“SOSYAL BİLİMLERİ İNSAN OLMAYANLARA AÇMAK”

Söyleşi: M. Fatih Tatari, Sidar Bayram
21 Mayıs 2020
SATIRBAŞLARI

Miroco Machiko
Son yıllarda bildiğimiz dünyanın koordinatları değişirken, bu dünyayı anlamaya çalışan insanın kendini merkeze koyduğu ve çoğu zaman yegâne fail olarak gördüğü zemin de giderek aşınıyor. Politik ekolojik gelişmeler ve felaketler kadar sosyal bilimsel arayışlar da, insan merkezciliğin ötesine geçen yeni bir siyasal ve kavramsal ufka işaret ediyor. Sezai Ozan Zeybek’in bu sorgulamaları yer yer akademik, yer yer masalsı bir dille ele aldığı kitabı “Türkiye’nin Yakın Tarihinde Hayvanlar: Sosyal Bilimleri İnsan Olmayanlara Açmak” (NotaBene) bu ufkun parçalarından biri. Militarizmi ve şiddeti savaşa koşulan hayvanlar, şehir hayatı ve kent coğrafyasını köpekler, 90’lı yıllardaki çatışma sürecini hayvancılık politikalarının dönüşümü, tabiatı kamulaştırma faaliyetlerini ormancılık ve keçiler, endüstriyel tarımı toprak ve solucanlarla birlikte düşünen heyecan verici bir çalışma. İnsanın hayvan, bitki, makine ya da bakteriler gibi diğer varlıklarla birlikte oluşturduğu kolektiflerin izini süren kitabı, yazarı Sezai Ozan Zeybek’ten dinliyoruz.

 

Türkiye’nin Yakın Tarihi’nde Hayvanlar adlı çalışmanızın altbaşlığı Sosyal Bilimleri İnsan Olmayanlara Açmak. Öncelikle bu çalışmayı şekillendiren toplumsal bağlamı biraz anlatabilir misin?

Sezai Ozan Zeybek: Tedirgin edici bir geleceğe doğru ilerliyoruz. 12 bin senedir aşina olduğumuz ve tarımı, şehirleşmeyi mümkün kılan iklim koşulları değişiyor. Bunun sonucunda verimli toprakların, nüfusu yoğun yerleşim alanlarının kullanılamaz hale gelme ihtimali var. Uzak gelecekte değil, bir nesil sonrasında… Hatta bizim nesil ilk belirtilerin çoğunu görüyor, yaşıyor, ama olası sonuçları idrak edebilmiş değil. Ona göre yaşamıyoruz en azından. Bazen, gelmekte olana daha kötü bir şekilde yakalanamazdık herhalde diye düşünüyorum: Kapitalizmin dizginlerinden yeniden boşandığı, borçlu olmanın, güvencesiz işlerin, aşırı tüketimin zirve yaptığı bir dönemdeyiz. Kurduğumuz ilişkiler çok kıyıcı. Birtakım canlılar yok hükmünde. Diğerleri ise sadece tek bir işleve indirgenmiş, hayatlarının geri kalanı yok sayılıyor. Ömrü altmış güne düşmüş tavukların durumu bu mesela.

Yakın gelecekteki bu yıkımın önüne geçmek için ne tür hazırlıklar yapılabilir?

Bu değişimlere hazırlık yapmanın çeşitli yolları var. Bunlardan biri insanın dünyadaki varoluş şeklini, ontolojisini, kullandığı kavramsal seti yeniden sorgulamak. Kitapta bunu yapmaya çalışıyorum. Doğa ve toplum, ben ve öteki gibi ikilikleri bir daha, bu defa ekolojik bir gözle mercek altına alıyorum. Ancak bunu yaparken geçmişin derslerini de unutmamak gerektiğini düşünüyorum: Finans sisteminin, devlet şiddetinin, artan eşitsizliğin bizi bu noktaya taşıdığını akıldan çıkarma lüksümüz yok. Diğer türlü büyük şirketlere yeni ve güya yeşil yatırım alanları tavsiye etmeye soyunan, tarihsel boyutu zayıf bir çevrecilik türü ortaya çıkıyor. Açıkçası bunların faydadan çok zararı var diye düşünüyorum.

