AŞK KONULU BİR BULUŞMA VE DÜN-BUGÜN, GELENEKSEL-GÜNCEL

Söyleşi: Siren İdemen
25 Temmuz 2020
SATIRBAŞLARI

İstanbul tarihi yarımada. Çemberlitaş’ta, hat sanatçısı Emin Barın’ın adını taşıyan Barın Han. Uzun yıllar Barın’ın atölyesi, ciltevi ve matbaaya ev sahipliği yaptığı gibi hattatlar, yazarlar, çizerler, görsel sanatçılar ve mahalleli için de açık bir buluşma mekânı olmuş. Barın’ın ailesi binanın bugün güncel sanatla hemhal olarak yaşamını sürdürmesini arzuluyor. 2019’dan beri han güncel sanat sergilerini de ağırlıyor. Üç güncel sanatçı Derya Bayraktaroğlu, Gökçe Yiğitel ve Yasemin Nur, Barın’lardan gelen davet üzerine, “konusu aşk olan performans, eskiz ve yazılamalar ile birlikte şarkı söyleme ve şehir gezisi tertiplerinden meydana gelen” diyerek tanıttıkları Buluşma’yı tasarlıyorlar. Serginin açılışına birkaç gün kala Covid-19 kapıyı çalınca, evlere kapanılıyor. Gevşeme günlerindeyse, açılamayan sergiyi açmak yerine, uzun bir kapanışla kapamaya karar veriyorlar. Buluşma bugün (25 Temmuz) kapandı. Gökçe Yiğitel, Yasemin Nur ve Derya Bayraktaroğlu’yla içinden geçtiğimiz tuhaf günleri, bu günlerde sanat üretimini, Buluşma’nın kimleri, neleri buluşturduğunu konuştuk.
Havaya Yazmak > Love Letters, Gökçe Yiğitel Performans görüntüsü, 13 Temmuz 2020, Barın Han
 

Buluşmanın içinde yer aldığı zamanda ve uzayda biraz gezinsek, koordinatlarımızı belirlesek… 2018deki, küratörlerinden olduğunuz ve işlerinizle yer aldığınız Koloni, Sultanahmetteki Abud Efendi Konağı’ndaydı. Bu sefer Çemberlitaş’ta Barın Handasınız. Tarihi yarımada ve çevresinde dolaşıyorsunuz. Bu muhitle ilişkiniz sergiden sergiye mi? Bu semtin sizi çeken yanları neler? Son birkaç yılda nasıl bir dönüşüm geçirdi buralar?

Derya Bayraktaroğlu: Yedi-sekiz yıl kadar önce yine bir üretim (DaGaDa) için araştırma gezileri yaptık Gökçe’yle (Yiğitel), Beyazıt ve Sultanahmet arasında maceradan maceraya savrulduk bir yıla yakın. Koloni’nin mekânı Sultanahmet’teydi. Buluşma ise mekânı Barın Han’dan ve Tarihi Yarımada’dan hareket alan bir sergi olduğundan kentin bu kısmıyla daha öncekinden farklı bir ilişki kurmamı sağladı. Sık geliyorum buralara. Sergi, yapıt prodüksiyonları için malzeme aramam ya da malzeme arayan birilerine eşlik etmem gerekti hep. Gülhane Parkı mutlu hissettiğim bir yer. Parkın Sirkeci Garı’nın yönetim binalarına bağlanan sırt kapısına doğru yükselen çimenli tepelerde insanlar oturur. Uzaktan, manzara resimlerindeki gibi ütülü örtüleri ve piknik sepetleriyle şarap içen tasasız sevgilileri andırır. Yakınlaşınca duyarsınız cep telefonlarında müzik çalar, dertleşirler gazete kâğıtlarına oturup. O manzaraya ilişmeyi, ilişenlere bakmayı seviyorum. Nasıl ki turistik kolonya, turistik çay diye bir şey var, her şeyin güzeli o parkta toplanmış. Yalnız çimenli tepeler, ağaçlar değil, parktaki çöp kovalarını, bankları bezeyen demir işçiliği mesela. Muhitte sürekli yeme içme yerleri, alışveriş mağazaları, dükkânlar açılıyor, el değiştiriyor. Tabelalar, bina cephelerine giydirilmiş tanıtım işi gören kâğıt ve kumaşlar… Bu rastlantısallık nasıl bir dönüşüm geçirdiğini gözlemlemeye pek imkân vermiyor.

Barın Han ‘70’lerde hattatlar, yazarlar, görsel sanatçılar gibi çevreleri bir araya getiren pek çok buluşmaya zemin olmuş, aynı zamanda ciltevi, matbaa. Sergiye ismini veren buluşma Barın Han’ın sanat çevrelerini bir araya getiren birleştirici, açık-mekân özelliğine atıfta bulunuyor.

