1680’LERDEN 6-7 EYLÜL’E VE BUGÜNLERE: ŞENER BÜYÜKTÜRK’ÜN SERGÜZEŞTİ

Söyleşi: Şeyda Ayan
6 Eylül 2023
İhsan Çankaya'nın babası ve amcası, 60'ların başında, 1915'te yıkılan Moda Mihitarist Ermeni Mektebi'nin önünde
SATIRBAŞLARI

Şener Büyüktürk’ün Sergüzeşti’nin başkahramanı bir tarih dergisinde 17. yüzyıl Osmanlı’sında gerçekleşmiş bir recm cezasıyla karşılaşıyor ve bunun romanını yazmaya kalkışıyor. Aynı zamanda divan edebiyatı hocası olan Yusuf Kâmil Şener’in hikâyesi nasıl düştü aklınıza? Recm, sansür, pogrom ve linç kitabı başlatan, devam ettiren ve bitiren ana hatlar sırasıyla. Kitap bu zemin üzerine nasıl yerleşti?

İhsan Çankaya: Sene 2014’tü sanıyorum, önümüze sık sık IŞİD’in recm cezaları düşer olmuştu. Korkunç görüntüler durmadan akıyordu. Henüz tarih öğrencisiydim o zaman ve öyle bir hava vardı ki Türkiye’deki yetkililerde, “Biz teröre karşıyız ama, e fena da değil hani. İlerliyor işte bizim lehimize olacak şekilde, iyidir yani…” 2014 yine Erdoğan’ın “Kobani düştü düşüyor” günleri…

Sonra eşcinselleri yüksek yerlerden attıkları görüntüler düşer oldu önümüze. Ve birden bir şeyi hatırladım bunlarla birlikte. Bu dehşeti ilk, dedemin Hayat Tarih mecmualarına bakarken hissetmiştim. Tarihe merak sarmama da sebeptir bu mecmualar. Hayat Tarih’in Ağustos 1970’teki sayısına Erdem Yücel bir dosya ile katılmış. 17. yüzyılda, Atmeydanı’nda geçen olayı anlattığı makalesinin adı “Osmanlı’da İlk ve Son Recim”.

Kahramanımızın aydınlanmasına da neden olan makale…

Evet, aynı makale. Zaten başka da yok recm cezası. Bilinen tabii. Başkalarının da olduğunu iddia eden tarihçiler var, ama kesin bildiğimiz yok. Bunu ilkokul, belki ortaokul yıllarımda okumuştum. Dikkatimi de çok çekmişti tabii çocuk halimle, taşlanarak öldürülme… Romanda da Rüçhan Hoca diyordu ki, “Osmanlı’da zina ettiği için devlet tarafından öldürülen bir kadın yoktur”.

Ve sonra Yusuf Şener bu makaleyle karşılaşınca bir kıvılcım çakıyordu zihninde. Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne geçtiğimde, hocamız Erol Köroğlu, Aşk-ı Memnu romanını işlerken aynen bu cümleyi kurmuştu sınıfa: “Osmanlı’da zina ettiği için devlet tarafından öldürülen bir kadın yoktur.” O anda bende plak cızırdadı tabii. “Var ama” dedim içimden, hatırladım işte! Çocukluğumda okumuştum! Yıllarca, “bu tartışılmalı” dediler, “çünkü sadece bir kaynakta yer alıyor” falan filan… Sonra Marife diye bir dergide ilahiyatçı Ömer Menekşe bu anlatılan olayın şeri mahkemedeki kaydını buldu ve kabul edildi böylelikle. Reşat Ekrem Koçu ise “Müslüman bir kadın gayrimüslim bir erkek ile zina ediyorsa bu ceza uygulanır ancak” diyor İstanbul Ansiklopedisi’nde.

Hocamız Aşk-ı Memnu’yu işlerken bu cümleyi kurmuştu: “Osmanlı’da zina ettiği için devlet tarafından öldürülen bir kadın yoktur.” O anda bende plak cızırdadı. “Var ama” dedim içimden. Recm cezasi kurbanları Ayşe ile Mihail’in hikâyesini yazmayı düşündüm epey zaman. Fakat sonradan bunu kitabın içine almak daha iyi geldi.

IŞİD’in katliamlarına utangaç kınamalar verenler, “recm cezası bizde olmaz” diyenler, “olduysa da şöyle olmuştur” diyenler arasında bir bağ var, değil mi? Bir de, Osmanlı’da ancak gayrimüslimle zina yapmış kadına verilen recm cezasıyla IŞİD örneğindekiler arasında da bir devamlılık var gibi…

“Bizde yok böyle şeyler, hiç olmamış” demeye çalışıyoruz, ama olmuş işte. Bunun gibi belki başka şeyler de vardır. Bizim tarihçiliğimiz öyle çok gelişmiş bir tarihçilik değil, araştırılsa kim bilir neler çıkar. Bahsettiğiniz devamlılık ve bağlar ne yazık ki hiç bitmiyor.

O dönem de aynı bu dönem gibi, İslâm’ın radikalleşme dönemi. 17. yüzyıl Osmanlı’da Kadızadeliler hareketinin etkin olduğu zamanlar. Yani bugünkü Selefilere benzeyen bir hareket diyebiliriz. İslâm’ın özünde olana, Muhammed dönemi neyse, nasılsa, oraya dönülmesi gerektiğine inanıyorlar. Camilerin minarelerine de karşılar, helva kavurmaya da, ilahiye de. “Bunu Ermeniden, Rumdan, Bizans’tan aldınız” diyorlar. Doğruluğuna doğru belki, ama sonradan olmuş işte, hayat böyle bir şey, alır götürür, getirir… Fakat bu eğilim, bırakın IŞİD’i, çok çağdaş bilinen, ya da öyle olduğunu düşündüğümüz dindarlarda bile görülüyor günümüzde. Radikalleşme eğilimi İslâm’da hep var olan bir şey. Burada oryantalizme düşmek istemiyorum elbette, “İslâm’ın yapısı böyledir, buna mahkûmdur” demek istemiyorum, fakat kolaylıkla o sulara kayılabiliyor, bu da bir gerçek.

İhsan Çankaya SALT Galata’da düzenlenen Başka Kayda Rastlanmadı: Reşad Ekrem Koçu ve İstanbul Ansiklopedisi Arşivi sergisinde

“Tarih öğrencisiydim o zaman” dediniz, sonra Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisi oldunuz. Yıllarca antikacılık yaptıktan sonra öğrenciliğe nasıl başladınız? Antikacılık, tarih ve edebiyat öğrenciliği, bunlar bir fayda sağladı mı romana?