Kurduğumuz ilişkiler çok kıyıcı. Birtakım canlılar yok hükmünde. Diğerleri ise sadece tek bir işleve indirgenmiş, hayatlarının geri kalanı yok sayılıyor. Ömrü altmış güne düşmüş tavukların durumu bu mesela.

Kitap nasıl bir teorik evren içerisinde konumlanıyor ve nasıl bir kavramsal-düşünsel çerçeve sunuyor?

Çok ilginç, insanın bildiği zemini kaydırma potansiyeli olan bir düşünsel süreç yaşanıyor. Bu son kırk sene o anlamda bir demlenme dönemi gibi oldu. Kitapta bahsettiğim ve yararlandığım külliyat, en temel kavramları, doğayı, insanı, hümanizmi, toplumu, sınıfı, aileyi başka türlü anlatmaya, bu kavramların kimini tasfiye etmeye, kimini ise daha çok sayıda aktörü içerecek şekilde yeniden tarif etmeye çabalıyor. Kitabın temel çıkış noktası da bu: Daha önce dikkate alınmayan aktörleri birer fail olarak tanımlamak, tarihsel akışın parçası haline getirmek. Bu çerçevede Türkiye’nin yakın döneminden kimi hikâyeleri farklı bir usûlle yeniden anlatıyorum: 90’lardaki Kürt meselesini, şehirleşmeyi, cumhuriyetin orman politikalarını, endüstriyel tarıma geçişi ve savaşları koyunlar, köpekler, inekler, solucanlar, keçiler üzerinden değerlendiriyorum. Ancak amacım, yaşananların sadece hayvanları nasıl etkilediğini göstermek değil. Aynı zamanda anlatılagelen baskın hikâyelerin kimi unsurlarını bozmaya, değiştirmeye, yeni kavramlar sunmaya ve insandan ibaret anlam evreninin sınırlarını genişletmeye gayret ediyorum. Postkolonyalizmin ve feminizmin yaptığına benzer bir çaba denilebilir.

Kitaptaki vakalar, çok çeşitli coğrafyaları, tarihsel momentleri, güç ilişkileri katmanlarını bir arada ele alıyor. Kitabın bu çok boyutlu güzergâhını nasıl bir perspektifle belirledin?

Dediğiniz gibi, kitap boyunca sadece belli bir yer yahut belli bir grup incelenmiyor. Farklı coğrafyalara ve farklı zamanlara sıçramalar var. Buralardaki paralel gelişmeleri, ortak süreçleri öne çıkarmaya çalıştım. Böyle bir metodun dezavantajları olmakla birlikte, bizi ölçek konusunda yeniden düşünmeye de zorluyor. Kitabın taradığı zaman ve coğrafya bir hayli geniş. Kendi içine kapalı coğrafyalardan ziyade, enerji-iklim-kolonyalizm gibi süreçlerin belirli yerleri nasıl eşitsizlik yaratacak şekilde dönüştürdüğünü, bunun hayvan-insan ilişkilerini nasıl etkilediğini anlatmaya çalışıyor.

Kuşa dokunuş

Bir de galiba yazma sürecimin hocalık deneyimimle de ilgisi var. Üniversitede sadece kendi hususi çalışmanızla dersleri çıkarmanız mümkün değil. Hele Türkiye, Almanya gibi çok ders verilen ülkelerde bu iyice zor. O yüzden hem başka konular hem de başka coğrafyalar hakkında okumak, kendi çalışma alanınızla doğrudan ilgisi olmayan alanları en azından takip etmek bence (özellikle ders anlatmak bazında) çok kıymetli. Kendi okuma listeme baktığımda bunu görüyorum: Demokrasi mücadeleleri, gen teknolojileri, Güney Afrika tarihi, kuantum, köpekler, Libya, obezitenin coğrafi dağılımları ve sabotaj hakkında yazılar okumuşum yakın zamanda. Beş benzemez! Ama diğer yandan, dağınıklık olarak görülebilecek bu usûlün daha başka ölçeklerde ve zaman dilimlerinde düşünmeyi tetiklediğine inanıyorum. Kitabın da böyle bir tarafı var. Mesela topraklar ve solucanlar konusunu 19. yüzyılda İngiltere’nin Güney Amerika’dan ithal ettiği martı dışkısına bağlıyor, sonra da bu gelişmenin Osmanlı’daki izdüşümlerinden bahsediyorum. O anlamda, klasik bir monograftan farklı olarak, daha geniş bir perspektif sunuyor.