Yasemin Nur: Tarihi Yarımada çocukluğumda farklı bir şekilde hayatımın içindeydi. Annem Kapalıçarşı’ya sık giderdi. Takı tasarımı yapıyordu, oradaki dükkânlardan eski gümüş parçalar bulup birleştiriyordu. Babam Mahmutpaşa’da en iyi ne, nerede yenir bilirdi. Eminönü’ne yemeğe giderdik, ‘80 sonu olmalı. O zaman otobüs durakları meydandaydı. Sokakları dar, eski… Gece inince ise başka bir yaşam başlıyordu. Kapalıçarşı’da kumaş aldıkları dükkâna hâlâ gidiyorum, benim için çok özel bir dükkân. Arada annemle babamı arayıp “eski günlerdeki gibi Mahmutpaşa, Kapalıçarşı yapalım mı?” diyorum. Kızlarımın da bu gezmeleri onlarla beraber yaşamasını istiyorum. Uzun bir süre düzenli olarak Ramazan ayında hipodroma kurulan pazara gittik. Sonra babamın Kadir Gecesi turları vardı bizi de yanına kattığı. Sultanahmet, Eyüp, gece boyu gezerdik. Eyüp’te eski bir kahvehaneyi hatırlıyorum. Oradaki sakallı amcayı… Babam çaylarımızı bitirmemiz için bizi hadilerken babama kızıp “bırak keyfiyle içsinler” demesini hatırlıyorum. O gecelerde ve gezintilerde onları izlerken mistik bir geçmişin içine düşmüş, bir masalın içinde olduğumu hayal ederdim. Annemle İbrahim Paşa Sarayı’ndaki sergilere giderdik. Ayakkabı sergisi hatırlıyorum, saray ayakkabıları… Üniversitede ilk para kazanma çabam Sultanahmet yakınında bir otelin odalarının dolaplarını eskitme tekniğiyle boyamaktı. Resim bölümü öğrencisiydim. Beni en etkileyen yerlerden biri Arkeoloji Müzesi’nin bahçesiydi. Orada olmaktan çok mutlu olurdum. Bir sahne gibiydi. Sirkeci Garı’nın lokantası hâlâ en sevdiğim yerlerden. Ayasofya’ya giderdim her sene. Şimdi bakınca son birkaç senedir bu gezilerden uzaklaştığımı fark ediyorum. Malzeme aramak, malzeme düşünmek benim için Tahtakale, Mahmutpaşa gezmeleri demek. Resim malzemeleri için Sirkeci’ye, Cağaloğlu’na gidilir. Hanlar içinde neler neler buluruz. Buluşma’nın hazırlık sürecinde eskiden kalma bir hamam içine girmiştik Gökçe’yle. Artık hamam değildi, içeride tespihçi vardı, bir de çayhane.

Soldan sağa: Yasemin Nur, Gökçe Yiğitel, Derya Bayraktaroğlu

Sergideki işlerden biri de #dünyadabirturist, nasıl çıktı bu fikir?

Derya: Gelme sıklığımıza rağmen, üçümüz de Tarihi Yarımada civarında kendimizi yabancı hissediyorduk, bunu fark ettik. Bir de ön kabul var; doğup büyüdüğü şehirde insan turist olamaz. Ana-akım olmayanı, her deliği bilmelisin. Bu tezattan yola çıktık. Bir selfie çubuğu satın alıp Yasemin, Gökçe ve ben Tarihi Yarımada’nın muhtelif noktalarında kendimizi görüntüledik. Başlangıçta ismi yoktu, “selfie gezileri” diyorduk aramızda. O fotoğraflardan oluşan şehir haritasını izleyicinin de kendi selfie’leriyle çoğaltması umuduyla kışın sergi mekânının duvarına bırakmıştık. İzleyici de kendi fotoğraflarını ekleyecekti. Biriken fotoğraflar haritalandırmaya yarayacak, bir gezinti rotası oluşacaktı. İzleyici #dünyadabirturist ismini alan bu aksiyonu, hiçbirimizin evlerden çıkamadığı karantina sürecinde eski ve tuhaf turistik fotoğraflarını buluşma etiketiyle paylaşarak instagram’da yürüttü.

Emin Barın’ın üretimleri, okumaları çeşitlendirmeye imkân veriyor. Biçim ve anlam arayışında yenilikçi tavrı geleneksel/modern, eski/yeni gibi düşünülegelen uzlaşısızlıkları silikleştiriyor; bunların dışına taşıyor. Buluşma’da bütün bu kapsayıcılığa atıfta bulunma isteği var.

İnsanın kendi” şehrine turist gözüyle bakması nasıl bir tecrübe? Bu şehirde, bu semtte turist gibi dolaşmak size nasıl yansıdı? Neler gördünüz, kulağınıza neler çalındı?

Gökçe Yiğitel: Ne vakit kendimi buralarda bulsam başka bir diyara ışınlanmış gibi hissediyorum.

Doğup büyüdüğüm şehirde aşina, ama bir o kadar da yabancı hissettiğim bir yer. Böyle hissetmeyi de garipsiyorum. Nasıl bu kadar koparılmış olduğumu anlayamıyorum. Turistik olmasaydı ve burada yaşıyor olsaydım nasıl olurdu, gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. Hatta aramızda sıkça şakası döndü sergiyi üretme sürecinde: “– Nerede oturuyorsun?” “Divan Yolunda…” Bitcoin’lerin bozdurulabildiği, turistlerin halı, peştemal, nadide parçalar peşinde koştukları daracık sokakların hemen yamacında, denize doğru yürüdüğünüzde ara mahalleler bekliyor sizi Bukoleon Sarayı’nın kalıntılarının eşliğinde, yeniden yapılandırılan surların kenarı sıra akan. Günümüz şartlarına uyup iki-üç katlı ahşap evlerini rengârenk boyayıp apart otele dönüştüren de var, yıkık sarayın tepesinde derme çatma hanesinde yamaca tutunmaya çalışan da, saten yorganı üzerine atıp surları kendine ev yapan da var.