Tarihe hep ilgim vardı. Dedem de antikaya meraklıydı. Evimiz müze gibi, bir sürü antika eşyayla doluydu. Antikacılığa başlamamın basit, başlangıç sebebi bu. (gülüyor) Dükkân 14 sene devam etti. Kapandıktan sonra da satılmayan, elimde kalan hâlâ çok eşya var. Hepsi çok değerli olmayabilir, ama belli bir dönemin eşyaları neticede. Ve bu eşyaların hepsinin bir hikâyesi var. Antikacılık bu kitabı yazmamda büyük fayda sağladı. Antikacılıktan para kazanamadım, ama eğer antikacı olmasaydım böyle bir roman yazabilir miydim? Zannetmiyorum.

Yunan mı yaktı, Türk mü yaktı İzmir’i? Falih Rıfkı Atay, “Çankaya”nın birinci baskısında, İzmir’i Nurettin Paşa’nın yaktırdığına dair iddiaları aktarıyor. Sonra ne oluyorsa, kaldırıyor o iddiaları diğer baskılarda.

Eşyalar size bir şeyler anlatır. Çok şey verir size antika eşya. Mesela bir halı var romanda, Niko’nun odasında. Cihanbeyli-Kürt işidir o halı. Bende öyle bir halı var gerçekte de, dedemden kalan.

O halının da bir hikâyesi var işte. Demek ki Kürtler sadece doğuda yaşamıyormuş. Yine kitaptaki İzmir halısı, köşesi yanıktır, İzmir’le birlikte yanmış… Onun yanmasında bile onlarca hikâye var anlatılacak. Yunan mı yaktı, Türk mü yaktı İzmir’i? Falih Rıfkı Atay, Çankaya’nın birinci baskısında, İzmir’i Nurettin Paşa’nın yaktırdığına dair ortalıkta dolaşan iddiaları aktarıyor.  Sonra ne oluyorsa kaldırıyor o iddiaları diğer baskılarda. Alın burada da var bir sürü anlatılacak şey.

Antikacılığa başlamam da, hani ne derler, irmik var, su var, şeker var, un var… Babaannemin dükkânında başladım bu işe. Dükkân da vardı yani. (gülüyor) Liseden sonra yaşadığım bir boşlukla bir türlü üniversite sınavına giremeyince, “başlayalım haydi” dedik kısaca… Tabii çok uzun bir döneme mâloldu bu iş bana.

Şanslıydım, eşyaların dönemlerine meraklıydım, tanıdıklarım oldu, semti, Moda’yı, Kadıköy’ü daha iyi tanır oldum, anlatılanları dinledim. Öğrencilik ise, zaten çok bir şey kazanmıyordum dükkândan, okul da hep aklımdaydı, gireyim bari dedim sınava. İşte testler çözüyorum, hazırlanıyorum dükkânda, ama aklımda Boğaziçi filan yok. İkinci öğretim belki tutarsa, şurada Marmara Üniversitesi’nde, akşamları gideriz, dükkânı da kapamayız o zaman diyorum kendi kendime…

Fakat sınavda ilk bine girince, Boğaziçi Tarih’i ilk sıraya yazdım ve oraya girdim. Bölüm çok güzel bir bölüm, ama belki ilgi alanlarıma kolay kolay gelemeyeceğimi anladığımdan, belki de yaşımdan dolayı, ben bunları ne zaman öğreneceğim, hangi ara bir şeylere başlayacağım kaygısı yaşadım. Yazma fikri de yavaş yavaş girmişti kafaya. Söylediğim gibi, 2014 IŞİD ilerleyişi ile yazmaya başlayacağımı biliyordum ve bazı gelgitlerden sonra Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne geçiş yaptım. Memnun da oldum. Çünkü iyi bir roman okuru değilim, hiç değilim. Okuduklarım daha çok tarih kitapları, siyaset üzerine kitaplar, araştırma kitapları. Şiir ilgimi çeker. Divanlar falan okurum. Bölümde roman tekniğinde çok iyi hocalarımız var. Modern Türkçe edebiyat üzerine otorite olmuş isimlerden, gerçekten çok çok iyi hocalardan ders aldım. Bu açıdan benim için iyi oldu bölüm değiştirmem.

Kitabın başat meselelerinden biri de Türkoloji bölümlerinde süregelen yok sayma, sansür hali. Divan edebiyatında bu şiirler, gazeller kime yazıldı? Roman 1950’ler Türkiye’sinde geçiyor. Günümüzde akademinin bu meseleyle ilişkisi nasıl?

Divan edebiyatı üzerine de çok iyi hocalarım oldu Boğaziçi’nde, onları anmamış olmayayım. Fakat bu konuda bir hal var ne yazık ki ve onlar da onun etkisinde. Nedim’in şiirlerini kadınlara yazdığını söyleyen öyle makaleler okuduk ki derslerde! Ben de “iyi, bu da gene bir gelişmedir” demiştim bunlardan birinin üzerine, “en azından Allah’a yazdı dememiş”. (gülüyor) Çünkü onu da diyebilirler, diyorlar. Nedim “Erbâb-ı dil oldu hep cüvâna meftun / Hiç kalmadı bir zen ülfetinden memnun” diyen bir şair.  “Bütün gönül adamları genç erkeklere meyletti, kadınlarla flörtten, ülfetten memnun olan yok” diyen bir adam. Bir dönemi özetlemiş burada bakın, sadece kendine mahsus olan bir şeyi değil, koca bir dönemi.

Divan edebiyatı tamamen muhafazakârların elinde. “Hazreti Fuzuli” diyorlar Fuzuli’ye. “Gönül tâ var elinde câm-ı mey tesbihe el urma / Namaz ehline uymâ, onlar ile durma, oturma” diyen Fuzuli. Hiçbir şekilde Ortodoks İslâm’a uymayacak bu şairin gazelleri Ramazan programlarında okunuyor.

Boğaziçi’nde bile böyle mi durum?

Maalesef öyle, ama hakkını da yemeyelim. Mesela şehrengizleri işledik, ki bu büyük bir şey. Şehrengiz, şehri karıştıran demek. İran kökenli olabilir deniyor. Osmanlı’da bir tek Azizî’nin İstanbul Şehrengizi kadınlara yazılmıştır. Geri kalan hepsi genç erkeklere yazılmış. Mesela şehirdeki fırıncının oğlu bilmem kime. Ah ne güzeldir fırıncının oğlu, yanakları şöyledir, elleri böyledir, boyu posu şöyle. Bunu anlatır. Bir tür övgü. Söz oyunları yapar. Bunlar bazen cinsel imalar da taşır. Terziye yazar mesela, düğme, delik, ilik der… Biz en azından bunu işleyebildik Boğaziçi’nde. Ama son dönemin de ruhuyla mı diyelim, nasıl olduysa, bunları lisans öğrencisi görmesin de, isterse yüksek lisansta, doktorada kendi deşsin gibi bir erteleme mi var, bilemiyorum. Kısaca söyleyecek olursak, homoerotik içerik hâlâ yok sayılıyor bu bölümlerde.

Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nden iki illüstrasyon: Çardak Kolluğu Çorbacısı Galatalı Hüseyin Ağa ile çırağı (solda) ve meyhanede köçeklerle eğlentide bir yeniçeri (Resimler: Sabiha Bozcalı)

Yirmi yıllık AKP iktidarının ruhuyla değil galiba sadece. Kitapta 1950’lerdeyiz ve görmezden gelme hali yine kopkoyu.

Osmanlı’nın son döneminde yazılanları anlamıyor o günün insanı. Burası önemli, görmezden gelme haline gelmeden önce buna biraz değineyim. Romanda da bahsi geçen “Yeni Lisan” makalesinde, Ömer Seyfettin “bu şiirlerin içeriğini anlamıyor bu insanlar, aslında bunlar genç erkeklere yazılmıştır” diyor açık açık. “Çarebrû” gibi ifadeler var mesela. Ayva tüylü, bıyığı yeni gelmiş delikanlı demek. Araba Sevdası’nda Bihruz sevdiğine, sarışın bir kadın olan Periveş’e mektup yazacak. Daha duygulu hale getirmek için bir şiir seçiyor. Nereden seçiyor şiiri? Enderunlu Vasıf’tan. “Bir siyeh-çerde civandır / Hüsnü mümtâz-ı cihandır / Aşkı gönlümde nihandır / Bunca dem bunca zamandır.” Bihruz tam anlamıyor tabii bunu, ne dediğini, ne olduğunu da. Sonra içine bir kurt düşüyor. Gidiyor 55 yaşında Naim diye bir memur buluyor, o diyor ki, “bu ‘siyeh-çerde civan’, karayağız delikanlı demektir.” (gülüyor)

Romanda hocalar “münevverimizi zehirlemeyelim” diyerek yanıltıyor öğrencilerini. Fakat Yusuf Şener –ki klasik bir Türk sağcısı diyebiliriz herhalde kendisine– bu konuda oldukça liberal. Tabii acı veren çelişkileriyle hep bir kısır döngünün içinde olsa da.

Bunu en çok Reşat Ekrem Koçu’da, Tanpınar’da, o dönemin aydınlarında görürüm. Bir çelişkiler yumağı içindedirler. Bir taraftan milliyetçidirler –hatta hamasi bir milliyetçilik, “bir Türk dünyaya bedeldir” kadar hamasi–, öbür taraftan da bazı şeyleri görürler bütün açıklığıyla, ama devam ettirmezler o bakma halini.

Mesela Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde “Memlekete yedi defa hürriyet geldi, ne zaman gitti, ben de bilmiyorum” gibi bir şey diyor Hayri İrdal. (gülüyor) Tam oturmuyor kafalarında bazı şeyler. Bazı şeyleri sorguluyorlar belki, ama devam ettirmiyorlar. Müesses nizama uygun yaşamayı, düşünmeyi sürdürüyorlar. Divan edebiyatıyla bu kadar ilgilenen birilerinin oradaki homoerotik içeriği görmemiş olmaları mümkün değil. Nitekim, Walter Andrews ve Mehmet Kalpaklı’nın kitabı The Age of Beloveds (Sevgililer Çağı) için yazarları söylüyor, –daha birkaç sene önce üstelik: “Biz bu şiirleri İngilizceye çevirirken –erkeğe yazıldığı çok belli olanlarını bile– she diye çevirdik.” E kolay bir şey değil. Dünyada da konuşulan bir şey değil.

Gölpınarlı divan edebiyatı içeriği için “neredeyse kadınlara yazılanı yok denecek kadar azdır” diyor. Enderunlu Fazıl’a, sevgilisi “erkekler için bir kitap yazdın, şimdi de kadınlar üzerine yaz” diyor. “Aman, rezil olurum, ben kadından anlamam, yazamam” diyor Fazıl.

Öğrenciler nasıl karşılıyor bunları, bu açıklıkla konuşulduğunda?

Sınıf arkadaşlarım arasında şaşkınlık yaratıyor. “Bu böyledir” dediğiniz zaman, “Biz hiç böyle bilmiyorduk” diyorlar. Bugün artık divan edebiyatı tamamen muhafazakârların elinde. “Hazreti Fuzuli” diyorlar Fuzuli’ye, iş iyice çığırından çıkmış durumda. (gülüyor) “Gönül tâ var elinde câm-ı mey  tesbihe el urma / Namaz ehline uymâ, onlar ile durma, oturma” diyen Fuzuli. Böyle bir şiiri var. Abdülbaki Gölpınarlı analiz etmiştir bunu. Hiçbir şekilde Ortodoks İslâm’a uymayacak bu şairin –şiirlerinin homoerotik içeriğini bir kenara bırakıyorum– gazelleri Ramazan programlarında okunuyor. (gülüyor)

Bir değişim yaşanmış tabii zamanında. Gölpınarlı yayınladığı Divan Edebiyatı incelemesine sonradan pişman oluyor. Kitabı her bulduğu yerde topluyor. O kitapta açık açık, divan edebiyatı içeriği için “Neredeyse kadınlara yazılanı yok denecek kadar azdır bunların içinde” diyor.

Şairiz, şeyn verir şanımıza, giremez fahişe divanımıza” demiş Enderunlu Fazıl. Bu satırların hikâyesi bile anlatıyor her şeyi. Sevgilisi, “Erkekler için bir kitap yazdınHubannameşimdi de kadınlar üzerine yaz” diyor. “Aman, rezil olurum, ben kadından anlamam, yazamam” diyor Fazıl. (gülüyor) Ondan sonra da demin andığım satırlar geliyor.