Kitapta toplum, kolektif, faillik gibi sosyal bilimlerin yerleşik kavramlarını insan-merkezci olmayan bir lensle yeniden tanımlamak  gerektiğini ifade ediyorsun. Bu kavramsal müdahale, bilme biçimleri ve araştırma yöntemleri açısından ne tür olanaklar barındırıyor?

İster hane halkına bakın, ister millete, ister sınıfa… Her birinde, hem üretim hem tüketim safhasında insan ve insan olmayanların işbirliğini görüyoruz. Bir sürü hayvan yük taşımış, tarla sürmüş, askere alınmış, aile ferdi olarak kabul edilmiş, düşman olarak görülmüş. Ancak bir şekilde yine de tüm bu kategorilerin dışında bırakılmışlar. Neredeyse dogmatik diyebileceğimiz bir şekilde. Örneğin sadece insanın çalışması emekten sayılmış, diğer varlıklar emek teorilerinde ayrı tutulmuş. Bunlar doğal süreçler veya basitçe kaynak olarak görülmüş.

Doğa ve toplum, ben ve öteki gibi ikilikleri bir daha, bu defa ekolojik bir gözle mercek altına alıyorum. Ancak bunu yaparken geçmişin derslerini unutmamak gerek: Finans sisteminin, devlet şiddetinin, artan eşitsizliğin bizi bu noktaya taşıdığını akıldan çıkarma lüksümüz yok.

Buna benzer tartışmaları geçmişte, mesela kadınların üretimine dair tartışmalarda da görüyoruz. Örneğin, biraz kabaca söylüyorum ama, doğurmak bir emek çelişkisi yaratmaz, bu doğal bir üretimdir, bunu koyunlar da yapıyor diyen Engels var karşımızda. Üretimin siyasi süreçlere konu olması için doğayı dönüştürmesi gerekir demiş, fabrikalardaki (çoğu durumda erkeklerin yaptığı) emek türünü öne çıkarmış. Yani yaşam üretimiyle artı değer üretimi arasında fark gözetmiş.
Feminist külliyat bu anlayışı bir yüzyıldır bozmaya çalışıyor. Bugün daha da ilginç yerlere açılıyor bu mevzu. Bildiğimiz insanın çiplerle, patentli hormonlarla, gen teknolojileriyle değişebileceği bir ufka bakıyoruz. O anlamda insanın özerkliği, bireyliği, doğallığı gibi mevzular sorgulanıyor. Dolayısıyla insanı dışa kapalı, mahiyet olarak diğer varlıklardan farklı bir bütün olarak varsaymak yerine, değişkenliğini, hangi kompozitlerin/toplanışların ürünü olduğunu çalışmak gerekiyor.
Hayvanlar üzerinden bunu düşünmek ufuk açıcı, çünkü insana atfettiğimiz kapasitelerin zaten en başından beri öküzle, köpekle, atla kurulan kolektif ilişkilerin sonucu olduğunu gösteriyor. Bu da kurumların veya kavramların insanla sınırlı tariflerinden uzaklaşmamızı sağlıyor. Kitabın odak noktasında insan yahut insan toplumu değil, insan, hayvan, makine ve diğer varlıklardan oluşan, eylem ve dönüştürme kapasitesini bu bir araya gelişlerden alan, daha kalabalık, türdeş olmayan toplumlar var. Ayırıcı olsun diye bunlara kitapta kolektifler diyorum.

Miroco Machiko

Kitabın çeşitli bölümlerini kat eden başlıca  tartışmalardan  biri, coğrafya ve ekosistem temelinde yürütülüyor. Sen de akademik olarak coğrafya bölümü çıkışlısın. Türkiye’de pek bilinmiyor sanki bu bölüm.