Yasemin: Binbirdirek’ten sahile yürürken “surların üstünde yükselen bu bina nedir”in cevabını Google Maps’de aradık bir gün. Tekfur Sarayı Müzesi’ymiş. Bizans döneminden bir saray. Dolaştığın yere Google Maps’den bağlanmak turist olma hissini arttırıyor. Sanırım şehir de sana turist olarak bakıyor.

Çektiğiniz selfielerden nasıl bir şehir haritası çıktı ortaya?

Gökçe: Eminönü, Mahmutpaşa, Kapalıçarşı, Gülhane, Çemberlitaş, Binbirdirek, Kadırga birbiriyle iç içe geçmiş, ama birbirlerinden çok farklılar. Kopuklar mı bilmiyorum, ben de buranın bir yabancısıyım. Geziyorum ve seyrediyorum uzaktan.

Gülhane Parkı’nda bir giysi-pano

Derya: Replika Gucci cüzdanlarla yan yana buzdolabı magneti işlevi kazanmış hat eseri hediyelikler satan bir sokak tezgâhı; Mahmutpaşa’da bir bina, bir mağazanın tanıtımı olarak cephesine semazen imgesi giydirilmiş; Çemberlitaş’ta, Mc Donalds’ın karşısında bir bank; Hipodrom Meydanı’nın güney tarafındaki üzerinde yazanları bugün okuyamadığımız ve çeviri gayretine rağmen anlayamadığımız (“…bu sütunu daha nice zamanların getireceği bayramlar için yaptırdı ve dikti”) Antik Mısır dikilitaşı duraklar arasındaydı. Gülhane Parkı’nda padişah giysilerindekine benzer motiflerle boyanmış giysi-pano da vardı. Lunaparklarda olurdu eskiden, pleksi veya köpük giysilerdi. İçinde durup yüzünüzü delikten çıkararak başkası olur, fotoğraf çektirirdiniz. Selfie gezilerimiz, selfie eylemindeki uzlaşının aksine belirli bir yerde kendi suretimizi yabancıladığımız anları gösteriyordu. Pandemi sürecinde çevrimiçi yolla izleyici o çektiğimiz selfie’lere bakıp, eski gezilerinden fotoğraflar paylaştı. Jenerik turistik eylemleri sorgulayan fotoğraflardı.

Hat sanatındaki yazma eylemini, elin nefes ile yüzey üzerindeki hareketini farklı bedenlerin hareketine transfer edebilir miyim, buna bakmak istedim. Transfer etme çabasıyla soru soruyor, yanıt arıyordum. Yazıyı malzeme-bedenlerin bir anlık hareketiyle havaya yazabilir miydim? Her salınımda farklı form alan bir yazı ne yazar, nasıl okunur?

Sergi ve mekânı Barın Han birbiriyle nasıl buluştu? Barın Han nasıl bir yer, nasıl bir geçmişe sahip?

Derya: Uzun yıllar hem ciltevi hem de hattat ve cilt sanatçısı Emin Barın’ın çalışma alanı olarak faaliyetteymiş bina. Şimdilerde, mekânın cilt atölyesi olarak kullanımının yanı sıra çağdaş sanat üretme ve gösterim alanı olarak etkin hale gelmesi için Barın ailesi çaba sarfediyor. 2019’un son günleriydi, Emir Barın’dan [Emin Barın’ın torunu] handa üretmemiz için bir davet aldık. Mekânın geçmişiyle nasıl ilişki kurabileceğimizi düşünmeye, çalışmaya başladık. Aklımızda bir çerçeve oluşurken diğer yandan atölyeyi sürdüren cilt sanatçılarıyla tanıştık; Turan Bey’le, Avet’le, Melike Hanım’la, Betül Hanım’la… Binbirdirek mahallesindeki kapı komşularıyla da tanıştık… Üretim sürecinde Emin Barın’ın mekânın duvarlarına asılı yazılarını izledik. Barın Han ‘70’lerde hattatlar, yazarlar, görsel sanatçılar gibi çevreleri gerek muhabbet, gerek kolektif üretim için bir araya getiren pek çok buluşmaya zemin olmuş bir mekân, aynı zamanda ciltevi, matbaa. Sergiye ismini veren buluşma Barın Han’ın zamanın sanat çevrelerini bir araya getiren birleştirici, açık-mekân özelliğine atıfta bulunuyor. Anlatılanlara göre, o yıllarda toplantı-buluşmalara mahalleli de gelir otururmuş, kapısı sokağa, etkileşime açık, gündelik zeminde gerçekleşen buluşmalarmış anladığımız kadarıyla. Bundan etkilendik. Sergi bunlarla birlikte oluştu.

