş olduğunu söylüyor. Bu bölünmüşlüğe ilk defa o farklı bir pencereden bakıyor. Kürt milliyetçiliği bölünmüşlüğü birleştirmenin yolunu tek bir bayrak, tek bir dil ya da feodal bir yönetimde görebildi ve böyle bir Kürdistan yaratmaya çalışıyor. Ama, sürekli kaybediyor. Bu aslında biz Kürtlerin geçen yüzyıldaki tarihi. Öcalan ise “tamam, bölünmüşüz, ama içlerinde bulunduğumuz ülkeleri biz Kürtler devrimci bir güç olarak demokratikleştirip özgürleştirelim” diyor. Yani Kürtleri Türkiye’nin, İran’ın, Irak’ın, Suriye’nin devrim gücü olarak görüyor. Bu çok önemli bir yaklaşım. Suriye’de görüyoruz, “Rojava” yerine şu an “Kuzey ve Doğu Suriye” deniyor, çünkü bu model bütün Suriye için. İran’da Kürtler ciddi bir dayanışma gösteriyor İran’daki halklarla ve bu yankı da buldu. Farkındalık içinde bir birlik var. Türkiye’de HDP var… Bu siyasal oluşumları çok daha güçlendirmek lâzım elbette. Bu ülkelerin demokratik, devrimci gücü olarak değişimi yaratabiliriz. Bu devletlere karşı kendimizi çekmektense kendimizi bütün bölgeye yaymak bir cevap olabilir. Bu yüzden, dışarıya seslenmektense kendi dinamiklerimiz üzerine düşünmek, kendi gücümüzü ortaya koymak daha önemli.

Ukraynalı birinin hayat hakkı bir Suriyelininkinden ya da bir Kürtten daha değerli görülüyor. Türkiye ve onun kabadayılığı işte bu boşvermişlikle büyüdü. Şimdi Avrupa’nın da başına bela olmuş durumda. Türkiye bir alt-emperyal ülke haline dönüştü.

Rojava sizin için ne ifade ediyor?

Benim için Rojava bir söz, yeninin doğabileceğinin sözüdür. Bunun Ortadoğu’dan yükselmesi çok güç bir şey aslında. “Başka bir dünya” mücadelesi dünyanın çeşitli yerlerinde sol-anarşist hareketlerle verildi. Ama bu arayışın şiddetin her türünün yoğun yaşandığı bir yerde hayat bulması çok önemli. Kesintisiz bir savaş hali var bu bölgede. “Bir nefes alayım, ben kimim, biz ne yapıyoruz, tarihsel konumumuz nedir” diye soluklanmaya fırsat tanımayan bir savaş hali bu. Özellikle Türkiye’nin –DAİŞ de, Esad da Rojava’ya karşı böyle bir güç değildi– hava saldırıları bu tecrübeyi yok etmeye çalışıyor. Rojava her şeye rağmen canlı. Yeninin sözü yankı buldu ve yaşamaya devam ediyor.

Rojava Üniversitesi

Bu canlılığın mekânlarından biri de, sizin de içinde yer aldığınız akademiler. Üniversiteler nasıl bir rol üstleniyor bu toplumsal dönüşümde?

Rojava’daki birçok teorik ve felsefi çözüm önerileri, yeni girişimler hep Afrin’den çıkıyordu. Afrin’in entelektüel yapısının, okuma düzeyinin, yaşam kalitesinin diğer yerlere oranla daha iyi olması bunu mümkün kılıyordu. Halep’e, Suriye’nin önemli şehir merkezlerine çok yakın Afrin. İnsanlar oralarda okuyordu. Özerk Yönetim bünyesinde ilk üniversite 2015’te Afrin’de kuruldu. Fakat Türkiye Afrin’i aldıktan sonra çok büyük bir darbe oldu. Oradaki insanlar kaçmak zorunda kaldı. Şimdi Rojava’daki üniversitelerin kadrolarının çoğu Afrin Üniversitesi’nden gelenlerden oluşuyor. 2016’da Kamişlo’da Rojava Üniversitesi kuruldu. 2017’de Kobani’de, 2021’de de özgürleştikten sonra Rakka’da Al-Sharq Üniversitesi kuruldu. Daha öncesinde de akademiler vardı, bu üniversiteler o akademilerin bir devamı.