Öyle. Çalışma alanının yalnızca dağ, tepe, bitki örtüsü olduğu düşünülüyor. Gerçi şu anki aklımla fiziksel coğrafya konularına daha çok eğilseydim diyorum. Neyse, o dönem doktoramı İngiltere’de beşeri coğrafya alanında yaptım. Açıkçası en başta endişeliydim, Türkiye’ye dönünce bununla iş bulamam herhalde dedim, hatta bir ara değiştirip sosyolojiye geçmeyi düşündüm. Ama Doreen Massey ile John Allen’ın başını çektiği ve ölçek, mekân, iktidar arasında çok iyi tartışmaların döndüğü bir yerde olduğumu farkedince vazgeçtim.

Peki bu kitaba nasıl yansıdı? Coğrafi bakış açısı, iktidar ve siyaset arasındaki ilişkiyi nasıl tarif edersin?

Çok kapsamlı bir soru, tek bir cevabı da yok. Küreselleşme külliyatının öne çıktığı, yani mesafelerin önemi kalmadı, mekânlar birbirine benzedi gibi iddiaların ağırlıklı olduğu bir dönemde (Berlin duvarının yıkılışından sonraki yirmi sene diyelim) mekânın önemli olduğunu gündemde tutmak önemliydi. Donmuş, kalıp gibi olduğu yerde duran, içi boş bir hazne muamelesi gören mekân anlayışları yerine sürekli değişen ve icra edilmesi gereken mekânlar görmeye çalıştık. Bu esnada da hangi faillerin mekânı değiştirdiğine odaklandık. Bunlar sadece yerel aktörler değildi, sadece insanlar da değildi. Dağların, nehirlerin, paranın, her türden akışın hareketlerini ele aldık, farklı coğrafyaları nasıl kat ettiklerini, birbirlerini nasıl etkilediklerini inceledik. O anlamda kent çalışmaları alanında, kentin sınırlarında bitmeyen çalışma usûllerinin önemine işaret ettik.

Bildiğimiz insanın çiplerle, patentli hormonlarla, gen teknolojileriyle değişebileceği bir ufka bakıyoruz. İnsanı dışa kapalı, mahiyet olarak diğer varlıklardan farklı bir bütün olarak varsaymak yerine, değişkenliğini, hangi kompozitlerin/toplanışların ürünü olduğunu çalışmak gerekiyor.

Baktığımız iktidar ilişkileri de (Foucault’dan ilhamla) daha katmanlı hale geldi. Baskı ve zorbalık dışında, ikna, kandırma, uzman otoritesi, tahakküm gibi incelikleri gördük, bunların ortaya çıkardığı yeni şebekeleri tahlil ettik. Farklı enstrümanlarla mekânların nasıl dönüştüğünü öğrendik. O yüzden örneğin kitapta Kürt coğrafyasında 90’lardaki dönüşümü hayvan nüfuslarındaki değişim üzerinden anlatırken, fiziksel baskı ve şiddet ortamı kadar teşviklerden, kredilerden, yani seçenekleri şekillendiren mimariden de bahsetmeye çalıştım. Buna eşlik eden verimlilik, güvenlik, yatırım gibi söylemlerin, belli üretici grupların tasfiye edilmesinde nasıl rol oynadığına değindim.

 Türkiye’de tarım-gıda rejimlerinin dönüşümünü endüstriyel hayvancılık, fenni ormancılık, toprağın ilaç ve kimyasal gübreyle zehirlenmesi gibi konular üzerinden insan-olmayanların failliğini ciddiye alarak yeniden düşünmeyi öneriyorsun. Kırsal alan, tarım, gıda ve ekoloji tartışmalarını bu şekilde ele almak Türkiye’de sosyal bilimlerin bu konularda ürettiği külliyata nasıl bir katkı sağlıyor?