Yasemin: Barın Han adını Atonal9 sergisiyle duymuştum. Heyecanlanmamın ilk nefesi ise yıllar önce Emin Barın hakkında Yapı Kredi’den çıkan bir yayını edinmemle geldi, geleneksel sanatlarla çalışan, fakat bir o kadar da kendi gününü yansıtan eserlerini görmemle. Sanatçı kimliğinin daha geride kaldığı, zanaatçı kimliğinin ezilmediği bir kendi olabilme süreci, biricik bir yaşama hali… İlk buluşmamızda bizi Emir [Barın] karşıladı. Cilt atölyesini gördük. Kitapların teni gibi ciltler. Cildimizin yıllar geçtikçe, yaş aldıkça bakıma ihtiyaç duyması gibi, onlar da bakım istiyor. Cilt ve içindeki yazılar, süslemeler, gravürler… Katı [ince kâğıt oymacılığı sanatı] dersi aldığım Emel Ogan hocam zanaatların her biri bir beden diye anlatıyordu. Tezhip yapan, hat yapan, minyatür yapan, cilt yapan beraber çalışıyorlar, elden ele. Kitap kolektif bir el emeği göz nuruyla zaman içinde tamamlanabiliyor. Bu bedenin bir parçası da Barın Han’da yaşatılmış.

Barın Han, Hat sanatçısı Emin Barın’ın atölyesi

Gökçe: Barın Han geçmişten gelen usta-çırak ilişkisini ve yılların birikimi olan bilgisini aktarmaya devam ediyor. Mekânla tanıştığımızda atölyenin eski sahiplerinin yetiştirdiği yeni sahipleriyle de tanıştık. Hanın bir bölümünde, atölyelerinde hat, cilt ve baskı sanatlarını uygulamaya devam ediyorlar. Atölyenin geçmişini onlardan dinlemek, onların tüm nesillerin ve anlayışların ortasında hem geçmişi dillendirerek hem de kendi yöntemlerini arayarak süren pratikleri, mekânı bugün yeniden canlandırmaya çalışan Emir ve Ebru’nun [Barın] yapmaya çalıştığına ve aslında bizim yukarı kattaki Buluşma sergisinde yaptığımıza benzer bir çaba. Orada halen varlığını sürdüren atölye hem mekân hem de bizler için geçmişe bir köprü gibi.

Derya: Bu bağ her üretici ve izleyen için değişebilir. Emin Barın’ın üretimleri, okumaları çeşitlendirmeye imkân veriyor. Biçim ve anlam arayışında yenilikçi tavrı geleneksel/modern, eski/yeni gibi düşünülegelen uzlaşısızlıkları silikleştiriyor; bunların dışına taşıyor. Serginin adını Buluşma olarak belirlememizde mekânın bütün bu kapsayıcılığına atıfta bulunma isteği var. ‘80’lerin başlarına kadar Barın Han’da düzenli olarak Perşembe Buluşmaları gerçekleşmiş. Mahallenin turşucusu da katılırmış o buluşmalara, örneğin. Bugün de benzer bir hali var mekânın. Havanın güzel olduğu akşamüzerleri içeride çalışan cilt sanatçıları atölyenin kepenklerini açıyorlar. Bir cildi restore etmek için kullanılan yüzlerce araç, kâğıt ve malzemeyle birlikte sokakla buluşuyor atölye. Orada yapılan işi uzaktan izlemek, geçmişte orada çalışanların kolektif üretim süreçlerini hayal etmeye çalışmak turist gibi hissettiğimiz muhitte bağ kurabildiğimiz anlara denk geliyor.

Katı sanatı konularını hayat ağacından, çiçek bahçelerinden, çiçeklerden alıyor. Her adımda belirgin usûller var, bunlar bir kısıtlama gibi görünse de o terbiyeden geçince başka bir dünya açılıyor. Öncelikle yavaşlık gerekiyor. Hızlanmamak, orada olmak. O anda. Her çizginin bir ânı ve anlamı var.

Sergi üzerinde düşünmeye, çalışmaya Covid-19 salgınından önce başlamışsınız. Gezegenin tamamında aynı anda bir virüsün bildiğimiz hayatı durdurması çok sarsıcı bir tecrübeydi. Serginin organizasyonuyla, tasarımıyla ilgili neleri, nasıl değiştirdi salgın?