18. yüzyıl şairidir Fazıl, ama kendinden önceki dönemi de anlatıyor burası. Şimdi bu kadar önemli, bariz bir şey var ve onu bulandırmaya çalışmak için onca çaba. Tabii hem Türkçenin yapısında eril-dişil zamirlerin olmayışı, hem şiirin o metaforik söylemi içinde bir şeylerin bulanmasından da kolayca yararlanabilmek… Her şeyi tasavvufla, dinle açıklıyor artık hocalar.  Bugün iyice öyle, muhafazakâr kesimin önemli isimlerinin yaptıkları bunlar. Profesör bazıları akademide. Mesela, “harabat” dediği zaman “meyhane” yazıyor, evet, ama yanında bir de “tekke” diye not düşüyor. Gölpınarlı bunu elli-altmış sene önce eleştirmiş. “Ben her gördüğümüz harabatı tekke diye, her gördüğü mahbubu Allah diye yorumlayacak kadar saf değilim efendim” diyor. Orada oğlana duyulan aşkı bugün peygambere, Allah’a duyulan aşk diye yorumlayıp geçiyorlar.

Abdülbaki Gölpınarlı

Gölpınarlı bunu demiş, ama yazdığından da çekinmiş, kitabını toplamaya kalkmış. Kitaplarından korkan dönem aydınlarını Yusuf Şener güzel hatırlatıyordu bir yerde. Dersinde Sodom ve Gomore’yi okutmak istediğinde izin çıkmayınca hiç üstelememesi, ânında vazgeçmesi…

Divan edebiyatı eğitimini verip vermemek cumhuriyetin ilk yıllarını tartışma konusu. Eşcinsellik çok kötü bir şey, bir dejenerasyon, biz bunun edebiyatının eğitimini gençlere verelim mi, vermeyelim mi? “Bunun eğitimini verelim, ama bu içeriği katmayalım, olabildiğince bulandıralım” diye düşünmüş olabilirler. Romanda da geçiyor bir hocanın ağzından, sertçe “gençleri eskilerin sapıklıklarıyla bulandırmayalım” diye.

Sodom ve Gomore işgal İstanbul’unu anlatmasıyla da önemli. Yakup Kadri için “rejimin ideoloğudur” der Halide Edip. Öyledir de. Sodom ve Gomore’de atbaşı ya da peş peşe gider ulusçulukla heteronormativitenin kuruluşu. Bunu çok güzel tespit etmiş bir kitap var, Cinsel Normalliğin Kuruluşu diye (Ezgi Sarıtaş, Metis, 2020). Sodom ve Gomore’de de, işgalci kuvvet İngilizler beraberlerinde dejenerasyonu da getirmişler.

Reşat Ekrem Koçu

Dönem aydınları çok açık olmasa da –bazen de oldukça açık– bildiğimiz isimlerden esinlenilip yaratılmışlar romanınızda, değil mi?

Evet. Ahmet Münip Koçak karakterinde Reşat Ekrem Koçu’dan esinlendim. Osman Baykoca karakterinde Ahmet Hamdi Tanpınar’dan, Abdülkadir Develi’de Ahmet Refik Altınay’dan. Bazen büyük ölçüde, bazen oldukça az esinlenmelerle o dönemin insanları, sözleri, şarkısı, şarkıcısı, filmi bir şekilde girdi romana. Bu isimler çok önemli, hem dönemi hem Türkiye aydınını anlamamız için.

Reşat Ekrem Koçu ilginç biri, milliyetçi, muhafazakâr, ama kendi hayatına bakınca eşcinsel ve öbür taraftan, İstanbul Ansiklopedisi gibi bir büyük eser… Eşcinselliği açık değil tabii, hatta bazı yerlerde eşcinselliği kınayan ifadelerine rastlanıyor. Fakat bir yandan o kadar çok işlemiş, göstermiş ki eşcinselliği, lafı döndürüp dolaştırıp buna getirmiş. Reşat Ekrem milliyetçi, muhafazakâr, ama İstanbul’un kütüğünü çıkarmış hiç saklamadan, gayrimüslimlerin kültürel varlığını, şehirdeki yerini, önemini ortaya koymuş.

Koçu’nun eşcinselliği açık değil, hatta eşcinselliği kınayan ifadelerine rastlanıyor. Fakat bir yandan o kadar çok işlemiş, göstermiş ki eşcinselliği, lafı döndürüp dolaştırıp buna getirmiş. Milliyetçi, muhafazakâr, ama İstanbul’un kütüğünü çıkarmış hiç saklamadan, gayrimüslimlerin kültürel varlığını, şehirdeki yerini, önemini ortaya koymuş.

Osman Baykoca karakteri ile vücut bulan Tanpınar ise, romanın sonunda onun ağzından söylettiğim gibi, bunları görmemeyi tercih etmiş. Beş Şehir’de, Huzur’da görmüyoruz. Koskoca İstanbul anlatıları, ama gayrimüslimleri bile görmekten kaçınıyor.

Ahmet Refik Altınay ise romanda arşiv olayıyla belli ediyor kendini. Gerçekten de bir belge buluyor arşivde, eliyle koymuş gibi. Nasıl oluyorsa tabii artık. (gülüyor) Daha arşivler o zaman tasnif edilmemişken üstelik. Surp Agop Mezarlığı o belgeye dayanılarak kaldırılıyor. Bu yüzden ödül olarak bir para veriyorlar hatta adama. Fakat sonra Güneş-Dil teorisini reddettiği için üniversiteden atılıyor. Bir iddiaya göre, Anadolu Kulübü’nde Atatürk’le karşılaşmış üniversiteden atıldıktan sonra, Atatürk “Kalk ayağa” demiş, “ben tarih bilmiyorum de!” Reşat Ekrem Koçu “yok böyle bir şey” diyor, “sadece söylenti.” Ama kesin olan, 1933’te üniversiteden atılmış ve son dönemlerini parasızlık çekerek, kitaplarını satarak geçirmiş. Romanda bol bol okuldan atılmasıyla anılmasının nedeni bu.

Ahmet Hamdi Tanpınar

Kitabı uzun ve düşündüren konuşmasıyla bitiren Osman Baykoca için Tanpınar’dan esinlendiğinizi söylediniz. Önemli midir sizin için Tanpınar?

En çok etkilendiğim edebiyatçı Ahmet Hamdi Tanpınar. Çok kızdığım halde bazı şeylerine, sürekli uğraştığım halde, kavga ede ede okuduğum halde. Her gün, her gün kavga ediyorum onunla. Ama en sevdiğim, en çok etkilendiğim yazar odur ve bence Türkiye’nin en güçlü romancısı da odur. Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü çıkardığınız zaman Türk romanında inanılmaz derecede bir boşluk oluşur. Ama çok sorunludur adam. Irkçılığı sorunlu, kadınlara bakışı sorunlu, milliyetçiliği sorunlu, oryantalistliği sorunlu, hangi birini anlatayım. (gülüyor)

Romanınızda Zeki Müren de var sanki, Ümit Mora karakteriyle. Bir de Yusuf Kâmil Şener’in hikâyesinin bize ulaşmasını sağlayan manevi bir evlattan, Barbaros Nathan Develi’den bahsediliyor. O da Ferdi Özbeğen ve evlat edinmek zorunda kaldığı sevgilisini hatırlatıyor.