Aslında yapmaya çalıştığım 70’lerdeki kır-sınıf analizlerinin devamı olarak da görülebilir. Devletin ve anti-piyasa araçlarının Türkiye’deki kırsal nüfusun yoksunlaşmasındaki rolünden bahsediyorum. Anti-piyasa derken, tüm bu olan bitenin, söylenenin aksine, serbest işleyen piyasalarla gerçekleşmediğini ileri sürüyorum. Aksine, birtakım aktörler diğerleri aleyhine teşvikleri, ucuz kredileri, gümrük vergilerini ve kimi durumda devlet şiddetini kullanıyor; hiç de serbest olmayan bir piyasada mevzi kazanıyor. Büyük şirketlerin yaptığını serbest piyasa ekonomisi diyerek açıklamak, gördüğümüzün tam tersini söylemek gibi. Ama işte güçlü olan, pozitif duyulan kelimeler bile (serbest, özgür…) bir kapışma alanı.
Sorunun başına dönecek olursak, evet, bir süreklilik var. Ancak yukarıda bahsettiğim gibi, vurgum sadece sermaye-devlet-köylü ile sınırlı değil. Mekânı oluşturan kolektiflerin daha fazla aktörü bulunuyor. Solucanların ve köstebeklerin toprak tercihleri, keçilerin değişen yaşam alanı yahut inekle koyunun beslenme rejimindeki farklar yaptığım analizde kendine yer buluyor diyebilirim. Sınıf ve güç eşitsizliği perspektifini kaybetmeden….

Ines Doujak

Kitaptaki bir başka önemli tartışma hattı da şiddet ve adalet talebi temelinde ilerliyor. Şiddet ve adalet kavramlarını başta hayvanlar olmak üzere farklı türler ve kolektifler bağlamında ele almanın düşünsel ve siyasal çıkarımlarını nasıl değerlendirirsin?

Önce kitabın hâlâ insan merkezli olduğunu söylemem lâzım. İnsanların okuması için yazılan bir kitaptan bahsediyoruz nihayetinde. Ancak sizin de vurguladığınız gibi, hayvanlarla kurulan ilişkilere insan merkezci olmayan bir yerden bakmaya gayret ediyorum. Bambaşka kolektifler içinde, diğer canlıları görebildiği, gözettiği bir toplumda insanın da değişebileceğini, şiddetin tamamen yok edilemese de önemli ölçüde sınırlandırılabileceğini ileri sürüyorum. Dolayısıyla da başka varoluş ihtimalleri ve bir arada yaşama ihtimalleri varsayıyorum.

Birtakım aktörler diğerleri aleyhine teşvikleri, ucuz kredileri, gümrük vergilerini ve kimi durumda devlet şiddetini kullanıyor; hiç de serbest olmayan bir piyasada mevzi kazanıyor. Büyük şirketlerin yaptığını serbest piyasa ekonomisi diyerek açıklamak, gördüğümüzün tam tersini söylemek gibi.

Fakat güçlüler ve güçsüzler arasında makasın açıldığı yerlerde adaleti tesis etmek oldukça zor. Köle edilmiş, kafese atılmış varlıkların, güçlünün (bu durumda insanın) insafına bırakıldığı durumlarda şiddet engellenemiyor. Bu muameleyi değiştirmek özünde etik bir mesele. Ancak kitapta, etik tartışmasını metafizik açıklamalardan, hümanist insan ahlâkından ayrı bir yerde konumlandırmaya çalışıyorum. İnsan özünde iyidir-kötüdür, odur-budur gibi bir iddia ileri sürmüyorum. İçinde bulunduğumuz ortamın, yani mensubu olduğumuz kolektiflerin elverdiği ölçüde etik bir hayat sürebiliriz diyorum. (İsterseniz Adorno deyin.) Şehirlerde petrole ve bol tüketime dayalı bir hayatın içindeyken hiyerarşileri azaltmak, şiddete gem vurmak sadece insanların kişisel vicdanlarına bırakılamaz. Yeme-içmeden seyahate, tarımdan endüstriye pek çok kolda değişimler, yeni sınırlar çekmek gerekiyor. Yeni bir etik bu süreci oluşturmaya yönelik olmalı. Yani az tüketiyorum, şu ürünleri değil bu ürünleri alıyorum şeklindeki bir tüketim alışkanlığı kapsamında kalmayıp emeğe, finans-kapitale, borç rejimine uzanan bir ufka bakmalı. Zira bugün var olan kolektifleri şekillendiren ağırlıklı unsurlar bunlar.
Çıkış noktası bu olsa da yine de kitapta programatik bir reçete sunmadığımı belirtmem gerek. O anlamda kitapta hayvan hakları, hayvan refahı, veganlık gibi tartışmalara doğrudan yer vermedim. Bunun da çeşitli sebepleri var. Hayvan deyince öncelikle bunlar konuşulur oldu. Bense hayvanları merkeze alan başka bir söz üretmek istedim. Diğer taraftan, buradaki tartışmaların beni çekeceği yere girmek istemedim. Mesela Kymlicka ve Donaldson’ın Zoopolis kitabında, hayvanlara sınırlı vatandaşlık hakları verilebileceği tezi ileri sürülüyor. Katıldığım ve katılmadığım pek çok yer var. Vatandaşlığın gelişimine ve ayrımcılık üstüne bina edilmiş olmasına yahut hayvan diye sadece merkezi sinir sistemi olan canlıların kastedilmesine dair bir sürü itiraz…. Hakkında uzun bir eleştiri yazmayı düşündüm. Ancak sonradan kitaba bu tarz tartışmaları koymamayı uygun gördüm. Hem hitap etmeye çalıştığım okuyucuları bu görece hususi tartışmalara sokmak istemedim hem de daha ziyade prensiplere, genel kaidelere ve tarihsel süreçlere odaklanmayı tercih ettim. Bu konuları ayrı bir yerde ele almak istedim. 