Yasemin: 2019’un son günlerinde buluştuk. Ben İspanya’dan, Murcia yakınında küçük bir şehirden yeni dönmüştüm. Orada dağlara sırtını vermiş bir sanat mekânında yaşamıştım bir süre. Oradayken, Murcia doğumlu İbni Arabi, sufizm ve hayat ağacı üzerine düşünedurmuştum. Gezegenin gezegenliğini fiziki ve ruhani olarak hissettirdiği bir yerden dönmüştüm. Dağları, fiziki haritaları, kabartma haritaları, soyutun bağını gezegende hissettim. Döndüğümde hemen Don Kişot romanını okumaya başladım. O da o dağlardan mıydı? Her güne, yaşama bir serüven gibi başlamak… İlk buluşmamızda Derya ve Gökçe Barın Han’dan, yazıdan, hattan ve aşktan bahsettiler. Bu kelimeleri anda birleştiren ilk buluşmamızdı. Mart’ın başlarında, Divan Yolu yakınında elimizde patates kızartmaları yan yana otururken o zamanlarda ender olan maskeli gezenlere bakıyorduk. Tramvayda eldiven takanlar artmaya başladı zamanla. Kolonyalarımız artık sürekli yanımızdaydı. 16 Mart haftası sergiyi açamadan kapıları kapayacağımızı anladığımızda, mekâna koymayı hayal ettiklerimizi hızla, bizi de rahatsız eden bir hızla koyduk ve çıktık. Mekânda buluşarak olmasını hayal ettiğimiz karaoke evlere taşınmış oldu, evlerimizden şarkı söyledik. Bugünden katılımcıların karaoke videolarına baktığımda ev halimizin verdiği korkulara, endişelere rağmen aşk şarkıları söyleyerek sevgisini paylaşanları görünce o zamanın hislerine geri dönüyorum. Üçümüz hep haberdar olduk birbirimizden. Konuştuk, sergiyle ilgili hislerimizi paylaştık. Mayıs sonu bir konuşmamızda sergi için geri dönmek istediğimizi anladık. Haziran başında aylar sonra ilk buluşmamız Çemberlitaşta’ydı. Şaşkındık. Sergi için sokaktaydık, ama sokaklara açılma havasına yabancı gibiydik. O gün, günbatımına doğru Divan Yolu’nda yürürken Sultanahmet Meydanı’nda sokak hayvanları, biz ve evsizler dışında kimse yoktu. Buluşma’yı sonunda gerçekleştirebilmiş olmak benim için çok değerli, çünkü evde kaldığımız dönemde yapmakla ilgili değil ama göstermekle ilgili sorularım olmuştu: Nasıl göstermek, nasıl bir birliktelikle? Pandemi sürecini bu şekilde geçirmiş ve geçirmekte olan bir şehirde, bu koşullarda birleşerek sergi yapmaya çalışırken, pandemiden önceki gösterim, etkileşim, anlatım usûllerini gözden geçirdik.

Emin Barın, levha, Gel keyfim gel

Derya: Mart ayının ilk haftasındaydık. Gelişmeleri, haberleri takip ediyor olsak da sergiyi kurma sürecinde tamamıyla yaptığımız şeye konsantre olduğumuz için gündelik yaşama çöken gerçekliği ıskalıyorduk. Eminönü tramvaylarında git-gel cirit atıyorduk. Serginin açılmasına birkaç gün kala, resmi karantina henüz başlamamıştı, durumun ciddiyetinin farkına vardık ve mekânın kapılarını kapattık. O gün mekândan çıkarken mikrofonun üzerindeki kayıt tuşunu açık bıraktım, ses biriktirmek için. Gökçe kâğıt işleri en nemli duvara taşımış, kimbilir neden. Vedalaştık. Dört ay sonra geri döndüğümüzde Gökçe’nin tılsım isimli işi bükülerek biçimini bulmuştu. Temmuz ayının 3’ünde hiç açılmamış Buluşma’yı olduğu yerden başlatmak yerine, zira olduğu yer diye bir yer yok, zaman geçiyor, bir kapanış yapmaya karar verdik. Mart sonunda, evlere kapanmamızın başlangıcında Buluşma için bir Instagram sayfası oluşturmuştuk. “Sergi mekânda hazır, online gezelim” gibi bir yaklaşımdan çok, o sayfanın bu süreçte aklımızdaki sergiyi yapmaya, temas etmeye, çevrimiçi yolla buluşmaya nasıl yararı olur diye düşünmüştük. #karantinadakaraoke ve #dünyadabirturist’i bu doğrultuda kurgulayıp çevrimiçi platforma taşıdım. İzleyicinin katılımıyla, şarkılar ve fotoğraflar yoluyla diyalog kurabildiğimiz bir akış oluştu orada.

Gökçe: Üretip mekânda bıraktığımız bazı işleri geri döndüğümüzde yabancıladık. Bazı düşünceler ve biçimler bizimle kaldı. Aylardan sonra sokağa yeniden çıkıp buluştuğumuzda Yasemin Denk ve Kabartma’yı getirdi. Andan da oluşmuştu. Love Letters’ın inci dizimi mekânda yerini buldu, havaya yazmayı deneyeceğim performans gününü beklemeye başladı. Derya #karantinadakaraoke’yi ve #dünyadabirturist’i hokuspokus gibi bağladı izleyiciyle. Duygu nasıl bir araya toplanabildi? Bir de sarı renk var sergiyi aydınlatan. Serginin ortasından geçen karantinanın ve aynı zamanda güneşin rengi sarı. Nihayetinde, Derya’nın da dediği gibi, Buluşma’yı açmak yerine birden fazla güne yayılan kapanış yapmaya karar verdik.

Karabasanı andıran bu zaman diliminde birbirimize gösterdiğimiz özen, söylediğimiz tatlı bir söz, gücümüz tükendiğinde o anda yanımızdaki birinden aldığımız destek olarak tanımlarsak, sanki elimizde kalan ve işe yarayan politik gücümüz gibi aşk. Üretme arzusu, yapılan işle kurulan ilişki, “meşk” de kastettiğimiz şeyin bir parçası.