Akademiler iki alanda işlev üstleniyor. Birincisi, yeni ihtiyaçları karşılayacak kadroları yaratmak, Rojava’nın sistemini, toplumunu, ekonomisini ileriye taşımak. İkincisi de yeni paradigma üzerinden yeni bir eğitim felsefesi, yeni bir eğitim sistemi kurmak. İlk başta, farklı bir yaklaşım vardı, notlama sistemi ortadan kaldırılmıştı mesela ve yeni yöntemler üzerine çalışılıyordu. Ama daha sonra dünyanın bilim standartları esas alındı. Bunlar hâlâ yapılanma aşamasında. Elbette eksiklikler var, ama birkaç yılda epey yol kat edildi. Süreç devrimci bir şekilde ilerliyor. Fakat savaş çalışmaların sağlıklı bir şekilde yürümesine bir türlü izin vermiyor. Örneğin, bütün faaliyetlerimiz online. Birçok akademisyen Rojava’ya gitmek istiyor, ama Rojava üzerinde bir ambargo var. Maalesef, Barzani rejimi de bu işin içinde. Yine de her türlü yolu deneyip gidebilen akademisyen arkadaşlarımız eğitimlere, araştırmalara katılıyor.

Rojava Üniversitesi’nin logosu

Sizin de görev aldığınız Rojava Üniversitesi’nde durum nasıl?

Rojava Üniversitesi’nin dört kampüsü vardı, ama kampüslerden birinin bulunduğu Serekaniye işgal altında olduğu için şimdi üç kampüs aktif. Biri Kamişlo’daki merkez kampüs. Diğerleri de Haseki ve Rümelan’da bulunuyor. Ben 2019’da Rojava Üniversitesi’yle tanıştım. Ne yapabiliriz, nasıl katkıda bulunabiliriz diye konuştuk. Toronto’da bir komite kurduk. O zaman bir sosyal bilimler bölümü açmak istiyorlardı. Orada kadro yoktu. Bunun için bir enstitü kurup yüksek eğitim verme kararı aldık. 2020’de enstitü kuruldu. Uluslararası standartlar vurgusunu yaptık. Rojava’daki kadroların hepsinin doktorası yok, ama ihtiyaçlara cevap veriyorlar. Hedefimiz kadroyu yenilemek, büyütmek. Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yirmi öğrencimiz var. Bu öğrencilerle seneye sosyal bilimler departmanı kurmayı planlıyoruz. Bizim enstitümüz bir örnek oldu. Rojava’da fiziken bulunamayıp Avrupa’da ya da Kuzey Amerika’da yaşayan akademisyenler misafir hoca olarak ders verdiler. Derslerimiz, araştırmalarımız sürüyor, tercümeler yapıyoruz… Tüm bunları çok kısıtlı bütçelerle yapmaya çalışıyoruz. Çalışanların büyük çoğunluğu gönüllü ya da çok az bir ücret karşılığında destek sunuyorlar. Birçok üniversiteyle işbirliği geliştirdik. Bremen Üniversitesi, Hamburg Üniversitesi, İngiltere’den birkaç üniversitesiyle birlikte çalışmalar yürütüyoruz.

Eğitimde daha çok hangi alanlara ağırlık veriliyor?

En önemli mesele hocaların, yani eğitmenlerin eğitimi. Kobani ve Al-Sharq Üniversitesi özellikle bunun için çalışıyor. Rojava Üniversitesi’nde de petro-kimya bölümü var. Teknoloji ve mühendislikte yüksek lisans eğitimi var. Kimya, fizik, matematik, sosyal bilimler de var. Bir başka önemli bölüm de jineolojî. Birçok akademisyen bizimle çalışmak istiyor, ama dediğim gibi, Türkiye’den çekiniyorlar. Drone’lar sürekli havada ve insanların hayatını tehdit ediyor. Böyle olmasa yüzlerce akademisyen olacak.

Türkiye hâlâ “state-building”, yani devlet inşası aşamasını yaşıyor sanki. Kendi varlığını diğerinin yok olması üzerine kurmuş, kendi varlığı başkalarının yok oluşuna bağlı. Ermenileri katlederek imha etmeyi başardılar. Ama Kürtler direniyor.

Öğrencilerle ilişkiniz nasıl?