Dönemin kişilerinden etkilendim ve bir şekilde romanda da olsunlar istedim. Ümit Mora elbette Zeki Müren değil, ama onun hayatından bilgiler, yaşantısından kesitlerden çok etkilenilerek çıktı ortaya. Ferdi Özbeğen’in hikâyesi de öyle, hep aklımdaydı Barbaros’u yazarken. Türkiye’de böyle bir şey var, kitabıma da girdi bu yüzden. Eşcinsel insanlar partnerlerini evlat edinmek zorunda kalıyorlar hukuki birçok zorluğu aşmak için. Eşcinsel evlilik yasak, ama “biz fiilen bir şekilde yollarını bulmak zorundayız bu yasağı aşmanın” demiş insanlar. Kadınlar arasında da böyle olduğuna dair duyardım aynı örnekleri. Yok saydığınız bir sorun, taş gibi duruyor işte aranızda.

Ferdi Özbeğen ve Hilmi Mutlu

Yok sayma hali yazma sürecinizi etkileyen itici güçlerden biri galiba. 1950’leri yazmanızın başlıca sebebi neydi?

Yok sayma hali beni çok rahatsız ediyor. Dolayısıyla, evet, bu kitabı yazmamdaki itici güçlerden biriydi. Cinselliğin yok sayılması, homoerotik unsurların yok sayılması, gayrimüslimlerin yok sayılması, kart kurt diyerek Kürtlerin yok sayılması… “1915’te soykırım olmadı” denmesi… Bunlar hiç bitmiyor. 1950’ler ise, ya da yakın tarih diyelim, sorunların kaynağını göreceğimiz, belki çözmek için bir şeyler bulabileceğimiz yerler. Yakın tarih ayrıca şahsi olarak ilgimi çekiyor.

En çok etkilendiğim edebiyatçı Tanpınar. Çok kızdığım halde bazı şeylerine, kavga ede ede okuduğum halde. Türkiye’nin en güçlü romancısı odur. Ama çok sorunludur adam. Irkçılığı, kadınlara bakışı, milliyetçiliği, oryantalistliği, hangi birini anlatayım.

Aslında recm cezası kurbanları Ayşe ile Mihail’in hikâyesini yazmayı düşündüm epey zaman. Fakat sonradan bunu kitabın içine gömdüğüm diğer hikâyelerin arasına almak daha iyi geldi. 1680’leri yazmak ayrı, hep dinlediğin bildiğin yılları yazmak ayrıydı, çok daha kolaydı çünkü. Çocukluğumdan itibaren 1950’leri, 60’ları çokça dinledim. O yılların Kadıköy’ünü, 6-7 Eylül’ü… Bir de tabii toplumun burjuvalaşma, kapitalizme geçiş dönemi o yıllar.

O geçiş dönemleri anlatılacak şey dolu. Değişim başlıyor. Ve çok sert oluyor birçok şey. “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları vs… Romanda da karakter gibi bir yerde duran otomobil mesela, modernleşmenin göstergelerinden biri. Araba Sevdası’ndan beri yeri vardır Türk romanında otomobilin. Gıcır gıcırdır hikâyenin başında, sonra bozulur, eskir, aksar, ona bakmayı bir tülü beceremeyiz…

6-7 Eylül 1955

Kitapta çok etkileyici bir bölüm olarak veriliyor Moda’da yaşanan 6-7 Eylül. Yusuf Kâmil Şener Moda’daki evinin balkonundan, sadece o iki günü değil, bütün 6-7 Eylül sürecini görüyor ve anlatıyor. Modalısınız, ailenizin yakınlarınızın anlattıklarıyla mı şekillendi bu bölümler?

O pogromu anlatabilmek için konsantre etmek zorundaydım, balkonundan olaylara bakması, öyle bir kolaylık sağladı bana. Olayları izlediği sokak Bademaltı. Moda’nın adı değişmemiş sokaklarından. Arkası Esat Işık caddesi, eski adı Yoğurtçu Park yokuşu. Benim büyüdüğüm sokaklar. Ailemden, yakınlarımdan dinlediğim tanıklıklar elbette yer tutuyor, ama tanıklıklar üzerine yazılmış çok şey de okudum. Nihayetinde bu kurgu bir eser, bunları olduğu halleriyle kullanmadım.

Burada Rıfat Bali’yi anmak lâzım. Moda’da, Kadıköy’de olanları da anlatıyor 6-7 Eylül Olayları: Tanıklar-Hatıralar kitabında. Bahariye Caddesi ve çarşı büyük hasar alıyor. Diğer yerlerden farklı olarak evlere girilmediği yönünde tanıklıklar var, ama babaannem girildiğini anlatıyor. Babaannemin bana söylediği, karşıdaki Rum komşuların evlerine girmişler. Ellerinde listeler varmış, “bizi biliyorlardı, bize bakmadılar bile” demişti.

Romanda sarsıcı bulunmuş olabilir bazı sahneler, ama yalan yok hiçbirinde. Hatta romandakinden çok daha kötüsünü yaşamış bu insanlar. Tanıklıklarda geçiyor, papazların cinsel organları kesilmiş, tecavüz var, kiliselere saldırılar zaten fotoğraflarıyla belgelenmiş. O dönemin raporlarında var bunlar. Mezarlıklar kırılmış, mezarlardan ölüler çıkarılmış, kemikler yakılmış. Ölülerde altın dişler aranmış. Yaşanan vahşet romanımda geçenden fazla ne yazık ki.

Çok sevdiğimiz bir yakınımız vardır, gayrimüslim aileler de çok sever kendisini, evlerini açar, güvenir… Çok fakirlerdi çocukluğunda. 6-7 Eylül’de, Bahariye’de Ermeni bir ayakkabıcının camını kırmış, bir çift ayakkabı alıp kaçmış. “Çok utandım sonra tabii, yıllarca utandım bundan” demişti anlatırken.

Sizin aileniz nasıl hatırlıyor, nasıl yorumluyordu olayları? Romandaki Hasan Zülfikâr karakterini dedenizden esinlenerek yarattığınız söylemiştiniz sohbetimizde.

Tamamen olmasa da, evet, dedemden esinlendim. Dedem Demokrat Partiliydi. Dükkânının önünde bir fotoğrafı var, camına Kıbrıs Türktür Derneği’nin çerçeveli bayrağını asmış. Çok belli bir amaç için kurulan o dernek 6-7 Eylül sonrası hemen kapatılıyor. Olayların o hale gelmiş olmasına şaşırıyor, korkuyor da kapatıyorlar belki de. 