Eve kapanma günleri sizin için nasıl bir tecrübe oldu, nasıl yaşadınız o günleri, neler gözlemlediniz, daha çok neler üzerine düşündünüz?

Yasemin: Kapanma sürecini evimde değil, kızlarımla babalarının evinde geçirdik. Gayrettepe’den Emirgân’a, daha önce yaşamadığım bir eve yerleştim. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi dekan yardımcılığı görevim de devam ediyordu. Kurumun fakülte adına Covid-19 temsilcisi ve dijital eğitim sorumlusu oluverdim. Bu süreçte kızların babası hastanede yatan babasından Covid-19 alıp Emirgân’a, eve karantinaya gönderildi, odasında karantinaya aldık. Ha geldi ha gelecek dediğimiz korona gelmişti. Mutfakta kendimize masada bir çizim, resim alanı oluşturduk. Beni korkularımdan uzaklaştıran şeylerden biri okumak, diğeri de o masa başına geçip sakince çizmeye çalışmak oldu. Sergide paylaştığım iki eser de o masadan.

Gökçe: Dışarı çıkmadan da çalışabiliyorsa“lar ile “evde kalsınlar daha iyi”ler evlerine kapandı. Hayat diğerleri için hızlanarak devam etti.

Derya: “Normal” kelimesi çok yankılanır içimde. Son aylarda sık duydum. Esas işi aykırı olanı imleme olan gerilimli bir kelime.

Andan, Yasemin Nur, bakır plaka üzerine asit ısırma, 2020

Buluşmada mekânın uyandırdığı izlenimler üzerinden geleneksel sanat biçimleriyle, özellikle hatla güncel sanatların dilini, araçlarını buluşturma gibi bir niyet de var mıydı? 

Gökçe: Mekânla, geçmişte ve şimdi içinde barındırdıklarıyla buluştuğumda, ilk beliren tanımsız bir his oldu. Konuşmanın, anlaşmanın bir yolunu bulmak istedim. Tıpkı, içinde bulunduğu muhite nasıl hem yabancı hem de aşina hissediyorsam, Barın Han’a da benzer şeyler hissettim. Bilmediğim bir dilde konuşuyordu. Beni bilmediğim yerlere götürdü, ama bildiklerimle tekrar buluşturdu. Kûfî yazıdan, onun kurulu olduğu matematiğe, yazı ile sembolün (rakamın) örtüştüğü yere, ritme, nefese, tekrara, salınıma, birim parçacığa ya da zerreye… Pratiğim bir formasyon olarak fizik ile çağdaş sanat üretim aracı olan performansın kesişimi üzerine kurulu. İkisinin kesiştiği yer hareket. Sadece bedenim değil, aynı yapı taşından oluşan farklı bedenlerin kinetik enerjisi, zamana bağlı değişimi, mekân-beden içindeki oluş ve dönüşümleriyle ilgileniyorum. Hat sanatındaki yazma eylemini, elin nefes ile yüzey üzerindeki hareketini farklı bedenlerin –malzemelerin ve kendi bedenimin– hareketine transfer edebilir miyim, buna bakmak istedim. Transfer etme çabasıyla soru soruyor, yanıt arıyordum. Kusursuz bir teknikle, kâğıt ya da yüzey üzerinde kalıcı ve eksiksiz şekilde uzun zaman boyunca okunan bir yazıydı bildiğim. Yazıyı malzeme-bedenlerin sadece bir anlık hareketiyle havaya yazabilir miydim? Her salınımda farklı form alan bir yazı ne yazar, nasıl okunur?

Yasemin: “Sanat yapıtı olarak yapıp etmenin anlatısı, sanatta yeterlik” tez başlığımdı. Yapıp etmenin anlatısı ile geleneksel sanat yapıp etmelerinin anlatısı arasında nasıl bir bağ kurabilirdim? 2000’lerin başında Topkapı Sarayı Müzesi’nde bir katı örneği gördüğüm günden itibaren kitap sanatını öğrenmek istedim. 2014’te güzel bir tesadüfle hayat beni katı sanatçısı Emel Ogan ile karşılaştırdı. Katı Osmanlı kâğıt kesme sanatı. “Kat” kesmek demek, “cut” kelimesi de oradan geliyor. Katı konularını hayat ağacından, çiçek bahçelerinden, çiçeklerden alıyor. İncelikleri olan bir sanat. Yıllarca resim eğitimi aldığım için bu geleneksel sanatın usûllerine yatkın olmaya elimi terbiye etmem zaman aldı, alıyor. Her adımda belirgin usûller var, bunlar bir kısıtlama gibi görünse de o terbiyeden geçince başka bir dünya açılıyor. Öncelikle yavaşlık gerekiyor. Hızlanmamak, orada olmak. O anda. İnce ince yapılacak çiçek, ağaç motifleri kesilecek. Ebru kâğıdına transfer etme süreci dahi beni yavaşlatan, transfer üzerine düşündüren, zamana açılan bir yolculuğu başlattı. Zaman zaman içinde gibi. Her çizginin bir ânı ve anlamı var. Bu çizgileri kesilecek kâğıdın ters yüzeyine transfer etmek, çizgilerin yeniden üstünden geçmekle oluyor. Çizgiyle o yakınlıkta ve birlikte olmak çok ciddi bir serüven.

