Millete Sesleniş’te “Gıda konusunda da herhangi bir sıkıntımız yok. Ülkemiz, tüm temel gıda maddelerini kendisi ürettiği için, hem stoklarımız hem de tedarik zincirlerimizin işleyişi ihtiyacımızı karşılayacak düzeydedir” deniyor. Ama realite tekzip ediyor, tarım tehlike sinyalleri veriyor. Üreticilerin sorunları katmerleniyor. Ege’de sebze fideleri ekilmeyi, Adana’da marullar tüccarı bekliyor. Çukurova’da mevsimlik işçiler yüksek riskli koşullarda çalışmaya başladı. Bazı temel ürünlere ihracat kısıtlaması geliyor. Gerekli tedbirler alınmazsa yokluk kapıda, kıtlık köşe başında. Abdullah Aysu’yu dinliyoruz.
Covid-19 salgınında son durum şu: 18 kentte, büyük kısmı köy ve mezra olmak üzere, 41 yerleşim yerinde giriş çıkışlar yasaklandı, resmi karantina uygulanıyor. Öte yandan, Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli “Çiftçinin tarladan çekilmemesi için elimizden geleni yapacağız” diyor. Salgın çiftçiyi nasıl etkiliyor?
Abdullah Aysu: Karantina en başından beri kırsal alana yönelik yeterli önlem almadığının göstergesi. Köylünün sağlığı, halkın gıda devamlılığının sağlanması, olası bir kıtlığın önüne geçilmesi için gerekli tedbirlerin alınması şart. Bunları organize etmesi gereken devlet sağa park etmiş vaziyette, “herkes kendi OHAL’ini ilan etsin” diyor, hatta IBAN numarası verip “bağışlarınızı bekleriz” açıklamaları yapıyor. Olacakları görmek için kâhin olmaya gerek yok, böyle giderlerse önce varlık içinde yokluk, sonra da kıtlık yaşanabilir. Tarımsal ürünlerin devlet tarafından aracısız biçimde satın alınması gerek. Bu yapılmadığı takdirde, bugün tarladaki, bahçedeki ürünler tüccarı beklemez, telef olur. Bu da fiyatlara yansır. İşte buna varlık içinde yokluk diyorum. Tarım emekçileri salgın nedeniyle çalışamaz duruma düşer ve çay, fındık, pamuk, soğan toplanamaz, pancar çapası yapılamazsa ülke genelinde kıtlık yaşanır. Üretici ekim-dikim yapsa bile hasat yapamaz vaziyete gelebilir. Herkes şunu bilmeli: Açlık ve kıtlık SARS-CoV-2 virüsünden daha fazla tahribat yaratır.
Adana’da mevsimlik tarım işçileri kısmi ekim işleri için çadırlarını kurdular, çalışmaya başladılar. Adana Tabip Odası işçilerin salgın nedeniyle risk altında olduğunu duyurdu. Yaşanacaklara neden seyirci kalınıyor?
Mevsimlik gezici geçici tarım işçileri, SARS-CoV-2 melaneti öncesinde de insana yaraşmayan koşullarda çalıştırılıyordu. Barınma koşulları yok denecek kadar kötü. Temizlik, hijyen sorunu had safhada. Sağlık güvencesinden yoksun yaşayan bu insanlara bugüne kadar el uzatılmadı. Dağa taşa konutlar yapan Toplu Konut İdaresi, mevsimlik işçiler için barınma amaçlı sosyal konut, bu konutların bulunduğu yere sağlık ocağı, sabit-seyyar okullar yapmadı. Çalışma bölgelerine üst üste minibüslerde yolculuk etmek zorundalar. Bu sorunlar yeni değil, eski, ama hep güncel. Onlarca yıldır bu sorunun çözümü için parmağını oynatan bir hükümeti görmedik. Bugün, Adana Tabip Odası’nın işaret ettiği gibi, işçilerin sağlığını tehdit eden koşullarla karşı karşıyayız. Ne oldu? İçişleri Bakanlığı valiliklere rutin idari ve cezai tedbirler içeren bir genelge gönderdi. O kadar! Egeli üreticilerin elinde fideler toprakla buluşmayı bekliyor. Mart ve nisan aylarında tohumun, fidenin toprakla mutlaka buluşması gerekir, doğanın kuralı bu . Bunun için öncelikle emekçilerin sağlıklı barınma, ulaşım ve çalışma koşullarına kavuşturulmaları şart. Toprağa tohum atmazsan, fidanı ekmezsen ürün alınamaz.