Dedem camcı, aynı Hasan Zülfikar gibi. O gün erken saatte dükkânı kapatıyor. Arabayla çarşıdan Bahariye’ye dönüyor ve orada karşılaşıyor kalabalıkla. Arabanın önünü kesiyorlar. Sonra polis devreye giriyor, “tamam” diyor, “Türk bu.” Tanıyor da gerçekten dedem polisi. Eve geliyor, ama o da korkuyor. Çünkü böyle bir kalabalığın ne yapacağı belli değil artık. Olayın bir yağmaya, yıkıma dönüşeceği belli ve öyle de oluyor. Bizimkiler için de korku dolu saatler başlıyor. Pencereler, perdeler sımsıkı kapatılıyor, aralardan korka korka bakıyorlar…

Dede İhsan Çankaya, Moda Caddesi Üzerlik Sokak’taki camcı dükkanının önünde, 1955

6-7 Eylül, gayrimüslim azınlığın yaşadığınız mahallede gitgide erimesi, çocukluğunuzda, gençliğinizde dinlediğiniz bu tanıklıklar yüzünden de dert olmuş olabilir mi size? Aklınızı kurcalayan başka şeyler de var mıydı?

Bizim epey gayrimüslim tanıdığımız vardı. Babaannem hep “korkarlar, söylemezler isimlerini, ama onlar çok namuslu olur” derdi. Kiracımız vardı Michel, “niye Metin diyoruz biz bu adama” diye sormuştum, “öyle işte” diye, tam anlatılamayan, üstünden hızlıca geçilen cevaplar…

Mesela amcamın bir arkadaşı var, Garo, ama ismini kullanmıyor, Yalçın yazıyor orada burada. Bu bugün de devam eder, kendi isimlerini kullanmazlar pek. Belki son dönemde Hrant Dink’in de etkisiyle biraz değişti. Antikacılığım sırasında çoktur şahit olduğum buna benzer örnekler, dinlediğim şeyler.

Mesela, çok sevdiğimiz bir yakınımız vardır, gayrimüslim aileler de çok sever kendisini, evlerini açar, güvenir… Çok fakirlerdi çocukluğunda. 6-7 Eylül’de, Bahariye’de Ermeni bir ayakkabıcının camını kırmış, bir çift ayakkabı alıp kaçmış. “Çok utandım sonra tabii, yıllarca utandım bundan” demişti anlatırken. Ve romana da yansıyan karma evliliklerden biri bizim ailede de vardı. Babaannemin kardeşi Gündüz dayı bir Rumla, Evinya yenge ile evlenir, ama iki aile de istemez evlenmelerini… Sorunuza dönersek, evet, işte yine bir yok sayma, geçiştirme ve benim buna dikkat kesilmem…

Roman zamanda sıçramalarla Yusuf Şener tarafından 1970’li yıllardan anlatılıyor. Rahatsızlandığı bir gecede 6 Eylül’ü şöyle hatırlıyor:

“O gece de böyle olmuştum. Ama şimdi vasistastan Kadıköy’ün sonbahar ve deniz kokan havası kendimi hapsettiğim bu tuvalete giriyordu. O gecenin havası müteafindi. Yanık kokuyordu. Kumaş yanığı mı? Tahta yanığı mı? Ölmüş insanlardan artakalan kemiklerin yanığı mı? Yağlı boya tabloların yanık kokusu mu? Eski kitapların yanık kokusu mu? Yanmış halıların kokusu mu? Yanmış otomobillerin kokusu mu? Yanmış evlerin kokusu mu? Hepsi mi? Bir de uğultular vardı, hiç bitmeyen uğultular. Kırılan camların, parçalanan kepenklerin sesleri. Marşlar: Dağ başını duman almış / Gümüş dere durmaz akar… Alkışlar, alkışlar, alkışlar. Sloganlar: Kıbrıs Türk’tür! Bağırışlar: Bayrak asın, bayrak! Bugün malınız, yarın canınız! Vurun arkadaşlar, gırın gardaşlar!”

Sevdiği adamı, Aleko’yu düşünüyor hemen, onu arayıp sormaya çalışıyor. Romanda Tunç Elli Adam diye adlandırılan karakter tarafından organize edilen kalabalığı izliyor, kahreden sahnelere tanık oluyor, “yapılan suçtur, devlet düzeltecektir” deyip duruyor, hemen arkasından da yapıştırıyor lafı, “Bakın göreceksiniz, bu işin altından da komünistler çıkacak.”

Bunu söyleyen Fuat Köprülü aslında. Yusuf Şener’in ağzından çıkardım onun laflarını. Bizim için önemli bir insan Fuat Köprülü. Türkolog bir kere. Hataları var, ama müthiş katkıları da var. Bağnaz da değil birçok konuda, gayet açık fikirli. Ama bakıyorsunuz, o zaman Meclis konuşmasına çıkıyor ve “olayları komünistler tertipledi” diyor. “Derhal harekete geçtiler ve gençliğin vatanperverlik tezahürü gibi görünen bu hal birdenbire mahiyetini değiştirerek tahripkâr bir hal aldı.”

Akıl alır şey değil bu çapta bir entelektüelin bunu söylemesi. Fakat söylüyor. Böyle şeyleri var o kuşağın. 1950’lerin aydınlarının günümüze de sirayet eden halleri çok ne yazık ki. Şu da var: O insanlar işgal görmüşler, ülkeyi kaybetmişler, kolay şey değil. Türk milliyetçiliği böyle bir travmayla doğmuş ve büyümüş bir olgu. Düşünün, Yemen’den Bosna Hersek’e kadar bir devlet. Bütün o toprakları kaybede kaybede… Fakat o travma idiyse bile, bu duruma gelmemeliydi elbette. Yusuf Şener onları da anlatıyor varlığıyla.

Yusuf Kâmil Şener’e –ya da yazar ismiyle Şener Büyüktürk’e– hep mesafeliyiz okur olarak. Kendisi eşcinsel olduğu halde karısını lezbiyenlikle suçlayıp boşanan, eşcinselliğine “hastalığım” diyen, Rumlara, Ermenilere yapılanların suç olduğunu söylese de, yağmayı korkunç bulsa da, giden Rum ailelerden birinin arazisine ucuza konan, “komünist olacağına cahil kalsın halk” deyiveren, rakısını da içen, namazını da kılan, Türkleri seven azınlığı da lütfedip seven bir sağcı temsili tam anlamıyla. Tecavüze uğrayacağı belli Marika’nın son bakışıyla göz göze gelince balkonunda, tanık olmamak için hızlıca içeri kaçması çarpıcı bir sahne. Milletvekili, belediye başkanı ya da bir kurumun yetkilisi olması hiç sırıtmaz şimdi de.