Merakla, büyük bir ilgiyle öğrenmek istiyor öğrenciler. Ama, dil bunun önünde büyük engellerden biri. Kürtçeyi günlük hayatta kullansalar da okuma ve yazmada kullanılan dil Arapça, çünkü Fırat’ın doğusunda üniversite yoktu. Bu nedenle Kürtçeye dönmek zor. Bu hem öğrenciler için zor, hem kadrolar için, hem de eğitim sistemi için. Eğitim dilini Kürtçe yapmaya çalışıyoruz. Özellikle Kurmancide okuma kaynakları yok denecek kadar az. Soraniceye birçok kaynak tercüme edilmiş, ama Kurmancide yok. Bir süre sadece okuma-yazma işiyle uğraştık. Lisede, ilkokulda yapılması gereken şeyleri burada yaptık. Pandemiyle beraber online dersler olağanlaştı. Fakat internet o kadar zayıf ki, bu da büyük bir engel, bütün derslerimizi etkiliyor. Bütün bunlara rağmen, ciddi bir gelişme oldu öğrencilerde. Çok yüksek seviyede tartışma kabiliyetine sahip olduklarını gördüm. İstek var, ilgi var, bu üniversite tecrübesi başarılı olursa, örnek olacaktır, herkes bunun farkında. Suriye devleti özellikle Al-Sharq Üniversitesi’ne karşı Rojava’ya baskı yapıyor. “Gidin, Kamişlo’da üniversite kuruyorsanız kurun, Rakka’da ne işiniz var” diyorlar. Bu sistemin Suriye için alternatif olabileceğinden korkuyorlar, tıpkı Türkiye gibi.

Al-Sharq Üniversitesi

Türkiye ve İran rejimlerini kıyaslarsanız neler söylersiniz? “Türkiye’nin varlığı başkalarının yok oluşuna bağlı” dediniz. İran için de aynı şeyi söyler misiniz?

İran rejiminin oluşmasının ciddi bir tarihi geçmişi var. Şii mollaların devleti ele geçirmesi, kendilerinin de dediği gibi, kırk-elli senelik bir şey değil, 1400 yıllık bir mücadele. Bugünkü iktidar tüm bu Şii kültürüne, dinine, siyasetine dayanarak kendini kurdu. Türkiye’de durum farklı. Osmanlı’dan sonra, yeni devletin kuruluşu katliamla, soykırımla gerçekleşti. Türkiye bir devlet olarak nasyonalizm üzerine bina edilmiş, ötekileri yok ederek kendini var etmiş. Ermenileri yok ettikten sonra, en büyük tehdit Kürtler elbette. Eninde sonunda bir gün Kuzey’de bir Kürdistan oluşursa bu existential negation (varoluşun reddi) anlamına gelir Türkiye için. İran’da böyle değil. İran’da binlerce senedir çeşitli halklar (Moğollar, Farslar, bir zamanlar Kürtler, Azeriler vd.) güç sahibi olmuş. Ama bu coğrafya aynı şekilde kalmış. Coğrafyayı kurtarayım gibi bir dertleri olmamış. Bir nevi İran İmparatorluğu’nun devamı. Tabii ki kolonyalizm ve halkların özgürleşme mücadelesi devam ediyor. Birçok yerde olduğu gibi İran’da da özgürleşme nasyonalizme takılmış durumda ve halkları birbirine düşman ediyor. Ama Jin, Jiyan, Azadî devrimiinanılmaz bir kararlılıkla buna karşı bir direniş koydu ortaya, tıpkı Rojava gibi. Özgürleşmeyi halkların birliğinde görüyor ve herkese kendi kimliğiyle var olacağı vaadinde bulunuyor.

Türkiye’nin bu seferki savaş konsepti Afrin ve Serekaniye’de uyguladığından farklı görünüyor. Elektrik sağlayan kaynaklar, su depoları gibi altyapı hizmetleri hedef alınıyor. İnsanlar yerlerini, yurtlarını bıraksın, terk etsin istiyor. İnsansız bir Rojava yaratmak istiyor.

İki ülkenin Kürt meselesine yaklaşımı nasıl?