Bağışıklık sisteminin tarımsal üretim ve gıda egemenliğiyle ilgilisi ve bunun salgınla mücadelede önemi anlaşılmamış. Hemen üretim seferberliği ilan edilmeli ve kapsamlı bir paket hazırlanmalı. Paket çiftçinin banka ve tarım kredi kooperatif borçlarının silinmesini kapsamalı. Çiftçi destekleri eksiksiz ve üretim sezonunun başında verilmeli.
Öyle anlaşılıyor ki, tüccar da hasat bekleyen ürünü almıyor. Sosyal medyada domates kasalarının fotoğrafını paylaşan üretici “Mahsülümüz çok, alan yok. Cep boş, paket boş çıktı” diyordu. Tüccar neden ürünü almıyor?
18 Mart’ta Cumhurbaşkanı tarafından bir destek paketi açıklandı. Bu pakette tarıma ve üreticiye bir çözüm üretilmedi. Öyle görünüyor ki, bağışıklık sisteminin, tarımsal üretim ve gıda egemenliğiyle ilgilisi ve bunun salgınla mücadelede önemi anlaşılmamış. Üretici mağdur, aracı tüccarlar da fiyatı düşmesin diye elindeki ürünleri pazara gıdım gıdım sürüyor. Sözünü ettiğiniz domates üreticisinin feryadı bu nedenle doğrudur ve hükümet seyirci olmaktan vazgeçmeli, sahici ve tez elden tedbirler almalı.
Neler bunlar?
Hemen bugün üretim seferberliği ilan edilmeli ve kapsamlı bir paket hazırlanmalı. Paket çiftçinin banka ve tarım kredi kooperatif borçlarının silinmesini kapsamalı. Çiftçi destekleri eksiksiz ve üretim sezonunun başında verilmeli. Nadasa bırakılan tarlalarda baklagil üretimi yapmak için destek vermeli, ürününe ayrıca prim vereceğini ekim öncesi açıklamalı. Biz bunları beklerken ne oluyor? Şirketler çiftçinin ihtiyacı olan gübrenin ve kimyasalların fiyatını artırıyor. Gübre nisan ayında tarlaya atılmazsa buğday yetişmez. İlaç kullanmazsan yabani ot ana bitkiyi bastırır, verim ve ürünün kalitesini düşer. Hükümetin buna yönelik bir politikası olmalı. Yoksa mecalini yitirmiş çiftçi üretimden vazgeçer önünü göremez. Kıtlık dememin bir diğer nedeni de bu…
Ama Tarım ve Orman Bakanlığı salgın sonrasında üreticiye alım garantisi verdiğini açıkladı…
Üretemedikten sonra istediğin kadar alım garantisi ver. Tarımsal üretim pratiğe dayanır, sanal değildir. Toprak zamanında ona verirseniz o size verim verir. Üretim sürecini bir ay geciktirirseniz o yıl ürün almanız hayal olur. Aradan aracıyı çıkararak ekonomik olarak desteklemek şart.