Christer Karlstad

Biçim olarak, alışıldık araştırma metinlerinden daha farklı bir yol izliyorsun. Hem kutular, alıntılar, masallarla anlatımı çok zenginleşmiş, hem de  birçok veri ve analiz  içeren bir metin var karşımızda. Bu şekilde yazmaya nasıl karar verdin?

Bir önceki soruda biraz değindiğim gibi, ben bu kitabı kimin için yazıyorum diye bir hayli düşündüm. Sonunda akademik prensiplerden ödün vermeden farklı grupların, yani sosyal bilim diline aşina olmayan insanların da içine girebileceği, fikirleri takip edebileceği bir dil tutturmaya çalıştım. Bunun da çeşitli yolları var. Biri olabildiğince jargonsuz bir dil kullanmak, yahut kullanılan jargonları mümkünse örneklerle açıklamak. Bir diğer yöntem ise birkaç katmanı olan içerikler oluşturmak. Metnin ana akışına paralel olarak giden kutular var kitapta mesela, dediğiniz gibi. Bunlar okuyucuya alternatif bir güzergâh sunuyor. İsteyen oraları atlayarak yahut sadece oraları okuyarak da yoluna devam edebilir. Kutuların içindeki bilgiler, anekdotlar, masal yahut bazı kişisel anılar, metinle başka türlü ilişkiler kurmanın kapılarını açıyor. Ancak tüm bunları yaparken tartışmanın ana eksenini kaybetmemeye, kitabın içeriğini “hayret uyandıran hayvan hikâyelerine” çevirmemeye gayret ettim.

Kitapta, insan-hayvan ayrımının yanısıra, fillerden virüslere kadar farklı türlerin, çeşitli faillerin biraradalığına ve tarihsel süreçlerin karmaşıklığına dikkat çekiyorsun. Bugün içerisinden geçtiğimiz Covid-19 küresel salgınını kitapta yürüttüğün bu tartışmalar ışığında nasıl değerlendirirsin? İklim krizi ve antroposen bağlamını da düşünerek, farklı canlıların ve doğanın toplumlar üzerinde giderek artan etkisini nasıl ele alırsın?

Kitapta şöyle bir bölüm var, korona meselesinden önce yazmışım:

Kolektiflerdeki en ufak değişme, mesela bir virüs türü, kendimce önemli hayallerin, arzuların sonu olabiliyor. Bağlarımızı ve kırılganlığımızı öne çıkarmanın, insanın kendinden menkul bir canlı olmadığını teslim etmenin, daha kapsayıcı, daha adil hayatlar için girilecek mücadelenin ilk adımı olduğuna inanıyorum. Diğer türlüsü herkesin kendini kurtarmaya çalıştığı, kapalı-korunaklı evrenlerde yaşayabileceğini zannettiği, yalıtılmış, minnet etmeyen bir varoluşa evriliyor. (s. 173)