İran’daki Kürtler net bir şekilde İran egemenliğine karşı, İran’ın Kürtler üzerindeki egemenliğini sömürgeci olarak görüyorlar. 1906’daki başarısız Meşrutiyet Devrimi ve Rıza Han’ın Rıza Şah Pahlavi olarak tahta gelmesinden sonra –ki İran milliyetçiliği ve ulus-devlet inşası o zaman başlıyor– İran sistemi Kürtleri dışlıyor ve sömürgeci bir anlayışla yaklaşıyor. Özellikle 1979 Devrimi’nden sonra inşa edilen rejim ekonomik anlamda birçok zorluk çıkarttı Kürtlere karşı ve bir nevi de-development (bilerek geliştirmeme) siyaseti uygulanıyor. Bunların hepsi kolonyalist pratikler. Ama bölgesel ölçekte, Kürtlere ittifak kurulabilecek bir halk olarak da bakıyor Fars çoğunluk. Kürtlere karşı Türkiye’deki gibi tarihsel bir düşmanlık yok. Onları yok edeyim, ortadan kaldırayım yaklaşımı yok. Ama mesela, Kürt bölgeleri dört eyaletten oluşuyor, sadece bir eyaletin ismi Kürdistan. Kürdistan’ı küçültüyor, güçsüzleştiriyorlar.

Adı konmayan Kürt eyaletleri hangileri?

Rojhilat Kürdistanı İran’ın batısında dört eyaletten oluşuyor. Yukarıda Batı Azerbaycan (Kürtler çoğunluk, ama Azeri Türkler, Ermeniler, Süryaniler ve farklı etnik ve dini kimliği olanlar var), Kürdistan Eyaleti, Kirmanşah Eyaleti ve İlam Eyaleti. Loristan ve Huzistan eyaletlerinde de Kürtler bulunuyor. Yine İran’ın doğusundaki Kuzey Horasan eyaletinde de ciddi bir Kürt nüfus var. Tahran’da, Qazwin’de, kuzey eyaletlerinde ve İran’ın başka yerlerinde de Kürtler yaşıyor, çalışıyorlar.

Jina Mahsa Amini’nin ölümü sonrası Tahran’da düzenlenen protestolardan (Fotoğraf: Rex/Shutterstock)

İlk başta Avrupa’da herkes İran’da olanlarla ilgilendi, sanatçılar ve ünlüler ekran karşısında saçlarından bir tutam kestiler. Ama şimdi idamlar var ve pek ses getirmiyor gibi görünüyor. Bize idamların yarattığı toplumsal atmosferden bahsedebilir misiniz? Örneğin bazı cenaze törenlerinden videolar görüyoruz, idam edilenlerin aileleri ve yakınları mezar başında hem ağlıyor, hem de şarkılar söylüyorlar. Bu, direnişe dönüşen bir yas mı?

Bu, iki boyutu olan önemli bir soru. Birincisi, rejimin idamlara başlamasının ardından birçok kişi, dışarıdaki basıncın rejimin tutuklananlara karşı aldığı kararları ne kadar etkilediğini ve idamların durdurulup durdurulamayacağını merak ediyor. İdamlara karşı küresel bir kampanya başlatıldı. Hatta Avrupa ülkelerinden ve Avrupa Parlamentosu’ndan bazı milletvekilleri idama mahkûm edilenlerin sembolik vasileri oldu. Ancak bu rejim, bir muhalifi öldürmeye karar verdiğinde “küresel toplumun” nasıl tepki vereceğini umursamadığını defalarca kez kanıtlamıştır. Bunu rejimin 1980’lerde ve 1990’ların başında Avrupa’da Kürt liderlere ve İran muhalefetinin diğer liderlerine karşı yürüttüğü suikast kampanyasında görüyoruz. İçeride de rejim İran’daki farklı muhalif gruplardan binlerce siyasi mahkûmu öldürdü. Rejimin 2010 yılında Farzad Kamangar’la beraber Şirin Alamholi ve diğer bazı mahkûmları idam ettiğini ve sonraki yıllarda daha fazla Kürt siyasi mahkûmu öldürmeye devam ettiğini biliyoruz. Tüm bunları dünyanın gözü önünde yaptı bu rejim. Çünkü varlığını sürdürebilmek için toplu katliam yapmaktan çekinmeyen bir terör rejiminden söz ediyoruz.

Sorunun diğer kısmı için de, evet, tamamen haklısınız. Bu, yasla, kederle, mezarlıklarla ve onunla birlikte gelen öfkeyle iç içe geçmiş bir direniş. Her şeyin Jina Amini’nin Sakız’daki bir mezarlıkta toprağa verilmesiyle başladığını unutmayalım. Halk, rejimin güvenlik güçleri tarafından öldürülen sevdiklerinin yasını her tuttuğunda daha da büyüdü. Ve inanıyorum ki bu hareket, bu devrim, sokaklarda ölenleri hatırladıkça devam edecek ve kazanacak.