Desteklerden de söz etti bakanlık…
Türkiye’de destekler, Tarım Kanunu’na göre veriliyor. Tarım Kanunu’nun 21. Maddesi, “çiftçilere verilecek destek GSMH’nın yüzde 1’nden aşağı olamaz” diyor. Kanun 2007’de uygulanmaya başlandı. O tarihten bu yana hiçbir zaman yüzde 1 oranında verilmedi. Yüzde 0,5’in altında kaldı. Çiftçilerin kanun çıktığından bu yana verilmeyen destek miktarı 180 milyar TL’nin üzerinde. Bu destekler hiçbir zaman zamanında verilmedi . Hep bir yıl gecikmeli gitti. Şu an vereceğiz denen destekler çiftçilerin bir yıl önceki hakları. Ancak bu destek üretmeme tehdidini ortadan kaldırmaz. Çiftçinin üretebilmesi için borçlarının da silinmesi lazım.
Tarım emekçileri salgın nedeniyle çalışamaz duruma düşer ve çay, fındık, pamuk, soğan toplanamaz, pancar çapası yapılamazsa ülke genelinde kıtlık yaşanır.
Üreticinin sırtındaki ithalat kırbacının sesi duyuluyor bir yandan. “Gerekirse et ithal edebiliriz” diyor Bakanlık…
Eti saatlerce konuşabiliriz. Geçen sene et ithalatının hem hayvan varlığını hem de son tüketicinin sağlığını nasıl tehdit etti gördük. Türkiye 2019’da toplam 9 milyon ton civarında buğday ithalatı yaptı. Bunun ne kadarı kaldı, onu bilemiyoruz. Öte yandan, Türkiye sahip olduğu un sanayisi ile de ihracat yapıyor. İhracı durdurursanız piyasayı rakiplerinize kaptırırsınız. Covid-19 küresel bir vaka. Ülkeler ithalat ve ihracat rejimlerini değiştirecek, serbest piyasa politikalarından korumacı ticaret politikalarına geçiş yapılacak. Bu nedenle ithalata bel bağlamamak gerekir. İthal edecek ürün bulabilir misin, bulduğunu ucuza sağlayabilir misin, pahalı ithalat ile alınan ürün herkes için ulaşılır olur mu? Bu sorular insanları tedirgin etmeye yeter de artar.
Fransa maliye bakanı yaş sebze-meyve ithalatını durduracaklarımı açıkladı. Süpermarket zincirleri de yerli ürüne yöneleceklerini duyurdu. Bunu nasıl yapacaklar?
Ben de soruyorum bunu. Mevcut tarımsal üretim sistemi şirket tarımcılığıdır. Bu virüs gösterdi ki, sadece sağlıklı ürün, doğayla barışık üretim, yerküremizi soğutacak olan tarım için küçük aile çiftçiliğini tarımsal üretimin merkezine koymamız, ona göre tarımı yeniden organize etmemiz gerekiyor. Bunu yıllardır söylüyoruz. Şimdi tehdit kapıda. Yaşananlar ve yaşanacaklar pek çok şeyi değiştirecek.
Türkiye’de de yaşanacak mı bu tür kısıtlamalar?