Zaten ben de tam buna inanıyorum. Türkiye’de AKP’nin bir kırılma yarattığını kesinlikle düşünmedim. Türkiye’nin kuruluşundan gelen, hatta CHP’nin de içinden gelen bir damarın bugünkü devamı AKP. Atatürk Ayasofya’yı müze yaptı, onlar cami yaptı. Kimse de kilise yapalım demeyecek. Görmezden gelme, yok sayma, bahane bulma… Her şeye ve her mahalleden aydına sirayet etmiş bu hal. Bitmeyen bir hamasi milliyetçilik ve bahane bulmalardan kurtulamadığımız bir sarmal…

Ali Kemal (soldan üçüncü) ve Osmanlı Devleti’nin son sadrazamlarından Damat Ferid Paşa

Roman recm cezasıyla başlıyor, sonra 6-7 Eylül pogromunu belgeselde izler gibi izliyoruz tüm diğer şeylerin yanında ve sonuna geldiğimizde, Osman Baykoca eski öğrencisi Yusuf Şener ile uzun diyalogunu bitirirken bir cep saatine dikkat kesiliyor, saati bir yerden hatırlıyor ve “Büyükbabanın adı Ali Kemal miydi?” diye soruyor. Romanın son cümlesi bu. Ali Kemal bir yerde daha belli belirsiz geçiyor ve büyükbabanın İzmit’te olduğunu biliyoruz üstüne. Biraz dikkatli ve meraklı bir okuyucuysanız, Google’a “Ali Kemal, İzmit” yazınca çıkıveriyor ünlü linç olayı. Kitabı Ali Kemal ile bitirmedeki muradınız neydi?

Nâzım Hikmet Memleketimden İnsan Manzaraları’nda da anlatır Ali Kemal’in lincini, müthiş bir sinematografiyle. Biraz “hak etti bunu” tadı vardır sanki orada da, ama kayda geçer yine de. Tatar yüzlü adam sordu: /–Saat altın mıydı? / –Altın. / –İyi etmemişler, saatı da alan, çorabı da alan iyi etmemiş.”

Emekli Kurmay Albay Rahmi Apak anılarını yayınlıyor ve bütün detaylarıyla anlatıyor linci (Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1988). Bizzat Nurettin Paşa’dan Ali Kemal’in linç edilmesi emrini aldığını söylüyor. Toplatılıyor kalabalık bir şekilde ve korkunç bir lince uğruyor Ali Kemal. Sonra o vaziyette adamı sürüklüyorlar, üstünü başını soyuyorlar. Cesedini de asıyorlar tren istasyonuna. İsmet Paşa görünce kıyameti koparıyor Lozan’a gitmek için oradan geçerken. Söylentiye bakılırsa, Atatürk de kızmış, “Yargılayacaktık bu adamı” demiş, fakat bunlar kesin bilinen şeyler değil.

Kitabın sonu bu lince bir gönderme tabii, ama ucu açık. Belki dedesi de lince katılanlar arasındaydı, belki bir yerlerden buldu, satın aldı o saati. Osmanlı’dan çıkarken kuruluşumuzda bile bir linç var. Marşta deniyor ya, “Kanla irfanla kurduk biz bu cumhuriyeti”. İrfanı bilmiyorum, ama epey kanlı olmuş gerçekten.

Yayıncılık dünyasında yoğun bir emek sömürüsü olduğunu açık açık görür olduk artık. Yayınevim İthaki’yle ilgili de üzücü haberler geldi en son. Pride kutlamalarına katılmamaları canımı sıkmıştı zaten. İkinci romanımda böyle bir yayıneviyle, emek sömürüsü yapan, Pride’ı kutlamayan bir yayıneviyle çalışmak tabii ki istemem.

Ali Kemal önemli bir aydın aslına bakarsak. Azınlıkların da haklarını savunan, bunun üzerine çokça yazıp çizen bir gazeteci. Bir yazar sonuçta bu adam, ne yaptıysa yazarak yapmış, kimseyi öldürmemiş düşmanla birlikte. Yazdıkları hatalı olabilir, fakat sadece yazmış. İngilizlerle iyi geçinmek gerektiğini savunuyor, ama son yazısında mesela “Hedeflerimiz birdi ve birdir” diyor. “Biz de Türkiye’nin kurtuluşunu istiyorduk, ama böyle olabileceğine inanmıyorduk, başaramazsınız diye düşündük” diyor. Son ifadesi bu adamın, Rahmi Apak aktarıyor bunu. “Hepten berbat olmamak için, daha kötü olmamak için biz Kurtuluş Savaşı’na karşı çıktık” diyor. Ben anlıyorum bunu. Herkes aynı şekilde bir kurtuluş aramamış o zamanda da. “Savaşıyorsunuz, ama bu savaşı kazanamazsınız, Ankara’yı da kaybederiz, her yeri kaybederiz” düşüncesi etkili olmuş birilerinde de. Ne olursa olsun, Ali Kemal sonuçta bir aydın ve korkunç bir şekilde öldürüldü. Bu yüzleşmemiz gereken bir şeydir. Aynen 6-7 Eylül gibi. Yine derinlerde bir şeyler var tabii. Nurettin Paşa kendi inisiyatifiyle mi yaptı bunu? Bu soruyu sormak hakkımız.

Mustafa Kemal ve Sakallı Nurettin Paşa

Bu Nurettin Paşa, Falih Rıfkı’nın Çankaya’nın ilk baskısında İzmir’i yaktığı iddialarıyla andığı Nurettin Paşa mı? Sonra bir şey oluyor mu Nurettin Paşa’ya?

Evet, o Nurettin Paşa. İzmir’de de bir papazı, Hrisostomos’u linç ettirerek öldürüyor 9 Eylül’ün ertesinde. Sonra hiçbir şey olmuyor Nurettin Paşa’ya. Kadıköy-Hasanpaşa’da köşkü vardı, orada yaşıyor, eceliyle ölüyor. Damadı Abdullah Alpdoğan da Dersim Harekâtı’nın komutanı oluyor.

Son cümlesiyle okura “Kim bu Ali Kemal?” dedirten romanınızı da düşünerek, yüzleşmenin zorunluluğu, kaçınılmazlığı meselesinde edebiyatın rolü nedir? İmkânları, sınırları nelerdir?