Buradan hareketle bağışıklık sistemini yeniden tarif etmeye çalışıyorum. İnsanın şahsi bir niteliği olarak değil, daha geniş ağların kurduğu direnç noktaları olarak. Yani şunu diyorum: Eğer çevremizdeki ağaçlar, toprak ve her gün temas ettiğimiz canlıların bağışıklık sistemi zayıfsa, bizimki de zayıftır. Antibiyotikle, hormonla büyütülen hayvanların etleri bizim bedenimizi de etkiler. Bağırsaklarımızdaki biyotaya iyi bakmazsak hastalık riski artar. O anlamda, bağışıklıktan, kolektiflerin bağışıklığını anlıyorum. Eğer durum buysa, düzgün şekilde yürütülen tarıma yapılacak yatırım, aynı zamanda sağlık yatırımı olarak da görülebilir. O halde sağlık, sadece hastanelerle, doktorlarla ilgili bir mevzu değil, çevre koşullarının düzenlenmesiyle, gıdayla, suyla, şehir düzeniyle ilgili de bir mesele.

Bizim kısa hayatlarımızdaki beklentiler karşılanmayacak olsa da mücadeleye olabildiğince devam etmek, galiba elimizdeki en büyük güç. Çünkü bugün yaşadığımız hayat önceden verilmiş mücadelelerin, ödenmiş bedellerin sayesinde ortaya çıktı.

Bu minvalde devam eden bir tartışma halihazırda var. Türkiye’de kimi halk sağlığı bölümleri tam olarak bunu yapmaya çalışıyor. Benim önleyici tıp tartışmalarına ufak katkım, söz konusu tartışma ve pratiklerin kapsamını diğer türlere, hatta yaban hayatına doğru genişletmek olurdu.

Metin kızgınlık, endişe ve umut duygularına dair son bir değerlendirmeyle kapanıyor. Haddini bildirme kızgınlığı ve yok olma endişesinin ötesinde umutlu olmaktan da bahsediyorsun. Bu duyguları birbirleriyle nasıl ilişkilendiriyorsun? Kızgınlık ve endişe karşısında umutlu olmanın imkânları nerelerde senin için?

İnsan çoğu durumda duygularla düşünüyor. Daha doğrusu, dünyanın karmaşasını anlamlandırırken birkaç temel duygu seti ve arketip kullanmayı tercih ediyor. Bilgi bu filtrelerden süzülerek anlam kazanıyor. (O yüzden bilimsel metodoloji çok kıymetli, çok zor, adım adım ilerlemiş bir süreç, ki orada bile bu filtrelerin etkisinin devam edebildiğini görüyoruz.)
Bu duygu setlerini yok saymak mümkün değil.  Ne kadar kısıtlı da olsalar bizi biz yapıyorlar, üstelik tahakküme karşı direnmeye de yarayabilirler. O yüzden ben de kitabın sonunda üç temel duyguya geri dönüyorum: Endişe, kızgınlık, umut. Anlattığım hikâyelerin bende uyandırdığı duygular bunlar. Bu duyguları siyasi bir dile tercüme etmeye çalışıyorum. Kızgınlığın unutmamaya, endişenin harekete geçmeye yarayabileceğini vurguluyorum.
Umut ise çok kapsamlı bir tartışma. Benim tarif ettiğim umut, iyimserlik ve kötümserlikten farklı. Gramsci’nin kardeşine yazdığı mektuplarda dediği gibi, “zihnin bu banal ifadelerine” teslim olmamanın önemli bir yanı var. Bu noktada belki de iradenin önemine dikkat çekmek gerekiyor. Bizim kısa hayatlarımızdaki beklentiler karşılanmayacak olsa da mücadeleye olabildiğince devam etmek, galiba elimizdeki en büyük güç. Çünkü bugün yaşadığımız hayat önceden verilmiş mücadelelerin, ödenmiş bedellerin sayesinde ortaya çıktı.
O yüzden benim için umudun bir yüzü geçmişe bakıyor. Verilmiş tüm bu mücadelelerin ne tür bir değişim yarattığını görebiliyorum, umutlanıyorum. Diğer yandan, biliyorum ki bugün hâlâ bu mücadeleyi veren, hatta ortaya canını koyan varlıklar var. Yine de gelecek beni korkutuyor. İlk soruya verdiğim cevaba geri döndük sanırım: Bir sonraki nesle –hem insanlara hem de insan dışındaki milyonlarca türe– yaşaması daha zor bir dünya bırakıyoruz.

^