Akdeniz İhracatçılar Birliği limonun ihracatına kısıtlama geleceğini açıkladı. İhracat kısıtlaması gelmesi bir ülkenin bu kararı alabilmesi Dünya Ticaret Örgütü’nün kararlarının artık geçerli olmadığını gösterir. Bu olumlu bir gelişme. Ancak üretici açısından alınan bu kararın ekonomik maliyetini düşünmek gerekir. Limon tarlada toplanır, bir kısmı iç pazara sunulmadan önce Nevşehir’deki mağaralarda depolanır, buradan iç piyasaya sürülür. İhracat ise doğrudan tarladan yapılabilir. İlk sorun iç tüketimde kullanıma sunumu öncesinde nerede depolanacak? Bu ekstra bir maliyet getirecek. İhracatçı bu maliyeti çıkarmak için üreticiden ürünü ederinin altında almak isteyecek. Öte yandan ihracatçı ürünü dış piyasaya sattığı fiyattan satmak isteyecek, bu da tüketici açısından maliyeti etkileyecek. Bu kararı duyan üretici şimdiden kara kara düşünmeye başlamıştır, alınan bu karar ürün fiyatına nasıl yansıyacak, diye. Tüm bu gelişmeler sistem değişikliği için hem dünyanın hem de Türkiye’nin kolları sıvaması gerektiğini gösteriyor. Öte yandan, SARS-CoV-2 virüsünün yarattığı salgının ne kadar süreceği öngörülemiyor. Bakmayın politikacıların, “Bir ay sonra rahata ereceğiz, her şey normale dönecek” sözlerine, bu sözler züğürt tesellisinden öteye geçmiyor, geçmez de…
Şirketler çiftçinin ihtiyacı olan gübrenin ve kimyasalların fiyatını artırıyor. Gübre nisan ayında tarlaya atılmazsa buğday yetişmez. İlaç kullanmazsan yabani ot ana bitkiyi bastırır, verim ve ürünün kalitesini düşer. Hükümetin buna yönelik bir politikası olmalı. Yoksa mecalini yitirmiş çiftçi üretimden vazgeçer önünü göremez. Kıtlık dememin bir diğer nedeni de bu.
Bir teselli daha var. İspanya ve İtalya’nın tarımsal ihracatda geride kalacağı bunun Türkiye’nin ihracat kapasitesini artıracağı ifade ediliyor. Bu mümkün mü?
Bu tür sözler havada uçuşuyor adeta. Biz İspanya ve İtalya ile hangi konuda rekabet ediyoruz? Fındık. Türkiye’deki fındığın alımından ihracına kadar, süreci belirleyen kim? Küresel bir İtalyan firması. Bu bir sistem sorunu. Biz bu halimizle aç tavukluğu bırakalım, rüyamızda bile darı ambarında olamayız. Üretimde önce kendimize yetelim, sonra dışarıya satmayı düşünelim.
İhracat ve ithalat rejimindeki köklü değişiklere bakıp gıda tedarik zinciri tehdit altında diyebilir miyiz?
Aslına bakarsanız, dünyanın bir tedarik zinciri de yok. Küresel tedarik tarım ve gıda şirketlerin kontrolünde, arzı da talebi de onlar belirliyor. Her ülkenin kendi vatandaşının ihtiyacını karşılamak üzere yapacağı stok küresel şirketleri bir miktar sekteye uğratabilir. Sekteye uğraması yararlı olur. Ancak, şirketler stoklarını bugünleri fırsata çevirip gıda fiyatlarını yükselterek bir gıda krizini de tetikleyebilirler. Böylesi dönemlerde gıda etkili bir silaha dönüşür. Silah kimin elindeyse savaştan o galip çıkar. SARS-CoV-2 virüsü nedeniyle herkesin korumacı politikalara geçtiği bu dönemde, ülkelerin ve Türkiye’nin Dünya Ticaret Örgütü’nün tarım ve gıda anlaşmalarından çıkarak kendi gıda egemenliklerini yeniden tesis etmeye yönelik çalışmaları başlatmaları hayırlı olur.
Salgının tarımı yeniden organize etmek için bir fırsat olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Bir musibetten bin nasihat iyidir misali. Neoliberal politikaları terk ederek gıda egemenliğini tesis edebilecek ülkeler bu krizi aşabilecekler, kıtlık yaşamayacaklar. Gıda egemenliği ne üreteceğine, nasıl üreteceğine, niçin üreteceğine, kimin için üreteceğine karar verme hakkıdır. Gıda egemenliği üç ayak üzerinde durur: Tohum, üretim modeli ve ürünlerin tüketici ile buluşturma biçimleri. Tüm bu süreçlerde üreticilerin ve tüketicilerin söz ve karar hakkı olması gerekir. Türkiye’de bugün çiftçilerin bunu sağlayacak örgütlülükleri ne güçlü ve ne de bağımsız. Tohum üretme ve ürettiği tohumu satma hakkı yok çiftçinin. Üretim modeli gırtlağına kadar kimyasala gömülü. Üretilen ürünler bir dizi aracıya uğradıktan sonra tüketiciye ulaşabiliyor. Her şey ithalatçı ve ihracatı şirketlerin kontrolünde. Sistemin yanlışlarından arındırılması gerek, ivedilikle. Aslına bakarsanız, tepe taklak olan tarım, olanlar ve olacaklar üzerinden alınacak önlemlerle ayaklarının üzerine duracak duruma geçebilir, tek yapılması gereken arazinin, çiftçinin ve tarım işçisinin ihtiyaçlarına uygun çözümler üzerinden gitmek.