Jina Amini’nin öldürülmesinden sonra başlayan protestoların şiddetli baskıya, idamlara rağmen üç ayı aşkın bir süredir devam etmesini, bir direnişe dönüşmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Her şeyden önce, başlangıçtaki olaya dönmek gerekiyor. Kürt bir kadın, Jina Amini, ailesiyle beraber periferiden merkeze, Tahran’a gidiyor. Giyim tarzı İslami Hicap yasalarına uymadığı için gözaltına alıp dövüyorlar, üç gün sonra da ölüyor. Buradan başlayalım. Her şeyin patlamasına neden olan şey bu, evet, ama olayı daha iyi anlamak için biraz daha eskiye gitmemiz gerekiyor.

Kadınlar devrimden sonra ilk bastırılan gruptu. İslam Cumhuriyeti henüz ilan edilmemişken, Humeyni kadınların hicabıyla ilgili bir fetva veriyor. Kadınların itirazı üzerine bu fetva fiilen durduruluyor. 8 Mart 1979’da Tahran’daki muazzam kadın yürüyüşü bu fetvaya karşıydı.

Kürtler ve kadınlar devrimden sonra ilk bastırılan gruplardı, özellikle kadınlar. İslam Cumhuriyeti henüz ilan edilmemiş, referandum yapılmamışken, Ayetullah Ruhullah Humeyni kadınların hicabıyla ilgili bir fetva veriyor. Kadınların itirazı üzerine bu fetva fiilen durduruluyor. 8 Mart 1979’da Tahran’daki muazzam kadın yürüyüşü bu fetvaya karşıydı. Birkaç hafta sonra da rejim biçimi için referandum yapılıyor, Kürtler bu referandumu boykot ediyor. Referandumda tabii ki beklenen sonuç çıkıyor: İslam Cumhuriyeti. Devrimden sonra yeni kurulan rejim kadınları, Kürtleri, solcuları, sekülerleri ve Sünnileri dışlamıştı. 1979’un yazında bu kez Kürdistan’a karşı fetva veriyor Humeyni. O zamanlar Kürdistan’da yeni inşa edilen ve halkların devrimini çalan rejime karşı direniş var. Kürtler “İran için demokrasi, Kürdistan için otonomi” istiyor. Humeyni bir fetva ile orduya ferman veriyor: “Gidin ve Kürdistan’daki fitneyi bitirin.” Kürtler ve kadınlar İran’daki rejimin ilk hedeflerindendi. Bugünkü rejim, bu iki grubun bastırılmasının üzerinde duruyor.

Jina’ya dönersek, Kürt ve kadın olmasının yanında genç biriydi. Kuşak çatışması İran’da çok belirgin, sadece İran’da da değil, tüm bölgede belirgin. Gençler hayatın birçok alanından dışlanmış, marjinalize edilmiş durumda. 22 yaşındaki Jina da umudu olmayan bir kuşaktan. Aynı zamanda, periferiden geliyordu. İran’da her analiz için ciddi bir parametredir bu. İran’ın çok-kültürlü, çok-dilli yapısını (periferiyi) merkeze hapseden, “herkes yüzünü Tahran’a dönsün, bölgesel merkezler oluşturulamasın” diyen bir anlayış. Siyaset anlamında da, kültürel ve sosyal anlamda da bu merkezcilik çok yaygın. Jina periferiden, ekonomik oligarşiyle bağlantısı olmayan, ekonomik olarak bastırılmış bir bölgeden geliyordu. Zaten ekonomik anlamda İran iflasın içinde, özellikle son sekiz-on seneye baktığımızda, rejime bağlı olmayan ve o oligarşiden bir kazanç sağlamayan herkes zor durumda. Sınıfsal bir durum da var elbette, Jina’nın ailesi işçi sınıfından geliyor. İran halklarının çoğu, özellikle periferidekiler inanılmaz yoksullaştırılmış bulunuyor. Tüm bunların yanında, aynı zamanda Sünniydi Jina. Sünniler 45 senedir seçme ve seçilme hakkından yoksun. Bu da elbette ciddi bir dışlama.

Merkezin dışında nasıl bir toplumsal bileşim var?

Kürtlerle beraber Beluçlar, Araplar, Türkmenler var. Kadınlarla beraber translar, kuirler, farklı cinsel yönelimi olanlar var. Sünniler açısından Bahayiler var özellikle, Yarasanlar var. Belucistan özellikle çok geri bırakılmış yer… Jina’nın ölümü gerçekten önemli bir semboldü. Bir devrimin sembolü için eşsiz bir örnekti. Bütün ötekilerin sembolüydü Jina. Ötekilerin yıllardır bastırılmış istekleri bir yerde patladı. Aynı zamanda farklı bir yaşam tarzı isteyenlerin de sembolü oldu Jina. Merkezde yaşayanlara, Farslara da hitap ediyor, ama ötekiler kadar değil.