Sevgi Soysal’ın Yürümek romanı geliyor burada aklıma. Müstehcenlikten yasaklandığı söylenir. Hiç öyle düşünmüyorum. Bana kalırsa tamamen İmroz, adadaki hayat, Kıbrıs meselesine girişi, kiliselerden çalınan ikonalardan söz ederkenki sarih, apaçık anlatımı… Asıl sebep buydu bence. Kaç senesinde yazıldı o roman? 1971. Elli seneden fazla zaman geçmiş hâlâ aklımızda. Şener Büyüktürk’ün Sergüzeşti’ni de elli sene sonra biri okuyacak, bak o yıllarda da böyle şeyler varmış, bir adam da böyle demiş diyecek belki. Bu tabii kalıcılık. Edebiyat kalıcı bir şey. Ve o yüzden de bu meselelerin edebiyatta yer alması çok önemli. Bahsetmeyenleri kınıyoruz. Mesela Nâzım Hikmet, ben de hayranım, çok seviyorum, ama “niye Dersim’den bahsetmedi” diyebiliyoruz. Bahsettikleri için de iyi ki bahsetmiş diyoruz. Ali Kemal’den bahsetmesi gibi. Kitap kalıcı bir şey, keşke çok kişiye ulaşsa ve çok kişi tartışsa benim kitabımı da.

İkinci kitabınız üzerine yoğun çalıştığınızı görüyoruz sosyal medya hesabınızdan. Nasıl bir yayınlanma süreci izleyecek? İlkinde epey zor, uzun bir yola katlanmak zorunda kaldığınızı anlatmıştınız. İkincisinden umutlu musunuz yayınevlerinden gelen onca kötü habere rağmen?

Pek ümitli değilim açıkçası o açıdan. Hatta ikinci romanımı acaba İngilizceye çevirsem de yurtdışında mı yayınlatmaya çalışsam diye bile düşünüyorum. Yayıncılık dünyasında yoğun bir emek sömürüsü olduğunu açık açık görür olduk artık. Yayınevim İthaki’yle ilgili de üzücü haberler geldi en son. Buna ek olarak, son Pride kutlamalarına katılmamaları, gökkuşağı renklerini kullanmamaları canımı sıkmıştı zaten. İkinci romanımda böyle bir yayıneviyle, emek sömürüsü yapan, işçisini kapının önüne koyan, Pride’ı kutlamayan bir yayıneviyle çalışmak tabii ki istemem. Hiçbir yazar istemez.

Son söz?

Kusursuz bir şey yazmadım. İnsanlar okuyup eleştirebilir, itiraz edebilir. Çok da sevinirim. Yüzleşmek lâzım. Sorunumuz yüzleşmemek. Tek taraflı bir şeyden de bahsetmiyorum, yüzleşmek ve tartışmak. Ama onun için de önce yüzleşmek gerekir. Kitabımla buna bir katkı sunduysam eğer, ne mutlu.

OKUMA PARÇASI

Vahram ve Tunç Elli Adam

Cama yaklaştım, tam göremiyordum ama Vahram’ın çevresini bir grup sarmıştı. Diğer pencereyi açıp dışarı baktım. Kalabalıktan yükselen homurtular sebebiyle Vahram’ın ne dediğini anlayamıyordum.

O da benim gibi duymak istiyordu, tunçtan heykellerinki gibi insan sıcaklığından uzak ve iri ellerin sahibi. O gece çok insanın kaderini çizen bu ellerdi. Sesi de gürdü:

“Arkadaşlar! Bir dakika, bir dakika! Susun! Susun!”

Kalabalıktan çıt çıkmıyordu.

“Şimdi söyle bakalım Bay Vahdettin, İstiklal Marşını okuyabilir misin?”

“Okurum tabii!” diye son derece kendinden emin cevap veren Vahram başladı, “Korkma sönmez…” diye marşımızı okumaya. Kalabalık hazırola geçti ve marşın bir yerden sonrasında muganniye eşlik etti. Marş bitince birkaç çekingen el birbirine çarptı ama tunç ellerden biri havaya kalkınca yine derin bir sessizlik oldu.

“Aferin, aferin! Peki Bay Vahdettin, bir de İslâm’ın şartlarını say da Müslüman Türk nasıl olunur herkese göster.”

Kalabalıktan bir iki adam yer değiştirince Vahram’ın suratını daha iyi görebildim. İçindeki korku bir ayna vazifesi gören bu suratta enikonu belli oluyordu. Adamın biri Vahram’ın bu halini görünce yüksek sesle “Şimdi boku yedi!” dedi ve ardından bir kahkaha tufanı etrafı kapladı. Tunç el yine havaya kalktı, kahkahalar sustu.

“Namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zekât vermek…”

Bir tanesini ve en önemlisini, bir türlü söyleyemiyordu Vahram. Kendisini zorluyordu ama olmuyordu.

Neyse ki Tunç Elli Adam insafa geldi: “Kelime-i şahadet getirmek. Tamam, aferin. O kadarını buradakilerden de sayan çıkmayabilir. Hadi bir de kelime-i şahadet getir de…”

“Yahu reis, bu kadarı yeter!” Doğma büyüme Kadıköylüyüm ben. On numara gâvurdur bu. Gâvur oğlu gâvur yahu! Adı Vahram bunun, Vahram.”

(…) “Birader! Biz de biliyoruz bunun gâvur olduğunu. Fakat hem arkadaşlar biraz soluklansın, biraz dinlensin, Bahariye’de çok yoruldular diye hem de biraz sarakaya alıp neşemizi bulalım diye konuşturuyoruz bunu.”

Vahram’ın elleri kolları titriyordu. Tunç Elli Adam dükkânın yanındaki duvarda asılı Türk bayrağını yerinden söküp eline aldı ve kolundan tuttuğu Vahram’a “Gel bakalım ahbarik! Biz kenara çekilelim de Ata’mızın resmine zarar gelmesin,” dedi.

Vahram kucağında çerçeveli Atatürk resmiyle kafasını arkaya çevirip bir dükkânına, bir omzundan tutan Tunç Elli Adam’a bakıyor ve suratında ağlar gibi bir ifadeyle bir şeyler söylüyordu. Kırılan vitrin camlarının ve yine bir çırpıda sokağa atılıp üzerine balyozlar inen ayakkabı dikiş makinesinin gürültüsünden Vahram’ın ne söylediğini ve Tunç Elli Adam’ın ne karşılık verdiğini duymamıza imkân yoktu.

Şener Büyüktürk’ün Sergüzeşti, İthaki Yayınları, 2021, sayfa 175-177

^