İzleyicinin izlediği şeyin –sanat yapıtının– kendisine sezgisel yolla nasıl temas ettiğiyle meşgul olmaktan çok kendi yeterliliğini sorgulamak durumunda kaldığı bir yer bugün sanat mekânı. Alternatif mekân dediğimiz şey keza, alternatif gösterim, ilişkilenme usûlleri sunuyor mu tartışmalı.

Derya: Yazıyı mekânın geçmişiyle ortaklaşabileceğimiz bir kavram, bir eylem olarak ele alıp ilişki araştırmaya başlamamız bir niyet, fakat mekânın kurucu unsuru yazı okuyamadığımız bir dilde. Emin Barın’ın isimleri yüzeyin dışına taşırması, crop’laması bugün grafik tasarımın alanında tanımlı o müdahaleler bana etki ediyordu, biçimle ilişki kurabiliyordum, ama anlam havada asılıydı. Ziyaretçilere bir gün Barın Han’ı gezdiriyordu Emir; Yasemin, Gökçe, ben de eklendik o tura. Emin Barın’ın beş parçadan oluşan bir eseri önündeyiz (Allah ve Dört Halife), harfleri okuyamıyoruz. Emir anlatmayı sürdürüyor, başka bir eserin önüne geçti. Soru sorup kesmek istemedi izleyici Emir’i. “Hey Siri, dört halife?” diye bir ses duydum arkadan kısık ve çekingen. Siri’ye sormak aklıma gelmezdi. İzleyicinin Siri ile yoldaşlığı ve araştırması okuduğumuzu anlama arzusuyla benzer aslında.

Buluşma’yı şöyle tanıtıyorsunuz: “aşk konulu yazılama, çizim, şehir gezisi, performans, birlikte okuma ve şarkı söyleme tertiplerinden meydana gelir” Gökçe, senin işlerinden biri de Love Letters… Kitschleşmiş, çoğu zaman apaçık bayağılık” atfedilen bu konuyu öne çıkarmaktan çekinmediniz mi? Neler esinlendirdi, nasıl geldiniz dönüp dolaşıp aşka?

Gökçe: Karabasanı andıran bu zaman diliminde birbirimize gösterdiğimiz özen, söylediğimiz tatlı bir söz, gücümüz tükendiğinde o anda yanımızdaki birinden aldığımız destek olarak tanımlarsak, sanki elimizde kalan ve işe yarayan politik gücümüz gibi aşk. Üretme arzusu, yapılan işle kurulan ilişki; “meşk” de kastettiğimiz şeyin bir parçası. Meşk hat sanatında nefesle de ilişkili bir terim. Bu devinimselliğin bendeki, bizdeki, günümüzdeki karşılığı ne olabilir diye düşündüm. Kendimizle, çevremizle ve yaptığımız işle kurduğumuz ilişkiler hem uçucu ama bir o kadar da dalga dalga ötelere uzanıp bir yerlere yetişebilme gücüne sahip.

Derya: İsmi buluşma olan ve izleyiciyle işi olan sergi için aşk temasının bir ortak payda olabileceğini düşündük. Doğrudan ve gündelik bir sesleniş denebilir bu cümleye. Başkasına benzemeyen, kendini doğuran her söylem, varlık, hatta kılık kıyafete bayağılık atfedilmesi manidar. Burada kastedileni sorgulamaya umarım yarasın bizim bir cümlelik çağrı. Devamı burada sizinle paylaştığımız gibi, mekâna gelen izleyiciyle seve seve paylaştığımız anlatılarda.

rujveayakkabıboyası, kabartma, Yasemin Nur, yerleştirme görüntüsü, 2020

Karaoke de aslında bir başka kitsch unsur. #karantinadakaraoke nasıl çıktı, sergi sürecinde nasıl dönüştü?

Derya: İzleyicinin izlediği şeyin –sanat yapıtının– kendisine sezgisel yolla nasıl temas ettiğiyle meşgul olmaktan çok kendi yeterliliğini sorgulamak durumunda kaldığı bir yer bugün sanat mekânı. Alternatif mekân dediğimiz şey keza, alternatif gösterim, ilişkilenme usûlleri sunuyor mu, tartışmalı. Buna bir itiraz, derli toplu ifade etmek gerekirse, küratöryal müdahalemdi karaoke. Serginin hali ve Barın Han’ın kapsayıcılığı birleşiyordu, onu öne çıkarmak istedim. Düzayak bir karaoke sahnesi bıraktım mekâna. Karaokenin kuralları ilgimi çekiyor. Toplu halde yapılan, ama rekabetçi bir tavır üzerine kurulmayan bir eğlencelik. Şarkılar, zevkler farklı, ama her etabı birbirini dinleme ve cesaretlendirme üzerine kurulu. Senin için bırakılmış mikrofonu almak ve konuşmak bugün içinde bulunduğumuz koşullar açısından da bir şey ifade ediyor. Bir köşeye metinler bırakmıştık, eğer şarkı söylemek dışında konuşmak isteyen olursa, mikrofonun bu işe de yarayabileceğini belli etmek için. Sergi açılmayınca sahne alan olmadı, ama evlere kapanma sürecinde aşk şarkılarından oluşan karaoke listesini izleyiciyle paylaşıp çağrı yapınca izleyicinin, sanatçı arkadaşların katılımı bir bütün oluşturdu. Hem karantina günlerinin kaydını tutuyorlar, hem de yan yanayken olabileceği kadar dolaysız bir dinleme, birbirini cesaretlendirme var orada.