1979’un yazında Kürdistan’a karşı fetva veriyor Humeyni. Kürdistan’da halkların devrimini çalan rejime karşı direniş var. Kürtler “İran için demokrasi, Kürdistan için otonomi” istiyor. Humeyni orduya ferman veriyor: “Gidin, Kürdistan’daki fitneyi bitirin.” Bugünkü rejim, Kürtlerin ve kadınların bastırılmasının üzerinde duruyor.

Protesto, eylem, isyan… İran’daki direniş böyle adlandırılıyor çoğu yerde, ama siz “devrim” diyorsunuz…

Yakın zamanda İran Devrim Muhafızları’nın bir toplantısının ses kaydı ortaya çıktı. Bir komutan, birinci grev çağrısında İran’ın yüzde 79’unun çağrıya olumlu karşılık verdiğini söylüyor. Ünlü bir İranlı akademisyen olan Asıf Beyat “Toplumun yüzde 1’i ile 8’i katıldığı zaman devrim yapılabiliyor” diyor. Yüzde 79 çok ciddi bir oran. Bu, rejimin kendisinin dile getirdiği sayı. Ve bu, devrimin her tarafta yankı bulduğunu gösteriyor. Evet, birçok insan böyle görmüyor, “protesto” diyen var, “başkaldırı” olarak gören var, ama ben devrim olarak görüyorum. Çünkü burada rejimin cevherine, varlığına karşı bir başkaldırı konusu: Kürdistan ve kadın. Ama bunların ötesinde, bu devrim herkese hitap ediyor, kökten bir değişim talep ediyor. Şu günlerde rejim bastırmış olabilir, ama artık dönülmez bir yola girdik. Geri dönüş yok ve bu hareketi devrimci kılan özellik de bu.

Bu devrimin unsurları kimler?

Yüzde 79’un greve olumlu karşılık vermesi hemen herkesi kapsadığı anlamına geliyor. Herkes bıkmış durumda. Oligarşide yer almayan herkes bir şekilde mutsuz. Ben İran sağcılarının ya da rejimi savunan “solcuların” sosyal medya hesaplarına bakıyorum, onların da eleştirileri var. Devrimci güç olarak kadınlar, Kürtler ve Beluçların yanında, dediğim gibi, her kesimden insan var.

8 Mart 1979’da İranlı kadınların Dünya Kadınlar Günü kutlamaları, Humeyni’nin zorunlu örtünmeyle ilgili yeni kararnamesine karşı protestolara dönüştü (Fotoğraf: Hengameh Golestan)

Sendikalar ve sol hareket ne durumda?

Devrimden önce bir sol gelenek vardı İran’da. 1960 ve 70’lerde ciddi bir sol hareket vardı. İşçiler iyi örgütlenmişti. Özellikle petrolde çalışan işçiler örgütlüydü. Zaten o işçiler greve gittiğinde Şah rejimi yıkıldı. Tudeh Partisi Sovyetler’e bağlıydı. Klasik komünist gruplar, işçi devrimine inanan sol örgütler vardı. Şah rejiminin küresel kapitalizme ve Amerikan emperyalizmine kucak açmasına şiddetle karşıydılar. Petrol inanılmaz bir servet kazandırıyordu İran’a, Şah birçok proje ve reform başlatmıştı. Modernleşme kapitalistleştirmeyle beraber İran’a geldi. Buna hem solcular hem İslamcılar karşı çıkıyordu. Aynı zamanda, merkezcilik ve Farslaştırma vardı. Kürtler o zaman da baskı altındaydı. Mahabad’daki Kürdistan Cumhuriyeti’ni ve Qazi Mohammad’le arkadaşlarının idamını hatırlıyoruz. Bu 1960’larda da devam etti. Bütün bu güçler birleşip devrim yaptı, ama asıl petrol işçileri hayati bir rol oynadı. Özellikle 1978’deki Abadan rafinerilerindeki greve on binlerce işçi katıldı. Ama bugün böyle bir örgütsel sol yapı açıkçası yok, çünkü İran’da sendikalar tamamen hükümetin kontrolünde. Çoğu Kürdistan’da olan bazı bağımsız sendikalar oluşturuldu, ama marjinal kalıyorlar. Genel bir örgütsüzlük hali var. İnsanlar bundan şikâyetçi. Bir örgütlülük olsa ve grevler yayılsaydı, çok daha farklı şeyler olabilirdi. Sosyal dinamikler açısından en büyük dezavantaj her zaman örgütsüzlük. Öğrenciler kampüslerde olduğu için oralarda biraz örgütlülük var. Özellikle Tahran Şerif Üniversitesi’nde büyük olaylar oldu. Bu devam edecektir.