Covid-19 küresel vaka. Ülkeler ithalat ve ihracat rejimlerini değiştirecek, korumacı politikalara geçiş yapılacak. Bu nedenle ithalata bel bağlamamak gerekir. İthal edecek ürün bulabilir misin, bulduğunu ucuza sağlayabilir misin, pahalı ithalat ile alınan ürün herkes için ulaşılır olur mu? Bu sorular insanları tedirgin etmeye yeter de artar.
Kimler yapacak bunu?
Bunu ancak çiftçiden yana olan güçlü hükümetler yapabilir. Nasıl üreteceğiz ve tüketeceğiz sorularının yanıtlarını ciddi bir iş olarak önümüze koyalım, beraberinde sistemi sorgulayıp bugünlere geri dönmeyecek tarzda tarımı örgütleyelim temel çağrımız bu. Bu örgütlenme var olan gıda zincirini kırar. Bu da üretici ve tüketiciyi buluşturan kooperatiflerin çoğalması ile yaratılabilir. Bunun için de son tüketicinin sağlıklı gıda talebi olmalı. Sistem son tüketici eliyle değişebilir. Üretici ve tüketici isterlerse bunu yapabilirler virüs bu mücadele hattının gerekliğini apaçık bir biçimde gösteriyor.
Covid-19 neoliberalizmin eliyle yapılan doğa kıyımının intikamıdır ve ne sonuncu ne de en kötüsüdür Tespitlerine katılır mısınız?
Aynı fikirdeyim, hiç kuşkusuz. Bu değerlendirmelere şunları da eklemekte yarar var: Küresel şirketler ve işbirlikçi hükümetler dünyanın yaşadığı bu kırımdan doğrudan sorumlu. Doğa bizi 1996’da BSE (deli dana hastalığı), 2003’de SARS-CoV, 2005-2008 arasında kuş gribi, 2009’da domuz gribi, 2012’de MERS-CoV, son olarak da 2014’te Ebola ile yokladı. Gezegen de bize, “bana çok yükleniyorsunuz, yeter” dedi. Küresel şirketler büyük bir aymazlık içinde durmadı, açgözlüce fazlasını istemeye devam etti. Kanser gibi birçok hastalığın kaynağı olan GDO’lu tohumların üretimi için ormanları yaktılar, maden ve enerji şirketleri, inşaat firmaları meraları ve tarım alanlarını talan ettiler. Meralar birer karbon yutağıydı, aldırmadılar. Karbon açığa çıktıkça diğer faktörler ile birlikte küresel iklim değişikliğini “iklim krizine” terfi ettirdiler. Orman ve mera tahribi yaban hayatla insanın arasındaki mesafeyi azalttı, patojenleri açığa çıkardı. Sonuç olarak kırıma yol açan ölçüde Covid-19 salgınıyla karşı karşıyayız şimdi. Bu anlamda, yaşananlar doğanın intikamdır, aynı zamanda küresel şirketler yararına çalışan politikacıların aymazlığıdır. Politikacılar ve karar vericiler akıllarını başlarına toplamaz ise ne en kötüsü ne de sonuncusudur.