Karaokenin kuralları ilgimi çekiyor. Toplu halde yapılan, ama rekabetçi bir tavır üzerine kurulmayan bir eğlencelik. Şarkılar, zevkler farklı, ama her etabı birbirini dinleme ve cesaretlendirme üzerine kurulu.

Havaya Yazı Yazmak ve Tılsım; birinin malzemesi çelik tel, diğerinin saç teli… Onlar hangi evrelerden geçti? Korona olmasaydı nasıl olurlardı?

Gökçe: Korona olmasaydı da öyle olacaklardı. Pandemi süreci sarsıcı bir süreçti, fakat onun öncesi benim için daha sarsıcıydı. Performansın elemanlarının oluşmasında oldukça etkili olan bir kötü haberler silsilesi vardı. Sınır geçmek isteyenler oldu, ama izin yoktu. Yürüdü, yüzdü olmadı, hep olduğu yere mıhlandı. Çok fazla bulut vardı, gaz bulutu, yangın söndürücü bulut, bulutlar sardı o sıralar etrafı, göz gözü görmüyordu. Sonra korona geldi, birden hayata dair konuşulanlar değişti, herkes birbirine bağlandı, daha önce bir parçası değilmişçesine. Birden birinin sağlığı hepimizin sağlığı oldu; dünyadaki tüm sanayi, inşaat ve kargo servisleri hariç. Bahsettiğim gibi “havaya yazmak” hem o anlık hem de dalgalarla evrenin ucuna sonsuza dek taşınmak üzere. Hem bir parçanın kaybı ve hüznü hem de bir sonrakini korumaya umutla yazılan bir tılsım gibi. Çelik tel de saç teli de oldukça dirençli, ama fazla gerildiğinde kopma eşiği var her ikisinin de.

#karantinadakaraoke, Mart – Haziran 2020, ekran görüntüsü

Andan nasıl bir tekniğin ve yaklaşımın ürünü? O akla ilk düştüğünden bugüne nasıl bir seyir izledi?

Yasemin: “Andan” kelimesinin geldiği yer Stefanos Yerasimos’un Türk Metinlerinde Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri kitabından; Kuruluşundan Sonuna Kadar Kostantiniye Tarihinin Öyküsü: “Andan kendi dahi diledi kim kendü bir tılsım bünyad ede zaman-ı rüzgarda anıla.”

Andan ol tasvirleri getürüb ol tob gibi olan hüsrevani küp kim şiveyle doldurmuşdu bir altun şeklinde olan altunu anın üzerine kodu.”

Andan bir bileşimdi. Bakır üzerinde korona virüsü barınmıyormuş diye okumuştuk evlere kapanmadan önce. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim Bölümü Gravür Atölyesi’nde Can Aytekin ile birlikte eğitmeniz. 13 Mart’tan itibaren öğrencilere okul kapandı. 16 Mart’ta okulda bakır levha kestik birlikte. Bir bardağa nitrik asit ve su koydum. Fırçayı bu bileşime batırıp bir nefeste “andan” yazıp çıktım atölyeden. Okula ender olarak gitmem gerekse de atölyeye Haziran başına dek giremedim. Buluşma sergisini tekrar düşünmeye başlayabildiğimizde atölyeden bakır plakayı almaya gittim. Zaman içinde biz kendi köşelerimizdeyken bileşim, bakırı bakır oksit yeşiliyle yazılamıştı.

Koronadan sonra ya da bundan böyle koronalı hayatımızda, yakın gelecekte güncel sanatta, üretiminde, paylaşımında, dolaşımında neler değişir?    

Derya: Sanat üreticileri ve izleyicilerine bağlı. İdeal düzende sanat endüstrisinin ikisi yararına işlemesi gerekir, ki böyle değil. Pandemi sürecinde koleksiyonlarını bir bahşetme edasıyla bilabedel izleyiciye açan sanat kurumlarının çevrimiçi sergi turlarına katılıp şanslı izleyici mi sayacağız kendimizi, yoksa bu ilişkiyi dönüştürmek için eleştiri mi üreteceğiz? Üreticiler için de aynı şey geçerli. Mevcut düzende öncelik bizlerin üretimlerinin sürdürülebilirliği değil. Güvencesiz çalışma yaşamlarımız ortada, hayat devam ediyor. Bağımsız olanlarımızın işi pandemiden önce de çok zordu. Kaynakları, mekânları paylaşmak, birlikte üreterek birbirimize alan açmak için çaba sarf edecek miyiz?

^