En iyi seçenek insanların sokaklara dökülüp kimi mevzileri alması, askerin, polisin halka katılması ve rejimin yıkılması. Uzak bir seçenek. Reform da uzak bir seçenek. Çünkü Kürtlere düşmanlık, kadın düşmanlığı rejimin genetiğinde var. Şu açık: Jina’nın ölümünden öncesine dönemeyiz. Devrimle olmazsa, çok acı verici bir savaşla karşı karşıya kalacağız.

Yakın geleceğe dair olasılıkları siz nasıl görüyorsunuz, süreç nereye evrilir?

Dediğim gibi, örgütsüzlük büyük bir dezavantaj. Diğer taraftan İran muhalefeti ciddi sorunlar yaşıyor. Bir tarafta monarşistler var. Şah’ın oğlunu geri getirmek istiyorlar. Muazzam paraları var, yurtdışındaki medya organları çok güçlü, sembolik bir bayrakları ve tarihleri de var. Fakat sokaklardaki insanlar, halklar bunu istemiyor. Farsların içinde bazı kesimler bunu isteyebilir, ama onların da çoğu istemiyor. Diğer tarafta Mücahidin var. Sevilmiyor ve şeytani bir güç olarak görülüyor, özellikle İran-Irak savaşından sonra. Bu durum geleceğe dair bazı işaretler veriyor. İran’da ciddi bir değişim talebi var, bastırılmış bir güç ve istek var, ama buna cevap olabilecek bir odak yok. Bu ne olabilir? Belki İran rejiminin içinde bazı yıkımlar olabilir. Bazı gruplar, hem sağ hem reformcu olanlar, iki taraftan sıkıştırarak rejimi kontrol edebilirler. Bu olursa, rejimin tek parça kalma olasılığı ortadan kalkar. Bir başka ihtimal de Devrim Muhafızları’nın darbe yapması. İşte o zaman Taliban gibi bir rejimle karşı karşıya kalabiliriz.

Böyle bir durumun “periferi” bölgelere, Kürdistan, Belucistan gibi yerlere yansıması nasıl olur?

Kürdistan ve Belucistan’da çeşitli eylemler ortaya çıkabilir. Suriye gibi olabilir. Rejim eğer “böyle gitmez, halkımızla karşı karşıya gelemeyiz, bazı özgürlükleri vermeye razıyız” derse, bu kanaate gelirse, ki bu çok uzak bir ihtimal, bazı kesimler buna karşı çıkabilir; İran Devrim Muhafızları mesela. O durumda da bir ihtimal iç savaş çıkabilir. Bunlar olmaz da böyle devam ederse, müdahale olabilir. ABD ya da İsrail müdahalesi görebiliriz.

Dışarıdan müdahale ihtimali de var size göre, öyle mi?

Müdahale şöyle olabilir: Tekrar bir protesto dalgası başlarsa, askeri güçle bazı yerleri tutabilirler ve o durumda askeri donanımda bir yıkım olabilir. O zaman da iç savaş ihtimali var. En iyi seçenek insanların sokaklara dökülüp kimi mevzileri alması, askerin, polisin halka katılması ve kazanımlarla rejimin yıkılması. Çok uzak bir seçenek. Reform da uzak bir seçenek. Çünkü Kürtlere düşmanlık, kadın düşmanlığı rejimin genetiğinde var.

İran’da Sünni-Şii ilişkisi ya da gerilimi nasıl?

Nasıl Kürtler Türkiye’nin existential negation’uysa, Sünnilik de İran için öyle. Şiilik İran rejiminin ana sütunudur. Kadın meselesi çözülürse, Sünnilere yaklaşım değişirse bu farklı bir rejimin oluşması anlamına gelecektir. Fakat mesele Sünni-Şii çatışmasından ziyade laiklik ve vilayet-i fakih çatışması. Kürdistan ve İran’ın başka yerlerinde bir sekülerizm ve din çatışması var. Bu çok daha önemli Sünni-Şii çatışmasından. Bazı Kürt reformcular var, Celal Celalizade gibi. Hatemi’ye yakın insanlar bunlar. Sürekli Sünni meselesi üzerinden politika yapıyorlardı. Neticede, Sünni olmak da dini hükümete karşı bir şey değil. Zaten diyorlar ki, “Sünnilere de imkân verin, onlar da bu sistemin parçası olsun”. Buna karşın bütün Kürt partileri ve diğer muhalefet laiklik üzerinden bir politika yürütüyor.

Bu konuda Belucistan’daki tutum nasıl?

Belucistan biraz farklı, ama orada da kadın aktivistler çıkıyor. Devrimle beraber farklı kesimler ortaya çıktı. Fakat liderlik maalesef hâlâ Cuma İmamı Mevlevi Abdulhamid’in elinde. O da diğer Cuma imamları gibi lidere, yani Hamaney’e bağlı, ama tabii ki o buna karşı ve özellikle Hameney’e karşı başkaldırmış durumda. Reformistlerle beraber ortaya çıktı. Hatimi’ye, Ruhani ve diğer reformculara da yakın bir isim. Belucistan’da başkaldırılar olduğu zaman devleti yanına alabildi, ama şimdi çok daha “devrimci” bir tutuma sahip. Güçlü bir figür yani.

İran’daki Kürtlerin geçmişten bugüne dek talepleri neydi? Bugün yaşananlar İran’daki Kürtlerin taleplerini nasıl etkiler?

Kürt muhalefet partileri ve sokaktaki muhalefet arasında bir fark görüyorsunuz. Kürt partilerinde üç ana akım var: Kürt milliyetçileri, komünistler ve PJAK (Partiya Jiyana Azad a Kurdistanê –Kürdistan Özgür Yaşam Partisi). Çoğu entelektüeller, kadın aktivistler PJAK’a yakın. Milliyetçi partiler PJAK’ı kabul etmiyor, kırmızı çizgi olarak görüyorlar. Fakat bugün PJAK ana güç. İran’daki devrimin sloganı olan “Jin, Jiyan, Azadî” de oradan geldi. Sokaktaki insanlar, mahalle örgütleri, komiteler hepsi PJAK’a yakın. Kürt partilerin programlarına baktığınızda hepsi federalizm diyor, demokrasi, laiklik diyor. Ama stratejide ve politikalarında yetersiz kalıyorlar.

Sokaktaki insanlar ve onların sesi olan aktivistler, gazeteciler meselenin tüm İran meselesi olduğunu, sadece Kürtlerin meselesi olmadığını dile getiriyor. Bu da hareketi “devrim” yapan bir neden. Rejimin ortadan kalkması için mücadele ediyorlar. Slogan “Jin, Jiyan, Azadî”. İyi ve özgür bir yaşam istiyorlar. İnsanlar bıkmış.

Batı nasıl bakıyor olup bitenlere ve Rusya nasıl izliyor?

İran’da önümüzdeki senelerde değişim olmazsa, farklı değişim mekanizmaları ortaya çıkacaktır. Aynı sistemle ama farklı yapı ve kişilerle devam edebilir. Belki Çin gibi, diğer otoriter ülkeler gibi. Bu devrim bastırılırsa, tek seçenek içeride bir savaş olacak, ama dış bağlantılı. Eğer Batı şimdi bu savaşa aktif olarak katılmazsa, bütün Ortadoğu’yu kaybeder ve daha sonra bir şey yapamaz. Öngörüde bulunmak zor, ama beş-on sene sonra, herhangi bir savaş Çin’in, Rusya’nın direkt müdahil olacağı bir savaş olur. Ukrayna’da Rusya sanki erken davrandı ve oyuna geldi. Çin’i yanına almak istiyordu, ama Çin buna hazır değildi. Gelecek on yıllarda Çin böyle bir müdahaleye hazır olacaktır ve aktif bir küresel rol oynamak ister. Şimdiden İran’ın askeri yapısında hem ABD’nin hem İsrail’in Mücahidin ve bazı İran askeri kesimler üzerinden bağlantıları var. Müzakereler de olabilir. Bütün bunlar gösteriyor ki, İran olarak Jina’nın ölümünden öncesine dönemeyiz. İran değişecek. Devrimle olmazsa, çok acı verici bir savaşla karşı karşıya kalacağız.

^